Popüler Kültürün Pedofilik İmgeleri
Kapitalizm, çocuk seviciliği ticaretini son derece şirin ve sevimli maskelerle icra ediyor. Cindy ve Barbie bebekler, bir imge olarak çocuk(su) kadın/kadın(sı) çocuk imgeleridir, ama çocuk imgesi değildirler.
Sinema ve müzik alanında yaratılan pedofilik imgeler, dişi olmanın çocuk-kadın olmakla özdeş olduğu anlamını zihinlere yerleştiriyor. 90′lardan itibaren Hollywood’un çıkardığı boya sarışını oyuncular birer şirinella imajıyla hâlâ tedavüldeler.
Müzik sektöründe lolita imajına sahip Kylie Minogue, Britney Spears benzeri şarkıcılar, çocuk seviciliğinin değerli sanatsal objeleridir. Bizde de Nil Karaibrahimgil, lolita imgesinin tipik bir yansıtıcısı olup sesini oyuncaksı kullanışı, şarkı sözleri, mimikleri ve jestleriyle, imaj yaratıcıları için eşi zor bulunur bir üründür. Onun albümlerini dinleyenler, konserlerine gidenler, nasıl bir müzik zevki için, kayda değer hangi sözler için, yoksa kulak vermeye değer nadide bir sesi olduğu için mi bu şarkıcıyı beğenirler?
Hollywood’da bu konunun geçmişine baktığımızda, Marilyn Monroe’yu ilk pedofilik imge sayabiliriz. Sinemanın en önemli seks imgelerinden birisinin çocuksu kadın formatında tasarlanması fazlasıyla dikkat çekici bir durumdur bana göre. Avrupa sinemasında ise neden benzeri imgeleri görememekteyiz? Gerçek sarışın Catherine Deneuve bile böyle bir imaja sahip kılınmamıştı. Bugün Cameron Diaz gibi oyuncudan başka her şeye benzeyenler, kimi sinema yazarlarımız tarafından sanat dergilerinde “çapkın melek” olarak taltif ediliyorlar, ne demekse?
Günümüzde “seksapel” sahibi olmak, dişi olmak, çocuksu kadın olma anlamına indirildi. Radyo ve TV’lerin program sunucuları 8 yaşındaki bir kız çocuğunun vurgu ve tonlamalarıyla konuşuyorlar.
Henüz bulûğ çağındaki kızlar için güzellik yarışmaları düzenlenmesi ve seçilenlerin manken, fotomodel yapılması, kimlerin arzusuna hizmet ediyor? Moda ve kozmetik dünyasının yeni dekolte çizgileri, olgun kadına göre değil de, yeni yetmelere göre dizayn ediliyor ve yetişkin kadınlar da ergenlik dönemi kızları gibi bu modaya uymakta beis görmüyorlar. Yetişkin bir kadının göbeğini açmasının manası “ben de lolitayım” demek olmuyor mu? Oysa pedofilik arzuları bu denli tetikleyen zengin uyarıcılar ortamında, çocuksu kadına zaafı olan nohut beyinli adamlar yetişkinlere mi yöneliyor, yoksa 15 yaşındaki kızlara mı? Çocuğuyla aynı kıyafeti kendine yakıştıran bir kadın, hangi akla hizmet ediyor, ne yaptığının farkında mı?
Dolayısıyla, yetişkinlerin tutumları pedofili eylemine hizmet etmekte hızla artış gösteriyor. Reklam sektörü, çocukları istismar edenlerin başında geliyor ve hiçbir etik ilke tanımıyorlar. Çocukların reklamda oynamasının bir malın tüketimini neden artırdığı ise ayrı bir araştırma konusu.
Elitlerin elit zevkleri
“Tatmadığım zevk kalmadı dünyada” diyen dünya jet sosyetesinin hedonizmine hizmette kusur etmemek için seferber edilen kurbanların/malzemenin/arzu nesnelerinin başında çocuklar geliyor. 1892′de İngiltere’de kurulan ‘Rene Guyon Society’ üyeleri, liberal seksin savunucularıydı. Bu lordlar, 1972′den beri pedofilinin meşrulaştırılmasını savunuyorlar ve aralarında çocuk hekimleri, sosyal çalışmacılar, psikiyatristler, anne babalar da var, insanın 8 yaşından sonra cinsellikle tanışması çok geç oluyormuş efendim. “Her şey satılık” liberalizminin geleceği duraklardan birisi elbet burası olacaktı, niçin şaşırıyoruz?
Diğer yandan, bir grup psikolog, kriminolog ve hukukçu, kurdukları PAN (Pedofilia Alert Network) adlı bir ağla toplumu uyarmaya, bilgilendirmeye ve pedofiliyle mücadele etmeye çalışıyor. Dünyanın her yerinde pedofiliyle mücadele dernekleri kursak da, büyük sermaye sınıfının gücü karşısında naçar kalırız sanırım.
Bugün Batı’da çocuklara dokunmanın bile bir tabu haline gelmesi, herkesin çocuk sevici olabileceği kuşkusundan kaynaklanıyor. Bir çocuğa “My baby” diye hitap edilmesi bile yadırganır bir durumdur. Bizde ise, yetişkinler birbirine ‘bebeğim’ demekte bir sakınca görmüyor. Yetişkinler çocuklaşırken, çocuklar yetişkinler dünyasının sırlarına sahip kılınıyor, böylece çocuklar, yetişkinler dünyasının fantezilerine malzeme olmaktan kaçınamıyorlar. Büyükler, yetişkin-çocukturlar, fakat çocuklar da küçük yetişkinlerdir, çocuklar ve büyükler arasında doğabilecek olası cinsel eylem, TV, reklâm, moda, kozmetik, sinema ve müzik piyasası tarafından masum ve meşru gösteriliyor. Kapitalizm, yetişkinlerin bedenine ve duygularına fazlasıyla doyduğu ve bayatlamasına sebep olduğu için, her daim taze ve körpe kalan ürün, çocukların beden ve duygu dünyasıdır.
Çocuk düşmanlığının kaynakları
Çocuklara karşı yürütülen bu düşmanlığın sebepleri nelerdir? Çocuğun değerinin zengin Kuzey ülkelerindeki aileler tarafından, Güney ülkelerindeki ailelere oranla daha yüksek algılandığı biliniyor, ancak o değerli çocuklarını suçtan, cinsel istismardan, sömürü ve ihmalden koruyamıyorlar. Bu tezat görünen durumun, çocuğun özel mülkiyete ait bir nesne olarak algılanmasıyla ilgili olabileceğini düşünüyorum. Çünkü yoksullar ve mülksüzler için herhangi bir malın değerinin algılanışı, varsıllarla aynı düzeyde olamıyor. Onların çocuklarını koruyacak güce sahip olmadıklarını anlıyoruz, peki güçlü sınıfın çocuklarını bizzat suistimal etmesi veya edilmesine engel olacak moral değerlere sahip olamayışları, çocuğun da özel mülkiyet olarak algılanışıyla ilgili olamaz mı?
ABD’li yazar Neil Postman’a göre, Amerikan kültürü çocukluğun düşmanıdır, ancak açık bir düşmanı değildir.
Sömürülen ve istismar edilen, her konuda olduğu gibi değer veriliyor görünen çocuk konusunda da, burjuva sınıfını çocuk sömürüsünün çağımızdaki baş sorumlusu olarak görüyorum. Ekonomik, fiziksel ve duygusal istismarın ortamını hazırlayan bu kültür ve koşulları yaratanlar, çocuk cinsel sömürüsünün de sorumlularıdır.
Hüseyin Kaplan
hkaplan35@gmail.com
Nabokov’un Lolitası ve Medyanın Küçük Starları
Nabokov
O bir büyücü. Yazı demek her şeyden önce gözbağı demek onun için. Toplumun tüm kurallarını alt edip yerleşik kavramları alt üst etmek; ama bunun yanında sempatikliğini kaybetmeden şiirsel bir dille yazıda var oldu hep. Her ne kadar en ünlü eseri Lolita olsa da kendi çağındaki bilinirliliği ünlü yazarlara getirdiği “belaltı” sayılabilecek ağır eleştirilere dayanırdı.
Rusya’da doğdu, Avrupa’yı gezdi ve Amerikalı olarak öldü. Dostoyevski’nin tanımladığı tembel ama gururlu, aristokrat işçi Rus karakterini hiç kaybetmedi; ancak Amerika’nın sağladığı tüm olanakları kullanmaktan da çekinmedi. Bir İngilizden daha iyi bir biçimde İngilizceyi kavradı ve şaheser denilebilecek eserler bıraktı (1). Rus edebiyatı profesörü olsa da asıl mesleği her daim “muhalif” olmaktı. Günübirlik ezberleri bozup içselleşmiş kavramları parçalayarak yaptı belki ama esas amacı hiçbir zaman “devrim” yapıp geleneği bozmak değil, geleneğin yeni dünya koşullarında işe yaramadığını göstermekti.
Nabokov’un eserlerini düzyazı olarak görmek hakaret olur kanaatimce. O şiirle bezeli sayfalar dolusu epikler bıraktı. Yaşayıp vakti gelince de göçüp gitmek yerine, sorularıyla dünyayı dönüştürmeye çalıştı ve Yunanlıların deyimiyle –muhaliflik bakımndan elbet- geçmiş için yeniyi sorgulayan bir kahraman olarak öldü.
Onun herhangi bir yapıtını, “acaba yazar burda ne demek istemiş?” sorusuyla ele almak haddim değil. Bu nedenle Lolita’nın değerlendirmesini, yazardan tamamen ayıran bir anlayışla yaptım. Kitabı yazardan gayrı tek başına bir varlık olarak düşünerek, yazarın değil kitabın neler anlattığına baktım. Ve sonucu böyle bir şey oldu…
Lolita
“Lolita! Hayatımın aşkı kasıklarımın ateşi!”
Bu cümleyle başlar Humber Humbert (adı çift yazmıyorum, karakterin tam ismi böyle) serüvenine ve bizi alacalı bulacalı dünyasına sokmayı başarır. Bir biçimde ondaki çocukseviciliğini (o supericiği aşkı diye tanımlar) kanıksamayacağımız yere dek götürür ve ardından bunun çok kötü bir şey olduğunun bilinciyle yapmacık özürler savurarak bizi kendimize getirir. Bir gel-git halinde okuruz tüm kitabı. Belki de bu nedenden olsa gerek özellikle kitabın ilk kısmında –kısmen de sonlarına doğru–, ondaki sübyancılığın sebebini bulup çıkartmaya ve bir şekilde yaptıklarını aklamaya çalışırız kafamızda. Aynı derde Humbert’in kendisi de düşmüştür. Aptalca bir kategorileşmeye düşülmemesi için uzun uzun anlatır çocukluğunun çok güzel geçmiş olduğunu. (böyle durumlarda hep kötü geçirilen çocukluk dönemine atıfta bulunur ya psikologlar.) Çok bahsetmese de annesini küçük yaşta kaybettiği bilgisini verir ve babasının yeterince sevgi göstermediğinden dem vurur. Ancak çevresi zaten halalarla çevrilidir ve güzel çocukluk anıları vardır. Burdan bir Freudyen tez çıkarmak mümkündür, ancak Humbert bundan kaçınarak küçükken aşık olduğu Annabel’in hikayesini anlatmaya koyulur. Ona aşıktır ve hiçbir zaman elde edemez. Bir gece plajda tam düşü yerine gelecekken, birkaç “ağzı sulanmış” adam tarafından basılırlar. Sevgilisi dört ay sonra tifüsten ölür. O gece sevgilisinin bu iki adam tarafından tecavüze uğrayıp uğramadığı bilgisini vermez. Tek bildiğimiz kötü bir deneyim yaşadıkları ve sevgilisinin dört ay sonra öldüğüdür. Bu travmanın kendisiyle de Humbert’in çocuk seviciliğini (Freudyen yaklaşımlarla da bezeyerek) açıklamaya girişmek mümkün. Bu iki sebebi kısa bir sürede beynimize işledikten sonra, Bay Humbert çocuk avcılığına başlar.
Ancak üçüncü bir yol daha vardır Humbert’i okumanın. “Her şeyin bir sebebi vardır” diye bilinen müthiş argümanı bir kenara bırakabilirsek, görürüz ki aslında Humbert doğuştan böyledir. Her bireyin kendine özgü bir arzulanma nesnesi (veya nesneler topluluğu) vardır aslında. Bu kendine özgülüğü çocukluğa bağlı travmalarda aramak, toplumun koyduğu kurallar dışında cinselliği yaşayanları “hasta” olarak görmemize sebebiyet verir. Uzun bir süre “gay olmak” başka bir cinsiyet olarak değil, bir hastalık olarak görüldü. Aynı şekilde lezbiyenlik, travestilik vs. Sadizm ve mazoşizmden zevk alanlar her daim çocukluklarına döndürüldüler, tedavi edilmeye çalışıldılar. Aslında çok daha basit bir açıklama mevzubahistir. Kimi vakalarda geçmiş yaşantının etkileri göz ardı edilmeden tabi, toplumun belirlediği cinsel yaşantı dışındaki cinselliklerin doğuştan olduğunu görmek veya kabullenmek. Fen Bilimlerinde aksi ispatlanmadıkça, en basit açıklamanın doğru açıklama olduğuna dair bir teori vardır. Tüm bu “cinsi sapıklıkların” doğuştan olmadığının ispatı yokken, bunları bir travmaya veya yanlış yetiştirilmeye bağlamanın bir manası yok. Özün sözü Humbert Humbert doğduğundan beri (nasıl ki kimimiz kadınları, kimimiz erkekleri, kimimiz gaylari, kimimiz olgunları vs..) supericiklerine karşı bir düşkünlük içerisindedir ve sonrasında yaşadığı tüm olaylar da bunun bir tezahürüdür. Babasından yeterince sevgi görememesini söylemesi (çünkü ona göre suprensinin seviliş tarzı öyle değildir), annesinden pek bahsetmemesi (annesi tapılacak bir kadın değildir, çünkü su periciği değildir), Annabel’e olan aşkı (Annabel tam bir su periciğidir), sevmediği bir kadın olmasına rağmen evlendiği karısı tarafından aldatıldığında öfkelenmesi (hiçbir su periciği ona bunu yap(a)mazdı) vs.
Bir hastalık olarak görmediğimizde, Humbert’i toplumun yetiştirdiği tipik bir insan olarak algılamamız daha kolay olacaktır. O da hepimiz gibi (topluma göre) neyin yanlış neyin doğru olduğunu biliyor, bir işe giriyor, aldatıldığında öfkeleniyor (öldürecek gibi oluyor), pornografiden nefret ediyor, (kendince) aşık oluyor, arzularının dindirebilmek uğruna kılıflar buluyor, tıraşlı geziyor, erkek-kadın görevlerini toplumsal bir bağlamda kabul ediyor vs.
Humbert’i toplumsal bir yaratık olduğunu görmemizin bir diğer yolu ise, ne zamanki cinsel bir ana denk gelse, birinci tekil şahsın dilinden anlatmayı bıraktığını ve üçüncü tekil şahsa geçtiğini fark etmemiz. Aslında romanın tümünde sadece cinsel sapkınlıkları zamanında değil, toplumsal olarak yanlış görülebilecek her anısını üçüncü tekil şahıstan anlatıp yapanı (Humbert’i) kendinden uzaklaştırıyor ve yapana yabancılaşıyor. Lolita’ya daha yakın olmak için Lolita’nın annesiyle evlendiğini anlatırken (2), Annabel ve Lolita’ya yanaştığı durumları anımsarken (3), adam öldürmeyi düşünürken (4) tüm bu yabancılaşmaların ve yapanı kendisinden uzaklaştırmaların şahidi oluyoruz.
Kimileri bunu bir aşk kitabı gibi görür. Deyim yerindeyse, onlara göre Humbert ne yaptıysa Lolita’ya olan aşkından yaptı. Öyle bir aşk hikayesi ki bu Romeo ve Juliet’i aratmaz, Leyla ile Mecnun’u hatırlatır, Kerem ile Aslı’yı gölgede bırakır. Humbert’in de düşünmemizi istediği şey budur zaten. Bu sayede huzurla ölebilecek, kendiyle barışabilecektir. Çünkü ona göre de yaptıkları affedilmezdir -elbette aşık olmasaydı affedilmez olacaktı.
Aşk nedir ki? Esasında yaptığımız tüm abuklukları açıklamak için tutunduğumuz daldan başka bir şey değil. Başkalarının aptalca bulduğu ve aslında arzularımızı tatmin etmeye çalışırken yaptığımız aptallıkları meşru bir zemine oturtma girişiminden başka ne olabilir ki? Eski aşkları bilmem, ama modern ve sonrası yozlaşmış geleneğin üzerine binen hegemonik kapitalist dünyada, arzuların tatmininde mutlak ve planlı (aslında yüzeysel ve aldatmaca, ama yine de mutlak) bir meşruluk aramanın ve kendini bu mutlaklıklarda var etmenin bir sonucu olarak, hegemonyanın dışında kalacak ve sadece bastırılmış güdülerin tatmini yolunda yapılacak her edim (zaten aptallıkla suçlanır) aşk, erdem, onur gibi sonsuz boşlukla dolu kavramlarla açıklanır ve birey kendiyle ve karşısındakilerle barışır. Ne de olsa arkasında milyonlarca sözlü ve yazılı anlatı vardır kendini ispatlayacak.
- “O aptalla mı yattın?” (anne veya arkadaş sorar)
- “Aşığım anne / arkadaş, o olunca hareketlerimi kontrol edemiyorum” (aslında kontrol edemediği hormonlarıdır)
Veya
- O şıllık yüzünden tüm ailene sırt çevirdin. Utanmıyor musun?
- Aşkım için dağları bile delerim.
Veya
Uzar gider bu…
Ne yaparsanız yapın ardına aşkı koyduğunuzda, tüm şehri yakışınız bile mazur görülebilir. Eminim ki şimdi bir tarihçi çıkıp Hitler’in bir kadına olan aşkı nedeniyle onca insanı öldürdüğünü söylese, hepimizin Hitler imajı birden değişir. Zaten kadını suçlamaya eğilimli yapımız “kadın denilen şeytana uyan erkek” modelini hemen kurgular.
İşte tüm kitap boyunca dinlediğimiz budur. Sapkınlık olarak nitelenen arzularını tatmin etme yolunda yaptığı edimleri kendine (Humbert’in toplumsal bir varlık olduğunu ve kendi yaptıklarının aslında -toplum kurallarına göre-, yanlış olduğunu bilmesini daha önce gözden geçirmiştik) haklı çıkarmak için yavaş yavaş bir “aşık” rolüne bürünür ve kafasında yarattığı bir supericiğine aşık olduğunu düşünür. Bu sayede hem kendi hem de Lolitası ile barışık bir biçimde ölür.
Kapitalizmin Küçük Starları
Humbert’in öyküsü, içi boşalmış kavramları nasıl kullandığımızı gösterirken, çocukları kullanmıştır. Çünkü bu vurucu ve aslında pek de ele alınmayan bir alandır. Tüm parti programları insan ve kadın hakları hatta hayvan barınakları ile ilgili sözler verirken, hemen hiçbirinde (son genel seçimlerde elime geçenleri inceledim) çocuk hakları ile ilgili bir şey bulamazsınız. Yetişkin bir bireyin hakları ile ilgili sayfalarca yasa varken, çocuğun ne hakları olduğunu bilemeyiz. Bilsek de uygulamayız. Sözde hepimiz çocuklarımızı severiz ve bu ülkedeki her çocuk bizim de çocuğumuzdur; ama sokak çoukları, tinerciler bundan gayrıdır.
Humbert gibi hepimiz çocukların saflıklarına ve el değmemişliklerine dem vururuz. Dünyanın kötüklerinden korunmalıdırlar. Ancak kapitalist dünya doğuştan (yani evrilmesinden beridir) para ve iktidar endekslidir. Bu endeks de potansiyellerin sömürülmesiyle gerçekleştirilir. Çocukların oy kullanamadığı, vergi veremediği ve belirli bir iş gücü sağlayamadıkları gerçeği, kapitalizmin doğuşunda var olan asıl güdünün yarattığı dünyayı çocukların yaşama haklarından yoksun kılar; çocuk esirgeme kurumlarıyla kapatılmaya çalışılan eksiklik yine çocuğun varlığıyla beliren gerçeklerden ötürü yetersiz kalır. Sokak çocukları gün geçtikçe artar; tinerciler korkulan, uzak durulması gerekilen canavarlara dönüştürülür ve çocuk işçiler ağır koşullar altında çalıştırılır. Bunların da ötesinde Humbert Humbert’in Lolita’nın çocuksuluğunda kendi arzularını tatmin edişi gibi, çocuklar sirkleri andıran yarışmalarda yarıştırılır, çalışma koşulları bir yetişkinin dahi kaldıramayacağı ağırlıkta olan dizilerde çalıştırılır ve onların potansiyelleri üzerinden para kazanılır. Çocuk sömürüsü lafını duyduklarında da çocuklara çok iyi eğitim verdiklerini söyler yapımcılar (gecenin birinde biten programda, sabah çocukcağız nasıl kalkıp okula gider bilmem), onların zor koşullardan geldiğini (yoksul ailelerden) ve program sayesinde refaha kavuştuklarını (Humbert de kendisi olmasa Lolita’nın sokağa düşeceğini söyler) bir bir anlatırlar.
Esas amacın eskimiş ve mübadele değeri bitmiş dinozorların (sunucu, yapımcı, orkestra şefi, çalgıcılar ve jüri üyeleri) tekrardan para kazanması olan ve bu uğurda çocukları yok pahasına ekranlarda pazarlayan bu insanların aslında Humbert Humbert’ten hiçbir farkları yoktur. Hepsi edimlerinin yanlışlığını bilir ve bunu meşrulaştırmak için değişik yollara girer, geçmişin nostaljisi ve popüler parçaların maskesinde çocukların potansiyellerini sömürür ve toplum tarafından da iyi karşılanırlar. Çocuk star yaratarak, bir zamanlar oldukları “yıldız” konumuna bir daha gelirler. Maalesef ki hemen hepsi Humbert Humbert’in samimiliğinden yoksunlar; ama yaptıkları sübyancılığı meşrulaştırma konusunda en az onun kadar becerikliler. Humbert Humbert kendi yaşantısını gerekçelendirebilmek uğruna gittikçe olmayan bir şeye aşkını körüklendirirken, televizyonlarda çocukları pazarlayanların durumları para hırslarının artmasından öteye geçmiyor.
Çocuk ise ne olduğundan bihaber, belki de istemeyeceği bir yaşam şekline takılıyor, ışıklar altında olmanın hazzıyla (herkes o sahnede alkışlanmaktan haz alır emin olun) kendilerinden geçiyorlar. Lolita’nın sonunda çocuk pornosu yönetmeni / yapımcısı Humbert’e dostum diyerek, aslında kendisinden hiçbir farkı bulunmadığını ve aynı kaynaklardan beşlendiklerini ima eder. Sonuçta o (yönetmen) Humbert gibileri tatmin etmek için çekiyordur bu filmleri. Humbert gibi, duyduklarında veya gördüklerinde bu durumu, ağız dolusu küfürler savuranlar -ve hatta söz konusu kendi kızı olunca yok etmeye kalkışanlar- bu gelecek karartabilecek durumu eleştirmiyor; izleyerek prim veriyor; devlet ise koyduğu “belirli bir yaşın altındakiler anne-baba izni olsa da çalıştırılamaz” ilkesini unutuyor ve nihayetinde bu ülke olarak kendi mastürbasyonumuz için çocukları kullanıyoruz. Ne zaman ki onlarla işimiz bitecek, onlar da “star olma” çılgınlığıyla topluma ters düşecek, işte o zaman yanımızdaki peçeteyi alıp ellerimizi sileceğiz ve başka çocukları hayal ederek, içimizde kalmış tüm bastırılmış duyguları tatmin etmeye tekrar ve tekrar devam edeceğiz. Kafamızda ise bizi meşrulaştıran onca kavram olacak ve her akşam mışıl mışıl uyuyabileceğiz.
Yazan: Emin Saydut
Notlar:
(1) Eserleri için bkz. http://tr.wikipedia.org/wiki/Vladimir_Nabokov
(2) Bkz. Lolita. Nabokov, Vladamir. Çev. Özgüven, Fatih. Can yayınları: İstanbul, 1982. 96-100
(3) Bkz. Lolita. Nabokov, Vladamir. Çev. Özgüven, Fatih. Can yayınları: İstanbul, 1982. 60, 66, 74, 88…
(4) Bkz. Lolita. Nabokov, Vladamir. Çev. Özgüven, Fatih. Can yayınları: İstanbul, 1982. 39