Çocuklar ve Seçmenler
İnsanlardan umudu kestiğim zamanlar oluyor. Bu acı düşünce yazdıklarıma da yansıyabiliyor. (1) Ama çocuklardan hiç vazgeçmedim. Çoğu kez en az büyükler kadar bencil de olsalar, benim doğrularımı beğenmeyip ayrı bir dünyada yaşasalar da, kara bulutların ardına saklanan güneşin neredeyse gökyüzünü terk ettiği, en küçük bir ışığın sızmadığı, tüm yolların kapanıp geçilebilecek en ince patikaların da silindiği günlerde bile içimi yaşama sevinciyle doldurabiliyorlar. Zor bir yılın ardından yine belirsizliklerle dolu aylara hazırlandığımız bir dönemde “Çocukların bu karanlık dönemin geride kalmasına katkısı olur mu?” diye düşündüm. Dünyanın erkek egemenliğine girdiği günlerden beri yaşanan zorunlu acıların sonunu getirmek için kadınlara ve onların yumuşaklığını benimseyen erkeklere destek olarak. (2) Geleceğe ilişkin en doğru kararları aldığını öne süren sakallı, bıyıklı, temiz tıraşlı, genç, yaşlı, takım elbiseli ya da kendi giyim tarzını dayatan koca adamlar yüreklerini sağırlaştırıp yalnızca güce, kendi doğrularını benimsetmeye ve çıkarlarını sonsuza dek korumaya odaklanmışken, çocukları “Baba ne oluyor, ne yapıyorsun, dur artık!” diye haykırabilirler mi? Haykırsalar seslerini duyan olur mu? Yoksa sert bir tokatla “Sen de ölen, sakat kalan genç direnişçilerden biri mi olacaksın yoksa?” sorusuyla susturulurlar mı?
….
Epey zaman önce BBC Dünya Haberleri kanalında bir çocuk kitapları yazarıyla yapılan söyleşiye rastlamıştım. Ne Hardtalk programını yapan Sarah Montague, ne de Jacquiline Wilson tanıdığım kişiler değildi. Ama Wilson’ın “Böyle davranmalısınız demek için yazmıyorum, yalnızca benim karakterlerim böyle yapıyor diyorum.” sözü dikkatimi çekmişti. Bilginin yabancılaştığı, yalnız eğitim sistemi ve çocukların geleceğiyle (3) değil tüm iletişim kanallarıyla acımasızca oynandığı koşullarda bu yaklaşımın önemli olduğunu düşünmüştüm.
Konuşmayı duyduğum sırada bilmiyordum, Türkçede epey Jacquiline Wilson kitabı yayımlanmış. “Hepimiz Birimiz İçin”, “Kardeşimle Başım Dertte”, “Bay Havalı”, “Kızlar Âşık Oluyor”, “Anneme Neler Oluyor?” ve “Dinozorun Beslenme Çantası” başlıklarına rastladım. (4) Yazarın bir de hoş internet sitesi var. Çocuklar burada üye olup kendi odalarına girebiliyor, yazarın kendisinden özel bir mesaj alabiliyor, yeni kitapları gönderilen bültenlerle öğrenebiliyorlar. (5) Şu anda sitede Wilson’ın yıl sonu mesajı var. Bu yıl gecikmiş olduğunu, Noel armağanlarını henüz almadığını, tek bir Noel kartı bile yazmadığını, ağacını alıp süslemediğini, börek ve Noel pudingini yapmadığını söylüyor. Yeni kitabı için yoğun bir çalışmanın içindeymiş. Kahramanı Opal zor bir dönemden geçiyormuş. “Umarım onun için mutlu bir son yazmayı başarabilirim.” diyor. Sabahları elle yazdığını, öğleden sonra da biraz değiştirerek daktilo ettiğini belirtiyor. Yazdığı ilk bölümleri ne tür bir kapak tasarlayacağını düşünmeye başlaması için Nick Sharrat’a gönderiyormuş. Galeri bölümünde onun hazırladığı kitap kapakları görülebiliyor. Siteye üye olan çocuklar da Jacqueline’in kitapları için tasarladıkları kitap kapaklarını yükleyebiliyor. (6)
Kuşkusuz Türkiye’de de bu tür çalışmaları yapabilecek, düşünüp üretebilecek çocuklar var. Ne yazık ki eğitimle ilgili politikalar bunların sayısını artırmayı amaçlamıyor. Belki de tam tersini yapıp olan ışıkları bile söndürmeye, davranışları kontrol etmeye, herkesi kendine benzetmeye, yaşamdan soğutmaya, sorgulamadan itaat etmeyi öğretmeye çalışıyor. Geleceği biçimlendirmek için atılan adımlar umut vermiyor. Özgür düşüncenin önü açılmadıkça eğitime yapılan tüm yatırımların boşa gittiği, gideceği görmezden geliniyor.
Kemal İnal eğitim sistemindeki başarısızlığı dört temel nedene bağlıyor. (7)
İlk olarak bilgi, yetenek ve beceri sahibi, çok iyi yetişmiş uzman kadroların son dönemlerde MEB merkez ve taşra teşkilatından sürüldüğünü söylüyor. Neredeyse tüm okulların müdür ve yardımcıları eğitim bilimleri, pedagoji, psikoloji, sosyoloji ve antropoloji konusunda bilgisiz kişilerden seçilmiş. Eğitime geleneksel açıdan bakan ilahiyat temelli bu yapıyla eğitim sistemi, artık partizanlık, patronaj, hemşerilik, tarikatçılık gibi ayrımlar üzerinden temellendirilmeye ve işletilmeye başlanmış. Eğitim-Sen gibi sendikalar, MEB merkez ve çevre örgütlerinde kalitesizleşme sonucu oluşan çarpık işgücü istihdam politikalarına dikkat çeken araştırmalar, raporlar ve eylemlerle kamuoyunda farkındalık çalışmaları gerçekleştirmiş. MEB, bu tür çalışmaları ideolojik olarak etiketleyip kulak ardı etmiş, suçlamış.
İkinci neden olarak laik, demokratik ve bilimsel eğitimin bu dönemde hiç olmadığı kadar geriletildiğini gösteriyor. Kuran kurslarının aşırı artışı, orta düzeydeki imam hatip okullarının açılışı ve zorunlu din dersinin yanı sıra seçmeli üç din dersinin daha müfredata konulması sonucu öğrencilerin mistik bilgilere yönlendirildiğini, derslerde bilimsel evrim teorisinden bahsetmenin artık kahramanlık gerektirdiğini söylüyor. Bu teoriden bahseden öğretmenler ya veliler ve okul yönetimleri tarafından kınanmış, ya da MEB teşkilatı haklarında soruşturma açmış. Artık din eğitimi, en az fen eğitimi kadar prestijli olmuş.
Üçüncü başlığı “teknoloji fetişizmi”. F@TİH gibi projelerde ileri teknolojinin dersliklerde kullanımıyla eğitimde ilerleme sağlanacağı sanılmış. Oysa öğrencilere ücretsiz dağıtılmaya başlanan tablet bilgisayarlar, sınıflara yerleştirilen akıllı tahtalar gibi aletler gereken tutarlı bir eğitim içeriği olmayınca işe yaramamış. Teknoloji fetişizmiyle teknolojiden rasyonel biçimde yararlanma arasındaki fark anlaşılamadığı için başarısızlığın nereden kaynaklandığı da görülemiyormuş. İnal, ileri teknolojiyi kullanacak olan öğretmenlerin ağır çalışma koşullarının düzeltilmediği ve teknolojiyle demokratik ve bilimsel değerler aktarılmadığı sürece ilerleme sağlanamayacağını söylüyor.
Dördüncü bölümde “çarpık sınav mantığı” çelişkisini işliyor. Tüm eğitim sistemi, sınav mantığı üzerine her geçen sene daha güçlü biçimde temellendirilmiş, sınavlar eğitim sistemini esir almış. Öğrencinin ilgi ve yeteneklerini ortaya çıkarması gereken bu değerlendirme aracı, yalnızca iyi okullara girişin önündeki aşılması gereken engel olarak algılanmış. Sınav sayısı sürekli artırılırken dershane, etüt merkezi, okuma salonları gibi özel öğretim kuruluşlarının sayısı ikiye katlanmış. “İnsan olmak”, “ülkesine faydalı biri haline gelmek”, “insanlık için iyi şeyler yapmak” gibi değerlerden kimse bahsetmez olmuş.
….
Günümüzde iş yapmanın tüm biçimleri gibi eğitimin de değişmesi kaçınılmaz. Yaşamımız her an hızlanırken “Işık Patlamaları” ayrı bir önem kazanıyor. Binlerce yıl karanlıkta yaşayan insanlar ateşle aydınlandıklarında, eskiden el yazmaları ve duman işaretleriyle iletilen bilgiler matbaa ve elektrikten yararlanarak iletildiğinde başlamış değişim sürecinin yeni bir aşamasına girildi. Işık hızıyla haberleşen bir dünyada yaşamanın yeniden tanımlanması gerekiyor. (8) Işıktan düşen notlar şu anda internet dünyasında dolaşıyor, kimi yayılıp büyüyor, kimi sessizleşip siliniyor. Suya düşen taşın yarattığı dalgaların sönmesi kaçınılmazdır. Düşünceler de bu modelin dışında değildir. Bireyin kafasında dönüp duran yansımalar yok oluyorlardı, sözcükler ve yazı onları kalıcı kılmıştı. Artık iletişimin yeni bir aşamasındayız. İronik olarak, kafamızdakilerle onları aktardığımız ortam arasındaki farklar azaldı. İkisi de suya yazılmış, her an silinebilecek yazılar olarak elektriğin dalgalarında buluştu.
İnternet olmasa İpek Paraşüt’ü (9) duyar mıydım, ne zaman duyardım, bilmiyorum. The Paris Review 1953′te kurulmuş ve sayfalarında Adrienne Rich, Philip Roth, V. S. Naipaul, T. Coraghessan Boyle, Mona Simpson, Edward P. Jones ve Rick Moody gibi günün önemli yazarlarına yer vermiş. Jack Kerouc’ın Meksikalı Kız öyküsünü 1955′te yayımlayarak onun çalışmalarını ilk fark edenlerden olmuş. John McPhee’nin en çok ilgi gören çalışmalarından İpek Paraşüt’ün adı burada yazarla yapılan bir söyleşide geçiyor. Kurgudışı edebiyattaki sanatsal yöne bir örnek olarak McPhee’nin işlediği konu ne olursa olsun buna özgün bir yaklaşımla baktığı söyleniyor. McPhee yazısına kişisel bir yan katıyor, onu konuyla ilgili yazmaya itenin ne olduğunu bir biçimde dile getiriyormuş, böylece her konu ipek bir paraşüt gibi açılıyormuş, yükseğe uçarak ve birdenbire renklere ve değişik biçimlerle bezenmiş olarak ortaya çıkıvererek.
Yaşamda da ince ayrıntılar düşünülerek hazırlanmış gizli paraşütler zamanı geldiği anda birdenbire açılıp gökyüzünde beliriveriyor, tüm dünyamızı kaplıyor.
Bu yeni koşullar olmasa yolsuzluk operasyonları böyle gündeme gelip yayılabilir miydi? Düşünüp gören insanlar kime (Hırsıza mı, yakalayana mı, ev sahibine mi, yoksa korkak bir karanlık içinde akrep gibi yaşayan dünyanın en tuhaf mahlûkuna mı?) kızacaklarını bilemeden olup bitenlere yine çaresizlik içinde bakarlar mıydı? Serçe gibi telaşlı, midye gibi kapalı ve rahat yaşayıp seçim sandığı sürülerine hemen katılıveren kardeşlerini anlayabilirler miydi? (10) Peki bu şiir kime, ne anlatabilirdi? Akrebe mi, yoksa hüzünlü bir sessizliğe gömülüp kara kara düşünenlere mi bir mesaj verirdi?
Yaşamını barış içinde sürdürmek isteyen çoğunluk için bu olup bitenlerin anlamı ne? Filler tepişirken bir kez daha çimenler mi eziliyor?
Nasıl bir ülkede “Cinayette dokunmadılar yolsuzluk operasyonunda attılar” başlığı atılabilir? (11) Bunun yazılabilmesini basın özgürlüğünün bir göstergesi olarak görüp sevinmeli miyiz? Yoksa daha karanlık günlere hazırlananların şimdilik zararsız buldukları için sonucu etkilemeyecek bir haber diye ses çıkarmadıklarını mı düşünmeliyiz?
Hukukun, insan haklarının ve yasama yürütme yargı arasındaki kuvvetler ayrılığı dengesinin korunduğu, basının haber alabildiği ve verebildiği, seçmenlerin gelişmeleri öğrenerek gerektiğinde seslerini duyurabildiği bir yerde tüm bunlar yaşanabilir miydi?
Nasıl bir ülkede yolsuzluğu soruşturanlar hain ve düşman ilan edilir, kimin ne yapmış olduğu bir yana bırakılıp olayın çözümü seçim propagandalarıyla kazanılacak bir başarıya bağlanır? Bir oylama yapılıp yüzde doksan dokuzun desteğini alsa katil artık katil olmayacak mıdır? Seçim kazanan hırsızın çaldıkları artık soruşturulmamalı mıdır?
Nasıl bir ülkede “İstanbul’da Bakanların çocuklarının da aralarında bulunduğu ‘yolsuzluk ve rüşvet’ iddiaları ile ilgili operasyonun başlaması ile birlikte önce İstanbul Emniyeti’nde kar yumağı şeklinde başlayan süreç, adeta bir çığa dönüşerek Türkiye çapına ulaştı.” haberleri yapılırken utanç duyulmaz, üstelik tepki gösterenler engellenir?
Nasıl bir ülkede bu olaylar yaşanabilir, yolsuzluk güçler savaşında önemsenmeyecek küçük bir ayrıntı olarak görülerek unutturulmaya çalışılır, tüm söylenenlere kulak tıkanıp inanılmaz yorumlar yapılabilir?
Yaşamları tüm olanların dışında sürüp giden çimenlerin olup bitenden haberi yok. Bilseler, anlamaları kolay değil. Yazılanları, yorumları (12) okusalar bile işleri zor.
“Yolsuzluk operasyonu, bazen sadece bir yolsuzluk operasyonu değildir.”
“Neye niyet, neye kısmet… Açıkçası bu satırların yazarı dâhil ‘Cemaat’ merkezli gerginlikleri izleyen pek çok kişi, iktidar kanadındaki bazı önemli kişilere ait cinsel içerikli kasetlerin siyaset piyasasına sürülmesini bekliyorduk. Bunun yerine yolsuzluk iddialarına dayalı gözaltılar geldi.”
“Aralarında 3 bakanın oğlunun da olduğu iddia edilen dünkü operasyonun böyle bir hakkaniyeti ortaya çıkarmak için yapıldığından çok emin değilim. Haa… Bu operasyon normal bir zamanda yapılmış olsaydı eğer, doğruluğundan şüphe duymak bir yana, emin olun “o operasyon sonuna kadar gitsin” diye elimden gelen desteği verirdim. Ama böyle bir zamanda… Emniyet ve yargı içinde konuşlu olduğu bilinen derin yapının, çetelerin mevcut hükümeti şantaj yaparak sindirmeye, diz çöktürtmeye çalıştığı bir dönemde yaptığı bu operasyon maalesef hiç inandırıcı gelmedi bana.”
“Bu 37 kişinin içerisinde ne yazık ki hâlen babaları bakanlık görevinde olan isimler de var. İçişleri Bakanı Muammer Güler’in oğlu Barış Güler, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın oğlu Salih Kaan Çağlayan ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın oğlu Abdullah Oğuz Bayraktar da ne yazık ki gözaltına alınanlar arasında bulunuyorlar. Bu kişiler gerçekten yolsuzluk ve rüşvet suçu işlemişlerse, elbette cezalarını çekmelidirler. Tabiatıyla genç ve iyi eğitilmiş insanımızın içine düştüğü bu durum çok üzücüdür. Lâkin ben en çok da bu oğulların babalarının durumuna üzülüyorum.”
“Bir operasyon hükümete kadar uzanıyorsa bunu yapanlar ya çok çılgın olmalı ya da ellerinde şek ve şüphe götürmeyecek, inkâr edilemeyecek, tevil yapılamayacak netlikte belgeler bulunmalı. Zaten yargının görevi hukuka aykırı olan, yasaların suç saydığı, kriminal vakaların üzerine gitmek değil midir? Böyle konuların üzerine gitmemek, yargının bizzat kendisinin suç işlemesi anlamına gelir.”
“Türkiye’de bir köşe yazarıysanız dünkü ‘Yolsuzluk operasyonu’nu es geçemezsiniz. Bu operasyona değinen yazınızı ise ‘Ak Parti iktidarı’ ve ‘Cemaat’ ya da ‘Hizmet’ sözcüklerini geçirmeden yazamazsınız. Öyle yaparsanız, Bizans kuşatıldığı sırada şehrin içinde ‘meleklerin cinsiyeti’ni tartışan bir piskopos ile aranızda pek bir fark kalmaz.” Biz öyle yapmayalım. Farklı bir açıdan ‘konu’ya yaklaşmayı deneyelim. İngilizce bir söz vardır ‘Power corrupts’ diye; devamı da şöyledir: ‘Absolute powers corrupts absolutely.’ Türkçeye şöyle çevrilebilir: “İktidar bozar” ve “Mutlak iktidar mutlaka bozar.”
“Dün başlayan yolsuzluk operasyonları ile kentsel dönüşümün nihayet ekonomisini de konuşmaya başlıyoruz.”
“Türkiye 17 Aralık sabahına bambaşka bir haberle uyandı. Tanınmış işadamları, bankacılar, siyasetçi ve siyaset bağlantılı birçok isim gözaltına alınmıştı. Aralarında son dönem parlayan inşaatçı Ali Ağaoğlu’dan İran Azerisi işadamı Reza Sarrab’a (Türk vatandaşlığına geçiş sonrası Rıza Sarraf), Halk Bankası Genel Müdürü Süleyman Aslan, İstanbul Fatih’in AK Partili Belediye Başkanı Mustafa Demir’in yanı sıra, üç bakanın çocuklarının da bulunduğu bildiriliyordu.”
“Evet, Türkiye’de devlet iktidarını denetleme üzerine kurulu müthiş bir iktidar kavgası var. Bir tarafta seçilmiş meşru bir iktidar, diğer tarafta bu iktidarın alanını daraltmaya, mümkünse tasfiye etmeye yönelen bir irade. Hemen her zayıf nokta, zaaf üzerinden, iktidar alanına yönelik müthiş ve sofistike bir saldırı organize ediliyor. Önce bir muhalefet dili oluşturuluyor. Kamuoyu algısı ciddi biçimde yönlendiriliyor. Ardından bu algıya yönelik operasyonlar servis ediliyor. Devlet iktidarını denetlemeye, bu denetleme kampanyasının önünde duranları tasfiye etmeye yönelik irade hiçbir şekilde Türkiye ile sınırlı değil. Sınırı aşan, çok yönlü, çok taraflı bir mücadele izliyoruz. Bu kanaat kişisel değil, toplumsal bir zemin bulmuş durumda.”
“Öncelikle ilkeyi net ortaya koyalım: Yolsuzluğa bulaşmış olan babam da olsa, cezasını çeksin. Bu cümleyi kurmak, benim gibi hâlâ kirada oturan birisi için en rahatı ve en kolayı. Şimdi gelelim zor kısmına; yerel seçim sathı mailine girilmişken yapılan bu operasyonun perde arkasında başka siyasî-iktisadî motivasyonların olması ihtimaline…”
“Hukukun üstünlüğüne dayalı rejimlerin vatandaşları ayrıcalığa sahiptirler. Çünkü sabah karanlığı kapıları çalındığı zaman, gelenin sütçüden başka biri olamayacağını bilirler. Öyle bir rüyanın gerçekleştiğini görmek için kim bilir kaç yıllar bekleyeceğiz?”
“Fethullah Gülen cemaatiyle AKP hükümeti arasında 2024’de kurulmuş gibi gözüken ittifakta birçok kırılma noktasına tanık olmuştuk. Bunların ilk akla gelenleri ÇYDD Başkanı Prof. Türkan Saylan’ın evinin Ergenekon soruşturması kapsamında polis tarafından basılması (13 Nisan 2024); Mavi Marmara olayının (31 Mayıs 2024) ardından Gülen’in Wall Street Journal’a mülakat vererek İsrail yanlısı pozisyon alması; gazeteciler Ahmet Şık ile Nedim Şener’in Odatv soruşturması kapsamında tutuklanmaları (3 Mart 2024); Prof. Büşra Ersanlı ve yayıncı Ragıp Zarakolu’nun KCK soruşturması kapsamında tutuklanmaları (28 Ekim 2024) ve nihayet MİT Müsteşarı Hakan Fidan başta olmak üzere eski ve görevdeki bazı MİT yöneticilerinin PKK ile Oslo görüşmelerini yürüttükleri için özel yetkili savcı Sadrettin Sarıkaya tarafından ifadeye çağırılması (7 Şubat 2024).”
“Ankara toz duman dersek abartı olmaz. Dershanelerle başlayan gerginlik dün başlayan yolsuzluk operasyonu ile zirve yaptı.”
“Demokratikleşme tarihini geriye doğru yazamazsınız. Önce ‘hükümet medyası görmüyor, penguenler…’ falan edebiyatına başladılar. Yurttan sesler korosu bu ezgiyi okurken, yandaş dedikleri televizyonlar bırakın haberi her bültende son dakika geçmeyi, operasyonların piyasalara etkisini konuşmaya başlamıştı bile.”
Yolsuzluk operasyonu dünya basınında da yer almış. (13)
….
Tüketim toplumlarında galiba yalnızca deterjan ve diş macunu değil, düşünceler ve algılar da halkla ilişkiler çalışmalarıyla pazarlanıyor. Reklamlar öncelikle kadınları ve çocukları hedef alıyor. Tüm topluma yayılıp kök salmak, vazgeçilmez olmak istiyorlar. Marka değerinin yükselmesi üründen bile önemli oluyor. İnsanlar yolda görseler üzerine basıp geçecekleri bir kumaş parçasına yoksul bir ailenin aylık harcamasının üstünde paralar ödeyebiliyor.
Türkiye’de son dönemlerde ortalığın bu denli karışmasının nedeni güçler savaşında yeni bir aşamanın başlaması, yakında gerçekleşecek yerel ve genel seçimler. Güçlüler bu yüzden konumlarını korumak, yerlerini sağlamlaştırmak istiyorlar. Güçsüzlerinse hep güçsüz kalmaları için önlerini kesiyorlar, susturuyorlar, sindirmeye çalışıyorlar. Çoğunluğun oranların dışına çıkmamasını, hep izleyici kalmasını, yalnızca oy kullanarak bir sayının içinde kaybolmasını istiyorlar. “Özgürlük” diye haykıran kitlelerin ne dediğini umursamıyorlar. “Verdiğimiz kadar özgürlükle istediğimiz gibi yaşayacaksınız, kesin sesinizi!” diye azarlıyorlar.
Oysa özgürlüğün önünü kesmek sanıldığı kadar kolay değildir. Düşünüp kendi yolunu seçebilen kitleler oranların içine hapsedilemezler, en az su kadar güçlüdürler. Yollardan çağlayarak akarlar. Karşılarına çıkan kayaların çevresinden dolaşırlar, önleri alışveriş merkezi inşaatlarıyla kesildiği için geçemezlerse toprağın altına inerler, sabırla uzun bekleyişlere katlanırlar. Er ya da geç denize ulaşırlar.
….
Gelecek daha güzel olacaksa çocukların yorulmadan akan bir ırmak olmayı, denize kavuşmayı, deniz olmayı öğrenmesi gerek. Bu yüzden çocuklar için edebiyat çok önemli. İnsanı ve yaşamı, geçmişi ve geleceği bencil yaşlıların öfkeli yalanlarından değil, bilimin ve sanatın duru gerçekliğinden öğrenebilmeleri için.
Seçimler yaklaşıyor. Yıllarca cehaletin kör karanlığına itilmiş insanlar belki de son ve kesin yürüyüşlerine sessizce hazırlanıyorlardır. Kadınların ve onların yumuşaklığına saygı gösteren erkeklerin gizli güçlerini çocukları için kullanmayı düşünüyorlardır. Bunun “Geleceğimizi karartmayın!” diyen çocuklarını dinlemek için son şansları olabileceğini belki de anlamak üzeredirler.
Çocuklar, kadınlar ve erkekler, seçmenler, seçebilenler, seçemeyenler. Artık yaşama sahip çıkmanın yeni yollarını bulmalı, geleceklerini başkalarının eline bırakıp sessiz bir bekleyişe girmemelidirler. Ortak akıl, gücünü kendi çıkarlarını korumak için kullanan birkaç kişinin gerçek yüzünü çoktan görmüştür. Bu gerçeği demokrasi oyununun sayılarına yansıtması zor olmayacaktır.
Mehmet Arat
mehmetarat@ymail.com
Yazarımızın diğer yazılarına göz atmak için tıklayınız.
NOTLAR
1. Mehmet Arat, Doğanın En Büyük Yanlışı: İnsan, http://blog.milliyet.com.tr/doga-nin-en-buyuk-yanlisi-insan/Blog/?BlogNo=352989
2. Mehmet Arat, Kadınlar Nerde?, http://sanatlog.com/sanat/kadinlar-nerde/
3. Mehmet Arat, Bilginin yabap class=”MsoNoSpacing” style=”text-align: justify;”ncılaşması, http://blog.milliyet.com.tr/bilginin-yabancilasmasi/Blog/?BlogNo=356091
4. Jacqueline Wilson - arama sonuçları,
http://www.kabalci.com.tr/?p=Products&q=+Jacqueline+Wilson&search=1
5. My Room, http://www.jacquelinewilson.co.uk/myRoom.html
6. Your Work, http://www.jacquelinewilson.co.uk/gallery.html?g=2
7. Kemal İnal, Mesele sadece teknoloji değil,
http://www.radikal.com.tr/radikal2/mesele_sadece_teknoloji_degil-1166059
8. Mehmet Arat, Işıktan Düşen Notlar, http://mehmetarat.blogspot.com/
9. John McPhee, The Art of Nonfiction No. 3, Interviewed by Peter Hessler,
http://www.theparisreview.org/interviews/5997/the-art-of-nonfiction-no-3-john-mcphee, Spring - 2010 No. 192
10. Nâzım Hikmet, Dünyanın En Tuhaf Mahlûku,
http://www.siir.gen.tr/siir/n/nazim_hikmet/dunyanin_en_tuhaf_mahluku.htm
11. Toygun Atilla, Cinayette dokunmadılar yolsuzluk operasyonunda attılar,
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/25407568.asp
12. 10 gazeteden 22 yazar yolsuzluk operasyonu hakkında ne yazdı?, http://t24.com.tr/haber/10-gazeteden-20-yazar-yolsuzluk-operasyonunu-yazdi/246349
13. Yolsuzluk Operasyonu Dünya Basınında, http://www.haber3.com/yolsuzluk-operasyonu-dunya-basininda-haberi-2374965h.htm
/span
Bataklıkta Bir Sanatçı: Yaşar Kurt
26 Kasım 2024 Yazan: Editör
Kategori: Dünya Müziği, Müzik, Müzik Albümleri
Öyle olduğu söyleniyor ki, ülkemizde eline gitar alan her genç, Yaşar Kurt’la başlarmış müzik yapmaya; ona özenir, ondan etkilenirmiş. Sebebi nedir, bilmiyorum. Buna mukabil, “muhalif rocker” dendiğinde, akla ilk gelenlerden birinin Kurt olduğunu biliyorum. Hem herkesin sevdiği, beğendiği bir sanatçı olup hem de muhalif olabilmenin nasıl mümkün olduğunu ise, hiç anlamıyorum. Burada da zaten, adı geçen kişinin, popülerliği muhalifliğe tercih ettiğine, muhaliflikten istifa ettiğine değinmek istiyorum.
Sekiz yıl sonra çıkardığı “Güneş Kokusu” adlı albümü ile, sanatçı, şu günlerde hayli gündemde. Fakat henüz, albümün güzelliği, kalitesi, bir yerlerde zikredilmiş değil. Yaşar Kurt, geçtiğimiz haftadan beri, verdiği mülakatlarda söyledikleri ile anılıyor.
Yıllarca, büyük bir zevk ve beğeni ile, yazılarını okuduğunuz, şarkılarını dinlediğiniz, konuşmalarını takip ettiğiniz kişilerin; gün gelip de bütün o beğeninizi bile unutturacak derecede saçmalaması, yani daha nazik ifade ile, bir “kopuş” yaşaması; belki sizin sürekliliğinizi pekiştirebilir; ancak, yaşayacağınız kandırılmışlık duygusu, büyük bir handikap olarak ortadadır.
Cem Karaca’nın ölmeden evvel, Fethullah Gülen’e merak sarması; İlkay Akkaya ve Sırrı Süreyya Önder’in Said Nursi hayranlığını açıklaması; Yılmaz Odabaşı’nın referandumda “evet” demesi; o güne dek kendilerini takip edenleri üzmüştü ya; doksanlı yıllardan bu yana, solcu gençler için önemi olduğu söylenen Yaşar Kurt da, bu “üzen tayfa”ya, an itibari ile iltica etmiş görünüyor.
Belki parantez içinde söylemem gerekiyor, adı geçenlerden, Cem Karaca dışında hiçbiri ile ilgili, bunlar nereye dönerlerse dönsünler, herhangi bir üzüntü yaşamadım; hiçbiri ile bir “siyasi bağ”ım yoktu zira, olamaz da! Fakat şu önemli, bu konuda üzüntüm, “açılım kahvaltısı”nda ekmeğini reçelleyen Sırrı Süreyya’dan hala büyük bir devrimci yaratmaya çalışanların durumunadır!
Derdimiz sanıyorum anlaşıldı. Şimdi, konunun asıl kısmına, Yaşar Kurt ile ilgili bölüme ayrıntılı biçimde bakabiliriz.
Sanatçının 13 Kasım tarihli Zaman gazetesinde yayınlanan röportajında söyledikleri, evet kendisini tekrar gündem haline getirmiştir; belki de artık herkes için tek amaç budur; fakat, bir şeylere, AKP’nin iktidarını olumlayacak tuzaklara bu kadar hızlı ve gönüllü biçimde düşmek, saflık değilse eğer, yılgınlıktır.
Samet Altıntaş isimli şahıs, Yaşar Kurt’a, açıkça görülüyor, yeni albüm ile ilgili üç tane klişe soru yöneltiyor ve daha sonra, nasıl bir yöntem ve kafayla ise artık, “lank” diye soruyor: “Antimiliter şarkılar yapan bir sanatçı olarak sivil-asker ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz?” Niyet açıktır; ancak gazeteci sıfatlı birinin bu kadar özensiz olmasının nedeni nedir, ne olabilir? -Cevap malumdur.
Peki ya, bu bir kenara, muhalif sanatçı olarak anılan birinin, sorunun aptalcalığına aldırış etmeden, cevaba girişmesinin hikmeti nedir?
Antimiliter şarkıdan kasıt, korkuyorum anne, al beni içine, diye başlayıp askerlik yapmak istemeyen bir adamın feryadını içeren şarkıdır. Ordu’yu peygamber ocağı olarak gören, askeri darbe süreçlerinde darbecilere methiyeler düzen bir geleneğin gazetecisinin, konuyla ilgili soru sormaya hakkı yoktur; bu bir. İki, askerlik yapmak istemeyen bir kişinin içinde bulunduğu mesele, asker-sivil ilişkilerine kesinlikle dâhil olamaz, edilemez. Üç, askerlik yapma ile ilgili kanunları da, pek tabii, siviller düzenler. Yaşar Kurt’un ilgili şarkısı da kesinlikle “asker karşıtı” değildir, bu da dört.
Lakin sanatçı, yıllardır bir yerlerde konuşamamanın üzüntüsü ile belki de, bırakın soruyu sorana eleştiri yöneltmeyi, böyle bir soruyu yakalamış olmaktan duyduğu mutlulukla, uçarak yanıtlar üretiyor! Uçarak yanıtlar ürettiğinden, Samet Altıntaş’ı bile geride bırakıp ondan daha absürt, konu dışı şeyler zikrediyor.
Neymiş: “1980′de askerler tarafından her şeyin yok edildiğini görmüş biri olarak söylüyorum, çok büyük ve olumlu manada bir değişim var. Darbeciler bu ülkeye inanılmaz zararlar verdi çünkü her alanda. Sivillerin inisiyatifi eline alması gerekiyor. Çünkü askeriyenin çözümleri belli. Askere sen bomba atma, silah çekme diyebilir misin? Sivil otorite her zaman diyaloga açıktır. Daha barışçıdır fıtratı gereği. Hükümet, toplumun sivilleşme yönündeki taleplerini karşılamıştır.”
Ne kadar da “kritik” tespitler… Doğru, askere bomba atma diyebilir misiniz siz? Bu ülkenin ordusu zira, canı sıkılınca savaş çıkartan, silah çeken bir grup meczup personelden ve onlara kul köle askerlerden oluşuyor. Hayır, bu meczuplar işin kötüsü, diyaloga da açık değiller. Siviller ise, fıtrattan kaynaklı konuşkandır, candır.
Deniyorum; fakat olmuyor, bu denli önemli bir konuda, ironi bile yapılamıyor. Yahu, bunlar bir yana, muhalif sanatçı denilen bir kimse, siviller fıtrat gereği şöyle olurlar, cümlesini nasıl kurabiliyor? İnsanların dünyaya gelişleri esnasında, onlara asker veya sivil diye bir kategorizasyon mu sunuluyor? Seçilen alana göre, belirli özellikler mi yükleniyor? Mesleki konumlar, nasıl yaradılışın konusu haline gelebiliyor?
Ya hükümetin, toplumun sivilleşme taleplerini karşıladığı iddiası ne oluyor? Solcu diye bilinen birinin, neoliberalizasyon sürecini sivilleşme olarak görmesi, bilgisizliğin hangi basamağına denk geliyor?
Konuya ara verip sormak gerekiyor: Daha önce de yaşandı. Sosyalist sıfatlı kimseler, Zaman’a çok fazla konuşuyor ve bunlarda, ilgili kişiler, mütemadiyen saçmalıyor. Bu neden kaynaklanıyor? Acaba gazete, bu kişilerin, AKP-Cemaat’i öveceğini bildiğinden mi onlarla görüşüyor; yoksa bu kişiler, Zaman ismi geçince mi heyecanlanıp yandaşa dönüşüyor?
Muhabir, hazır “askerlik yapmaya karşı” bir solcuyu yakalamışken, devam ediyor: “Ama öte yandan az da olsa orduyu göreve çağıran bir kafa var. Bu zihniyete karşı neler söylemek istersiniz?” Sorunun “muhteşem”liği cevaba da bir görkem katıyor doğrusu, Yaşar Kurt, Fikret Başkaya mı okumuş yoksa o kadar “teori”ye gömülmeyip Baskın Oran’la mı yetinmiş bilinmez; ancak liberal ezberler, su gibi dökülüyor sanatçının ağzından, iyi ezberlemiş: “İttihat ve Terakki’den beri bu ülkenin yöneticileri asker kökenliydi. Yine cumhurbaşkanlarının çoğu asker kökenliydi. Askerlerin oluşturduğu bir tarih var bizde. Cumhuriyet ideolojisinin en güvendiği zümre askerler. Bu mantalitenin neler yaptığını hep beraber gördük. Darbeler kimin haklarını korudu?”
Evet, Yaşar Kurt, madem sordun, yarım bırakma, sorunun cevabını da ver; darbeler, faşistlerin, dincilerin, hepsinden önce de patronların çıkarlarını korudu, de!.. Yoksa sen, darbelerin, on tane yüksek rütbeli generalin maaşını artırmak için yapıldığını mı düşünüyorsun? Asker kökenli yönetici seni niye rahatsız ediyor ayrıca, yönetici Fethullahçı olunca sorun yok da asker olunca mı var? Hem o asker Cumhurbaşkanlarını Meclis seçmedi mi? Al işte, senin sivil dediğin adamlar askerci çıktı, şimdi n’olacak?
Geliyoruz röportajın “en önemli” kısmına; “en güzel” soru sona saklanmış, belli ki final vurucu olsun istenmiş: “Malum ana gündemlerden biri Kürt sorunu. Sizce nasıl çözülür bu mesele?” Her şeyin kurmaca olduğu o kadar bariz ki, pat diye geliyor yanıt: “Fethullah Gülen’in açıklamaları oldu yakın zamanda. Hocaefendi’nin düşüncelerini destekliyorum. 12 Eylül’de sokağa hâkim olanların 30 senedir bu meseleyi çözmesi gerekirdi. Kürt sorununun çözümünde iki tarafın da samimi olması gerekiyor. Hükümet yöntem olarak açılıma gitti; ama iş zordu. Sıkıntılar mutlaka olacaktı. Nitekim açılım sabote edildi de. İki taraftan da mevcut durum üzerinden var olanlar açılımı provoke etti, ediyorlar da.”
Ne demeli, nasıl demeli bilemiyorum; ama, memleketin duyarlı bir sanatçısının, Kürt sorununa dair çözüm önerisi, nasıl olur da mazisi iki yıllık politikaların desteklenmesi olabilir ki? Sormazlar mı adama; AKP ve Cemaat olmasaydı, Kürt sorunu çözülmeyecek miydi veya Kürt sorununa hiç başka bir çözüm önerilmeyecek miydi? AKP ve Cemaat olmasaydı, sen bu soruya yanıt veremeyecek miydin? Yıllardır seni dinleyen solcu çocuklardan mı bir şey öğrenmedin?.. Yazık!
Sorusunu geçelim, bir alıntı daha: “Modernist devrimin halka ödettiği bir bedel var Anadolu toplumunda. Yeni anayasa ile devlet halkıyla helalleşmeli. Ve bunu en kısa zamanda yapmalı.” Gayet güzel, yukarıdakiler, yanlış siyasi çizginin kafada yarattığı karışıklıktır; ancak bu söylem cehaletin farkında olmaksızın ifşaatıdır. Modernizmden, modernist devrimden zerrece anlamayan bir solcu sanatçı; çok hoş!
Yaşar Kurt’a Ermeniliği ile ilgili de soru sorulmuş; ancak buna değinmeye bile gerek yok, kendilerinden başkasına yaşam hakkı tanımayan İslamcıların oltasına nasıl gelinir ve buradan nasıl saçmalanır, daha fazla irdelemek anlamsız.
Artık, şahsın üzerinden devam etmeyelim ve birkaç genel şey söyleyelim. Demokrasi denen kavram, aslında bir bataklığın adıdır. Patron sınıfının, karakterini şekillendiren faşizmi gizlemek, perdelemek için, evvela mecburen sonra da şeklen, sosyalistlerle halkın arasında yarattığı mesafenin sınırları çizilmiş halidir. Kavganın yerine “barış”ı, devrimin yerine “reform”u, özgürlüğün yerine “serbest”liği koymasıdır. Bu lafızlarla kandırdığı insanları kendine kul köle yapmasıdır.
12 Eylül sonrası, solumuzun yenilgi kompleksi, hatayı hep içsel anlamda araması ve Batı’da esen yeni ve dandik sol rüzgârlar, Türkiye devrimci hareketini epeyce yıprattı; geldiğimiz yer ortadadır, Kürt sorununa, Alevi meselesine, türban problemine, Ermeni dalaşmalarına çözüm olarak, sürekli demokrasi talep eden bir solculuk anlayışı!
Teoriyi artık Lenin’den değil Radikal İki’den öğrenmeye çalışanların, kendilerini içine soktukları durum bellidir ; ya AKP’ye aleni veya gizliden destekçilik ya da Kürt hareketine iltica!.. Bu atmosferin, çok da okuyup yazması olmayan; ancak popüler işler yapmaları sayesinde bir yer edinen sanatçıların kafasına nasıl işlediği ise, asıl konumuz. Yaşar Kurt örneğini bu yüzden bir yazı haline getirme gereği duydum.
Demokrasi denen bataklık, AKP döneminde iyice genişlemiş, hem de derinleşmiş, buradan kurtulmak da oldukça güç hale gelmiştir. Kurt da maalesef buraya çoktan düşmüştür.
Sonuç mu; henüz bilincini yitirmemiş Türkiye solu, ümit ediyoruz ve uğraşıyoruz ki, evvela bu bataklıktan çıkıp asli görevine, devrimciliğe dönecektir ve sonra da herkesi buradan çıkartacaktır.
alpererdik@mynet.com