Robin Wood – Faşizm ve Sinema
Bizzat insanın tehdit ettiği bir dünyada, en açık ve yakın tehlike faşizmin yeniden dirilmesi olasılığıdır (zaman zaman bir olasılık olarak görünmesi bile korkutucudur). Günümüzde Neo-Nazilerin çoğalması yalnızca yüzeysel bir belirtidir. Hatta sağ ideolojinin liberal biçimlerinin çoğu açıktan ya da gizli olarak faşist potansiyel oluştururlar ve çoğunlukla ahlak ve aile değerleri kavramlarının arkasına gizlenirler. Örneğin ABD deki Cumhuriyetçi Partiyi kabaca faşist olarak tanımlamak yanıltıcı olsa da, politikalarından ve eğilimlerinden ortaya çıkan yeni bir faşizm olasılığını önemsememek çok daha tehlikelidir. Bu bölümün amacı sinemadan yola çıkarak, potansiyel faşizmin Batı kültürü içinde yayılma yollarını izlemektir. Bu kitabın üzerinde durduğu konulardaki insanın cinselliği ve bunun, işlevi cinsel rolleri tanımlamak, kadınları bağımlı kılmak ve cinsel çeşitliliği yok etmek olan evlilik ve aile gibi toplumsal kurumlar tarafından sınırlanması, biçimlenmesi ve düzenlenmesi sağcı konumlar, aslında hiçbir yerde İradenin Zaferi ndeki gibi (zımni olsa da) açıklıkla sunulmamıştır. Ya da başka bir biçimde söylersek; Riefenstahl in filmi ölüm güçlerinin eşsiz bir biçimde tam tanımını sunar. Eğer insanlığın bir geleceği olacaksa yaşam güçleri çok güçlü bir biçimde buna karşı çıkmalıdır.
Leni Riefenstahl’in 1934 teki Nuremberg toplantısının filme çekilişi olan İradenin Zaferi ile bundan 20 yıl sonra yapılan Alain Resnais nin toplama kampları üzerine çektiği bir belgesel olan Gece ve Sis in karşılaştırılması uygun bir başlangıç noktasını, yani Nazizmin öncesi ve sonrasına bir bakış olanağı sunar. Sanatsal olarak bu iki film için ne düşünülürse düşünülsün, bunlar yönetmenlerinin düşünebildiğinden çok daha fazla açıdan toplumsal birer belgedirler, değerleri yan yana geldiklerinde daha da artar. Temsil ettikleri sanatın farklı türleri onların toplumsal/ideolojik anlamlarının ayrılmaz bir parçasını oluşturur bu yeterince açık, ancak her nasılsa sanatın politikadan ayrılabileceğine inanan eleştirmenlerin engelleme eğilimi taşıdıkları bir konudur.
Ben kişisel düzeyde, Riefenstahl in filmindeki niyetlilik konusuna, onun ne yaptığının bilincinde olup olmadığına girmeyeceğim; bu konu Susan Sontag ın müthiş yazısı Fascinating Fascism de net bir biçimde incelenmiştir. Hitler miting düzenleyerek (ve tabii ki filmi finanse ederek) kısmen Riefenstahl ve kameralarıyla işbirliği yaptı; bu, bir kadının değil ama tarihsel anın, Batı kültüründeki çok özel bir hareketin ürünüdür. Bu yalnızca faşizm ile ilgili bir film değil ama faşist bir filmdir. Film total egemenlik arayışındaki bir lideri ve bir partiyi över/kutsar ve tümüyle izleyicisine hakim olmaya çalışır. İzleyiciye tek, basit ve sorgulanmayan bir görüşü dayatmak için her türlü teknik ve stilistik aygıt kullanılır. Açılış çekimi Hitler i Nuremberg e ve oradan dünyaya vahiy getiren, bulutların içinden geçerek cennetten inen bir elçi olarak sunar; film (a) Hitler in Tanrının Nazi Partisinin doğuşuna ve zaferine önceden karar verdiğini ilan etmesiyle ve (b) Hitler Almanya dır ve Almanya Hitler dir ifadesiyle zirvesine çıkar. Hiçbir yerde kaosa ve karşı çıkma özgürlüğüne izin verilmez: düşünce ve imgelemin eleştirel inceleme yapması için alan bırakılmadığı için izleyici bu filmi yalnızca onaylayabilir ya da reddedebilir. Müzik (Wagner ve milliyetçi şarkılar) etkiyi artırmak için tamamen duygusal amaçlı kullanılmıştır; kamera açıları hükmetme amacına göre ayarlanmıştır (çok sıradan görünüşlü bir adamı yüceltmek için alt açıdan, Nazi askeri mekanizmasının dehşetli görünümünü vermek için üst açıdan); kurgu dikkatli bir biçimde ve ısrarla ritmiktir, biçimsel düzeyde karmaşık mekanizma anlayışını yeniden üretir.
Filmin ideolojik olarak korkunç, estetik olarak karşı konulamaz olduğu biçimindeki yaygın liberal görüş üzerine bir şeyler söylenmelidir. Aşağıdaki alıntı bunun tipik bir örneğidir:
Neredeyse her çağdaş izleyicinin kendisini filmin yapılış malzemelerine yönelik tutumlardan ayırması zor olsa da, Paul Rotha gibi solcu, kararlı Nazi-karşıtı yazarlar bile Leni Riefenstahl in film yapmayı hemen hemen hiç bilmediğini ama onun kurgu ustalığının Eisenstein ınkiyle kıyaslanabilir olduğunu ve filmin, izleyicinin filmin içeriğine yönelik tutumu ne olursa olsun, bu içeriğin ötesine geçtiğini ve filmi yalnızca bir film olarak değerlendirmeye zorladığını kabul etmek zorunda kalmışlardır. (John Russel Taylor (Cinema: A Critical Dictionary içinde, ed. Richard Roud, Secker and Warburg, 1980.)
Böylesi saçma sapan, rezil sözlerle karşılaşınca, insanın nereden başlayacağına karar vermesi zordur: kendini sola adamış yazarı neyin oluşturduğuna dair Taylor un tuhaf, modası geçmiş anlayışıyla mı; çağdaş izleyicinin (bazı mistik estetik anlayışlar adına) kendisini malzemelere yönelik tutumlardan tamamen ayırmasının arzulanabilirliğine dair anlayışla mı; kararlı Nazi-karşıtı yazarlardan kendisini ayrı tutmaya yönelik açık arzusuyla mı; Riefenstahl in mekanik klasik kurgusunun Eisenstein’la karşılaştırılabilir bir ustalık sergilediği düşüncesiyle mi; ya da insanın bazı şeyleri yalnızca bir film olarak nasıl değerlendireceği sorusuyla mı ya da basit olarak bunun ne anlama geldiğiyle mi? Kuşkusuz İradenin Zaferi iyi çekilmiş bir filmdir, yani örneğin Kutsal Hazine Avcıları ya da Gerçek Yalanlar gibi üstün bir profesyonel yetenek sergiler (buna sahip olmayan çok sayıda saygın filmi hatırlamak mümkündür.) Aslında Riefenstahl in kamera kullanımı son derece sınırlı ve tekdüzedir. Eisenstein ın duygusal ve entelektüel açıdan karmaşık kurgusu ile karşılaştırılması, çoğu örnek sekansın ilk elden çözümlenişinde görüleceği gibi, onun için yalnızca büyük bir dezavantaj olabilir. Taylor un konumuyla ilgili olarak itiraz edilebilecek temel nokta, anlamından koparılmış bir tür soyut güzellik anlayışına sahip olmasıdır. Tersine güzellik anlayışı daima kültürel olarak belirlenir: eğer temel politik bilincimizi tam olarak geliştirebilirsek desteklediğimiz güzellikleri, hoşlandığımız zevkleri seçmemiz gerekli hale gelir. İradenin Zaferi nin iddia edilen güzelliği insanlıktan çıkmaya, makineleşmeye, baskılamaya, militarizme odaklanmış faşist bir güzelliktir. Eğer insan bu faşist tuzağa düşmezse, bu filmi baştan sona sıkıcı ve nefret uyandırıcı bulur.
Gece ve Sis (1955) Riefenstahl in filminden kısa bir bölüm aktarır ve bu bağlantı Resnais nin filminin yeterince açık bir biçimde hem içerik hem de stil anlamında bir panzehir olduğu duygusunu güçlendirir. Malzemenin duygusal etkisi çok güçlü olmayabilir ama Resnais ve senaryo yazarı Jean Cayrol izleyiciyi uzaklaştırmak ve analitik özgürlük vermek için mümkün olan her şeyi yaparlar. Film, dayanılmaz olan durumu düşünmeyi olanaklı hale getirmeyi dener. Elde edilen uzaklık paradoksal olarak bize gösterilenlerin korkunç doğasının giderek bilincine varmamızı sağlar: korkuyla uyuşmak yerine izleyicinin düşünebilmesi, tahayyül edebilmesi ve anlayabilmesi için alan ve özgürlük sağlanır. İnsan burada yarım saatlik bir belgesel içinde araçların ve etkilerin karmaşıklığıyla (özellikle Riefenstahl ile karşılaştırıldığında) çarpılır. Müzik etkiyi artırıcı olmak yerine kontrpuan olarak kullanılır; benzer biçimde soğuk, özlü anlatı sürekli olarak görüntülerin etkisine (etkilerini azaltmaksızın) kontrpuan oluşturur. Bütün film aracı (filmi) öne çıkaran biçimsel değişimlerin karmaşık modeli üzerine kurulur, öyle ki hakikilik duygusu sürekli olarak filmin dilinin bilincinde olmakla koşutluk içindedir: şimdi / geçmiş, renkli / siyah-beyaz, hareketli görüntü / fotoğraflar, stilize kamera hareketi / otantik haber filmi. Gördüklerimiz üzerine düşünmek için belki bir noktaya kadar cesaretlendiriliriz. Faşizmin kendisi gibi, İradenin Zaferi de edilginliğe, kabul etmeye, hazır olmaya, yönetilmeye, yönlendirilmeye, telkin edilmeye hazır bir izleyiciye gereksinim duyar. Gece ve Sis ise izleyicinin aktif aklını var kabul eder ve cesaret verir.
Gece ve Sis in başarısına hayranlık içinde filmin esiri olmak, özellikle film Riefenstahl in uğursuz gölgesiyle izlendiğinde, çok kolaydır. Ama filmi izledikçe (Peter Harcourt un Film Comment in Kasım/Aralık 1973 tarihli sayısındaki Alain Resnais nin belgeselleri üzerine mükemmel yazısından kesinlikle çok etkilendim), belirli noktanın daha fazla farkına vardım, filmin sonunda daha fazla hoşnutsuz kaldım, hatta öfkelendim. İnsan filmin şiirini onun uzaklık yaratma girişiminden net bir biçimde ayıramaz; ama film ilerledikçe şiirin çözümlemenin yerine geçtiğine dair rahatsız edici bir duyguya sahip olur. Film sonunda dehşete düşürmeye varan duyarlı ve uygar bir tavrın tanımlanmasının aracı olduğu kadar, aynı zamanda bir kaçınma ve gizleme aracıdır da. Kamp yetkililerinin, üs kademeden alt kademeye, komutandan kapo ya (toplama kamplarında yönetimin kampta kalanlar arasından işbirlikçi olarak seçtiği kimse) kadar, mahkemede sorumlu olduklarını reddettikleri finalden etkilenmemek kuşkusuz olanaksızdır ve film bizi o zaman sorumlu kim? sorusuyla baş başa bırakır. Ancak faşizmin Batı kültürü içindeki kökenleri ve kaynaklarını çözümlemeye yönelik herhangi bir çabanın desteğini almamış (belki de liberallerin belirli bir noktanın ötesine geçmek işlerine gelemez, çünkü bu, liberal zihniyetin ötesine geçen bir değişim gereksiniminin bilincine varmayı gerektirirdi) film yanıtın ne olabileceğini önermekten kaçınabilir ve aslında çok daha tehlikeli bir biçimde yanıtın olmayabileceğini akla getirir. Aslında sorumlu kim? yanlış bir sorudur; doğrusu sorumlu ne? sorusudur. Teslim olmayı bize bu kadar çekici kılan, filmin zekiceliği ve duyarlılığı değil, baştan çıkarıcı keder duygusudur ve keder, üzerinde düşündüğümüz iğrençliklere bir tepki olarak yeterince anlaşılabilir olsa da, hiçbir zaman yararlı bir duygu değildir. Filmin sonunda bize düşen, liberalizmin o bilinen korkutucu çaresizliğe dair elleri havaya kaldırma hareketidir: bunlar olmuştur; tekrar olacaktır (ve bugün oluyor); bunlar dünyanın ya da insanlık durumunun bir parçasıdır; anımsatmaya çalışmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yoktur ve bellek bu konuda her zaman başarısızdır. Filmin konumu çok güçlü bir biçimde somut bir klinik gözlemi çok belirsiz bir edebi/metafizik ilkeye çevirdiği yineleme itkisini anımsatır. Michael Schneider (Nevroz ve Uygarlık-Neurosis and Civilization da) yozlaşmış burjuva filozoflar gibi Freud da ölüm saçan yok edici sınıfın, emperyalist burjuvazinin ölüm içgüdüsünü aslında insanın içgüdüsel doğası ile karıştırdı yorumunu yapar. Resnais ve Cayrol bu hatayı yinelerler. Buradaki amacım (çok önemli ve rehber olan bu iki filmle) faşizmin kaynaklarının bir çözümlemesini yapmak ve faşizme karşı yeterli bir kuramsal karşıtlığın geliştirilebileceği yolları önermektir.
***
Bir sözlük faşizmi şöyle tanımlar:
Faşizm: 1914–18 savaşı sırasında İtalya da ortaya çıkan, Mussolini diktatörlüğünde zirvesine çıkan ve diğer ülkelerde faşistler ve kara gömleklilerin taklit ettiği yurtsever (patriotic) anti-komünist örgütlenme ve ilkeler. Concise OED
Sözlük eski Roma daki fasces e gönderme yapmayı sürdürür.
Eski Roma da yüksek memurların önünde yürüyen subayların taşıdığı ortasında balta olan sopalar yığını; otoritenin bayrağı.
Bu tanımlama (faşizmin hem kuramsal hem de uygulamalı, ilkeler ve örgütlenme olduğunu tespit etmenin dışında) bize faşizmin üç temel bileşenini verir: yurtseverliği vurgulama (her ne kadar savunucuları böyle tanımlasa da, her zaman emperyalizme doğru kayma eğilimi vardır); komünizme karşı çıkma ( Nasyonal sosyalizm ibaresinin groteskliğini ve oportünizminin önemini belirtir) çok uzun süre önce, Rus devriminin (kusurlarına rağmen) henüz gerçek özgürlük ve eşitliğe dayanan yeni, uluslararası bir toplum hareketinin resmen başlaması olarak kabul edildiği zaman, Sovyet komünizmi Stalin yönetiminde gerici güçlerin de baskısıyla baskıcı bir hal aldı. Bu yüce bir otorite figürünün (Duçe, Führer, Tanrı) başa geçmesi yönündeki mantıki ilerlemedir. Faşizm terimi tam manasıyla oldukça özel bir 20. yüzyıl hareketi için kullanılmış ve kapitalizmin gelişmiş bir aşamasının ürünü olsa bile, Latince köken, faşizmin temel itkilerinin ve eğilimlerinin insanlık tarihi kadar eski olduğunu akla getirir; İradenin Zaferi ile Gece ve Sis için çok değerli toplumsal belgeler derken düşündüğüm, başka zaman ve başka yerdeki olayları aydınlatmalarından çok çağdaş kültürümüze tuttuğu ışıktır. Otorite açıkça anahtar sözcüktür: başkaları üzerinde güç kullanma ve onlara hükmetme hakkı anlayışı üzerine inşa edilen, ne zaman gerekse güç ve baskıya başvuran faşizm basitçe otorite ilkesini kendi mantıksal zirvesine taşır.
Faşist bir toplum imgesine karşı (ya da yanına) kendimizinkini koyalım. Faşizm üzerinde demokrasi etiketini taşır, özgürlük ve eşitliğe dair destekleyici belirli mitlerle beslenir. Mantıklı bakıldığında faşizm güç / hakimiyet / baskı yapılarının birbirine bağlanması üzerine inşa edilmiş görünür.
zengin yoksul
patronlar işçiler
erkekler kadınlar
beyazlar beyaz olmayanlar
heteroseksüeller eşcinseller
yetişkinler çocuklar
Kısacası bütün çevremizde ve içimizde, düşünme, hissetme ve kültürümüzü oluşturma tarzımızda hem özel hem de kamusal, bürolarımızda, sınıflarımızda, oturma odalarımızda, yatak odalarımızda, caddelerimizde ve hükümetin her düzeyinde ilişkilerimizi biçimleyen, (kişisel tercihlerimiz ne olursa olsun) yaşamlarımızı büyük ölçüde belirleyen, toplumsal koşullara işlediği için kişisel düzeyde giderilmesi olanaksız olan potansiyel olarak faşist eğilimler vardır. Yukarıda sayılanlara ekleme yaparsak, kültürümüzün ayrıcalıklı insanı olan beyaz üst ya da orta sınıftan yetişkin heteroseksüel erkeğe ulaşırız. Ekonomik altyapıdan üstyapıya kadar kültürümüzün verili koşullarında bu insan doğal olarak faşisttir. Kuşkusuz burada ideolojik bir oluşumdan bahsediyorum: Bireyler için onun üstesinden gelmek ya da bileşenlerini inkar etmek mümkün değildir (yalnızca öz-bilinç ve öz-disiplinin zarar verici düzeyinin riskiyle yapılabilseler de). Kaçının başarılı olduğu belki de şaşırtıcıdır. Ben en iyi arkadaşlarımdan bazılarının beyaz orta sınıf yetişkin heteroseksüel erkekler olduğunu dürüstçe söyleyebilirim.
Bu durum nerede ve ne zaman başladı? Tarih öncesindeki o uğrakta (moment) ya da yüzyılda, yani kültürümüzün iki büyük kurumunun ortaya çıktığı zaman: özel mülkiyetin ve erkek egemenliğinin yerleşmesi. Görünüşte bu iki kurum aynı ana rastladı ama kuşkusuz bu bir rastlantı değildi. İşbirliğinin yerine rekabeti geçiren ve insanları sahip olma mücadelesinde karşı karşıya getiren özel mülkiyet hakkı, hem toprağa hem de nesnelere sahip olma hakkının ötesine geçip insanlara sahip olmayı da içermiştir: galip gelenin esirlerine, emperyalistin sömürgeye, efendinin köleye, (erkekler, bir kadının eğer isterse başka cinsel partnerlerinin olması hakkına sahip olduğunu kabul edinceye kadar sürecek olan) erkeğin kadına sahip olması. Özel mülkiyet beraberinde evlilik, tek eşlilik, erkek egemen aileyi getirmiştir. Durum çok değişti mi? Bizler hala ücretli köleler olarak işçilerden ve ev içi köleler olarak kadınlardan bahsediyoruz; sözde cinsel sado-mazoşizm sapkınlığı yalnızca bütün kültürel kurumlar için temel olan güç/iktidar ilişkilerinin sonuçlarını ifade eder.
O halde, İradenin Zaferi nin bize ayrıntılı olarak inceleme ayrıcalığını sunduğu faşist toplum, içinde yaşadığımız ve kopmamızın olası olmadığı toplumda varolan eğilimlerin çoğunu kendi mantıksal sonucuna götürür. Onun karşıtı ne olabilir? Açık bir biçimde, özgürleşmiş toplum anlayışı. Eğer henüz faşist bir toplum değilsek ve olmayacağımızı umut ediyorsak, aynı biçimde özgür bir toplum olmaktan da uzağız. (Özgürlük, izin vermek ile asla karıştırılmamalıdır. Otorite izin verilenin aynı zamanda yasaklanabileceğini akla getirir.) Özgürleşmiş toplum yalnızca bir düşünce, bir görüş olarak vardır (oysa faşist toplum şimdiden çeşitli görünümler almıştır). Bu toplum en iyi, olumsuzlayıcı terimlerle, yukarıda sıralanan bütün baskılayıcı maddelerin ortadan kalkması olarak tanımlanabilir. (Hala bir düzeye kadar ilkel ama gerekli politik doğruluk anlayışı bu topluma doğru önemli bir adımı oluşturur.)
Faşizm hakkında daha çok şeyi Gece ve Sis ten değil İradenin Zaferi nden öğreniriz: yalnızca bu açıdan bu film daha değerli bir belgedir. Riefenstahl in filminde Nazizm gerçekten ne kadar yansıtılmıştır?
Konuşmalar. Faşistler önemli ölçüde az konuşurlar, söyledikleri (görsel film sanatı gibi) büyük ölçüde boş, şişirilmiş, belli belirsiz telkin edici bir retorik tarzından oluşur. Nazi partisi Almanya yı (öncelikle ekonomik olarak ama aynı zamanda da ahlaki ve ruhsal olarak) kurtarıyor; yurtseverlik çılgınlık noktasına kadar zorlanır; (Gece ve Sis in mantıksal sonucunu aktardığı anlayış olan) ırksal saflık esastır.
İnsanlık-dışılaşma. İçgüdüsel enerjilerin makineleşmeye aktarılması: resmigeçitler, yürüyüşler, kaz adımı ya da Nazi yürüyüşü. Filmin ünlü gösterisi (spectacle) nesneleştirilmiş, mekanikleştirilmiş, büyük bir makinenin küçük birer dişlisi haline getirilmiş insanların gösterisidir. Busby Berkeley müzikallerindeki eşit derecede ünlü müthiş gösteriler ile ilginç bir koşutluk vardır; Riefenstahl de gösteri erkek ve aktif, Berkeley de kadın ve edilgindir ama insanları neredeyse büyük bir mekanizmanın ayırt edilemez parçalarına indirgemeye eşit önem verilir.
Güç/İktidar Olarak Erkeklik. Berkeley bize kadınları erkeklerin bakışına uygun olarak sunar. İradenin Zaferi kadınları, işlevi fallik güce hayranlık olan izleyiciye indirger (aynı zamanda kadınları, gösterinin edilgin bir parçası olarak, ulusal geleneği gösteren köylü kıyafetleri içinde gösterir). Film iğrenç olan fallik imgeleminde ısrarcıdır (ve filmin sanat yapıtı olduğunu savunanların erkek olması önemlidir. Filmi iğrenç bulmayan bir kadınla henüz karşılaşmadım): bahçıvan belleri, dikilmiş flamalar, Nazi yürüyüşündeki ileriye fırlayan bükülmemiş bacaklar. Hitler in talebi üzerine bir kadının yaptığı bu filmde başından sonuna erkek egemenliğinin en mükemmel simgesi olarak penis yüceltilir, penisin gücü sapıkça makinenin gücüyle eşitlenir. (Nazizm koşullarında kadınlara sağlanan alternatif bir rol için Gece ve Sis deki kadın toplama kampındaki kadın gardiyanlara bakın acımasız, tektip hale gelmiş, kadınlıklarından uzaklaşmış kadınlardır bunlar.)
Düşünce Sistemini Çocuklara Aşılama. Hitler in konuşmalarında ve Riefenstahl in imgeleminde şanlı Nazi geleceği için çocukların (kuşkusuz özellikle erkek çocukların) askere çağrılması defalarca vurgulanır. Bunu kültürümüzde çocuklara bir düşünceyi aşılama ile karşılaştırabiliriz (biz buna, her zaman kuşku duyulması gereken bir sözcük olan sosyalizasyon/toplumsallaşma demeyi tercih ederiz): bu, egemen ideolojinin (erkek egemenliği, kapitalizm) sorgusuz sualsiz doğru kabul edilerek aktarılmasıdır. Bu aşılamanın aldığı biçim, tabii ki Alman gençliğinin geleceğin Nazileri olarak oluşturulmasından çok daha az açık ve ortadadır (bu nedenle daha samimiyetsiz olduğu öne sürülebilir): bizim eğitim sistemimiz çocuklara dikkatle düzenlenmiş sınırlar içinde kendileri için düşünmeyi öğretmeye adanmıştır. 20. yüzyıl düşüncesinin yeni ufuklar açan iki büyük düşünürü Marks ve Freud a belki şeytan olarak geçmek dışında bizim üniversite öncesi eğitim programlarımızda hiç yer verilmemiştir.
Temizlik / Çalışma. Gece ve Sis de toplama kamplarının kapılarının üzerine yazılan sloganlar, buraya giren sizler, umut etmeyi unutun değil; ama Temizlik Sağlıktır (annelerimizin bize öğrettiği bir anlayış) ve Çalışmak Özgürlüktür biçimindedir Riefenstahl de hem açıkça hem de görsel bir retorik içinde vurgulanan değerlerdir bunlar. Bunları sırasıyla inceleyeceğim.
Kamplarla ilişkili olan Temizlik Sağlıktır anlayışı aslında uğursuzcadır; buradaki temizlik (en küçük mantıksal ya da bilimsel kanıtı olmadan, diğer kanlardan daha üstün ve onlardan farklı olduğu düşüncesiyle) Ari ırkın kanının temizlenmesidir. Gece ve Sis, sloganlardaki iğrenç ironinin altını çizer; kamplarda ortaya çıkan, cesetlerin çürümesi nedeniyle aşırı pislikti. Temizlik daha en başta Riefenstahl in filminde bir değer olarak ortaya konmuştur: tüm gençler birlikte hortumla yıkanır, bizim neşeli Nazi delikanlıları etrafta oynar. Sonuçta temizlik ideali militarizm ve iyi yağlanmış bir makinenin temizliğiyle eşitlenir. Freud temizlik takıntısını cinsel baskının bir belirtisi olarak kabul etti (bunun sinemada ustaca işlenişi için Ophuls ün The Reckless Moment ini izleyin). Ve kesinlikle hepimiz yaşamımızın bir yerinde seks kirlidir anlayışıyla karşılaşmışızdır. (Her durumda bu kültürümüze yayılır: başka türlü nasıl fuck (düzüşme) sözcüğü bizim nihai kirli/argo sözcüğümüz olabilirdi?) Gerçek iradenin zaferi cinsel enerjilerin iktidar dürtüsüne dönüşmesidir (bu konu Eisenstein ın Korkunç İvan ında trajik bir biçimde işlenmiştir). Alternatif bir sağlık imgesi için, Riefenstahl in filmiyle aynı yıl Fransa da yapılmış bir filmin karakteri karşılaştırılabilir; L Atalante deki le Père Jules karakteri burjuvazinin iğrençliğinden eser olmaksızın pisliğin (sürekli üreyen kedilerin) ortasında yaşar ve tamamen özgür ve sağlıklıdır.
Çalışmak Özgürlüktür e gelince, sloganın anlamsızlığı demokratik kapitalizmde olduğu gibi faşizmde de çalışmanın toplumun çoğunluğu için yalnızca yabancılaşmış emek olabildiğini düşündüğümüzde hemen ortaya çıkar. Yabancılaşmış emek bireye yaratıcı tatmin sağlamayan, haz vermeyen etkinliklerde bulunmaktır, çünkü etkinlikte bulunmanın etkinliğin kendisiyle doğrudan bir ilişkisi yoktur (bunun nedeni para kazanmak ya da fazla önem taşımayan yurtseverlik görevini yerine getirmek olsa da). Bu, artı-değer baskısının üst düzeyini talep eden kapitalizmde yabancılaşmış emeğin kaçınılmaz halidir. Freud un daha önce bireyin üzerine giderek tahammül edilmez yükleri dayatma olarak gördüğü düzeydir bu. Çoğunlukla karıştırılan Freudyen kavramlar olan baskı ile yüceltme arasında dikkatle ayrım yapılmalıdır. Libido (erotik enerji) başarılı ve tatmin edici bir biçimde haz veren (önemli kültürel başarıların her zaman psikanalitik olarak cinsellik kökenli olarak görülme nedeni olan) yaratıcı etkinlik içinde yüceltilebilir. Ancak yabancılaşmış emek libidonun baskılanmasını gerektirir: mademki tanıma göre etkinlik nahoş, tatmin edici olmayan ve (herhangi bir bakış açısından) yaratıcı değil, o zaman etkinliğe yüceltme yoluyla ulaşabilmenin yolu yoktur. Hitler in (kuşkusuz uzunca süredir kabul gören ve çalışma ile özverinin Şeytan boş gezenlere iş bulur ahlaki varsayımıyla birlikte, bildik Protestan çalışma etiğine dayanan) konuşmalarında çalışmaya yapılan vurgu (verilen önem) yine cinselliğin güç/iktidar dürtüsüne dönüştürülmesini vurgular: mantıksal slogan Çalışmak Egemenliktir olurdu.
Nazizmin Popülerliği. Kaz adımı yürüyen Nazilerden belki de daha tehlikeli olanı, onları alkışlayan kalabalıklar, sıradan insanların faşizme katılması ve onay vermesidir: bu insanları günümüzde sağcı hükümetlere oy veren Batı dünyasının her yerindeki iyi niyetli kitlelerle ilişkilendirmekten başka ne yapılabilir? Sorumlu kim? : bir düzeyde kaba kuvvet kullanan insanları alkışlamak için caddelerde sıraya giren bütün dürüst insanlar ve onların toplama kamplarını mümkün kılan masumiyeti (kabahati mi?). Sorumlu olan, bir düzeyde kesinlikle gelecek haftadan ötesini, politikayı, medyayı, eğitim sistemini, çekirdek aileyi düşünememenin (insanların toplumsal kurumlarımız sayesinde sahip olduğu mistifikasyon ve görmezden gelme halinin) öğretilmesinin sonucu ortaya çıkan bu korkunç masumiyettir.
Nazizmin diğer bileşenleri Riefenstahl in filminde açıklığa kavuşturulmaz ama filmden yola çıkarak bunlar okunabilir:
1. Aileye verilen önem: cinsiyet rollerinin kesin olarak tanımlanmasıyla ırkın devamının ve cinselliği sınırları içine almanın aracı olarak aile. Buradan,
2. Aile içinde kadınların bağımlı hale getirilmeleri: kadınların türü yeniden üretme rolleri, ırksal saflığı garantileyen Ari ırktan kocalarına sadakatleri.
3. Katı geleneksel cinsel ahlak: doğurmak için cinsellik, buradan cinsel enerjinin çalışma / temizlik / militarizme kanalize edilmesi.
4. Geylere eziyet: Geylere eziyet bütün tarih boyunca hep kadınların baskılanmasıyla bir arada olmuştur cadılar ve erkek eşcinseller faggot- birlikte yakıldı). Kişisel düzeyde insan her zaman bir erkeğin kadınlara yönelik davranış tarzından geylere karşı tavrını ve tersini çıkarabilir.
Bütün bunlar ne kadar bildik ve yaşantılarımıza ne kadar yakın değil mi?
Günümüzden geriye bakınca geylere yapılan 1934 te Riefenstahl in ve 1955 te liberal Resnais nin gönderme yapmadığı eziyet özel bir önem kazanıyor. Bu eziyetin niyet olarak Yahudilere yapılan kadar sistematik olduğu ortaya çıkar; yalnızca özellikle tarihlerinin o döneminde toplama kampına kapatılan ve pasaportlarında resmi damga olmayan geylere yapılanların izlerini sürmek daha zordur. (Naziler 300 bin geyi toplama kampına kapattı, tahmin edileceği gibi, geyler diğer sosyal sapıklar la birlikte toplama kamplarına kapatılsalar da, tahminler kaçınılmaz olarak yaklaşıktır.)
Biseksüelliğin (sosyalizasyon ile) baskılanması heteroseksüel erkek egemenliğinin, simgesel Baba nın kuralının devamı için gereklidir. Bu egemenlik diğer şeylerin yanı sıra neyin erkeksi neyin kadınsı olduğunun kesin tanımını gerektirir, böylece kadınsı olarak tanımlanan bağımlı ve aşağı konumda olarak bağımlılaştırılabilecek, erkeksi olan ise övülüp beslenebilecektir. Heteroseksüel erkeğin potansiyel faşist olarak inşası biseksüelliğin baskılanmasıyla olur. Biseksüelliğin, geyliğin ve Nazilerin sosyal sapıklık dediği diğer biçimlerin toplumsal kabulü, toplumumuzun merkezi birimine, bu birimin yapısında barınan faşizme yönelik eğilimlerin üremesine, erkek egemen çekirdek aileye ciddi biçimde zarar verirdi. Aynı zamanda bu kabul, kadının baskılanmasının sürdüğü ama (hiç gereği yokken) bunun farkına varıldığı heteroseksüel ilişkilerdeki şimdiki krizin çözülmesinde önemli bir adım olurdu. İşte faşist zihniyetin asla hoşgörü göstermeyeceği budur.
Polemik gereği abartı hariç şimdiki sağcı hükümetlerimize faşist diyemeyiz; ancak bütün Batı dünyasında oluşan faşizmin farklı bileşenleri çok açık olarak görülebilir: Moral Çoğunluk; inançları canlandırmaya çalışan dinci gruplar; açıkça faşist örgütlerin (KKK, Aryan Nation, Ulusal Cephe) artan güçleri; Aile ye ve bunu destekleyen geleneksel ahlakın korunması/savunulması gereksinimine yapılan saplantılı vurgu; eski güzel değerlerin canlanışı; feminizme karşı tepki; geylere yönelik sürmekte olan baskı. Toplama kampları ( Rehabilitasyon Merkezleri gibi başka adlar verilse de) uzak olmayabilir. (Bunun açık ve net bir kanıtını görmüyor musunuz? Almanlar da 1934 te görmemişti.) Kim -ya da ne- sorumlu? sorusu, hemen kişilerle ilişkili olarak düşünülebilirdi. Dünyanın en güçlü ülkesi (SSCB nin, yani Kötülük İmparatorluğu nun çöküşünden bu yana) Amerika Birleşik Devletleri dir, günümüzde seçmenlerine yalnızca az ya da çok sağcı hükümetler arasında tercih yapma olanağı sunan bir demokrasi dir.
Faşist eğilimler Batı kültürüne bu kültürün her düzeyine, bütün toplumsal ilişkilerine yayılırken, bunun egemen sinemanın her yerine yayılması da kaçınılmazdır. Faşist estetiğin somut ifadesi olan İradenin Zaferi nin kamera retoriği hiçbir biçimde bu filme, Riefenstahl e ya da Nazi sinemasına özgü değildir ve bu nedenle paketlenip bir kenara konulamaz. Riefenstahl in kullandığı teknik aygıtların hepsi günümüzde Amerika da ve Avrupa da (nadiren bu kadar katı, sistematize ve özel bir biçim içinde yoğunlaşmış olarak kullanılsa da) yaygın olarak kullanılıyor ve bunlar egemenlik ve yönlendirme yananlamlarından temizlenemezler.
Bu, Hollywood ve egemen anlatı sinemasının bir diğer geniş kapsamlı suçlamasına giriş gibi gelebilir; tamamen tersine niyetliyim. Erkek egemen kapitalizm sürdüğü sürece (ben yaşarken ortadan kalkacağını sanmıyorum) faşist eğilimler de bununla birlikte sürecektir. Verili bir gerçek olarak bizim için faşist yananlamlardan temizlenmiş bir sinemanın neye benzeyeceğini tahayyül etmek zor, belki de olanaksızdır; bu yalnızca bir yoksunluk sineması olabilirdi. Belki de egemenlik ve yönlendirme herhangi bir biçim ya da yapı anlayışına içkindir… İlgilendiğim sinema kültürümüzün temel yapılarını ya da müdahalelerini hariç tutan ya da bunların üzerine çıkan değil ama bunların dramatize edildiği, görünür kılındığı sinemadır; bir şeyleri dramatize etmek kaçınılmaz olarak onu yeniden üretmektir ama süre giden haliyle değil. Birçok film yalnızca yeniden üretir ve böylelikle güçlendirir ama aynı zamanda da kültürümüzün toplumsal ve ruhsal yapılarını yeniden üretirken bunları eleştiriye tabi tutan ilginç, karmaşık, ayrıksı birçok film vardır. Hollywood un büyük ustalarından ikisinin, Ford ve Hitchcock un sinemalarında faşist eğilimlerin dramatize edilme yollarını kısaca inceleyeceğim.
John Ford un tarihsel westernleri açıkça egemenlikle, Kızılderililerin boyun eğdirilmesiyle, yasaya karşı gelmenin ortadan kaldırılmasıyla, erotik olanın kontrol edilmesiyle, kadının bağımlılaştırılmasıyla, kısacası oluşturulan ve oluşturulmaya devam edilen Amerika nın tarihindeki çok yüzeyli emperyalizm ile ilgilidir. Sinemasının çok karşılaşılan bir özelliği, İradenin Zaferi nde ve Riefenstahl tarafından çok kullanılan yüceltici alt açı çekimidir. Bu çekim karaktere karizmatik lider konumu kazandırmak ve militarizmi şereflendirmek ve şiirselleştirmek için kullanılır (ufuk çizgisine karşı süvarilerin ünlü görüntülerini anımsayın). Birçok süvari filminde öne çıkan, zaman zaman baskın olan militarizm aslında Hitler in konuşmalarındaki belirli anları yineler: bireysel başarının yalnızca askeri grup, yurtseverlik misyonu içinde hizmet, disiplin ve asimilasyona kendini vermekle anlam ve değer kazandığı anlayışıdır bu. Böylesi özelliklerin Ford un sinemasında güçlü bir itkiye yanıt verdiğine kuşku yoktur ve bu sinemayı savunmak isteyen kimse bunu görmezden gelmemeli ya da önemini azaltmamalıdır. Ancak bu sinemaya aşina olan kimse de bu tanımlamayla tereddütsüz tatmin olmayacaktır. Tecrit ettiğim bu özellikler asla filmlerde yalıtılmış halde değildir. Bunlar her yerde yaygın bir bozgun ve kaybetme duygusuyla, teslim olma ve hayal kırıklığı ima edilerek (asimilasyona boyun eğerek şeref kazanma anlayışıyla sürekli çelişen) kişisel dramı, kişisel fedakarlığı ve kişisel trajediyi öne çıkararak nitelenirler. Bütün bunlardan başka, sürekli bir paradoksla oynanır, yani güya Amerika nın açık kaderi ne bağlanma, açığa çıkan gerçek kaderin, vahşiliği bir sıradanlığa dönüştürmenin mirası olan yitirmenin (Kahramanın Sonu - The Man Who Shot Liberty Valance ın finalindeki ifade olan) yalnızlık ve gözünü açmanın bilincine varılmasıyla karşıtlık oluşturur. Faşist eğilimler, filmlerde (çok sık olarak süvarilere açıkça eşlik eden aşırı milliyetçi retorikte) kaydedilir, övülür ve bu filmler tarafından reddedilirler.
Alfred Hitchcock un durumu daha da aşırı, daha da büyüleyicidir. Onun ünlü tekniği açıkça hakimiyet ve yönlendirmeye ( izleyiciyi içine sokma, izleyicide duygular oluşturma ) adanmıştır; aynı zamanda sürekli şeffaf olduğundan bütün sinemasal teknikler arasında yapıçözüme uğratılması en kolay olanıdır bu teknik izleyiciyi nasıl yönlendirildiğinin bilincine varmaya davet eder. Egemen olma tutkusu filmlerinin yöntembilimsel, stilistik, tematik, yani her düzeyinde açıktır. Bu anlatılar güç/iktidar mücadelesine odaklanırlar ve Hitchcock bütün insan ilişkilerini egemen olma arzusuyla ilişkili olarak görmüş gibidir. İnsan bunu yalnızca, erkek egemen kapitalist sistemdeki bütün ilişkiler olarak niteleyebilir ve Hitchcock sadece kültürün baskın eğilimini kendi mantıksal aşırılığına iter. Aynı zamanda bu filmler sürekli olarak iktidar dürtüsünün sapkınlığını, canavarlığını ve yıkıcılığını öne çıkarırlar (hepsinin ötesinde daha geniş anlamda heteroseksüel ilişkilerin sapkın ve sado-mazoşistik olmamasının olanaksız olduğunu gösterirler). Karakteristik olarak bu filmlerde (Hitchcock un izleyici üzerindeki egemenliğinin başlıca dayanağı olan) izleyicinin özdeşleşmesinin birden kırıldığı ve her şeyin yalanlandığı bir an gelir: Arka Pencere deki kahramanın görmediğini izleyicinin gördüğü an; Ölüm Korkusu ndaki peramatür açıklama; Sapık taki duş cinayeti. Hitchcock un kötü adamı (Bir Şüphenin Gölgesi ndeki Charlie Amca, Yaşamak İstiyoruz daki denizaltı kaptanı, İp teki Nietzscheci katil, Trendeki Yabancı daki Bruno Anthony) karakteristik olarak faşist eğilimleri dramatize eder ve bunları büyüleyici, sapkın, canavarca ve nihayetinde kendini-imha etme biçiminde sunar. Onun baştan çıkarıcı iktidarı başka bir düzeyde iktidarsızlık olarak açığa çıkar. Bu nedenle egemenlik dürtüsü Hitchcock un sinemasının her yerine yayıldığı halde, filmleri faşist filmler değildir; bunlar daha çok faşizmin gösterildiği, dramatize edildiği, ortaya konduğu ve etkisizleştirildiği filmlerdir. Bu filmlerin değerlerinin önemli bir kaynağı budur.
İKİ EK
Savaş Suçları
Nazizmin mirasıyla nasıl ilgilenileceğine dair popüler anlayış, savaş suçlularının izlenip bulunması, yargılanması ve cezalandırılmasıdır. Bunun ardındaki dürtüye güçlü bir biçimde sempati ve saygı duymama rağmen, bunun etkili olacağı konusunda biraz şüpheliyim. Bu kesinlikle intikam ve cezalandırma yönündeki (bu sorumluluğa bulaşmak istemeyen) arzuyu tatmin eder; bunun ötesinde, bir caydırma ve kamplardan canlı çıkanların anısına saygı olduğu düşünülür (bunu savunanlar ölüm cezasının lehindedirler). Ben talepleri güvenilmez buluyorum. Şüphelerimin iki nedeni var. (Ancak netleştirmeliyim ki, savaş suçlularının ortaya çıkarılması gerektiğine kesinlikle inanıyorum; onların suçları ortaya konmalı, sorumluluklarını dünya, aileleri, dostları, kapı komşuları bilmelidir.)
Birincisi, savaş suçlularının her zaman diğer (kaybeden) taraftan olduğu konusunda rahatsızım. Bizim tarafta hiç bunlardan yok mu? Hiroşima ya atom bombası atıldığında, güçlü genç erkeklerin kentte değil, orduda olduğu ve kentteki insanların kadınlar, çocuklar ve yaşlılar olduğu, konuyla ilgili herkes için net olmalı. Şüphesiz benim basit aklıma göre, bu büyük bir savaş suçu, eşi olmayan bir insanlık-dışılık ve dehşettir. En tepeden en aşağıya, bu konuyla ilgili herkesin hiyerarşideki yerlerine ve sorumluluk derecelerine göre yargılanıp cezalandırılması gerekmez mi? Ama bu yapılmadı ve bildiğim kadarıyla, önerilmedi bile.
Ancak şüpheciliğimin temel nedeni, savaş suçlularının cezalandırılmasının öncelikle bir tatmin duygusu sağlayacağını ( Evet, bu konuyu hallettik ) ama aslında amaca zarar verebileceğini düşünüyor olmam. Kişisel sorumluluğa belirli bir noktaya kadar inanıyorum: bu nedenle sorunun kim değil ne sorumlu? olması gerektiğini düşünüyorum. Savaş suçlularının cezalandırılmasının dikkatlerimizi faşizmi mümkün kılan temel öğelerden başka yöne çekici etkisi olabilir daha önce öne sürmeye çalıştığım gibi, faşizmi bütün erkek egemen kapitalist kültürlere özgü olarak görüyorum. Değiştirilmesi gereken toplumumuzun (ekonomik, toplumsal, ideolojik, psikolojik) yapılarıdır ve bu görev cesaret kırıcı biçimde göz korkutucu olsa da, bununla yüzleşmeli ve bizi bundan uzaklaştıracak hiçbir şeye izin vermemeliyiz.
Stuart Marshall’ın anısına
Gece ve Sis’te olmadığını gördüğüm çözümleme, en azından kısmen Stuart Marshall tarafından çok az bilinen ve biraz övgü almış belgesel filmi Arzu da (Desire) yapılmaya çalışılır. Belki de bu ihmalin iki nedeni vardır. Marshall ın filmi, Resnais ninkinin aksine bir sanat yapıtı olarak öz-bilinçliliğe sahip değildir, sanat yönünden, kamera hareketlerinin ritminde, kurguda ve müzik kullanımında eksiklikleri olmasa da, sık sık Gece ve Sis in titizlikle sakındığı geleneksel belgesel yöntemi olan konuşan kafaları kullanır. Ve merkezi ilgi alanı, genellikle en iyi haliyle ikinci dereceden önemli olduğu (o da sonuçlar değil yalnızca sayılar anlamında) kabul edilen Nazilerin geylere yaptığı eziyettir. Uzun metrajlı bir film yaygın olarak video piyasasında bulunsa da, bu film ne Leonard Martin in Movie and Film Guide ına ne de başlıca rakibi Martin ve Porter ın Video Movie Guide ına dahil edilmiştir. İhmal edilmesi net bir ileti gönderiyor: Geyler önemli değildir.
Alt başlığı Almanya da Cinsellik, 1906–1945 olan film İradenin Zaferi yle ilişki içinde çok ilginç görünür. Hiçbir zaman kapsamlıymış gibi görünmeye çalışmayan film, ortaya çıkışından tam gelişimine ve sonuçlarına kadar faşizmin ana kaynaklarından birinin izini sürer: sağlığa, egzersiz yapmaya, hayli özel bir fiziksel güzellik formunu öne çıkarmaya neden olan ve kökleri daha eskilerde, Alman Romantizminde bulunan doğanın putlaştırılması; yurtseverlik duygusunun mükemmel Ari vücudun geliştirilmesiyle bir arada beslendiği ve cinslerin ayrıldığı kırsal kamplar; her zaman eşcinsel aşkın doğal olmadığı varsayımına eşlik eden, karşılıklı hayranlığın cesaretlendirilmesi ve vücutların fiziksel olarak birbirine benzemesi aracılığıyla faşist beden formunu çekici bulmanın sürekli teşvik edilmesi; cinsiyet rolleri üzerinde sıkı kontrol (kadınlar güçlü, sağlıklı ve fiziksel olarak çekici olmaya cesaretlendirilirken, kaderlerinin geleceğin anneleri olarak saptandığından asla şüphe edilmez). Hiç kimse masum bir şekilde soylu idealler olarak alımlanmış bütün bu doğanın, bütün bu sağlığın, bütün bu güzelliğin, bütün bu milliyetçilik övgüsünün sonunda ve mantıksal olarak toplama kamplarına varacağını önceden görememiştir.
Açık bir biçimde, her ne kadar yaşayanlara dair arşiv görüntülerinin arasına akademisyenlerin açıklamaları yerleştirilse de, bu film bir tezi sunar, ama didaktik değildir. Her şeyden çok Marshall ın müziği zekice ve duyarlı kullanımı filmi derinden rahatsız edici ve etkili bir ağıt düzeyine çıkarır: (gey olan) Schubert in ve (Yahudi olan) Mahler in müziği bu nedenle Nazi döneminde yaşasa Nazilerin kurbanı olabilecek sanatçılardır bunlar. Özellikle Schubert in Do Majör Yaylı Beşlisi nin yavaş hareketi yerinde bir seçimdir: bunu bestelediğinde Schubert, cinsel yolla geçen ve tedavi edilemezliğiyle AIDS in 19. yüzyıl eşiti olan frengi nedeniyle ölüyordu. Marshall ın kendisi de filmi yaptıktan sonra AIDS den öldü.
Finaldeki Mahler in şarkısı Dünyayla temasımı yitirdim, daha fazla yoruma yer bırakmaksızın, Amsterdam da yalnızca geyler için dikilen anıtın çekimiyle zirveye çıkan, değişik ülkelerdeki toplama kampları kurbanlarının anısına dikilmiş anıtların çekimlerine eşlik eder.
NOTLAR:
* Bu yazı Sexual Politics and Narrative Film (Columbia University Press, New York, 1998) adlı kitaptan çevrilmiştir. Bu yazı kitabın bir bölümü olduğundan yazar bir yerde kitabın bütününe göndermede bulunmaktadır. Kitabın bütününe yapılan bu gönderme yazının anlamını bozmadığı için ve bağlam dışı değerlendirilerek yazıdan çıkarılmış ve üç nokta işaretiyle belirtilmiştir. Ayrıca bu bölümün sonunda üç ek bulunmaktadır ama üçüncü ek yazının içeriğiyle ilişkili olmadığından çeviriye dahil edilmemiştir. (Çev. Notu.)
Robin Wood – Faşizm ve Sinema
Çeviren: Ertan Yılmaz
Hiroshima Mon Amour (Hiroşima Sevgilim)
In Noi Di Cari Inganni
Non Che La speme, Il Desiderio é spento
İçimizde güzel aldanışların
Umudu değil yalnızca, arzusu da tükenmiş
-Giacomo Leopardi-
“Bu iki yüzlü üç başlı çevik canavar ya da ilahtan: Zaman- bir diriliş koşulu çünkü bir ölüm aracı; Alışkanlık- ilkinin tehlikeli coşkusuna karşı çıktığı ölçüde bir hastalık ve ikincisinin zalimliğini hafiflettiği ölçüde bir nimet; ve Bellek- zehir ve panzehirle, uyarıcı ve yatıştırıcıyla tıka basa dolu bir klinik laboratuar; kaçan zihin, onun despotluk ve uyanıklığın hoş gördüğü tek telafiye ve kaçış mucizesine döner. Yaşamın içine batmışken beliren bu rastlantısal ve firari kurtuluş, ancak irade dışı bellek alışkanlığının anlık bir ihmali ya da azabıyla uyandığında gerçekleşebilir. Başka hiçbir koşulda değil; hatta o zaman bile bir zorunlulukla değil…” (Proust, Samuel Beckett)
Sinema tarihindeki klasik tartışmalardan birisi de ilk modern sesli filmin hangi film olduğudur? Kimine göre bu film Orson Welles’in Citizen Kane’i (1941, Yurttaş Kane), kimine göre Robert Bresson’un Les Dames Du Bois de Boulogne (Boulogne Ormanı Kadınları, 1945) filmi, kimine göre ise Roberto Ressellini’nin Voyage To Italy filmidir. Ama bana göre bu hiç şüphesiz “Hiroshima Mon Amour”dur. Diyalog, soundtrack, felsefi bakış ve kurgusu olsun bir çok açıdan bu filmin, kendinden önce ve hatta sonra çekilen filmler ile ele alındığında, oldukça farklı bir film olduğu aşikar. Hiroshima Mon Amour şüphesiz ki sinema tarihinin kilometre taşlarından biridir. Aynı zamanda yorumlaması-belki sıra dışı kurgusundan dolayı- en zor filmlerinden biridir. Breathless (Serseri Aşıklar, Jean-Luc Godard)’den farklı olarak hayli ihtiyatlı, temkinli, ziyadesiyle iyi kurulmuş, bir o kadar karamsar ve duygusal anlamda yıkıcı bir film. Bu arada 1959 yapımı olan, yönetmenliği Alain Resnais, senaryosu ise Marguerite Duras tarafından kotarılan film, Nouvella Vague hareketinin ilk ve en dikkate değer arketiplerinden biridir.
Film öncelikle edebiyat ve sinema arasındaki sınırı yani blokajı altüst etmiştir diyebiliriz. Resnais’den ziyade Duras’nın Fransa’da tanınan bir figür olması ve bu film içinde senaryo yazarlığına soyunması aslında bir anlamda edebiyatın sinema içersine yaptığı invazyon olarak yorumlanabilir. Film, edebiyat ve sinema arasındaki saf olmayan ilişkiyi ateşlendiren, bir nevi katalizleyen ve özellikle türsel özgüllüğü ihlal eden bir yapıya sahiptir. Bu durumda, sinemanın saflığına son verdiğini söyleyebiliriz. Ve şunu da eklemek hayli yerinde bir tespit olurdu; Alain Resnais Sinemanın Pierre Klossowski’sidir.
Film başlangıcı, bitişi ve kullandığı tekniklerin farklılığı-bilhassa geridönüşleri-ile farklı ve eşsiz bir filmdir. Filmin çekildiği 1959, özellikle soğuk savaşın hükmettiği seneler olması dolayısı ile dikkate değerdir. Bu yıllarda siyasi fikriyatları açısından; Duras ve Resnais sol kanat (Left Bank)’a tabii kişiliklerdi. Duras, Fransız edebiyatında verdiği nitelikli çalışmaları ile sürekli kendini kanıtlamış bir yazardı. Fransız Hindiçin’inde doğmuş olup, gençliğinde Fransa’ya üniversite okumaya gitmiş, üniversite yıllarında komünist parti üyesi olmuştur. 1960′ta “Moderato Cantabile” isimli eseri Peter Brook tarafından sinemaya uyarlanmıştır. Marguarite Duras bu filmde, özelikle atom bombası atılması konusunda şümullü bir incelemenin sahibi olan Pulitzer ödüllü yazar John Hersey’in “Hiroshima”sından da istifade etmiştir (bu kitapta atom bombasının atılması 6 karakterin yorumuna göre yansıtılır).
Filmin başlangıcı kadının sesini duyurabilmek için verdiği mücadele olarak yorumlanabilir.
He: You saw nothing in Hiroshima
She: I saw it all. All…
Bununla birlikte film daha çok bir “illüzyonu” terennüm eder. Bu cezalandırmaya dair bir illüzyondur. Emanuella Riva karakterinin Eiji Okada karakterinin sırtını kavrayan elleri ve karşılıklı birbirlerini olumsuzlayan konuşmalaryla birlikte cezalandırmaya dair bir illüzyonu yansıtır. İllüzyon salt bundan da ibaret değildir; Bunu yansıtmada Duras’nın özgüllüğü oldukça belirleyicidir. Açılış diyalogu salt “sexual politics” üzerine bir diyalog değildir. Ya da bir adamın iddialarını reddeden bir kadın şekline indirgenmiş, içi boşaltılmış bir diyalog olarak yorumlayamayız. Bu konuşma başlı başına bir paradokstur. Çünkü her iki karakter de hem haklı hem de haksızdır. Kadın haklıdır çünkü Hiroshima’dan sağ çıkan yaralı insanları görmüş ve hastaneyi gezmiştir. Kadın haksızdır çünkü gördükleri gerçek değil gerçeğin sadece medya tarafından ifade edilmiş şeklidir. Yani bir “simulacre”dir (Terim Jean Boudrillard’a aittir). Ve tarihi de bu şekilde öğrenmiştir, kim öğrenmemiştir ki? (History tells, I’m not making it up.)
Film başlı başına gerçeklik, inanç, gösterge, temsil gibi değerleri üzerine bir “documentaire” niteliğindedir. Çünkü filmde kadın karakterin bilgisi selüloid imajlar bütününden ibarettir. Bu nedenle ilerleyen bölümlerde diyaloğun akışı değişir;
She: I ivented nothing.
He: You invented all…
She: Nothing!
Just as in the love, this illusion exist, this illusion of never being able to forget, just as i was under the illusion before Hiroshima that i would never forget. Just as in love.
Bununla birlikte bu başlangıçtaki “newsreel image”ler bütününden belki de seyirciyi en fazla rahatsız eden sahnelerden birisini görürüz; Hiroshima felaketzedelerinden bir kadının çürümüş gözü doktor tarafından pens ile göz yuvasından çıkarılmaya çalışılır (işlemin göze yapılması “simulacre” kavramı açısından oldukça dikkat çekicidir). Bu aslında bir anlamda Emanuelle Riva karakterinin haklı olduğuna belirten bir gerçekliktir. Çünkü kamera lensleri sayesinde her şeyi görmüştü; belki de olayı yaşayan insanlardan daha fazlasını. Film bir anlamda “unmediated”in illüzyonunu yansıtsa da, bu imge ve görüntülerin gücü inkar edilemez. Yukarıda belirttiğimiz gibi “She invented nothing” fakat “she also invents all” paradoksu da buna dayanır.
Hiroshima Mon Amour filminde özellikle vurgulanan temalardan biri film sanatındaki zaman ve mekan paradoksudur. Sinematografi imgeyi koruyarak geçmişte yaşanan olayları tekrar üretir. Bu anlamda zaman ve mekanın yerlerini değiştirmek ve yoğunlaştırmak suretiyle onlara bir oyun oynamıştır. Roland Barthes, Jean Baudrillard ve Jean-Luois Baudry de bilhassa bunu “sinematik simülakr” olarak teorileştirmişlerdir. Aslında bizim gördüğümüz atom bombasının, belki de bir yansıma olarak, parçalanmış kalıntılarıyla bir müze artefaktına dönüşmüş halidir. Bu yönden bakıldığında filmin başındaki müze sahnesi daha bir anlamlı hale geliyor.
(Tarihsel şiddetin de etkisiyle gerçeğin dışına itilen mit, sinemaya sığınmak zorunda kalmıştır… Tarih yitirmiş olduğumuz bir gönderenler sistemidir, yani tarih bize özgü bir mittir. Tarih ancak öldükten sonra sinemaya görkemli bir giriş yapabilmiştir… “Tarihi” teriminin de başına aynı şey gelmiş ve öldükten sonra fosilleşmiş “tarihi” bir an, bir anıt, kongre, bir figür olarak yeniden ortaya çıkmıştır. Tarihin sinema aracıyla yeniden şırıngalanmaya başlamasının bilinçlenmeyle değil, yitirilmiş bir gönderenler sistemine duyulan özlemle ilişkisi vardır. Onların aslında hiçbir şeyi canlandırmayan, gerçeğe benzeyen bomboş görüntüler oldukları anlamına gelmektedir… Bu nesneler ne canlıdır ne de ölü… Zaten bu yüzden ani bir gerçek kaybına uğrayacak olursak gerçeğin tıpkısı, kusursuz kaybedişin ikizi olarak onun yerini alabilecektir. Chinatown, Akbabanın Üç Günü, Barry Lyndon, Başkanın Adamları vb. dahil olmak üzere, bu tarihi filmlerdeki kusursuzluk insanı endişelendirmektedir… Jean Baudrillard, Retro Bir Senaryo Olarak Tarih.)
Filmin bir diğer özelliği ise “çift kavramı”nı işleyişi. Bunun için Duras karakterinin ayna ile konuştuğu sahne özellikle dikkate değerdir. Ayna sahnesinde her şey çift parçalı olarak vuku bulur. Ve bu çift parçalılık ile film kendi referansal mekanizmasını ifade eder. Bu bir anlamda filmin “mise an abyme” yapısının temsilidir (metin içinde metin, öykü içinde öykü gibi. Metnin kendisi bir aynadır. Bu ayna dünyayı yansıtır. Kendine ait kuralları, metaforik araçları ve kendine dair referansal bir mantığı söz konusudur). Filmin “paralel structure”ı da, çok çok ifade edilenler doğrultusunda daha bir manidar durur. Bununla birlikte bu yansıtma ve ikilemeye filmin hemen hemen her sahnesinde rastlarız. Kurgu dökümentasyonu gösterir, hafıza tarihi izah eder, iç travmalar dış yıkımı yansıtır. Emanuella Riva karakterinin ayna karşısındaki iç diyaloğu filmin bir başka yansısıdır. Bu nedenle Resnais mükemmel bir teknik uygulayarak Emanuella Riva’nın konuşmalarını “dialogue intérieur” (monologdan ziyade iç diyalog yani kendi içindeki bir başka ben ile konuşma. Bu “ben”i temsil eden anısına ihanet ettiğini düşündüğü Alman aşkıdır belki de) şeklinde konumlamıştır (Duras da bunu iç diyalog şeklinde belirtmiştir).
Bu sayede konuşma hattı da ikiye bölünmüştür. Seslerden biri Emanuelle Riva’nın kendi iç sesiyken, diğer ses ise “dış ses” şeklindedir. Kendi içinde yaşadığı çatışma bu şekilde ifade edilmiştir. Fakat buradaki tefsir ciddi anlamda belirsizdir; Riva karakteri ölen Alman aşkını mı görmüştür? Yoksa hafızasındaki Alman aşkına mı seslenmektedir? Yoksa seyirci ile mi konuşmaktadır? Peki seyirci kimdir? Bu meyanda karakterimiz self-duplication yansımaların dipsiz kuyusuna düşmüştür diyebiliriz.
Filmin en önemli noktalarından birisi de yukarıda bahsedilen paralellikler/koşutluklardır. Bu açıdan bakıldığında sinema tarihinde de etkili olmuştur (Kieslowski’nin her filmi bu etkilenmeye güzel bir misaldir). Hiroshima’da yaşananlar ile Nevers’deki yaşananlar, bir anlamda karşılaştırılmaktadır aslında. Riva karakteri seremonide olanlar dolayısı ile belirli üzüntüler yaşamaktadır. Çocukların masumiyeti ve yaşanan trajedi ile, kendi içinde yaşadığı ya da yaşamakta olduğu deneyimleri birleştirir. Bu ise paralelliğin ayrı bir boyutudur.
Dikkatlice seyredildiğinde rahatlıkla anlaşılabilecek bir yığın paralellik daha bulunabilinir; ”post-war France”ında kafaları sıfıra vurulan kadınlar (Les Femme Tondue) ile patlama sonucu nükleer etki ile saçları dökülen Japon kadınları. Her iki kentin ortasından da bir nehir geçer. ”Skin” (ten) -müze sahnesindeki gösterilen kopmuş insan derileri- ve Neversli kadınların kanayan ve derileri soyulmuş elleri… Nümayiş esnasında görülen kedi (daha önceki sahnelerde) beyaz; geçmişe gidildiğinde görülen kedi ise karadır. Bilindiği gibi kara kedi uğursuzluk getirir (Beyaz kediyi gördüğünde yüzü birden düşen Emanuelle Riva karakterini daha rahat anlayabiliriz bu konuda, çünkü geçmişi hatırlamıştır yani ”tramvatik olanı”).
Paralelliğin başka vurgulandığı yer paralel montajdır. Filmin son sahnesinde bu teknik kullanılır; gece Hiroshima’da aynı açıdan çekilen sokaklardan hemen sonra Nevers sokakları birden ekrana gelir. Filmin çekilegeldiği zaman düşünüldüğünde bu kullanım oldukça devrimcidir. Günümüzde sıkça kullanılsa da… (bu konuya Les Femmes Tondus bölümünde tekrar döneceğiz)
Filmde Duras’ın romanlarında göreceğimiz “Durasian Melodrama”nın ortak karakteristiklerine rastlarız. Genellikle karakterler önyargılı ve ahlaki prensiplere karşı göğüs germişlerdir. Karakterlerin marjinalize edilmişliği bariz bir gerçektir. Bu karakterlerin aşkı, başlı başına “norm”lara meydan okumaktır; “uzun soluklu olmayan”, “ırklararası”, “ihtiyari” ve kendi evliliklerinin dışında gerçekleşendir. Peki filmdeki karakterler arasındaki ilişki nasıldır? Büyük bir aşk mıdır? Yoksa salt, basit ve gündelik bir ilişki midir? Duras’nın sözleri ile bu ilişkiye “banale” ve “quotidienne” şeklinde iki yafta yapıştırabiliriz. Daha doğrusu adı her neyse bu aşkın Hiroshima gibi bir felaketin yanında çok ciddi bir anlamı yoktur. Aşka dair bir fedakarlık söz konusu değildir; kimse bir aşk için dünyayı karşısına almamıştır ya da buluşmaya dair vaat edilmiş bir yer yoktur; yemin etmemişlerdir. Bu anlamda Durasian melodramın izleri karşımıza çıkar; yani tam anlamı ile “antiklimaktik”tir.
Filmin ilk 15 dakikası bir belgesel ya da aktüalite havasındadır. 15. dakikadan sonra karakterlerin yüzlerini görmeye başlarız. Buraya kadar tipik bir yeni dalga filmi özelliği gösterir. İlk olarak karakterler hakkında dikkat çeken gerçeklik isimlerinin olmamasıdır (Bunu anlamak genelde kolay olmamıştır. Her iki karakter de birbirleri için semboliklerdir. Eiji Okada da filmde şu sözlerle açıklamıştır bu sembolizmi; “She is a hundred woman in one”). İsimlerinin olmayışı şu şekilde Riva karakteri tarafından dile getirilir; “ismini yumuşak bir şekilde çağırırım ama ölüyüm. Her ne şekilde ismini söylerim, ölü olsan bile. Ve bir gün aniden çığlık atarım sağır biri gibi yüksek sesle” bunun da bir nedeni vardır çünkü filmin sonunda göreceğimiz gibi, Japon ve Alman sevgililerin ismi bir kelimede birleşecektir: “Hiroshima, mon amour (Hiroshima, sevgilim)”.
Bunların yanında, filmde anlaşılması güç sahneler vardır. İlk örneği açılış sahnesidir (üzerlerine kül benzeri cisimler yağan iki vücut, birbirlerine sıkı sıkıya sarılmış bir halde). Açılış sahnesindeki bu çekimlerde esas olarak Alman bir yazarın Pompei isimli kitabından etkilenilmiştir. Filmin çekildiği dönemde de Marguarite Duras tarafından okunulan ve onu oldukça etkileyen bir kitaptır (Bilindiği gibi Pompei’deki felakete uğrayanlar, “bir volkanın patlaması” bir afetin gerçekleşmesi sonucunda hayatlarını yitirmişlerdir). Bu aşıklar da, özellikle bu Pompei teşbihine müvazi olarak, sanki büyük bir felaketten ya da “bir afetin küllerinden doğmuş” gibidirler. Birbirlerine karşı olan hareketleri “kararsız, mütereddit ve hassas”tır. Bu karşılıklı kenetlenme aynı zamanda karşıt duygulanımları da içerir. Bir anlamda erotize edilmiş vücutların soyutlanması vasıtasıyla Hiroshima felaketinin korkunçluğunu hatırlatır.
Filmin belki de en önemli noktalarından biri de, Resnais’nin özgül yapısını yansıtması açısından incelendiğinde, filmin belki “G Noktası”nı hafızanın işleyişi temsil eder. Riva ve Duras’nın filmdeki önemli çabalarından birisi de Emanuelle Riva karakterinin hem Hiroshima hem de Nevers’deki tecrübelerini birleştirmektir. Bu anlamda film Peter Covie’ye göre “documentary on memory” olarak da tanımlanabilir. Alain Resnais’nin filmleri hafızanın tabiatı ve an ile işleyişi ele alındığında, bu konuda oldukça ustadır. “l’annee Dernière à Marienbad” isimli filminde tahattürat (hatırlananlar) ile vuku bulmakta olan olaylar birbirine karışmıştır; birbirinden ayırt etmek mümkün değildir.
Riva karakterinin aslında kendine göre haklı bir sebebi vardır. Okada onu tekrar görmek istemesine rağmen kadın onu reddeder ve ayrılmak ister. Bu çeşit bir ilişkinin tehlikelerini bilmektedir. Bunda öncelikle coğrafi uzaklık önemli rol oynamaktadır. Bilinçaltından gelen baskılar da onu caydırmaya yetmiştir. Çünkü Okada karakteri, onun ölen Alman sevgilisini (belki fiziksel olarak değil ama en azından hafızasında) canlandırmaktadır. Çünkü geçmişte yaşadığı trajediler onun bu ilişkiyi yaşamasına ket vurmaktadır. İşte hafızanın şimdi ile ilişkisi bu gerçeklik kapsamında önem kazanır. Bunun yanında Riva karakteri kendi içinde yaşadığı suçlulukla sürekli Alman aşkının anısına ihanet ettiğini düşünür.
Peter Covie yorumlarında affective memory (‘emotional memory’ olarak da kabul edilir) kavramından bahseder. Duygusal hafıza olarak açıkladığımız kavram geçmişte yaşanılan bir olayın şu anda yaşanan benzer deneyimler tarafından tetiklenmesidir. Bu da Marcel Proust’un “À la Recherche Du Temps Perdu” (Kayıp Zamanın İzinde) isimli eserinde sıkça temasta bulunduğu kavram olan “souvenir involontaire (istemdışı ya da iradedışı bellek)”ini gündeme getirir. Bu, duygusal hafızadan ziyade geçmişte yaşanan bir olayın, istemdışı impulslarının duyularımızı uyarmasıyla tekrar farkına varma durumu olarak ifade edebiliriz.
“İrade dışı bellek patlayıcıdır; apansız, topyekün ve lezzetli bir patlama”dır. Sadece geçmiş nesneyi ve Lazarus’u değil, daha çoğunu çünkü daha azını geri verir; daha çoğunu çünkü yararlıyı, uygun düşeni, rastlantısal olanı soyutlayıp dışarıda bırakır. Çünkü tutuşurken alışkanlığı ve bütün işlerini de yakıp yok etmiş ve parlayışıyla deneyimin uyduruk gerçekliğinin hiç bir zaman gösteremeyeceği, göstermek istemeyeceği şeyi açığa çıkarmıştır: gerçeği. Ne var ki başına buyruk bir sihirbazdır iradedışı bellek, çağrılara cevap vermez. Mucizesini gerçekleştireceği tarih ve yeri kendi seçer. Proust’ta bu mucizenin kaç kez gerçekleştiğini bilmiyorum. Galiba oniki ya da onüç kez. Ama ilki, bisküvinin çaya batırılmasıyla ilgili ünlü epizod, bütün kitabın irade dışlı belleğe ve onun eylemlerinin destanına adanmış bir anıt olduğu iddasını haklı çıkarmaya yeter… Proust bu mistik deneyimi kopozisyonunda yinelenen motif olarak benimsemiştir. Liste şu şekildedir:
-Demlenmiş çaya batırılan bisküvi
-Tavanarası penceresinden görülen Martinville kuleleri
-Champ Elysees’deki umumi heladaki küflü koku
-Balbec yakınlarındaki akdiken çalılığı
-Tabağa çarpan kaşığın sesi
-George Sand’ın “Tarla Çocuğu Francois”i.
-vs..
Bununla birlikte film biraz karmaşıktır. Bu karmaşık libasının altında geçmişe dönük hatırlamaların fazla olması gerçeği yatar. Özellikle Riva karakterinin bodruma atılarak, kafasının sebtedildiği (sıfıra vurulduğu) ve orada annesi ile babası tarafından bir süre tutulduğu gösterilir. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlar’la birlikte olan kadınların (Les Femme Tondue), savaştan sonra saçları kesilir ve ibret-i alem olsun diye haftalarca ya da aylarca bu durumda sergilenirmiş. Riva karakteri Alman bir subay ile birlikte olmuş ve sevgilisi bir balkondan açılan ateş sonucunda hayatını yitirmiştir Geri-dönüşlerden anladığımız kadarı ile sürekli ekranda gördüğümüz balkon sahnesi (aslında metinde balkon değil bahçedir ve Resnais bunu değiştirmiştir) bunu anımsatmak içindir. Benzer durum Arletty (Les Enfants Du Paradis’in ünlü aktrisi)nin de başına gelmiştir (Hanna Diamonds’ın bu konudaki çalışmaları dikkate değerdir). İkinci Dünya Savaşı döneminde bir Alman subayla gizli bir ilişkisi olmuştur. Bundan dolayı “persona non grata” ilan edilmiş ve eski ihtişamına asla tekrar erişememiştir.
Fotoğraf: Bir ceza örneği
Les Femmes Tondues’ye daha fazla eğilmek gerekirse, aslında bu Fransa’nın tarihinde kollektif bir travma dönemine dek gelir. Film aslında iki tramvatik hadisenin (anti)analojisini içerir. Film aşikar bir biçimde iki tramvatik -fakat karşılaştırılması imkansız- hadise arasındaki bağlantıyı tematize eder. Les Femmes Tondues ve Atom Bombası’nın Hiroshima’ya atılması… Özellikle karşılaştırılması imkansız diyoruz çünkü Resnais’nin de sıkça belirttiği gibi, bu iki olay yorumlar ne olursa olsun: “incommensurable” yani mukayese edilemez niteliktedir. Fakat bu iki dramanın analoji edilmesinin mantığı onları daha iyi anlayabilmek içindir. Filmin analojik stratejisini yorumlama sorunsalı iki karşıt düşünceyi ortaya çıkmıştır.
Bu ifade ettiklerimizden maada, Emanuella Riva karakterinin düşüşü ve ona uygulanan aşağılama, tarihin sesini yansıtır ki bu ses genel ahlakın taleplerini pek de dikkate almayan aşkı mahkum eden bir tarihtir. İşgal dönemi sonrasında “La Libération de la France (Fransa’nın Kurtuluşu)”nun neticesinde “épuration sauvage” gerçekleşmiş ve ne kadar Collabo (işbirlikçi) varsa hemen hemen hepsi cezalandırma süreçlerinden geçmiştir. Fakat ciddi anlamda sorgulanması gereken bu kadınlara uygulanan “sembolik seksüel şiddetin” nedenidir. Almanlar ile işbirliği yapan erkekler neden bu kadar ağır cezalandırılmazken -ki belki fiziksel anlamda daha ağır cezalara çarptırıldılar- sembolik anlamda kadına uygulanan şiddet çok çok daha ağırdı. Çünkü bu cezalandırma işlemi bilhassa seksüel farklılığı hedef alıyor ve bu açıdan onları küçük düşürüyordu. Bu kadınlar ulusu kendi vücudu üzerinden sembolik olarak alçaltıyor ve kirletiyordu, sanki bu vücut kollektiviteye aitmiş gibi. Nevers’lılar Emmanuella Riva karakterinin Alman subaya olan aşkını şehre ve tüm ulusa yapılan ihanet olarak yorumlamışlar ve yargılamışlardır.
Fakat Riva karakterinin tek suçu bu muydu? Onu cezalandıran aygıtların sadece toplum değil, tarih de olduğunu biliyoruz. Riva’nın tek suçu tarihin “diktat”ına boyun eğmemek değildi (ki bu aynı zamanda tarihin mahrem hayatı empoze etmesiydi) aynı zamanda onun aşka dair bakış açısıydı. O, aşkı savaşın tüm taleplerinden bağışık kılan bir gerçeklik olarak kavramıştı.
Filmde geçekleşenler bir anlamda, Riva karakteri için ‘uyanış’ olarak yorumlanabilir. Onun Alman askeri ile olan ilişkisi bilinçaltında gizliydi ve pek etkili değildi, açığa çıkarılana kadar. Bu açığa kavuşma süreci Eiji Okada ile olan ilişkisinden kaynaklanmaktadır. Çünkü aynı şeyleri yaşayarak geçmişini hatırlamaktadır. Mütederric olarak bu hatırlama ve tekrar yaşama süreçlerinin nihayetinde, artık Eiji Okada Alman subayın yerine geçmekten ziyade ortadan kaldırılır. Buna binaen Riva karakteri, Eiji Okada karakteri ile Alman subayla konuşuyormuş gibi konuşur (Riva’nın yüzüne vurulan iki şamar da aslında bu trans halinden kurtulması için yapılan bir harekettir. Hem sembolik hem de realistik anlamda “uyanış”ı ve bu uyanışın Okada karakteri vasıtası ile olduğunu ifade eder). Trans halinde iken Alman sevgilisi ile konuşurmuş gibi Okada ile konuşur ve Okada artık Riva karakterinin aklına girmiştir.
Filmin (Godard’ın ifade ettiği şekliyle) “Faulkner Plus Stravinsky” özelliğindeki Faulkner’den ziyade Stravinsky’i mütalaa etmek gerekirse, Resnais senaryoyu ekrana “bir libretto gibi” taşımak istemiştir. Bundan dolayı filmin yapısı bir müzik parçasını andırır; bu kontrpuansal diyaloğun sıkça kullanılmasından rahatlıkla anlaşılabilir. Bunun kökenleri ise Rene(Resnais)’nin Stravinski hayranlığına kadar gidebilir. Bu hayranlığı aynı zamanda Hiroshima Mon Amour filmini Stravinski’nin “sring quartet”inin yapısını benzetmiştir (tema ve varyasyonları ile). Çok fazla bu konuya değinmek istemiyorum. Çünkü Hiroshima Mon Amour’da müzik, filmin işleyişine mükemmel bir şekilde uygun olarak bestelenmiştir. Bunun için müzik ayrı bir yazı konusudur.
Film 1959′da Cannes Film Festivali tarafından geri çevrilmiştir. Bunun asıl nedeni ”Amerika korkusu”dur. 1950′lerin sonu soğuk savaşın tüm şiddeti ile yaşandığı yıllardı ve bu soğuk savaş sadece siyasi alanda değil hemen hemen bir çok alanda -sinema da dahil olmak üzere- yaşandı. Bu süreç içersinde filmlerin ifade ettikleri anlam değişmeye başladı tabii ki; çünkü böyle festivallerde, zamana göre bir değerlendirme yaparsak, yapımın aynı zamanda ülkeyi de temsil ettiği bir gerçekti. Bundan dolayı film yarışma dışı gösterildi, buna rağmen “international critics award”a da sahip oldu. Resnais, Cannes konusunda çok şanslı değildir. 1954 yapımı ”Gece ve Sis” filmi komite tarafından tartışmalı bulunmuş, 1966′daki ”War is Over” filmi ise yine ”out of competition” olarak gösterilmiştir.
“Hiroshima, Mon Amour”un film tarihindeki yeri gerçek anlamda şayan-ı dikkattir. Kieslowski’nin ”Veronica’nın İkili Yaşamı” isimli filmindeki paralellikler ve ikili-kişilik yapısı, ya da Night Shamalan’ın “The Sixth Sense (Altıncı His, 1990)” filmleri, bu filmden ilham almıştır. Hiroshima Mon Amour’un etkilediği filmleri sayarsak sayfalarca sürebilir. Kısacası anlat-anlat-bitmez bir film olarak “Hiroshima, Mon Amour” biraz “depresif bir modda” (ki vichy regime’ine bağlansa da) gerçekten mükemmel bir filmdir.
Yazan: Calderon de la barca
Kaynaklar:
Audio commentary by film historian Peter Cowie, Criterion Collection
Wood, Nancy, Vectors of Memory. Oxford, GBR: Berg Publishers, 1999. p 185-197 (Memory by Analogy: Hiroshima, mon amour )
Ceu, Hoi F. Cinematic Howling : Women.Vancouver, BC, CAN: University of British Columbia Press, 2024. (The Female Authorial Voice Marguerite Duras’ Hiroshima mon amour The Inner Voice of Marguerite Duras )
Proust, Samuel Beckett, Metis Yayınları
Simülakrlar ve Simülasyon, Jean Baudrillard, Doğu Batı Yayınları