Ercan Kesal – Peri Gazozu
İlk kez ‘’Üç Maymun’’un ‘’oportünist’’ siyasetçisi Servet olarak tanıdığım Ercan Kesal’in -pavyondaki kabadayı tiplemesi aklımda kalmış olsa da- ‘’Vavien’’de rol aldığını, ustalıklı oyunculuklar ve harikulade bir senaryonun Nuri Bilge Ceylan’ın ellerinde hayat bulan muhteşem yapıt ‘’Bir Zamanlar Anadolu’da’’ filmini izledikten sonra fark edebildiğimi söylemek zorundayım. Bir Zamanlar Anadolu’da her geçen gün kendini yönetmen ve oyuncu zannedenlerin ucuz Hollywood maskaralıklarının daha da ucuz kopyalarını yaparak çöplüğe dönüştürmek istedikleri Türk sineması adına gurur duymama ve sönmekte olan umudumun yeşermesine neden olmuştur.
Ercan Kesal’in unutulmaz ‘’muhtar’’ performansından yeterince etkilenmişken, senaryo ekibinde yer aldığını öğrenmem, akabinde Radikal’deki yürek burkan yazıları ve derken Peri Gazozu isimli kitabı, kendisinin de vurguladığı gibi istesek de istemesek de ‘’birbirimizin hayatlarının içinde’’ olduğumuzun en büyük kanıtlarından oluyor. Önsözde, sanatçının çocukluğundan beslendiği ilkesine katıldığını belirterek ‘’hayatımız, bir yumağın sürekli sarılmasıdır’’ diyen, insanın insana yabancılaşmasına, sömürü düzenine, tüketim kültürüne ve kapitalizme boyun eğmemiş, dürüst ve haysiyet sahibi bir insanın sıklıkla okuruna seslenen kitabı Peri Gazozu.
Freud, gündelik hayatta karşılaşılan bir olayın, yazara bir çocukluk deneyimini anımsatmak suretiyle ‘’eski bir isteği’’ harekete geçirdiğini, yazarın yaşadığı yeni ve eski olayı birlikte kullanmak suretiyle sanat eserini meydana getirdiğini söylemekte ancak bireyselliğin ‘’örtülü’’ bir biçimde ifade edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Böylece yapıtındaki bu bireysel ve bir bakıma bencilce niteliğini “örtmek” sanatçının en önemli özelliklerinden biri olmaktadır. ‘’Yazarlığının insanların hikâyesini gölgelemesinden’’ çekindiğini söyleyen Ercan Kesal böylece kendi yaşadıklarından yola çıkarak Anadolu insanının ölüm ve yaşam üzerine evrensel hikâyesini anlatmaya çalışıyor.
‘’Tommiks ve Teksas’larımı hiç sakınmadan paylaştığım’’ cümlesi kendi çocukluğumu aklıma getirdi. Annem de böyle derdi çizgi romanlarım için. Tom Braks, Zagor, Kaptan Swing veya Teks okunsa da onlar hep ‘’teksas, tommiks’’ diye bilinirdi anneler tarafından. Bir gün ben evde yokken annemin bütün çizgi romanlarımı yaktığını öğrenmiştim de günlerce ağlamıştım. Gözlerin bozulacak derdi ama aradan geçen otuz yıla rağmen hala özlüyorum yakılan kitaplarımı. İtalyan kaynaklı olduğunu o zamanlar bilmediğimiz bu kahramanlarla birlikte yaşar, yerlilerin arasında dolaşır, kırmızı urbalı işgalcilerle ve kötü adamlarla savaşır, kendisi de bir asker olmasına karşın haksız yere saldırıya hazırlanan komutanına karşı çıkabilecek kadar insancıl karakterlerle kendimizi özdeşleştirirdik. Günümüzün, insanlığa nefret duygusu aşılayan, halkları birbirine düşman eden, barışın ancak silah gücüyle sağlanabileceği düşüncesine sahip kitap ve film karakterlerini gördükçe o günlerin ne kadar masum olduğunu hatırlıyorum.
Peki, üzerine bayrak örtülmüş tabutlara sarılarak babalarının göğüslerini arayan yetimlerin hüznünü daha ne kadar seyredeceksiniz televizyonlarınızdan diyerek isyanını dile getiren ve ‘’yetmedi mi’’ diyen yazar, şöyle devam ediyor: ‘’Vicdanımız kuruyor. Babalarını erken kaybetmiş yetim çocukların masum başlarını koyacakları göğüsler çoktan çöktü, farkında mısınız? Göğüs çöktükçe zulüm tepemizde kalıyor. Kavisli ve dolaşık geçmişimizse, bozuk düzenimizin telleri olmuş. Duyduğumuz sesler bu yüzden içli ve bu kadar derinden geliyor.’’
Diğer hayvanlar üstüne fazla bir bilgimiz olmamasına hatta çoğumuzun ömründe devekuşu görmemesine karşın bu topraklarda yaşayan herkese anlatılmak zorundaymış gibi, devekuşunun tehlikelerden korunabilmek için kocaman vücudu dışarıda dururken kafasını kuma gömdüğü biz çocuklara anlatıldığında önce şaşırmış sonra gülmüştük. Oysa okudukça, öğrendikçe, anladıkça kafasını kuma gömmekle gerçeklerden kaçabileceğini düşünenin asıl bizler olduğunun farkına vardığımı söylemeliyim. Bu durumu yazar şu olayla anlatıyor:
‘’Batman Çayı’nda boğularak öldürülmüş halde bulunan on beş yaşındaki Hatice’nin, iki kuzeninin tecavüz etmesi sonucu hamile kaldığı ve dedesinin azmettirmesiyle iki amcası tarafından öldürüldüğü anlaşıldı. Hatice’nin cesedi devlet hastanesi morgunda duruyor. Plastik torbaların içinde, soğuk mazgallara iterek, öylece bıraktılar. Kimseler almadı ölüsünü.
Eskiden ölülerini gömmeyip, bir kulenin tepesine bırakan kavimler yaşardı bu topraklarda. Topluluğun rahipleri ‘Sessizlik Kulesi’’ adını verdikleri bir kuleye gizlenerek yırtıcı kuşların ölüleri nereden yemeye başladığını izlerlerdi.
Türkiye’yi koca bir ‘’sessizlik kulesi’’ yaptık en sonunda… Ölülerimizi zalimler yesin diye inşa ettiğimiz bir kule artık ülkemiz. Saklanıp bir şeylerin arkasına, dilsiz rahipler gibi bakıyoruz ölülerimize.’’
‘’Yedi yaşındaki oğlumun, ben büyüdüm artık demesi üzerine ‘’odama dönüyorum sessizce. Oğlum ‘’ben büyüdüm’’ diyor, demek ki ölebilirim artık’’ cümlelerini okuyunca gözyaşlarımı tutamadım. Oğlumun dünyaya gelmesinden sonra yaşamak hem kolay hem daha da zor bir hale geldi. Bir yandan kolaylaşıyor temiz bir kalp, masumiyet, merak, ardı arkası kesilmeyen sorular, ışıldayan gözler, geleceğe dair umut… Diğer yandan zorlaşıyor, yeni dünya düzeni adı altında her şeyin iyisinin seçilerek burjuvanın hizmetine sunulması demek olan sömürü düzeninin gizlenerek sürdürülmesi, fakirler için temiz su ve gıda bulmanın giderek zorlaşması, ilaç firmalarından çok uluslu şirketlere kadar büyük kapitalistlerin para uğruna insan yaşamıyla oynaması, beyin yıkama ve propaganda tekniklerinin had safhada uygulandığı Hollywood filmleri, insanı soysuzlaştıran TV yapımları ve işbirlikçi medyayı düşündükçe, insanın kötülük yapmak için yaratılmış olabileceğine inanmasam da, bir ‘’sessizlik kulesi’’ haline gelen ve her türlü onursuzluğun, alçaklığın daha da arttığı, değerler ve inançların kale alınmadığı bir yer haline dönüşen ülkemde çocuklarımızın nasıl yaşayacağını, bunlarla nasıl başa çıkacağını düşünüyorum ve üzülüyorum.
Kendilerini kapitalizmin nimetlerini içselleştirmiş inançlı sosyalistler olarak tanımlamakla bizleri aptal yerine koymaktan çekinmeyen insanları değil de dürüst ve onurlu insanları tanımak geleceğe umutla bakabilmek adına dayanma gücü veriyor ve çocuklarımız adına mutlu oluyorum. Kapitalizmin bütün uğraşısına karşın insanlık ölmeyecektir, buna inanıyorum. Bir şiirinde Ataol Behramoğlu şöyle diyor:
Tek Başınalık
Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü biri
Ve hiçbir şey yapmamaya karar verdi
Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü bir öteki
Ve yalnızlığının kuytuluğuna çekildi
Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü bir üçüncü
Ve tek başına düşünmeyi sürdürdü
Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü yüz binler
Ve tek başınalıklarını sürdürdüler
Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü milyonlar
Milyonlarcaydılar
Ve tek başınaydılar
Bu arada birileri
Onlar adına
Karar vermekteydi
Tek başına olduklarını sananlar
Topluca ortadan kaldırıldılar…
Ziya Gökalp, Türklük bilinci oluşturabilmek maksadıyla çalışmalar yaparken Türk kimliğine yakışmadığını düşündüğü bazı söz ve deyimlerden kurtulma yoluna gitmiştir. Bunlardan biri ‘’Türk’e beylik vermişler, tutmuş babasını kesmiş’’ mealindeki sözdür. Bu sözden tamamen kurtulamayacağını anlayınca Türk ibaresini sahipsiz ‘’buçuk millet’’ olan Çingene ile değiştirme yoluna gitmiştir. Bu söz niçin söylenmiştir, kim söylemiştir, haklı mıdır, haksız mıdır, tartışmasına girmeyeceğim ancak ‘’bugün git yarın gel’’, ‘’benim memurum işini belir’’, ‘’selam verdim rüşvet değil deyü almadılar’’ sözlerinin özetlediği, hatasız işleyen ancak hiçbir iş üretmeyen ve vatandaş lehine inisiyatif kullanmaktan kaçınan merhametsiz bürokrasi için söyleyebiliriz. Kemal Sunal’ın Gülen Adam isimli filminde yıkım ekiplerine başkanlık eden karakter bürokrasinin merhametsiz yönünü çok iyi ifade etmektedir. Kitapta da bu durumu özetleyen şöyle bir olay anlatılmaktadır:
‘’Dokuz on yaşlarında bir çocuk. Karşımda sessizce oturuyor. Yanında bir jandarma. Biraz ötede babası. Başı önünde, dalgın. Jandarmanın uzattığı tutanağı okuyorum. ‘’Fiili livata’’. Amcasının işi. Tutanak ayrı bir felaket. İfadesini alırken içini dışına çıkarmışlar sanki. Tuhaf sorular, gereksiz ayrıntılar. Sormuş ve seyre durmuşlar.
Hiç, birileriyle aynı dünyada yaşamaktan utanç duyduğunuz anlar oldu mu? Öyle bir olay işte.’’
‘’Babamı kendi hastanemde kaybettim’’ sözleri bana Reign Over Me filmini hatırlattı. Bu filmde iki arkadaşın sinemaya giderek tüm gün komedi filmi izledikleri bir sahne vardır. Nerede oldukları bilinmediği ve telefonları da kapalı olduğu için kimse onlara ulaşamamıştır. Sinemadan çıktıklarında birinin telefonlarında onlarca cevapsız çağrı vardır ve evi aradığında babasının öldüğünü öğrenir. O sinemada kahkahalarla gülerken babası ölmüştür. Ben de babam hasta olduktan sonra ne zaman bir film izlemeye başlasam ölüm haberi alırım korkusuyla yaşadım bir süre ve babam ben sinemadayken değil de yanımdayken öldü.
‘’Babam parkinsonun son evresinde ve artık yatağa bağımlıydı. Annem, babamın yanında namazını kılarken bir ara babamın sesinin çıkmadığını fark eder. ‘’Selam verdim… Mevlüt, Mevlüt dedim. Cevap vermedi. Yanına vardım. Ellerini tuttum, soğuktu. Olsun dedim, her zaman soğuk olur zaten… Ama ağzını yummuş. Nefes de yok. O zaman anladım. Sonra senin mantı yediğin aklıma geldi. Bakıcı kızı çağırdım kapıdan. Abine haber verme dedim. Mantısını yesin, sonra söylersiniz. O baba delisidir, koşar gelir, yemeği yarım kalır.’’
Anadolu kadını tam da böyledir. Soğukkanlıdır, bu dünyanın gelip geçiciliğini bilir. Bir Karadeniz türküsünde olduğu gibi: ‘’Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı’’ der. Oysa kendine ve ölüme yabancılaşarak, varoluşunu tüketime dayandırmış kitleler ortalığı ayağa kaldırıyorlar her ölümde, sanki kendilerine ölmeyecekleri söylenmiş gibi. Bu dünyanın her zevkini tatmak istiyorlar ve bunun için varolduklarına inanıyorlar. Samimiyetsiz ilişkiler, plastik suratlar, cerrah eliyle düzenlenmiş vücutlar, özgürlük adı altında cinsellik… Roma soylularının ziyafet verdikleri mekânlarda kusma odaları bulunduğu söylenir. Karnını tıka basa dolduran ancak daha fazla ve farklı lezzetlerden tatmak isteyenler buraya giderek, yediklerini kusar ve boşalmış mideleriyle yeniden o sofraya dönerlermiş. Hayat artık böyle yaşanıyor ve böyle yaşanması teşvik ediliyor. Avrupa düşüncesi ‘’armut dibine düşer’’ ilkesinden hareketle ataları Romalılardan farklı bir yaşam biçimi geliştiremiyor.
Sümerlerde kralın ölümünden sonra saraydaki tüm hizmetçiler, ölümden sonraki hayatta krala hizmet etmesi gerektiği düşüncesiyle öldürülerek kralın mezarına konulurlardı. Din, saray kaynaklı olduğu ve ölünce cennete gitme sarayın tekelinde olduğu için saraya girebilmek ve kralın ardından ölüme gönderilmek fakir insanların tek kurtuluşu olabiliyordu. Bir Sümer kral mezarı açıldığında hizmetçi kızlardan birinin kurdelasının saçında değil de avcunda olduğu ve pozisyonunun diğerlerine göre biraz farklı olduğu görülür. Hizmetçi kızın törene geç kaldığı ve kurdelasını saçlarına bağlayacak vakit bulamadığı düşünülmektedir. Kurdelası avcunda kendi mezarına koşan bu hizmetçi kızı ne zaman düşünsem içim burkulur. Ve aklıma ölümün bu kadar basit olduğu, onursuz bir hayat sürmektense ölmenin yeğ olduğu düşüncesi gelir.
‘’Daha üçüncü gün ranzadaki yatağımda kıvrılmış elimdeki ipliği koklayarak gizlice ağlıyordum. Zavallı valizimin bir türlü kapanmayan fermuarını halı dokurken kullanılan kındapla bağlamıştı annem ve kındapın annem gibi koktuğunu keşfetmiştim. Sonraki geceler koynumda annemin kokusu, kındapla uyudum hep.’’
Ortaokul için evden ayrıldığımda anne-babamla vedalaşıp bindiğim arabanın her anında şimdi arabadan insem bir dakika sonra evimde, annemin, babamın, kardeşlerimin yanında olurum, şimdi insem beş dakika, şimdi insem yarım saat, şimdi bir saat derken saatlerce gidip dönmenin olanaksız olduğu yere ulaştım. Kahvaltıya oturduk. Abla diye seslendiğim bir komşumuzun ‘’Sizinkiler de şimdi kahvaltı yapıyorlardır’’ demesiyle hıçkırıklara boğularak ağladığımı hatırladım. Sonra bavuluma bakıp evime, aileme özgü ne varsa, bir yaprak, bir çamur parçası, ekmek kırıntısı veya oradayken de giydiğim bir kıyafete bakıp bakıp ağladığımı unutamam.
‘’Sağlık ocağındaki beş ya da altıncı ayınızı bitirdiğiniz günün sabahı ‘’ölü defin raporu’’ yazmanız için cenaze sahibi bir adam gelir. İnanılmaz bir yoksulluğun ortasında, sessizce bekleşen insanların arasından, bir odanın köşesindeki sedirde yatan ölü çocuğun yanına varırsınız. Çocuğun yüzü size çok tanıdık gelir. Bir ara gözünüz sedirin yanındaki komodinin üzerinde duran şişeye ve altındaki reçeteye takılır. Kendi yazınızı tanırsınız hemen. Reçetenin üzerinde yarısı içilmiş öksürük şurubu. Tamam. Bu geçen hafta muayene ettiğiniz zatürreeli çocuk. Epeyce bir antibiyotik yazmıştınız ama onlar nerede? Antibiyotikler işe yaramadı mı acaba? Babaya yavaşça sorarsınız.
‘’İlaçların hepsini kullanmıştınız değil mi?’’
Biraz duralar baba, sonra özür diler gibi konuşur:
‘’Bu günlerde durumumuz yoktu doktor bey. Öksürük şurubunu alalım da iğneleri sonra yaptırırız dedik…’’
İşte o günden sonra yazdığınız her reçete elinize yapışır. Çocuk hastaların reçeteleri hele. Geceleri sıkıntıyla uyanır, gündüz yazdığınız reçeteleri bir kez daha geçirirsiniz zihninizden. Yazdığınız ilaçları alıp alamayacağını, nasıl alacağını sormadan gönderemezsiniz artık hastayı.’’
Öyle bir yere dönüştürdük ki dünyayı herkesi sıradanlaştırmanın, özgünlükleri, insani değerleri yok etmenin, zulme boyun eğmenin daha iyi yaşamak için tek geçerli yol olduğunu kabullenir olduk ve insana yabancılaştıkça başkalarının ölümlerini daha az önemsemeye, kendimizi dünyanın merkezine koymaya başladık. Bu gidişata dur diyebilen cesur insanlardan Ercan Kesal kitabıyla ve anlattıklarıyla yüreklerimizdeki pası bir nebze olsun siliyor.
‘’Mardinli yetmiş sekiz yaşındaki bir ihtiyar İbrahim Aslan ‘’dualarım kabul oldu’’ diye sevinçten ağlıyordu. Oğlu Emin’in kemikleri on sekiz yıl sonra bir kuyunun dibinde bulunmuş da ona seviniyormuş. Şimdi arkanıza yaslanın ve bir an düşünün. Bir baba, on sekiz yıl önce öldürülen ve kaybedilen oğlunun, kafatası ve kemikleri, yanmış bir halde bir kuyunun dibinde bulundu diye sevinç gözyaşları döküyor! Bundan sonraki tüm sevinçlerim bu ülkeye haram olsun.’’
Ercan Kesal, Peri Gazozu
İletişim Yayınevi
1. Basım, 2024, İst.
180 s.
Salim Olcay
salimolcay@hotmail.com.tr
Yazarın diğer yazılarını okumak için yazar sayfasına bakınız.
Hangi Mavi Beyazdır?
Beyaz, uçsuz bucaksız beyaz; alabildiğince sonsuz ve kırılgan; gözlerinizi yorar beyazın temizliği, insanın ruhuyla ters düşen bir yönü vardır. Ruhlarımız her şeye açık; oysa beyaz leke kaldırmaz. Anadolu’nun dört bir tarafında aynı iklimin yetiştirdiği, aynı kaderi paylaşacağı düşünülen, kendi halinde; onca yoksunluğa karşın içten içe köpüren ama sessiz… Ağır kış şartlarından sonra bir sabah yaşam, yağmurun gözyaşlarıyla uyanır. Baharla birlikte uyanış; uzun kıştan saklanan duygular bir bir gün yüzüne çıkar. Toprak o bozkırların sessizliğine can suyu olur. Doğa kendini yeniler, insanlar koşuşturmaca içindedir. Yüreklerde törpülenen hayaller için kapılar aralanır. Bozkırdaki ağaç herhangi bir ağaç değildir; hele şehirlerde özene bezene dikilen işlevinin süs olmaktan öteye gidemediği bir ağaç hiç değildir! Tazedir, doğal olandır, kendini gösterir, yorucu bir mevsimden dimdik çıkmıştır. Yakından bakıldığında Anadolu’nun kaderini görürsünüz, insanları gibi dimdik, dirençli… Samimidir selamlar, alıp veremedikleri ortada, niyetleri hemen belli olur, çoğu zaman da merhabaya ve yüze bakarlar, sözledir alışverişler.
Çoğu zaman gerçek dostluğun temelleri oralarda atılır, dışarıdan o şehre, köye, her ne amaçla gitmişsen önce bir tedirginlik yaşarsın; içinde acabalarla ürkersin. Yaşayacağım ya da iş hayatını devam ettireceğim yer burası mı dersin? Şaşırırsın sessizliğe. Geldiğin yerin izleri silinmemiştir. Etrafında tutunacak bir dal ararsın… Sonra bakarsın bozkıra; tek tük etrafta bulunan, rahatı kaçan ağaçlarla kendini özdeşleştirirsin. Zaman uzun değildir oralarda ya da her şeyi zamana bırakmana da gerek yoktur. Gülen, yüreği gülen insanlar sarar etrafını, bir umutla dolar sohbetlerin, anlattıkça anlatasın gelir, kendini bulursun, adam yerine konmanın ne demek olduğunu anlarsın, yol üstünde eve giderken karşılaşıp da “hele bir yol otur da bir çay içelim!” diyen Ali Dayı’nın anlattıklarının tadını hiçbir yer de bulamazsın. Dostluklar çabuk büyür Anadolu’da, paylaşılanlar günbegün içine oturur, katmerleşir, kendini oraya aitmiş gibi hissedersin, çareler ararsın seninle ilgisi olmayan dertlere, koşarsın sağa sola, içinde bir işe yaramanın saadeti, dönersin akşam evine… Ertesi güne yapılan hazırlıklar, dostlarınla sıcak muhabbetler kıştan kalma planlar bir bir harekete geçirilir, soğuk çeşmelerden içilen suların, serin çayların akışı bir başkadır. Su yataklarının kenarında, tek tük rastladığın nazenin söğüt ağaçlarının altında söylenen yanık Anadolu ezgileri benliğimizi sarar ve tek gerçeğin orası olduğu hissini verir.
Dağlar bir acayiptir, baharla birlikte uyanır, tanıyamazsın, kıştan kalan beyazlık gitmiş, toprak uyanmış; hele ot bile bitmez dediğin o kıraç topraklar nasıl da kendini bulur. Uzun yağmurlarla ilk güneş can olur doğaya, birkaç dostla beraber dağlara yapılan günübirlik gezilerde yükseltiler ve soğuk yaylalar alıverir seni; unutamazsın yediğin ekmeğin, içtiğin suyun tadını; ciğerlerinde ayrı bir hayat bulursun… Dağ başında rastladığın çobanların ayrı bir hüznü vardır, yüzlerinde doğallığı görürsün, sakallar uzamış, elleri kaba, kalem tutmaz ama onlardan sorulur oraların destanı… İyi tanırlar gelip geçenleri, ekmeğini de paylaşıverirler seninle; tüm servetleri o olsa da…
Sonra en sevdiğim yönü; içinde bir kapı açmanın bilinci, bütün zorluklara ve imkânsızlıklara haklı bir es geçme güdüsü daima mutlu eder onları. Başı diktir, kutsal bir görev olduğunun bilincindedir. “Okutmak, bize ait güzel bir kavramdır”, eğitim ve öğretimin en genel ifadesidir. Bilinçli aileler bu işin bu topraklarda vazgeçilmez bir olgu olduğunu iyi bilirler. Faklı bir coğrafyada olsa pek umurlarında da olmayabilir. Çocukların gözlerinde o ışığı görmek mümkün, bakışları esmerdir, yanık tenlidir, nedenleri ve soruları iyi bilirler, bilirler ki kurtuluş yolları okuldur… Yer yer Tanrının bile unuttuğunu doğrulatabilecek birçok imkânsızlıkların olduğu, kendilerini ifade edebilmenin, düşlerinde büyüttükleri kimliğe kavuşmanın, iyi bir iş ve meslek sahibi olmanın, umut bağlamış, kendini okutanın emeğini gerçeğe dönüştürmenin yolu, hep okullardan geçer. Dedim ya bu gözler, bu düşler insana güç aşılar, eğer sensen umutları, çare biraz da sendeyse; öğretmenindeyse… deme keyfine; cevher hazır, işle işleyebildiğin kadar, kazanılan bir okulda senin de payın varsa, daha ne istersin o topraklardan; bir ışık seninle beraber soracak güzel günlerin gecikmişliğini. Çoğalacağız atılan her bir tohumla, damla damla umut olacağız, Anadolu’nun sesiz çığlığını duyuracağız; kocaman kulaklı ama işitmeyen dev kılıklı başkalaşmışlara…
Derken yol bitmez; ama yol başka bir iklimde başka yüzlerle kesişmek için zamandan izin alır, Gün gelir vedalaşırsın o topraklarla. Ürettiklerin ve tükettiklerin hep aklında; muhasebesini iyi yapmışsındır her şeyin. Büyüttüğün ve şöyle böyle yaparım dediğin ve kafanda planlarını kurduğun bir gelecekle yeniden başlamak istersin. Ayrılık zordur, yapamayacağım dediğin coğrafya anan olmuştur, ana gibi ak, saf kanına işlemiştir ruhu. Hüzünler kaplar, geceden sabaha uyku tutmaz, son bir gece dersin ve alınanlar alınır; verilenler verilir. Ama bilirsin ki ta en içlerde, yüreğinin en derinlerinde; kimsenin işgal edemeyeceği sağlam kalelerinde yıllarca sürüp kuşaklarına aktaracağın anılar üretmişsindir Anadolu’ya dair. Senindir o izler ve herkesindir…
Giderken yol türküleri aralıksız çalar; yollar eğimli, kıvrıla kıvrıla su akar yatağını bulur misali; bildiğini sandığın bilinmezine doğru yol alırsın. Ezgiler sana ait değildir, onlarındır, onların içinden gelmişsen senindir de. Bir tepeden görünür Akdeniz, neler söylenmemiştir, bu coğrafya dair, ne şarkılara konu olmuştur, hüzünlere, yaşanmışlıklara, aşklara, söylenmemiş söz var mıdır acaba bu iklime ait? Akdeniz akşamları bir başka mı oluyor? Görünenlerin ardında kocaman bir görünmeyen var mıdır? Deniz tepeden masmavi çığlığını gözlerine haykırır insanın, ürperirsin, hayran hayran bakarsın maviye, kıvrılan tepeden uçuverip konmak istersin, tüm yorgunluğunun özgürce dağılması için. Kurgularsın kafanda bir sahil kasabası ya da kentinde yapacaklarını. Medeniyetin beşiğinde olduğunu düşünürsün, aklında yaşadığın soğuk iklimin sıcak insanları… Şaşırırsın önce, bakıp sahile o güneşin denizle bütünleşmesine. Öylece kalırsın bir an kumsalda… Sıcak, daha sıcak… Her şeyin sımsıcak olması bir umut verir sana. Sonra bir bir dökülür her şey; mavinin, düşlediğin mavi olmadığını anlarsın. Deniz mahzun ve durgun dalgalarını vururken sahile, arınmak için çırpındığını da hissedersin. Anlamlandıramazsın ilk önce doğanın bu kadar saflığının ve cömertliğinin boşa gidişini. İlişkilerdeki ürkeklik nedendir dersin. Selam verdiğin, yürekten bir merhabanın anlamsız bakışlarla geri çarpmasını sorgularsın. Acaba dersin, birden dostların gelir aklına, o beklentisiz, sırf gülümsediğin için yüzünde güller açan insanları. Sonra yine anlamaya çalışırsın değer yargılarını, turizmin beşiği dersin, denizi ve ticari kaygıları düşünür ve hak verirsin bir noktaya kadar… Zaman en güzel analizi yapmak için fırsat verir sana. Zıtlıkların çok fazla olduğunu görmen üzer seni…
Düşününki bütün dünyanın çeşitli halklarından, farklı kültüre sahip binlerce insanın buraları görmek için koştuğu; etkileşimin, doğanın ve denizin kendini gösterdiği bir sahil kasabasındasınız… Beklentileriniz üst seviyede olur, ilişkilerin daha olumlayıcı, insan tanımanın verdiği hazla daha sevecen olmasını beklersiniz. İlk aklıma gelen Makyavelli’nin “Amaçlara giden yolda her şey araçtır ve ahlakidir.” yaklaşımının ne kadar da su götürmez bir gerçek olduğudur. Anlıyorsun tek gerçeğin kar etme güdüsü olduğunu, selamlardan ve bakışlardan para kokusu çıkmıyorsa, değerler sıfırlanmış demektir. Her şey duygudan arındırılmalı ve ticari bir nesneye dönüştürülmeli. Karma bir yapı çıkar karşına ülkenin farklı yörelerinden, farklı kimlikler aynı amaç doğrultusunda oradadırlar, kimi düşlerini burada büyütür, kimi ekmeğinin ve geçiminin derdindedir, gelenlerin sınıf farkı göze hemen çarpar. Hizmet edenler ve hizmet edilenler, bu da doğal olan mıdır, yaşamak için birileri bir şeyleri yerine getirmeli midir? Elbette öyle ama önemli olan kimin, neyi, nasıl ve hangi değerler ölçüsünde yerine getirdiğidir.
Akdeniz, ismi ne güzel ama neden kim koymuştur bu ismi? Suları gibi berrak ve mavi bir yaşam çok yakışır bu coğrafyaya, al getir Anadolu’nun samimiyetini deniz de gülsün… Gün gelir haliyle gelenler bir bir çekilir giderler, denizden ve kumsaldan paylarına düşenleri almışlardır; kimi ürkmüştür, kimi mutlu, kimi de ortada şaşkınlıklarıyla bir daha diyerek yolunu tutarlar kendi gerçeklerinin ve deniz kendi türküsüyle baş başa kalır, kocaman bir yazın yorgunluğunu ağır ağır salınarak atmaya çalışır, herkes getirip mavinin üzerine çalmıştır nesi varsa ve bırakıp gitmişlerdir öylece; kolay mı kaldırmak bunca kirlenmişliği…
İnsanlar yeni bir hayata merhaba derler. Öğrenciler okulların yolunu tutar, sonbahar okul mevsimi, eğitim öğretim düşleriyle başlayacaksın. Sen de oradasın, yeni yılın bir parçasısın, vereceğin çok şey var aklında… Yaşanmışlıklarının artıları, hele de hep o geldiğin iklimin insanları… İlk fark ettiğin şey öğrencilerin gözleri, donuk gözleri olacaktır. Şaşıracaksın, inanamayacaksın; çünkü denizin mavisini beklerken, kör edilmiş ruhlarla karşılaşacaksın. Aklıma Alman şair Friedrich Hölderlin’in “Tıpkı bir despot gibi doğu; orada çocuklar yürümeyi öğrenmeden diz çökmeyi; konuşmayı öğrenmeden dua etmeyi öğrenirler.” sözü geliverdi. Anlattığın kişiler aklına gelen bu sözün abartı olduğunu düşünür. Haklı olarak bu yazıyı okuyan sizler de öyle düşünebilirsiniz. Ama gerçek acıdır, içinizi yakar, bir çocuğun ya da öğrencinin normal şartlarda rahat edebileceği en güzel yer anne babasının, yani ailesinin yanı değil midir? Evet öyledir. Bazı gruplar, dini değerlerimizin ve inanç sistemimizin tek sahibi kendileriymiş yanılsamasından hareket ederek duyguları ve aileleri sömürme düzenini iyi kurmuşlar. Konuştuğun aileler evi ve işi olmasına rağmen çocuklarını o yurt adı verilen ve “hoca” olarak yetiştirildiği düşünülen mekânlara seve seve teslim etmektedir. Karşılığında dini bütün inançlı insanlar yetişecekmiş. Kim hangi yasal dayanağa göre bu öğretileri üstlenmekte, bu misyonu yüklenenlerin eğitim seviyeleri nedir? Kaçı gerçek din bilgisine sahip? Olaylara ve durumlar karşısında objektif midirler? Bu soruları uzattıkça uzatabilirsiniz… Sorular karşısında aradığınız yanıtlar yine öğrencilerde gizlidir, yapacağınız ufak bir gözlem size her şeyi açıklayıverir. Okullarda ilköğretimden itibaren kız çocuklarını pek göremezsiniz. Kim demiş doğuda kız çocukları okutul muyor diye? Gel hele kardeşim, bir geliver de gör tatil için geldiğin Akdeniz kasabalarına; birini değil, bir kaçını geziver şöyle. Suratına çarpsın o küçük beldelerdeki aymazlık, ortaçağ zihniyetinin yansımaları. Mekanizma sağlam kurulmuş, kız çocukları okutulur mu? Okuyup da üstünü başını mı açsın? Sonra sokaklarda gezmeye başladığı zaman ne yapacaksın? Önünü hiç alamazsın valla… Sen bizim yurtlara ver, dinini bir güzel öğretelim ve hoca yapalım onları. Sahile mahile inip de cıbıldak karıları da görmezler. Sonra bir açıköğretim sınavında görürsün hepsini, dışarıdan diploma almaları için özel olarak yetiştirilmişler. Devlet okullarında kılık kıyafet yönetmeliği var ya… Kadının yeri kocasının yanıdır, döver de sever de, günü gelince bulunur hayırlısıyla bir koca. Oturup evine baksın, yemeğini yapsın. Erkek adam eve ekmek getirir. Belli bir iş potansiyeli olması nedeniyle başka illerden gelen ailelerin kız çocuklarına rastlarsın sınıflarda. Birkaç kişidirler. Onlar da tek başlarına sabahları okula nasıl gelebiliyor, evden yalnız nasıl çıkarlar; diye komşuları tarafından hayretle karşılanırlar ve dışlanırlar; iyi gözle bakılmaz, bizzat konuştuğunda okullu olmaktan ezildiklerini belirtirler. Ya o zihniyetin temsilcileri konumundaki erkekler eve nasıl ekmek getirirler?
Sorgulayalım: Birçoğunun umudu turizm ya da tarıma dayalıdır. Sezona göre kazançları iyidir, Bakarsın, eğitim seviyesi düşük kadınların evden çıkması hatta perdeyi açması gözünün morarma nedenidir, sağlam güzel bir ahlakçı anlayış (!) İlginçtir çoğu erkek iki evlidir, eğer tek eşliysen oranın yerlileri tarafından abes karşılanır. Erkek adamın bir karısı olur mu? Ya da kazançlar günü birlik geç saatlere kadar devam ettirilecek; turizme dayalı eğlenceler de harcanacaktır Ailelerinin denize girmesine yasak koyarlar (oysa elin gâvuru sahilde oturur, kitabını okur, bir yıl hayalini kurduğu denizin doya doya tadını çıkarır; çalışmıştır, eğlenmek ve dinlenmek hakkıdır, doğal olan da budur zaten.). Ertesi gün yine eli boş dönecektir. Lise seviyesindeki bir gencin bazen kimlik bilgilerine ulaşmakta güçlük çekersiniz, babası kaydettirmeye bile gerek görmemiş, şaşırırsın!
Sosyal hayatın (bir olgudan [din] yola çıkılarak yerli ve kırsal kesim insanlarını kastediyorum) tamamı bir şekilde yönlendirilmiş; alış-verişler dahi belirlenen marketlerden yapılı; falanca marka yağı kullanacaksın, şu marka bisküvi, şeker, deterjan al, vs. öğütleri uzar gider; telkinlerle insanlar yönlendirilmiştir. Seçim zamanı oylar gelen telefonla belirlenir, kime oy vereceksin senin değil, onların kararıyla olur. Kasabaların en hâkim tepe noktasına kurulmuş olan mekânlar, ruhani öğretinin simgesidir; şatafatlı yükselir oralardan. Denize karşı, herkesin görebileceği bir noktadan hâkim bakar. Neler düşlenmiştir o mekânların içinde, kimler nasıl, ne eğitimi görürler? Her şey programlanmıştır. Kırk elli kişilik koğuşlarda, belli zamanlarda belli uygulamalarla, herkesin aynı telden çalması istenir, bir sürünün parçasıdır herkes. Oysa birey olabilmek farklıdır, her birinin ayrı istekleri vardır, gazete okumalı, film izlemeli, denize girmeli, gülmeli, eğlenmeli, sevdiği şarkıları dinleyip kendini bulmalı değil mi? Bir çocuğun konuşmasından daha güzel ne vardır, soru sorarak nedenlerini bulmalı her şeyin, cevaplar, cevaplar aramalı; aramalı ki daha güzel bir dünya düşlemeli. Gerektiğinde adımlarını atabilmeli…
Öylece bakarlar gözlerine, sevimlidirler, cana yakın ama eksik bir şey var, ruh göremezsin, uykuludur gözler, konuşamazlar, ağızlarından çıksa çıksa birkaç kelime… O da güvensiz, umutsuz, çok çabalarsan açılıverirler, ama akıllarında hâkim tepenin dev binaları (!) eksik değildir, ona göre konuşurlar. Aileleri teslim etmiştir oraya, eti senin kemiği benim misali… Bir mengenenin içinde, genç beyinler aynı tornadan çıkıyorlar, yarın hepsi bugün olduğu gibi aynı şarkıyı söyleyecekler, nerde özgür düşünen beyinler? On sekiz yaşına gelmiş bir genç neler düşlemez, dünyanın kendi etrafında döndüğü gerçeği kanının daha da hızlı akmasını sağlar. Son sınıf, on yedi, on sekiz yaş, en büyük zevkleri okul bahçesinde top oynayarak kendilerini ispat etmektir, hepsi bu… Ellerine verilen estetikten yoksun birkaç kitap, sanattan uzak, ideolojilerinde boğulan fikirler bu gençlerin dünyası olmuş, ağır ağır yol alınmakta, kurgulanan güzel gelecekleri için her şey hazır…
Kasabalar ikiye bölünmüş, hatta üç bölüm düşünün. En uzak köyler yirmi beş kilometre deyin, sahil şeridi ne kadar medeni olduğumuzun göstergesi: ağaçlar, ışıklandırmalar, kaldırımlar, deniz harika, insanlar şık giyimli, yol mükemmel, modern bir görüntü, yolun hemen kuzey kısmı değişiktir, kimliğini ele verir, aralarında iki yüz üç yüz metre ya vardır ya da yoktur, çöpler yerde, yollar bozuk, evler dökük, oysa hemen karşıda bir çöp bulamazsın; ya daha ileride düşünün, ömründe bir kez sahile inmemiş insanlar bulursun, inmişse de iki “cıbıldak karı” görelim diye gelmişler, hâlâ da şaşırırlar bunca insan niye gelir buralara diye… Zihniyet, gelen milyonlarca insandan nasıl olur da hiç etkilenmez!
Uzak iklimlerden, bozkırdan serin bir esinti gelir, gelir de ta yüreğinin ortasına oturuverir… Her şeyiyle sade, olduğu gibi, çıplak, içi dışı bir, ne söylenecek yalanları, ne gizlenecek yaşamları vardır. Beyaz ve mavi farklı mıdır her zaman? Renkleri kimler boyuyor, ne için? Bir tarafta Anadolu’nun kardelenleri, imkânsızlıkları yol bilip çırpınan insanları, bir tarafta açmadan soldurulan gülleri… Yine soruyorum: Akdeniz ak mıdır? Mavi beyaz mıdır?
Yazan: Zebercet