Militarizmin Hizmetinde: John Rambo & First Blood
9 Mart 2024 Yazan: Editör
Kategori: Magazin & Popüler Kültür, Manşet, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
— Silah, bıçak ve ellerini kullanmakta üstüne yoktur. Acıyı ve soğuğu hissetmemesi, bir hayvanın bile yiyemeyeceği şeyleri yiyebilmesi için onu eğittik. Vietnam’daki görevi, düşmanı ortadan kaldırmak ve öldürmekti. Kazanmak için öldüreceksin. Rambo en iyi adamımızdı.
— Pekâlâ, Albay, korkudan titriyoruz. (First Blood)
‘’Amerika kültüründe militer kahramanlığa ilişkin sinemasal temsillerle ulusal özgüven duygusu iç içe geçmiş gibidir. Özellikle muhafazakâr bakış açısına göre, ulusal azamet, askeri güç kullanımından geçer. Savaş sırasında, ulusal eril itibarı temsil eden askerlerin dayanıklılık ve cesareti sınanır ve kanıtlanır. II. Dünya Savaşı sonrasının bu ritüele ilişkin sinemasal temsillerinde, erkekliğin kanıtlanmasına, Amerikan askerini ezilmiş halkların yiğit kurtarıcısı ve özgürlük savunucusu olarak resmeden milliyetçi idealizm eşlik etmiştir.’’ (Politik Kamera – Michael Ryan)
Güzel bir sonbahar günü, omzunda çantası, uzun bir seyahatten döndüğü düşünülen, yüzünde sürpriz yapacak olmanın verdiği keyifli gülümsemeyle toprak yoldan yürüyerek gelen bir adam, göl veya ırmak kenarında ahşap bir ev, etrafta koşuşturan, oyun oynayan çocuklar, çamaşır asan kadınlar gibi gündelik yaşamın içerisinden pek çok unsur seyirciyi alabildiğine rahatlatır. Her şeyin bilindik, tanıdık olduğu bu yerde hayat sakince akıp gitmektedir.
Parkasındaki Old Glory ve US Army yazısını görünce askerden döndüğü anlaşılan adam kasabaya Vietnam’da birlikte savaştığı siyahî arkadaşı Delmare’ı aramak için gelmiştir. Delmare’ın annesinin ‘’Herhalde Vietnam’da etrafa sıktıkları o turuncu şeyler oğlumu öldürdü.’’ demesi ateşkesler ilan edilmiş, barış antlaşmaları imzalanmış olsa da savaşın acımasız etkilerinin yıllarca sürdüğünü gösteren ve filmde övgüye layık biricik sözlerdir. Delmare’ın öldüğünü öğrenmesiyle hayalleri yıkılan ve askerlik günlerine ilişkin tek nesne olan birlikte çekindikleri fotoğrafı arkadaşının annesine bırakarak yollara düşen Rambo’nun Vietnam’da birlikte savaştığı asker arkadaşını aramak için kasabaya gelmesi ve bu sadakatin siyahî bir arkadaş için gösterilmesi çok manidardır. Hollywood, azınlık mensubu, işsiz güçsüz ve başarısız erkek ve kadınların çok başarılı birer askere dönüşmesi sürecini birçok filmde incelikli olarak işlemiştir. Filmdeki bu sahne ile siyahîlere ve azınlıklara orduya katılırsanız değer verilen insanlar haline gelirsiniz mesajı çok güçlü bir şekilde verilmeye çalışılmaktadır.
İlk film boyunca nerdeyse hiçbir rolde siyahî oyuncu görülmediği gibi Hope kasabasında yaşayan siyahî insan da yoktur. Ancak ikinci filmin başlangıcında kameralar Rambo’nun hükümlü olarak bulunduğu cezaevine çevrildiğinde hükümlülerin ve gardiyanların büyük bir çoğunluğunun siyahîlerden oluştuğu görülür. Yıllar önce John Van Evrie isimli bir Amerikalı, zencilere eğitim verilmemesi gerektiğini çünkü böyle bir eğitimin onların beyinlerini öne doğru geliştirerek beyazlar gibi geniş alınlı yapacağını, bunun sonucunda da bedenleriyle kafaları arasındaki dengesi bozulan ve ağırlık merkezleri yer değiştiren zencilerin dik duramayacağını hatta yürüyemeyeceğini söyleyebilmiştir. Yıllar sonra Rambo filminde de suçlu veya değil, siyahîlerin yeri ancak hapishanelerdir önermesini vurgulayan ve inkâr edilemeyecek kadar cüretkâr ırkçı sahnelerden birini görmenin hiç de şaşırtıcı gelmediğini söylemeliyim.
‘’Irkçılık en büyük zararını zencilere, özelliklere zenci kölelere vermiştir. John Hawkins adında bir İngiliz’in sahip olduğu ilk köle gemisi 1562’de Amerika sularına girmiştir. Ancak köle ticaretinin, şeker kamışı plantasyonlarının yaygınlaştığı 1630’lardan sonra yoğunlaştığını görüyoruz. Gemiye olabildiğinde çok köle yüklemek için ellerinden ve ayaklarından birbirlerine zincirlenerek balık istifi dizilen zenciler, bir ay kadar süren bu yolculuk boyunca, ağızlarına akıtılan çorba ile oldukları yerde hem besleniyor hem de tuvaletlerini yapmak zorunda bırakılıyorlardı. Zenci köleliği 1863’te artık zencilerin de insan oldukları düşünülmeye başlandığı için değil, sanayileşen Kuzey’in ‘’özgür emek’’ gereksiniminden kaynaklanmıştır. Zencinin erdemsiz olduğu, şeref, gerçek, minnet ve ilke gibi kavramları kavrayacak nitelikte olmadığı, Güney’in onu arada sırada linç edip kırbaçlamasının, kokusuyla ve rengiyle tanrıya saygısızlık etmeye kalkmasını önlemek için gerekli olduğuna inanıldığından binlerce zenci linç edilerek öldürülmüştür.” (Alaettin Şenel – Irk ve Irkçılık Düşüncesi)
Rambo’nun küçücük çocukları öldürmekten, bağımsızlıkları için savaşan Vietnamlıları boğazlamaktan, kadınların ırzına geçmekten, köylerin üzerine her şeyi cehenneme çeviren napalm atmaktan dolayı pişmanlık, üzüntü, hayal kırıklığı, terk edilmişlik ve kullanılıp atılmışlık duygusu yaşadığını ve içini dökmek, dertleşmek için arkadaşlarını aradığını zannedenlerin büyük bir yanılgı içerisinde olduğunu söylemeliyim. İkinci filmin başlangıcında ‘’Bu kez başaracak mıyız komutanım?’’ diye soran Rambo Fransız sömürgeciliğinden ve Amerikan zulmünden kurtularak bağımsızlığına kavuşmak isteyen ve vatanını savunurken öldürülen milyonlarca Vietnamlı’nın haksızca ve vahşice katledilmesinden değil, savaşın sona ermesine ve kendisinin sivil hayatta değersiz bir ‘’paçavraya’’ dönüşmesine üzülmektedir:
‘’Vietnam’a gitmemi siz istediniz. Kazanmak için elimden geleni yaptım ama geri döndüğümde, havalimanında protesto ile karşılandım. Yüzüme tükürüp bana çocuk katili, cani dediler. Benim savaşta ne yaşadığımı bilmeden beni nasıl protesto edebilirler? Burada sivil hayat benim için değersiz. Orada hiç olmazsa onurum vardı. Birbirimize karşılıklı güvenimiz vardı. Burada hiçbir şey yok. Orada milyonlar değerinde helikopter ve tank kullanıyordum. Burada araba park etmem bile yasak. Tanrım, herkes nerede? Arkadaşlarım vardı, birbirimizden ayrılmazdık. Hepsi yanımdaydı. Hepsi harika çocuklardı. Hepsi arkadaşımdı. Burada hiçbir şey yok. Aradan yedi sene geçti. Her gün gözümün önüne geliyor. Bazen, geceleri uyanıyorum ve nerede olduğumu bilemiyorum. Kimseyle konuşmuyorum. Bazen bir gün sürüyor, bazen bir hafta. Kafamdan bir türlü atamıyorum.’’
Çinhindi yarımadasının doğusunda, yer yer bataklık olan ve ancak büyük emekler karşılığında ürün veren topraklarda yaşayan Çinliler, Taylılar ve Muongların karışmasıyla meydana gelen Vietnam’ın tarihi acılarla doludur. Hiçbir zaman Çin egemenliğinden kurtulamayan bu ülke bir süre güçlü bir krallık kurabilmişse de daha sonra Avrupa’nın sömürgesi olmaktan kurtulamamıştır. Ülkedeki egemen sömürgeci güç, kendisine karşı silah olarak kullanılmasını istemediği kültürünü yerli halktan kaçıran Fransızlar olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Vietnam’ı yitirmek istemeyen Fransızlar bazı aşırı uçları törpülese de artık sonun başlangıcına gelinmişti. Vietnam’ın aydınları kendilerini köleleştiren şartları anladıklarını söylüyorlar ve Batı’yı vurabilmek için Batı’nın silahlarıyla silahlanmak gerektiği konusunda birleşiyorlardı.
Yıllarca ülkesini köleleştiren Fransız sömürgecileri ile Japonları yenmek için Viet Minh’i (Vietnam Bağımsızlık Birliği) kuran Ho Şi Minh tüccar bir denizci olarak dünyayı dolaşmış, bir süre Amerika’da kalmış, yedi dil öğrenmiş ve komünizmi, sömürgecileri kovmak ve ülkesini bir araya getirmenin en etkili yolu olarak görmüştü. II. Dünya Savaşı’nın sona ermesi ve Japonya’nın yenilmesiyle, Vietnam için bağımsızlık şansı olduğunu anlayan Ho Şi Minh 13 Ağustos 1945’te genel ayaklanma ilan etti ve 2 Eylül’de Bağımsızlık Bildirisi’ni okudu: ‘’Vietnam halkı, bağımsızlık ve özgürlük haklarını korumak için, maddi ve manevi güçlerini harekete geçirmekte, bu yolda malını ve canını feda etmekte kararlıdır.’’
1945 yılında Hanoi’nin Ba Dinh Meydanı’nda toplanan yarım milyondan fazla insan Vietnam Demokratik Cumhuriyeti’ni oluşturuyordu. Kalabalığın gürültüsü azalmaya başlarken tahta platformun üzerine çıkan Bac Ho Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nden ödünç aldığı ,‘’Bütün insanların eşit yaratıldığı gerçeğine inanıyoruz.’’ sözleriyle başlıyor ve ‘’Tanrı insanlara devredilemez bazı haklar bağışlamıştır ve bunların arasında yaşama hakkı, özgürlük ve mutlu olma hakkı vardır.’’ diyerek devam ediyordu. O günden sonra çoğu insan onu Ho Amca olarak bildi. Amerikalılar ise daha resmi bir şekilde Ho Şi Minh (Işık Getiren) olarak tanıyacaklardı.
Karlı kauçuk plantasyonlarından vazgeçmeyen Fransızlar bağımsızlık kararını hiçe sayarak Vietnam’ı vahşice sömürmeye başladılar. 1946 Kasım ayında Haipong’da çatışmalar başladı ve şehri bombalayan Fransızlar 6.000 Vietnamlının ölümüne sebep oldu. 19 Aralık’ta Vietnamlılar Fransızlara saldırdı ve böylece Hindiçini Savaşı başlamış oldu. Ho Amca Aralık 1946’da halkı savaşa çağırıyordu: ‘’Din, parti, milliyet ayrımı gözetmeksizin herkes, erkekler ve kadınlar, gençler ve ihtiyarlar Fransız sömürgecilerine karşı savaşmak için, vatanı kurtarmak için ayaklansın. Tüfeği olan tüfeğini, kılıcı olan kılıcını kullansın. Ve eğer kılıcı da yoksa kazma, kürek, tırpan kullansın.’’
Bağımsızlık ve özgürlük konusunda tüm dünyada nutuklar atılırken Amerikan Başkanı Truman, Fransa’ya baskı yapmak yerine Ho Şi Minh ile savaşmasına yardım etmek amacıyla milyonlarca dolarlık silah, malzeme ve asker göndermek suretiyle Fransa’nın sömürge düzenine yardım etmeyi uygun buldu. J.F. Kenndey’in Beyaz Saray’a seçildiği 1961 yılında yıllarca savaşan Fransızlar arkalarında binlerce ölü ve acı bırakarak ülkeden çekilirken Kennedy 16.000 Amerikan askerini danışman olarak Vietnam’a gönderiyordu. Daha sonra saldırılar durmazsa Kuzey Vietnam’ın yerle bir edileceği tehdidini savuran Başkan Johnson’ın emriyle Ho’yu savaşmaktan vazgeçmeye ikna edecek çok daha saldırgan bir operasyon CIA tarafından hazırlandı. Harekât Planı 34A -Pentagon’daki adıyla OPLAN 34A- CIA-Pentagon ortaklığında Kuzey Vietnam’ı hedef alan sabotaj ve vur-kaç saldırısı harekâtıydı.
1964 yılında Kuzey Vietnam devriye botlarının, Tonkin Körfezi’nde seyretmekte olan Amerikan savaş gemisi Maddox’a ateş açmış olmaları gerekçe gösterilerek Amerika Kuzey’i bombalamaya başlamıştır. Nerdeyse kırk yıl boyunca Pentagon’un başlatacağı kanlı Vietnam Savaşı’na halkın ve Kongre’nin desteğini almak için Tonkin Körfezi’ndeki olayın bilerek mi kışkırtıldığı sorusu tartışılmıştır. 1968 yılında McNamara Senato Dış İlişkiler Komisyonu’nun önünde verdiği yeminli ifadede böyle bir entrikayı reddetmiştir.
‘’Bizim toplumumuza ve hükümet sistemimize uzaktan da olsa aşina olanların, Pasifikte’ki askeri komuta kademesinin, Genelkurmay Başkanının, Savunma Bakanının ve danışmanlarının, Dış İşleri Bakanının ve Birleşik Devletler Başkanının dâhil olduğu böyle bir komplonun varlığından kuşku duyabilmelerini inandırıcı bulmuyorum.’’
“Tonkin Körfezi olayından sadece iki yıl önce Castro’yu suçlamak ve Küba’ya karşı başlatılacak bir savaşı kışkırtmak amacıyla Amerikan topraklarında gizli bir terör dalgası başlatmayı içeren çok daha vahim bir komployu en ince ayrıntısına kadar planladıkları Northwoods Operasyonunu unutmuşa benzeyen McNamara bunun samimi bir itiraf olmadığını elbette biliyordu.” (Sırlar Evreni – James Bamford)
Ve 1965 yılında Kuzey Vietnam’a Amerikan hava saldırıları başladı. Ancak Vietnam halkının 31 Ocak 1968’deki Tet Saldırısı direnişi yıldırım gibi başladı ve aralıksız sürerek Amerikan ordusunu perişan etti. Vietnam’da yeni yıl ‘’tet nguyen dan’’ olarak adlandırılır ve 21 Ocak ile 19 Şubat arasındaki bir tarihte başlar. Bu tarih her yıl değişir. 27 Ocak 1973’te Vietnam ile ABD bir ateşkes antlaşması imzaladı. Sabah 07.45’te ateşkes antlaşmasının yürürlüğe girmesinden on beş dakika önce bir Amerikan savaş gemisi Cam Lo-Cua Viet Nehri ağzına ilerleyerek anlamsız bir şekilde savaşın son toplarını ateşlemiştir.
İşte bu haksız savaşın bir figürü olan Rambo, nereye gideceğini bilmez bir halde kendini yollara vurmuşken Hope (umut) isimli bir kasabaya ulaşır. Kasabadan ilk görüntü düzenin temsilcisi şerif ve bağımsızlığın simgesi Amerikan bayrağının aynı karede gösterilmesiyle verilir. Özgüveni yüksek olduğu her halinden anlaşılan şerif karşılaştığı hemen herkesle şakalaşmakta, onlara ismiyle hitap ederek tanışıklığını ve ilgili olduğunu göstermektedir. Böylece kasabanın herkesin hayallerini süsleyecek örnek bir yer olduğu algısı oluşturulur. Kasabaya girmek üzereyken şerifle karşılaşan Rambo, kasabaya girmesine müsaade etmeyen şerife karşı gelmeye çalışınca tutuklanarak nezarete atılır.
Karakolda kendisine yapılan kötü muameleleri Vietnam’da yaşadığı ‘’işkencelerle’’ özdeşleştiren Rambo travma sonrası stres bozukluğu, dünyada bilinen adıyla Vietnam Sendromu yaşamaya başlar ve ortalığı birbirine katarak kaçar. Vietnam’da görev yapmış askerler üzerine yapılan bir çalışmaya göre, üç milyon erkek ve kadın savaş gazisinin dörtte birinin etkisinde kaldığı Vietnam Sendromu benim düşünceme göre Amerikalı askerlerin Vietnam halkının mücadelesi karşısında aciz bir duruma düşmesi ve büyük bir aşağılanma yaşamasıdır. Rambo’yu yakalamak için peşinden giden şerif yardımcıları ellerinde cipsler, yaptıkları hafif muhabbet eşliğinde hafta sonu gezisine çıkmış gibidirler. Sivil kategorisindeki şerif yardımcılarının hemen hepsi beceriksiz, sakar ve emirlere uymayan disiplinsiz insanlar olarak resmedilir. İkinci filmde de operasyonu yöneten kadrolar paralı askerlerdir ve filmin her anında disiplinsizlikleri, sadakatsizlikleri eleştirilerek ordunun yozlaştırıldığı vurgulanarak ordu karşıtı güçler de eleştirilir. Hiçbirinin üzerinde US Army yazısı bile yoktur. Hatta Albay, ‘’Sizi aşağılık kiralık katiller!’’ diye yüzlerine haykıracaktır.
“Vietnam Savaşı’nın ve bu savaşa adam sağlayan zorunlu askerliğin sonuçlarından biri, ABD ordusunun güçten düşmesi olmuştu. Savaşın sonuna gelindiğinde askerler emirlere uyup savaşacakları yerde kasten üstlerini öldürüyorlardı. Bunun ve zorunlu askerlikten ilham alan yaygın savaş karşıtlığının sonucunda zorunlu askerlik uygulaması kaldırılarak ordu bütünüyle bir gönüllüler ordusuna dönüştürüldü. Beyaz hâkimiyetindeki, ekonomisi sıkışmakta olan kapitalist bir toplumda beyaz ırk dışındaki azınlıkların iş bulma şansı daha az olduğundan, bu yeni ordu ağırlıklı olarak azınlıklardan oluşuyordu. TV’lerdeki eğlence programlarında (özellikle spor programları ve MTV’de) işçi sınıfı, işsiz ve azınlık kesiminden izleyicileri etkileyebilecek ordu reklamları belirmeye başladı. Ardından Hollywood da payına düşeni yapmak üzere kolları sıvadı.’’ (Politik Kamera – Michael Ryan)
Sivillerin beceriksizliğine bir başka örnek, Rambo’nun patlama sonucu çöken madende öldüğü düşünülür ve cesede ulaşmak için kazı yapılırken olay yerine gelen albayın bir bakışta madenin en az iki tane daha çıkışı olduğunu görmesidir. Bölgeyi avucunun içi gibi bilmesi gereken siviller bu durumdan bihaber tünel kazmaya çalışırken olay yerini ilk kez gören albay anında duruma hâkim olmaktadır. Üniformalıların savaşında beceriksiz sivillerin değil her şeyi anında anlama ve çözme gücüne sahip kutsal askerlerin tarafını tutan filmde üniforma taşımayan hiç kimse belirgin bir role sahip değildir, gerçek bir sivile rastlanmaz. Bu da Amerikan toplumunun bir ulus değil hiyerarşik yapıya göre örgütlenmiş bir sistemin kulları olduğu görülür.
Sıkıştığı madende güçlükle ama yılmadan kendine yol açmaya çalışan Rambo sıçanlarla karşılaşır. Sıçanlar bacaklarına, sırtına, kollarına çıkmaya çalışmakta ancak Rambo da yakaladığını büyük bir nefretle duvarlara çarpmakta, teker teker yok etmektedir. Sıçanlarla özdeşleştirilen savaş karşıtı Amerikan muhaliflerinin de elbet yok edileceğine dair güçlü bir mesaj verilir. İkna olmayanlar için yakın tarihten bir örnekle devam edelim:
‘’2000 yılında Cumhuriyetçiler Ulusal Komitesi tarafından hazırlanan, George W. Bush’un Al Gore’un yaşlı yurttaşlar için reçeteli ilaçlar programını eleştirdiği reklam bunun en yakın örneklerinden biridir. Manşet şöyleydi: ‘’Gore’un reçete planı: Kararı bürokratlar verecek.’’ Reklamın sonlarına doğru ‘’kararı bürokratlar (buraeucrats) verecek’’ sözü arka planda durmadan tekrarlanırken, ekranda iri harflerle yazılı ‘’rats’’ (sıçan) sözü kısa bir an için yanıp sönüyordu. Bush’un kampanya yetkilileri reklam yapımcısının ‘’Bürokratlar kelimesini hecelerken, ‘’buraeuc’’ ile ‘’rats’’ hecelerinin kazayla koparak ayrı karelere düşmüş olabileceğini’’ öne sürdüler. George W. Bush bu tersliği ‘’saçma ve garip’’ diye reddederken, yapımcı Alex Castellanos önce bunun ‘’tamamen kaza eseri’’ olduğunu ileri sürdükten sonra, daha sonraki bir tarihte bunun ‘’bürokratlar’’ kelimesine dikkat çekmek amacıyla düzenlenmiş bir görsel vurgulama olduğunu itiraf etmek zorunda kaldı.’’ (Buy.ology – Martin Lindstrom)
‘’Amerika’nın ruhunu aramaya başlaması’’ için öncelikle Vietnam’da yaşanan ‘’travmadan’’ kurtulmak gerektiğinden ulusal mutabakatın oluşmasına yönelik adımlar atılması gerektiği ortaya çıkar. Rambo filmi bu adımlardan bir tanesidir ancak tahmin edilenin de ötesinde etkili olur ve devam filmleri peş peşe çekilir. Hollywood propaganda-psikolojik harekât konularında ne kadar usta olduğunu göstermiş, tüm dünyanın Vietnam Savaşı’na Rambo’nun ve dolayısıyla Amerika’nın gözünden bakmasını ve Vietnam, Vietkong kelimelerini ‘’düşman’’kelimesiyle eş anlamlı tutmasını sağlamıştır. Kaybedilen savaş beyazperdede kazanılmış, kırılan ulusal gurur onarılmıştır.
“Her şey iyi niyetle başladı. II. Dünya Savaşı’ndan sonraki 20 yıl, Amerika, dağılmış dünyanın parçalarını bir araya getirip, yeni bir uluslararası düzen kurmak için liderliği üstlendi. Amerika Avrupa’yı iyileştirdi, Japonya’yı restore etti, Yunanistan, Türkiye, Berlin ve Kore’de komünist yayılmacılığı bastırdı, ilk barış zamanı ittifakını yaptı ve kalkınmakta olan dünyaya teknik yardım programını başlattı. Amerikan şemsiyesi altındaki ülkeler, barış, refah ve istikrarın tadını çıkarıyorlardı. Vietnam’da bu yüksek idealleri engellenen Amerika ruhunu aramaya başladı ve kendi benliğine döndü.” (Diplomasi – Henry Kissinger)
Albayın ‘’Belki savaş bir hataydı ama bu yüzden vatanından nefret etme.’’ sözlerine karşılık olarak ağlamaklı bir ses tonuyla ‘’Nefret mi? Ben vatanım için ölürüm.’’ yanıtını verir. Vatanları için ölmeyi göze alan ancak seyirciye terörist olarak yansıtılan binlerce Vietnamlıyı öldürdüğünü göz ardı ederek… Albay bile şaşkındır ve kritik soruyu sorar: ‘’Öyleyse istediğin nedir?’’ Yaptığı işin en değerli iş olduğunu düşünen tipik asker zihniyetiyle cevap verir: ‘’Ben onların ve buraya gelip kanlarını dökerek sahip olduğu her şeyi feda eden askerlerin istediği şeyi istiyorum. Vatanımızı sevdiğimiz kadar vatanımızın da bizi sevmesini istiyorum. İşte bunu istiyorum.’’
ABD’den 19000 km. uzakta cereyan eden savaş, televizyon sayesinde Amerikalıların oturma odalarına taşınmıştır. Savaş görüntüleri olarak ölen, yaralanan, acı çeken asker görüntüleri, savaş sırasında mağdur olan sivil halkın durumu, özetle kan ve gözyaşı, insanları savaştan soğutmuş ve böylece ABD kamuoyunun savaşa olan desteği her geçen gün azalmıştır. Zaten, 1960’lardan itibaren Vietnam Savaşı yaygın halk muhalefetini ortaya çıkarmış ve Amerikalı gençler arasında haksız bir savaşa karşı bir duruş ortaya çıkmıştı. 1970’lere gelindiğinde ise nüfusun %60′ı savaş karşıtı olmuştur.
Şerif yardımcılarının teker teker avlanmaları, Amerikan yaşam tarzının sürekli tehdit altında olması ancak askerler dışında kimsenin farkına varamaması ve olayların büyümesi sonucu olay yerine gelen TV muhabirlerinin sözlerinin hiçbirinin doğru olmaması, medyanın Vietnam Savaşı’na ilişkin sözlerinde yalancı, güvenilmez, gerçeği saklayan ve halkı yanlış yönlendiren çıkarcı bir grup olduğuna ilişkin kara propagandadır. Rambo, Hope kasabasına girdiği sırada bütün petrol firmalarının tek bir cadde üzerinde sıralandığını görürüz. Bu sırada elinde silahıyla silueti gözüken Rambo’nun şahsında Amerikan yaşam tarzının ve petrolün koruyucusunun asker olduğu yeniden ilan edilir.
‘’Bir kez daha herkesin bilip de kimsenin seyretmediği bir şaheser ile karşınızdayım. Hatta biraz detaylı baktığımızda First Blood (özellikle devam filmleri ile kıyaslandığında) militarizmden de fersah fersah uzakta bir film. First Blood kesinlikle önyargılardan uzaklaşıp seyredilmesi gereken başarılı bir yapım. Hor görülmesi gerçekten büyük bir trajedi, hakkının yenmemesi gerek. Vakit bulunca bir şans vermeyi ihmal etmeyin.’’ (First Blood - Yigilante Kocagöz, Öteki Sinema)
Yukarıdaki paragraf bir inceleme yazısından alıntılanmıştır. Yenilmez bir ölüm makinesi olarak resmedilen eski bir Vietnam askeri olan Rambo filmlerinde Vietnamlılar aşağılık varlıklar olarak gösterilirken Amerika’nın Vietnamlılara karşı gerçekleştirdiği vahşeti haklı göstermeyi amaçlar. Özgürlük için savaşan Amerikalılardır, Vietnamlılar değil. Rambo figürü aynı zamanda, Amerikan işçi sınıfı gençlerinin pek çoğu için geçerli olan eğitim yetersizliğiyle ve bu gençlere kendilerini olumlamanın tek yolu olarak ordunun sunuluşudur. Vietnamlılar tehditkâr ve kimliksiz birer öteki olarak gösterilir. Rambo’nun ”şaheser” olarak tanımlanmasının, Amerikan Başkanının eşinin Oscar gecesinde en iyi film ödülünü muhafız alayı eşliğinde sunabilmesinin doğal karşılanmasının önünü açan adımlardan bir tanesi olduğunu düşünüyorum.
İkinci filmde Albay ‘’Vietnam’daki savaş esirlerinin izini bulması’’ için kendisiyle gelmesini ister. Ve böylece ilk film ile başarılı olan Hollywood, öldürücü darbeyi vurmak için askerini yeniden Vietnam’a gönderir. Savaş esirleriyle kastedilen Amerikan kamuoyunun ordu ve savaş karşıtlığıdır. Esirlerin kurtarılması çabası kamuoyunun kazanılması sürecidir. İkinci filmin amacı, ”zihinleri esir alındığından” dolayı ordusunu eleştiren ve barış isteyen Amerikan halkının sisteme kazandırılmasıdır. Savaş karşıtı olan bir halkın, ekonomisi savaş üzerine kurulu bir yapıya izin vermeyeceği çok açıktır ancak sistem hızlı davranmakta ve halkı yeniden savaş yanlısı yapmak için uğraşmaktadır. Ve başarılı da olunmuş, yalnız Amerikalılar değil dünyanın pek çok yerinde insanlar, Vietnam topraklarında yapılan savaşa Amerikalı gözüyle bakmaya başlamıştır. Vietnamlılar bu savaşa Amerikan Savaşı, Amerikalılar ise Vietnam savaşı demektedir. Eğer insanlar Vietnam’daki savaşa Amerikan egemenlerinin gözüyle bakıyorsa, bunda Rambo ve diğer Hollywood filmlerinin etkisinin, gerçeklerden daha fazla olduğunu belirtmek gerekir.
Vietnam’a hemen her yerde gösterilen silahlar üzerindeki yazılar Kiril alfabesiyle yazılmışken telsiz cihazları gibi elektronik aygıtların üzerinde İngilizce yazılmıştır. Böylece Sovyetler silahla, savaşla, özgürlük karşıtı olmakla özdeşleştirilir. Bu işlerde uzman bir Amerikalı John Abbink daha 1950 yılında şöyle diyordu: ‘’ABD, kendi denetimi dışında yoğun bir ekonomik gelişmeyi engellemek istiyorsa, azgelişmiş ülkelerin kaçınılmaz olan endüstrileşmesini yönlendirmeye hazır olmalıdır. Endüstrileşme şu ya da bu biçimde denetlenmezse Kuzey Amerikan ihracat pazarları önemli ölçüde daralacaktır.’’ İnsanları öldüren silahları yapan ve teknolojiyi kötü amaçları için kullananlar Ruslar iken teknolojiyi insanlığın amaçları için iyi yönde kullananlar Amerikalılar ve Batı Avrupalılardır ideolojisi beyinlere kazınmaktadır. Yüksek teknolojiyi kullanan hemen herkesi kötü adam ilan eden ve gözünü kırpmadan öldüren kapitalizmin hizmetindeki casus James Bond’un da yaptığı bu değil midir?
“Azgelişmişlik, gelişmenin bir aşaması değil, bir sonucudur.”(Eduardo Galeano)
Komünizmin Amerikan halkı üzerinde tek ve en büyük düşman olduğuna inanılan toplumsal mutabakat Vietnam ile birlikte dağıldı. Halk vicdanıyla baş başa kaldı, sessiz savaşını verdi ve büyük bir çoğunluğu savaş karşıtı oldu. Savaşın bir an önce sona erdirilmesini istedi. Oysa ekonomisi savaş üzerine kurulu bir devletin bunu yapması varlık sebebine aykırıydı ve tabii ki derhal gerekli tedbirleri almaya başladı. Hem barış yanlısı olup hem de Rambo’yu anlamak mümkün değildir. Hem insanın insanileşmesine katkıda bulunmaya çalışmak hem de Rambo’yu sevmek mümkün değildir. Oysa bizler Rambo’yu o kadar sevdik ve içselleştirdik ki, Ramazan ismini Rambo olarak kısaltmayı uygun bulduk, komandolarımıza Rambo gibi dedik…
Bu tüm nefreti üzerine çekmiş bir ülkenin sinema aracılığıyla yaptığı olağanüstü bir hamlesidir. Çünkü Rambo ‘’sessiz savaşa’’ sessiz kalmayacak bir düşüncenin ürünüdür, sessiz savaş kişinin vicdanı ile yaptığı savaştır. Ancak gerek Amerikan kamuoyu gerekse dünya kamuoyunun vicdanı ile baş başa kalmaması için her türlü olanak seferber edilmiştir. Günümüzde de böyledir, diziler, televizyon, yarışmalar, futbol, magazin derken kişi vicdanı ile baş başa kalacak fırsat bulamaz.
Son olarak, filmin hiçbir yerinde asker karşıtlığına yönelik bir sahne göremediğimi, bunu iddia edenlerin bahse konu sahnelerin hangileri olduğunu göstermesini çok arzu ettiğimi söylemeliyim. Rambo filmlerinde asker karşıtlığı denebilecek bir nokta varsa, Amerikan kamuoyunun, ne idüğü belirsiz savaşlara çocuklarını göndermemek için kutsal orduyu sorgulamasının sonucunda Amerikan ordusunun disiplinsiz, sadakatsiz ve ciğeri beş para etmez paralı askerler kitlesine dönüştürülmesinin eleştirilmesidir.
Salim Olcay
salimolcay@yahoo.com
Yazarın diğer film eleştirileri için tıklayınız.
The Birth of a Nation (1915, D.W. Griffth)
30 Temmuz 2024 Yazan: Editör
Kategori: Film Listeleri & En İyi Filmler, Klasik Filmler, Manşet, Sanat, Sinema
1915 yapımı The Birth of a Nation, Amerikan sinema endüstrisinin standartlarını belirlediği kabul edilen, üç saatlik süresi ile o zamana dek çekilen en uzun film olması yanı sıra sinema dilinin kullanımı konusunda ders olarak okutulabilecek kadar görkemli ve dönemine göre olağanüstü çekim ve anlatım teknikleri kullanılarak çekilmiş bir yapımdır.
Çocukluğu İç Savaş sonrasına rastlayan ve savaşı kazanan Yankee’lerin (Kuzeylilere Yankee, Güneylilere Dixie derlerdi), her türlü pis işlerini gören Thomas Dixon, İç Savaş’ta albay olarak görev yapmış olan dayısının askerlerinden birinin dul eşinin kızına bir zencinin tecavüz ettiğine şahit olur. Kasaba halkı çıldırır ve gece olunca Ku Klux Klan kasabaya gelerek tecavüzcü ‘’zenciyi’’ linç eder ve cesedini bir dala asarak giderler. Bayan Dixon oğluna ‘’Onlar, Klan üyeleri, bizim insanımız ve bizim çiftliğimizi koruyorlar’’ der ve hep beraber KKK’ya katılırlar. Film işte bu yaşadıklarını kaleme alan ve zenci düşmanlığıyla dolu Baptist papazının “The Clansman” adlı kitabından uyarlanmıştır. Filmin asıl adı olan The Clansman olarak belirlenmişti ancak Thomas Dixon ‘’Klan Üyesi’’ isminin filme uygun olmayacağını daha görkemli bir isim olan The Birh of a Nation’un kullanılmasının gerektiğini söylemesi üzerine isim değiştirilmiş, zenci karşıtı hayli sert olan romanın havası biraz yumuşatılmıştır.
Film iki bölüm olarak okunmalıdır. İlk bölüm ‘’kardeşin kardeşi vurduğu’’ anlamsız bir Kuzey-Güney savaşını anlatırken, ikinci bölüm zaferi kazanan Kuzey’in ‘’beyaz Güney’i siyah Güney’in topukları altında ezmesi’ gösterilmektedir. Filmin başlangıcında yer alan ‘’Savaşın yıkıcılığını vurgulamak istediğimiz bu çalışmamız savaştan nefret edilmesini sağlayarak sonuçlanırsa çalışmamız boşa gitmemiş olacaktır’’ sözleri genel anlamda insanlığın içine düştüğü savaşı lanetleme olarak değil ‘’üstün Aryan ırka mensup Kuzey ve Güney’li kardeş’’ arasındaki savaşın yıkıcılığının tekrarlanmaması isteği sonucu yazılmıştır diye düşünüyorum. Çünkü hemen ardından gelen ‘’Afrikalıların Amerika’ya getirilmesi birliğin bozulmasının ilk tohumlarını attı’’ sözleri bu görüşümü doğrulamaktadır. Kuzey ile Güney’in arasının açılarak birliğin bozulmasına ve ardından İç Savaş’a yol açan olayların temeli olarak ‘’kölelik karşıtlarının köleliğin kaldırılmasını istemesi’’ gösterilmektedir. Yönetmene göre Afrikalılar –zenciler- bu kutsal topraklara ayak basmamış olsalar bir İç Savaş olmayacak, kardeş kardeşle savaşmayacaktır.
“Batı düşünce sistemi Amerika’nın yağmalanmasını ve köleleştirilmesini ırkçı açıdan da savunuyordu. Irkçılık Batı sömürgeciliğinin ve emperyalizminin doğal dinamiğidir. Irkçı öğretilerin öncülüğünü kilise yapıyordu. 1512 yılına kadar kilise Amerika yerlilerinin ‘’insan olmadıkları’’ tezini benimsemişti. İspanya Kralı Charles’ın 1517’de topladığı danışma kurulu, yerlilerin insan olmakla beraber ‘’doğalarının yozlaşmış’’ olduğu, Tanrı’nın onları günahtan kurtarma görevini İspanyollara verdiği sonucunda karar kılıyordu. İspanyol fethinin resmi tarihçisi Gonzalo Fernandez de Oriedo yerlileri şöyle tasvir ediyordu. ‘’Doğuştan tembel, kötü, melankolik, korkak ve genellikle yalancı, dönek bir halk. Evlilikleri kutsal değil murdardır. Şehvet düşkünü ve homoseksüeldirler. İspanyolların kendileriyle savaşırken, körelmesin diye kılıçlarını kafalarına vurmamaya çaba göstermelerine yol açacak derecede kalın kafalı olan böyle bir halktan ne beklenir ki.’’ İspanyol sömürge ideoloğu Joan Gines de Sepulveda ise 1550’de yazdığı bir yazıda ‘’Köle düzeyinde, mantıksız kimseler, insanlar maymunlardan ne kadar farklıysa, İspanyollardan o kadar farklı varlıklar’’ olarak nitelendirdiği Amerika yerlilerini insan ile hayvan arası bir tür sayıyordu.” (Alaeddin Şenel-Irk ve Irkçılık Düşüncesi)
‘’Amerikan imparatorluğu sömürge sistemi ile bütünleşen muazzam bir köle ticaretine dayanıyordu. İnsan hırsızlığını örgütlü bir biçimde işleten Avrupalı sömürgeciler Afrika’nın kanını emdiler. ‘’Yalnız 1486–1641 yılları arasında yılda ortalama 9.000 hesabıyla sadece Angola’dan 1.389.000 köle getirilmişti. 1580 ile 1680 arasındaki yüzyıl içinde Angola ve Mozambik’ten Brezilya’ya 1 milyondan fazla köle taşındı. 1783–1793 arasındaki 10 yıllık dönemde zenci taşıyan Liverpool limanının gemileri Yeni Dünya’ya 300.000’den fazla köle getirdiler. Ortalama 350 yılda Afrika’dan 11.5 milyon zenci taşındı. Bu miktara yola çıkmadan ve yol esnasında ölenler de eklenirse, akıl almaz rakamlara varılır. Köle ticareti yapanların özellikle en sağlam, en güçlü, en genç ve en sağlıklı kişileri aradıkları göz önünde tutulursa Afrika’nın en yaratıcı ve en gerekli güçlerinden yoksun bırakıldığı sonucuna varılır.’’ (Raimondo Luraghi-Sömürgecilik Tarihi)
Gerçekler bu kadar ortadayken yönetmenin böyle bir düşünceyi savunmasını izah edebilecek kelime bulamıyorum.
Günümüzde de klasik Amerikan düşüncesinin özgüveni şöyle dile getirilmektedir.
‘’Aydınlatıcı bir ışıldak olması veya kendi değerlerini bütün dünyaya yayma görevi yapması, demokrasi, serbest ticaret ve uluslar arası hukuka dayanan bir küresel uluslar arası düzeni öngören Amerikan düşünce ekolü diğer uluslar tarafından aptalca değilse bile ütopik olarak görülmüş ve şüpheyle yaklaşılmıştır. Ancak bu şüphe Woodrow Wilson, Franklin Roosevelt yahut Ronald Reagan’ın veya 20. yüzyıldaki herhangi bir Amerikan başkanının idealizmini hiçbir zaman söndürememiştir. Yabancıların bu şüpheciliğinin bir etkisi olduysa, bu ancak Amerika’nın, tarihin üstesinden gelinebileceği ve dünya gerçekten barış istiyorsa, Amerikan ahlaki reçetelerini uygulamasının şart olduğuna olan inancını güçlendirmek olmuştur.’’
(Henry Kissinger-Diplomasi)
Film, Kuzeyli Stoneman ve Güneyli Cameron ailelerinin gözünden olaylar anlatılır. İlk bölümde Stoneman ve Cameron ailelerinin birbirleri ile olan sıkı dostlukları anlatılır. Karşılıklı ziyaretler birbirini izler hatta Cameron ailesinden biri Stoneman ailesinin kızlarına âşık olarak ‘’arkadaşının, hiç görmemiş olduğu kız kardeşi Elsie Stoneman’ın fotoğrafında hayallerindeki kızı bulur.’’
Günümüz Hollywood yapımlarında iki erkeğin birbirlerine sarıldığı bir sahne bulabilmek olanaksız olduğu gibi sokaklarda da bu durum böyledir. Amerika ve Avrupa’da sokaklarda birbirlerine sarılan iki erkeğin verdiği mesaj kesinlikle eşcinsel içerikli olarak okunmaktadır. Oysa yıllar önce dünyanın her yerinde arkadaşlar, dostlar içtenlikle birbirlerine sarılırlardı. Bu filmde de Stoneman ve Cameron aileleri çocuklarının birbirlerine sarılmaları, dostluklarını göstermeleri Batı kültürünün zamanla değiştiğinin, insanların birbirlerinden uzaklaştığının, ‘’insanın insana yabancılaştığının’’ göstergelerindendir.
Abraham Lincoln’ün 1860 seçimlerini kazanmasının ardından köleliği kaldıracağını söylemesi filmde şöyle anlatılmaktadır. ‘’Büyük liderin zayıflığı bir ulusu kargaşaya sürüklemek üzereydi.’’ Kuzey’in köleliğin kaldırılmasını istemesi Güney’de dengelerin bütünüyle değişmesi demekti ve kabul edilemezdi. İstenmeyen gerçekleşir ve dostluklar sona erer. Yedi Güney eyaleti (South Carolina, Mississippi, Florida, Alabama, Teksas, Georgia ve Louisiana) bağımsızlıklarını ilan eder ve 12 Nisan’da Charleston limanını ele geçirmesiyle savaş başlar. Dört eyalet daha Güney Konfederasyonu’na katılır (Arkansas, Virginia, North Carolina ve Tennessee). Bu 11 eyalet Amerikan İç Savaşı’nda güneyli Konfederasyon tarafını, geri kalan kısmı (özellikle kuzeydoğu kısmı) da kuzeyli Union (birlik) tarafını oluştururlar. Bir süre sonra iki devlet arasında savaş patlak verir, ilk büyük çarpışma Washington civarındaki ‘’Bull Run’’ denilen mevkide gerçekleşir ve Güneylilerin zaferiyle sonuçlanır.
Savaş sürerken Güneyli Cameron ailesinin yaşadığı Piedmont kasabası düzensiz bir çeteninsaldırısına uğrar. Kasabanın eli silah tutan erkekleri cephede olduğundan kadın ve çocukları koruyacak kimse kalmamıştır. Bunun üzerine ‘’Savaştaki ilk zenci askeri alayı Güney Carolina’da oluşturulmuştur.’’ Kölelerin beyazlar tarafından kullandığına dair bir örnek olması filmin barındığı ırkçılık zihniyetini bir parça olsun gizlemeye yöneliktir.
1865’de teslim olan General Lee birlik Amerika’sına şöyle seslenilir: “Özgürlük ve birlik, bugün ve sonsuza dek, tek ve birbirinden ayrılmaz.” Savaştan Kuzey zaferle çıkar. Kuzeyli politikacılar ‘’Güneyli liderlerin asılmalarını, eyaletlerine de fethedilmiş bölgeler muamelesi yapılmasını” isterler. Ancak Abraham Lincoln’ün ‘’Onlara asla ayrılıp kopmamışlar gibi davranacağım” demesi, Güney’i sömürmek yerine onları kalkındırmak için çaba göstermesi kabul edilmez ve 14 Nisan 1685’de bir suikast sonucu öldürülür. Başkan’ı öldüren John Wilkes Booth “Zorbaların sonu hep böyle!” diye haykırır. Haber Güney’ ulaştığında verilen tepki ‘’En iyi dostumuz gitti. Bize ne olacak şimdi!” şeklinde olur.
Büyük tarih bilgini Hobsbawm şöyle demektedir. ‘’Amerikan İç Savaşı endüstrileşmiş Kuzey’in tarımsal Güney üzerindeki zaferiyle hatta Güney’in gayri resmi İngiliz İmparatorluğundan Birleşik Devletler’in yeni ve büyük endüstriyel ekonomisine nakledilmesiyle son buldu.’’
Kuzeyli politikacılar Abraham Lincoln’ün tersine Güney’e ‘’fethedilmiş topraklar’’ muamelesi yapmaya başlarlar. Çeteciler çiftlik sahiplerine saldırır ve ailelerine göz açtırmazlar. Zenci ve melez milis güçleri beyazları ve kadınları taciz eder. Eski günlerin görkemiyle kendisine yol verilmesini bekleyen Cameron ailesi özelinde soylu beyazların aldığı yanıt Güney’in gurunu kırmaktadır. “Bu kaldırım size olduğu kadar, bize de aittir, Albay Cameron”. Bunun sonucunda ‘’Beyazlar tam bir kendini koruma içgüdüsüyle harekete geçtiler. Güney’i korumak için, Güney’in gerçek hükümranı büyük bir Ku Klux Klan’ın varlığı patlak verene dek.”
“…Bir ırkın diğerine düşman olması gibi, maceraperestler de zencileri kandırmak akıllarını çelmek ve onları kullanmak amacıyla Kuzey’den sürüler halinde yola koyuldular. Zenciler köylerde yetki sahibi oldular, cüretkârlık dışında kullandıkları bu yetkiler hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Parlamentodaki liderlerin politikası şekillenmişti. Güney’deki uygarlığın tam bir tahribatı (…) beyaz Güney’i, siyah Güney’in topukları altına alma kararlılığı.” Woodrow WILSON-Amerikan Halkının Tarihi (filmden alınmıştır)
Kuzeyli politikacıların adamı olan zenci Silas Lynch filmde şöyle tanımlanmaktadır. ‘’Kötü emellerle, yükselen güçten yararlanarak, kendisine bir taht kurmayı planlayan Lynch beyaz hamisine karşı bir hain olur, kendi halkına karşı ise daha büyük bir hain.’’
Galip Kuzey’in yaptığı anayasa değişikliği ile kölelik kaldırılır, Amerika’da yaşayan her birey Amerikan vatandaşı kabul edilir ve vatandaşlık hakları garanti altına alınır. Ayrıca siyah-beyaz ayrımı gözetmeksizin vatandaşlara oy hakkı verilir ancak Kızılderililer ve kadınlar oy verme hakkından muaf tutulurlar. Güney’de ise bu gerçekleşmez. İleri gelen beyazlara oy verme hakkı sağlanmamışken, tüm siyahlara oy pusulası verilir ve bunun sonucunda da ‘’Zenciler ve Kuzey’den gelen politikacılar oyları silip süpürürler.’’
‘’Master Hall’de başarının şamatası. Zenci partisi Temsilciler Meclisi’nde 23 beyaza karşı 101 siyahla kontrolü alır. 1871′in oturumu.’’ Bu sözlerle başlayan sahnede seçilmiş zenci temsilciler salonda yemek yemekte, taşkınlık yapmakta hatta ayakkabılarını çıkartmaktadır. Bu sahneler buram buram ırkçılık kokmakta, zencilerin görgüsüz, kültürsüz ve aşağılık insanlar olduğu gösterilmeye çalışılmaktadır. Pamuk tarlalarında ve plantasyonlarda çalışmaktan başka bir şey bilmeyen ‘’zenci’’ kölelerin mecliste oldukları gerçeği tüm Güney soylularını ve beyazlarını endişeye sürüklemektedir. Bu Meclis’te ‘’siyahlarla beyazların evlenmelerine olanak sağlayan’’ bir yasa çıkarılır. ‘’Beyaz azınlık aciz durumdadır.’’
Köleleri olan zencilerin kendileriyle aynı haklara sahip olması dâhil pek çok şeye dayanamayan ve yapılanları içlerine sindiremeyen Güneyliler kendilerini yasal yollardan koruyamadıklarını görünce değişik bir yapılanmaya giderler. KKK, çaresizlik içinde kırlarda dolaşan Cameron ailesinin savaşta albaylık yapmış ve idamdan Lincoln’ün affetmesiyle kurtulmuş olan büyük oğlu tarafından kurulur ve amaç belirlenir: ‘’Güney’i siyah yönetim anarşisinden kurtarma örgütü, Ku Klux Klan.’’
‘’Ku Klux Klan’ı 1865’de birkaç Confederate Army (Ayrılıkçı Güney Ordusu) subayı kuruyor; bunlardan biri de Birth of Nation’un yapımcı/yönetmeni D.W.Griffith’in babası. Başıbozuk bir yapılanma ama Grand Wizard veya Grand Dragon dedikleri bir başkanları var, o da köle tüccarı iken Güney ordusunda General olan Nathan Bedford Forrest.
Resmi kuruluşlarından sadece 18 ay sonra ve sadece bir ayda (Haziran 1867) 197 kişiyi işkenceyle öldürdükleri, 548 kişiyi de ağır yaraladıkları bilinir. Yıllar içinde bu rakam yüz binleri bulur. Nihai hedefleri zencilerdi ama Yahudiler, Katolikler, hatta işçi sendikaları, KKK’nın terör, şiddet ve linç eylemlerinden nasiplerini aldılar.’’
(Alev Alatlı-Hollywood’u Kapattığım Gün)
Ku Klux Klan örgütü Amerikan İç Savaşı sonrasında zencilerin kazanmaya başladığı haklara, özgürlüklere ve zenci-beyaz eşitliğine karşı çıkmıştır. Amaçlarına ulaşmak için şiddet ve teröre başvurmuşlardır. Örgüt üyeleri kapşonlu beyaz cüppe giyer ve genellikle yanan bir haç örgüt amblemi olarak kullanılır.
Cameron ailesinin küçük kızı Flora su almak için dışarıya çıkar. Bu esnada kendisini gören Gus isimli bir zenci ‘’Gördüğün gibi, artık Yüzbaşı’yım ve seninle evlenmek istiyorum” der. Kendisine zarar vereceği endişesiyle adamdan korkan kız kaçmaya başlar. Ancak zenci ‘’Bekle, Missie, seni incitmeyeceğim’’ der. Kız kaçar, zenci kendini affettirmek için kovalar ve nihayetinde kaçma-kovalamaca yüksek bir yere sona erer. Kız zencinin üzerine geldiğini görünce kendini yere atar ve ölür. Kardeşinin zamanında gelmemesi üzerine aramaya çıkan abisi, yaşananlara tam da bu anda tanık olur.
Örgüt suçlu olduğunu düşündükleri zenciyi yakalar, öldürür ve Vali Yardımcısı olan Silas Lynch’in evinin merdivenlerine bırakırlar. Ku Klux Klan bir ‘’direniş hatta kurtuluş hareketi’’ olarak kendilerine yapılanları içlerine sindiremeyen Güneylilerin içinden çıkmıştır. Ki daha sonraki sahnelerde KKK’nın yanında yer alan ‘’sadık zenciler’’den bahsedecektir. Yönetmen bu konuda kendisi ve tarihsel gerçeklerle çelişmekte, Kuzeyliler tarafından akılları çelinmese zencilerle hiçbir sorunları olmayacağını vurgulamaktadır, tabii herkesin haddini bilmesi kaydıyla.
Klan’a devlet eliyle saldırılar artmaya başlayınca ve Silas Kuzeyli politikacı Stoneman’ın kızıyla zor kullanarak evlenmek isteyince ‘’Kuzey ve Güney’in eski düşmanları, Aryan olarak doğmalarından kaynaklanan ortak hakkı korumak için yeniden bir araya gelirler.’’ Ve ‘’400 binden fazla Ku Klux kıyafeti diken Güney kadınlarından birisi bile güvene ihanet etmez.’’
Film sona ererken KKK adamları bir kulübede zencilerin saldırısına maruz kalan Cameron’ları kurtarmak için gelir. Saldırılar sürerken at üstünde dörtnala koşturan kurtarıcı KKK mensuplarının gözüktüğü sahneler günümüz sinemasına ışık tutacak düzeydedir. Ki film sinemalarda gösterildiğinde seyircilerin bu sahneyi çığlık çığlığa ve alkışlayarak seyrettikleri söylenir. ‘’Vahşi savaş artık hüküm sürmediği zaman mutlu gün düşlemeye cesaret edebiliriz. Özgürlük ve birlik, bugün ve sonsuza dek,’’ sözleriyle Hz. İsa’nın dev boyutta simgesiyle film sona erer.
ABD’nin en ünlü film eleştirmenlerinden Tom Dirks film için şöyle yazıyor: ‘’Tartışmalı, alenen ırkçı ama Amerikan başyapıtı, Amerikan filmlerinin mihenk taşlarından birisi. Filmin zarf ve mazrufuna ilişkin tartışmalar hiçbir zaman bitmeyecek. Filmin birden fazla niteliği var: itici, naif, taraflı, indirgemeci, tarihsel açıdan hatalı, tarih görüşü ve KKK’nın ırkçı yüceltilmesi açılarından hayret verici. Aynı zamanda, olağanüstü efektleri ve dâhiyane çekimleriyle, fevkalade önemli ve güçlü bir sanat eseri ve sinema propagandası örneği.’’
‘’Amerika’nın biri ırklar arası cinsel ilişki ve evlilik diğeri ise siyahların iktidarı ele geçirmeleri gibi en büyük iki kâbusunu irdeler, muhteşem KKK’nın kara belayı nasıl savuşturduğunu gösterir.’’ (Alev Alatlı-Hollywood’u Kapattığım Gün)
Kant insanlığa ‘’aklını kullanabilme cesaretini göster’’ diye haykırmıştı. Tüm ırkçı yapısına ve şiddeti meşru gösterme çabalarına karşın yine de filmi ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirirsek kötüyü savunuyor olmasının filmin kötü olması anlamına gelmediği düşüncesindeyim. Sinemanın gelişim sürecini merak edenler için, ırkçılık fikrinin hangi gerekçelerle ortaya çıktığına ve belirli bir ideoloji doğrultusunda tarihin ters yüz edilmesine dair önemli dersler çıkarılabilecek ve döneminin çok ilerisinde olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğim olağanüstü bir film. Bu filmi izledikten sonra kurgu, bütünlük, çekim ve anlatım teknikleri bakımından Türk sinemasının henüz bu filmi aşabilecek ölçüde bir filme sahip olmadığını görmem üzüntümü artırmıştır.
Bir gazetede şöyle bir yazı okumuştum: ‘’Irza tecavüz içeren filmlerin en eskilerinden biri olarak D.W.Griffith’in ‘başyapıtı’ “Birth of a Nation / Bir Milletin Doğuşu” (1915) gösteriliyor. Bu düpedüz ırkçı filmin en kötü-ünlü sahnesinde, beyaz kadınların namusuna kasteden ırz düşmanı (teni siyaha boyanmış beyaz bir oyuncu tarafından canlandırılan!) bir siyah, ‘kahramanlar’ olarak tasvir edilen Ku Klux Klan tarafından linç edilir.’’ Bu yazıları kaleme alan kişinin filmi izlediğinden şüphe duyduğumu söylemek durumundayım. Bahse konu sahnede bir tecavüz hatta tecavüz girişimi dahi bulunmamaktadır. Kopyala yapıştır zihniyeti ile sinema yazısı kaleme almak ne derecede ciddiyetle bağdaşır, bilemiyorum.
Salim Olcay
salimolcay@yahoo.com
Yazarımızın diğer incelemeleri için tıklayınız.