Çağdaş Taht Savaşları
15 Haziran 2024 Yazan: Editör
Kategori: Magazin & Popüler Kültür, Manşet, Sanat, Sinema
George R.R. Martin 20 Eylül 1948′de Bayonne, New Jersey’de doğmuş. (1) Yüz yıl önce yaşasa ya da dünyanın bir başka yerinin insanı olsa Taht Oyunları kitapları yazılıp televizyon dizisi yine yapılabilir miydi? Bilimsel gelişmelerin kişilerden bağımsız olarak er ya da geç gerçekleşeceği söylenebilir. Ama bir sanat yapıtı kişiye bağlıdır. Tekrarlanamadığı gibi bir başkasınca aynı özgünlükte yaratılması da olanaklı değildir.
Martin’le ilgili Türkçe kaynaklar biraz sınırlı olsa da bilgi alınabiliyor. Taht Oyunları (A Game of Thrones) 850 sayfa 73 bölüm olarak Ağustos 1996′da, Kralların Çarpışması (A Clash of Kings) 504+488 sayfa 70 bölüm olarak Şubat 1999′da, Kılıçların Fırtınası (A Storm of Swords) 624+608 sayfa 82 bölüm olarak Kasım 2024′de, Kargaların Ziyafeti (A Feast for Crows), 504+504 sayfa 46 bölüm olarak Kasım 2024′te, Ejderhaların Dansı (A Dance with Dragons) 624+608 sayda 73 bölüm olarak Temmuz 2024′de orijinal baskılarıyla okuyuculara ulaşmış. Kış Rüzgârları (The Winds of Winter) ve Bahar Rüyası (A Dream of Spring) henüz yazılmamış. (2) Günümüzde yaşadığımız ilginçliklere bir örnek henüz yazılmamış kitaplarla ilgili bilgilerin de bulunabilmesi. (3) Bir liste verilip George R. R. Martin’in bu karakterlerin Kış Rüzgârları’nda bulunacağını doğruladığı belirtiliyor. Sansa Stark, Arya Stark, Arianne Martell, Aeron Greyjoy, Theon Greyjoy, Victarion Greyjoy, Tyrion Lannister, Barristan Selmy adları kitaba ve diziye uzak duranlar için bir anlam taşımayabilir. Etki alanına girenlerse epey iyi tanıyor olabilirler.
Kitaplarının boyutları, yazarlığı hakkında söz söylemenin kolay olmayacağını gösteriyor. Öte yandan romanlarından yapılan dizi, ilgi gördükçe uzayarak sıradanlığa teslim olan diğerlerinden ayrılıyor. Sinemasal kaygılar güdüldüğü, bölüm sayısının sınırlı tutulduğu, başarılı bir sonuç için epey çaba harcandığı gözleniyor.
George R.R. Martin yazmaya çok genç yaşta başlamış. Komşu çocuklara canavar öyküleri satıyor, okuyormuş. Sonraları çizgi roman hayranı olmuş. Amatör dergiler için kurgu öyküler yazmaya başlamış. İlk profesyonel satışını da 1970′te 21 yaşındayken yapmış. “Kahraman” Galaxy’ye kabul edilmiş, Şubat 1971 sayısında yayımlanmış. Bunu diğerleri izlemiş. Aynı yıl Northwestern Üniversitesi’nde gazetecilik lisans eğitimini tamamlayarak yüksek lisansa başlamış. Vicdani retçi olarak 1972–1974 arasında alternatif hizmet yükümlülüğünü yerine getirmiş. 1973–1976 arasında satranç turnuvaları yönetmiş. 1976–1978′de gazetecilik bölümünde öğretim görevlisi olmuş. Bu dönemlerde yarı zamanlı olarak yazmaya da başlamış. 1975′te evlenmiş, 1979′da çocuksuz olarak boşanmış. Tam zamanlı bir yazar olmuş. Holywood’a taşınarak 1986′da televizyon için Alacakaranlık Kuşağı (Twilight Zone) için öykü editörü kadrosuyla göreve başlamış. 1988′de Güzel ve Çirkin (Beauty and the Beast) için yapımcılığı üstlenmiş. Televizyon işinde basamakları tırmanmış. 1977–1979 arasında Science Fiction & Fantasy Writers of America’da yöneticilik, 1996–1998 arasında da başkanlık yapmış. (4) Kendi romanları ve öykülerindeki çalışmalarına ek olarak bilim kurgu alanında derleme yayınlarının hazırlık süreçlerine katılmış.
Bir radyo konuşmasında senaryolarını verdiğinde yapımcıların hep: “Bu çok iyi, ama yapım maliyeti ayırdığımız bütçenin beş katı olur.” dediklerini söylemiş. 1990′lı yılların başlarında Orta Çağ İngiltere’sindeki Güllerin Savaşları’ndan esinlenen bir fantezi dizisine başlamış. Buzun ve Ateşin Şarkısı bir gecede başarı getirmemiş, ama güçlü dili seri ilerledikçe satışları patlatmış. 2024′deki televizyon dizisi uyarlamasıyla kitapları daha da büyük bir okuyucu kitlesine ulaşmış. Martin aynı yıl serinin beşinci kitabını, Ejderhayla Dans’ı yayımlamış. Dünyanın dört bir yanındaki okuyucular kitaba yönelince yeni birçok satan roman ortaya çıkmış.
Sık sık J. R. R. Tolkien’le karşılaştırılsa da Martin fantezi edebiyatta Yüzüklerin Efendisi yazarına göre daha farklı bir biçimde yazıyormuş. Martin’in Westeros’unda karmaşık yaşamlar süren ve kendi yollarından giden insanlar yaşıyormuş. Öykü akışları ustaca kuruluyormuş, Martin’in çok sevdiği satranç oyununda olduğu gibi. Bir eleştirmen onun için: “Martin bir edebiyat dervişi, karmaşık karakterleri ve canlı diliyle büyülüyor, en iyi masal anlatıcılarının gücüyle birdenbire yakalayıveriyor.” demiş.
Bir yazar olarak karakterlerine hiç acıması yokmuş, ana karakterleri ve diğer sevilenleri beklenmedik biçimde öldürüveriyormuş. Martin fantastik öykülerinde savaşın gerçekliğini yansıtmak için belirli bir sorumluluk duygusu taşıyormuş. Bir keresinde: “İnsanlar savaşlarda ölüyor. İnsanlar savaşlarda sakat kalıyor. Onların çoğu iyiler; sevilecek, ölmesini görmeyi istemeyeceğiniz insanlar.” açıklamasını getirmiş. (5)
….
Tayfun Atay, Game of Thrones dersleri başlığıyla, diziyle ilgili bazı değerlendirmeler yapmış: Tarihin önemli dönemlerinden birine, feodaliteye ilişkin son derece gerçekçi bir kurgu olduğunu, Avrupa Orta Çağı’nın feodal toplumsal yapısı ete ve kemiğe büründürülürken Hıristiyanlığın dışarıda tutulduğunu, bunun anlaşılabileceğini, Hıristiyanlığın fantastik edebiyat için uygun olmadığını, yansıtılan ortama uygun terimin ‘paganik feodalizm’ olabileceğini söylüyor. Parçalı siyasal yapıdan, mutlak gücü olmayan zayıf kraldan ve temel güç konumunda olan lordlardan söz ediyor. Ayrıca Roma’yı çağrıştıran köleci yaşam biçimlerinin, yağma ekonomisine dayalı göçer kabile örgütlenmelerinin, hatta ticaretle zenginleşerek kendi örgütlenmesini gerçekleştirmiş özgür şehir oluşumlarının bulunduğunu belirtiyor. Dizinin gerçekçilikten en uzak yanının en fazla ilgiyi çektiğini, pek çok yabancı eleştirmenin de dile getirdiği gibi cinselliğin diziye ilgiyi artırırken tarihsel inandırıcılığını zayıflattığını öne sürüyor. (6)
Washington Post’tan Anna Holmes’un diziyle ilgili bir değerlendirmesinden söz ediyor: “Dizinin tarihsel-antropolojik değerine ilişkin tartışmayı”, Martin’in “insanlık tarihinin kaydı düşülmüş bilimsel bulgularından alabildiğine” beslendiği ve “ön planda feodalitenin resmedildiği” tablonun “insanın iki milyon yıllık insanlaşma macerasının pek çok kesitinden fırça darbeleriyle” renklendiği yorumlarını getirerek sürdürüyor, örnekler veriyor. Buz Duvar’ın ötesinde yaşayan yabanılların “Marx’ın ütopyasını dayandırdığı” ilkel komünal toplulukları” çağrıştırdığını söylüyor. (7)
Anna Holmes yazısına George R.R. Martin’in çok sevilen “Buzun ve Ateşin Şarkısı” fantezi serisi üzerine kurularak olay yaratan televizyon dizisiyle ilgili birkaç noktayı belirterek başlıyor: “Kopmuş kafalar, içeriden çevrilen entrikalar, mitolojik yaratıklar, uzun ve karışık bir karakter listesi. Bir de çıplak kadınlar, bir sürüsü.” Dizideki erotizmin özgün öyküden saparak onu geriye ittiğini belirtiyor, uç durumlarla ilgili örnekler veriyor. Televizyon eleştirmeni Mo Ryan’ın dizinin “seks sahnelerini bazen karaktere ışık tutmak için kullandığı” ama çoğu kez bunlara yalnızca kadınları çıplak gösterme fırsatı olarak yer verdiği değerlendirmesini aktarıyor. Pop kültür yaratıcılarının içeriği öncelikle heteroseksüel erkek bakışına ve isteklerine göre belirlediğini vurguluyor. (8)
Tayfun Atay, “Ateşin Kızı/Buzun Oğlu” başlıklı değerlendirmesinde de “Buz ve Ateşin Şarkısı” adındaki imgeler kişilere indirgenirse buzun John Snow, ateşin Daenerys Targaryen olacağı yorumunu getiriyor. Hollywood’un, karşılaştırmalı mitoloji alanının büyük ismi Joseph Campbell’e çok şey borçlu olduğunu, Türkçeye “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” adıyla çevrilen “The Hero of a Thousand Faces” adlı kitabında tüm kültürlerin kahramanlık efsanelerinde bulunan evrensel bir yaklaşımı tanımladığını söylüyor. Buna göre kahramanın üç aşamalı bir yoldan geçip ortaya çıktığını, önce sıradan yaşam koşullarından ayrıldığını, sonra zor ve tehlikeli bir sınavlar sürecinden geçtiğini, sonunda da bilgi, beceri, deneyim, güç kazanmış olarak döndüğünü aktarıyor. Bu yapılanmanın Arnold van Gennep ve Victor Turner’ın Geçiş Ritleri kavramına ilişkin kuramsal katkılarından beslendiğinin bilindiğini, Campbell’in kahraman monomitinin Yüzüklerin Efendisi, Yıldız Savaşları ve Matrix gibi filmler gibi Games of Thrones örgüsünde de bulunduğu duygusunu taşıdığını belirtiyor. Martin’in sevilen karakterleri öldürerek ve hemen her karakteri kahraman olduğu kadar canavar olarak da sunarak pek çok klişenin dışına çıkabilse de iki karakter, buz ve ateş için bunu yapmadığı yorumunu getiriyor. (9)
….
Günümüzün yönetenleri tahtlarda oturmuyorlar. Ama taht savaşlarının daha insancıl, temel hak ve özgürlük kavramlarını koşulsuz dikkate alarak yapıldığı söylenebilir mi?
Jared Diamond’ın Ülker İnce’nin çevirisiyle Tübitak Yayınları’nın Popüler Bilim Kitapları arasında çıkan “Tüfek, Mikrop ve Çelik” çalışması arka kapakta “Neden Avrupalılar Amerika’yı keşfetti de Amerikalılar Avrupa’yı keşfetmedi?” sorusuyla başlayarak şöyle tanıtılıyor:
“Bu basit sorunun ardında insanlığın MÖ 11.000′den günümüze tarihi gizli. Fizyoloji profesörü Jared Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik’te, aklımıza gelmeyen, geldiğinde çocukça bulduğumuz soruların yanıtlarını araştırırken, tarımın başlamasından yazının bulunuşuna, dinlerin ortaya çıkışından imparatorlukların kuruluşuna, tarihin seyrini belirleyen pek çok önemli adımı ayrıntısıyla inceliyor. İnsan toplulukları arasındaki farklılıkların, eşitsizliklerin nedenlerini, temellerine inmeye çalışarak sorguluyor; günümüz dünyasını biçimlendiren etkenlerin izini sürüyor… Biyoloji, jeoloji, arkeoloji, coğrafya gibi değişik bilim dallarından beslenen, ‘Batılı’ koşullanmalardan arınmış, geleceği gösteren bir tarih kitabı.” (10)
İnsanlık tarihinde barutun bulunmasıyla ortaya çıkan yeni ve büyük gücün, kitlesel kırımlara neden olabilen mikropların, doğaya egemenlikte yeni bir aşamaya geçilmesini sağlayan çeliğin çok özel önemleri olduğu söylenebilir.
Taht savaşlarının üç aşamasından da söz edilebilir mi? Sopalardan kılıçlara “mert” dönemler, barutun bulunmasıyla mertliğin bozulduğu “tüfek” dönemi, basınçlı su ve gözyaşartıcı gazın barışçı gösterilere de saldırarak insanları sindirip yıldırmak için kullanılabildiği “gaz” dönemi.
Edebiyat için Murphy yasaları arasındaki “Bir belgesel roman yazılıp yayımlanabiliyorsa artık konuyla ilgili yapılabilecek pek de bir iş kalmamıştır. O artık tarihsel bir romandır” önermesi tersten okunabilir mi? (11)
Olup bitenler anlatılamıyorsa, tarihsel bir roman yaşananların güncel bir kaydı olarak okunabilir mi?
….
Gaz kitleleri durdurmaya yetecek mi? Taipidos’ların öfkesi engellenebilir mi? (12)
Günümüz demokrasileriyle ilgili çok farklı görüşler var. Seçimlerde çoğunluğu ele geçirenin hiçbir sınır tanımadan istediğini yapabileceğini sanıp bunu savunan “oycular” da, sistem içerisinde yapıldığı için seçimlerin hiçbir işe yaramayacağını söyleyerek hiç katılmayan “koşulsuz boykotçular” da olabiliyor.
Günümüz toplumlarının uzlaşmasının ve yasallığının temel dayanaklarından biri olan seçimler, toplumun tüm kesimlerinin sorunları için gerçek bir çözüm olabilir mi, bilmiyorum.
Ama seçmenler çıkar sağlamaya, kontrol etmeye ve boyun eğmeyeni dışlamaya yönelik saldırgan politikalara sert tokatlar atmayı öğrenmezse, yaşamın ve geleceğin temel dayanağı olan sokaktaki insanı yerlerde sürükleyen basınçlı sular ve ağlatan gazlar kentlerden eksik olmayacak gibi görünüyor.
Mehmet Arat
mehmetarat@ymail.com
Yazarın diğer yazılarını okumak için tıklayınız.
Notlar
1. George R.R. Martin, http://www.georgerrmartin.com
2. George R. R. Martin, http://tr.wikipedia.org/wiki/George_R._R._Martin
3. The Winds of Winter, http://tr.wikipedia.org/wiki/The_Winds_of_Winter
4. George R.R. Martin, http://www.georgerrmartin.com/about-george/life-and-times/
5. George Raymond Richard Martin, The Biography.com website, http://www.biography.com/people/george-r-r-martin-20786615
6. Tayfun Atay, Game of Thrones dersleri 1, http://www.radikal.com.tr/yazarlar/tayfun_atay/game_of_thrones_dersleri___1-1133100
7. Tayfun Atay, Game of Thrones dersleri 2, http://www.radikal.com.tr/yazarlar/tayfun_atay/game_of_thrones_dersleri_2-1133335
8. Anna Holmes, Skin is wearing thin on HBO’s ‘Game of Thrones’, http://www.washingtonpost.com/lifestyle/style/skin-is-wearing-thin-on-hbos-game-of-thrones/2012/04/26/gIQA4hd6jT_story.html
9. Tayfun Atay, Game of Thrones dersleri 3, http://www.radikal.com.tr/yazarlar/tayfun_atay/game_of_thrones_dersleri_3_atesin_kizibuzun_oglu-1134024
10. Jared Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik, http://www.idefix.com/kitap/tufek-mikrop-ve-celik-jared-diamond/tanim.asp?sid=CRF1P203H2GYZS1X1G0F
11. Mehmet Arat, Edebiyat İçin Murphy Yasaları ve Struma, http://blog.radikal.com.tr/kultur-ve-sanat/edebiyat-icin-murphy-yasalari-ve-struma-41908
12. Mehmet Arat, Taipidos’un Öfkesi, http://blog.milliyet.com.tr/taipidos-un-ofkesi/Blog/?BlogNo=454907
Bin Muhteşem Güneş
Hem sıkmayan hem de edebi açıdan doyuran çağdaş yazar bulmak epey zor bugünlerde. Khaled Hosseini ile tanışmak bu yönden büyük bir zevk oldu benim için. Afganistan gibi epey uzak ve her yönüyle mistik bir ülkede kök salmış, Amerika Birleşik Devletler’inde serpilmiş bir yazar Khaled. Yazdıklarıyla biz uzak insanları, kendi ülkesinde bir geziye götürüyor; Afgan modern tarihini verirken, ülkesindeki bireyin halini tasvir ediyor. Henüz diğer kitabını okumadım (Kite Runner / Uçurtma Avcısı), ancak bu kitaptan referans vererek söyleyebilirim ki çağdaş klasiklere girmeye adım adım yaklaşıyor.
Bin Muhteşem Güneş adlı kitabında Meryem ve Leyla adında iki kadının yaşamını odak alarak, Afganistan’ın nerden nereye gittiğini bize iyi tasarlanmış bir kurguyla aktarıyor. Meryem gayrı meşru doğan bir “harami”, yani haramdan olma; Leyla ise modern bir babanın modern bir eğitimle büyütmeye çalıştığı eğitimli kızı. Koşullar bu iki kadını bir araya getiriyor ve özgürlükleri için beraber savaşmalarına olanak sağlıyor. Kitap boyunca Afganistan şah devrimini, Sovyetlerin gelişini, Sovyetlere karşı başlayan cihadı ve sonrasında gelen iç savaşı adım adım biz de öğreniyoruz. Biraz lümpenlikten olsa gerek, oryantalist bakış açısından kurtulamayan yazar, kitabın sonuna doğru Amerikan işgalini –belkide istemeyerek– meşrulaştırıyor ve bizi de buna ikna ediyor. Ama buna gelmeden önce “kadın hikayesinin” erkek bir yazar tarafından aktarılması konusuna değinmek istiyorum.
Bir yazar için şüphesiz ki en zor şeylerden biri “kendinden olmayanı” kendinden bağımsız olarak bir bütünlük içerisinde karaktere oturtmak ve o karaktere canlılık vermektir. Kimi yazarlar, kimi alanlarda şaşırtıcı bir ustalık sergiliyebiliyorlar, kimileri ise belkide beceremeyecekleri korkusuyla, bu işe hiç bulaşmıyor. Khaled elini taşın altına koymuş ve kendini Afganistan’da yaşayan bir kadının yerine koyarak, o kadının gözünden öyküyü kotarmaya çalışımış. Kimi noktalarda başarılı olsa da, kitap boyunca “kadını” dışardan gören gözlerce yarattığını saklayamıyor. Bir anlamda Nabokov’un yaptığı büyüyü yapamıyor. Bu dışarıdan görme işine, bir de Batı’nın üçüncü dünya ülkelerini görme biçimi eklenince, feodal-islami yaşam tarzını bilen okuyucu rahatsız oluyor. Çünkü gerçek hiç de böyle anlatıldığı gibi değil! Olaylar yaşanma olasılığı yüksek vakalar da olsa, bu olayların vuku bulma şekli ve bu olaylardan çıkan anlamlar / hisler / duygular çok farklı. Bu nedenledir ki Afganistan’da bir iç savaşı bitiren, dehşetengiz kıyımlar yapan Taliban’a rağmen Amerika’nın müdahelesinin meşruluğu inandırıcı gelmiyor.
Kitaptaki erkek karakterlerin söylemleri ve bu söylemlerin etkileri epey inandırıcı olsa da kadınların söylemleri sanki biraz da “herhalde böyledir” veya “böyle olması gerekir” hissini uyandırıyor. Elbette Afganistan’da hiç yaşamamış ben, bir erkek olarak, Meryem ve Leyla karakterlerinin gerçekçiliğini tartışamam. Ancak sorun Khaled’in kadınları aynen benim gibi tasvir etmesinden kaynaklanıyor. Ve biliyorum ki her ne kadar ben, feodal toplumdaki kadını öyle görsem de (veya görmek istesem de) o kadının hisleri / yaşadıkları / düşünceleri / benim düşündüklerimin çok ötesinde ve çok daha farklı. Örneğin Leyla’nın kız arkadaşları ile kurduğu dostlukları biraz da küçümseyerek, yavan bir şekilde tarif eden yazar, erkeklerin dostluklarını bir güneşe benzetiyor ve şöyle devam ediyor:
“Erkekler için dostluk güneş gibidir, varlığı ve önemi tartışılmaz, ama yokmuşçasına davranılınır. Övmeye veya yüceleştirmeye gerek duyulmaz, ama yüce olduğu bilinir.”
Açıkçası bu yaklaşım bana epey cinsiyetçi gelmişti. İlerleyen sayfalarda ise kadın, erkek karşısında güçsüz ve katiyen hiçbir söz hakkı bulunmayan olarak tarif ediliyor, ancak kitabın başlarında Meryem’in babası yasal karılarının baskısıyla kendi özkızını reddediyor ve onun mutluluğunu hiçe sayarak zorla evlendirilmesine karşı çıkamıyor. Bir yandan Meryem’in sert kocası Raşit (ki saygınlık ve konum açısından Meryem’in babasının epey aşağısında), diğer yandan dört karısının dırdırına yenik düşen Meryem’in babası Celil. Hangi erkek karakterine / daha doğrusu kadın karakterine inanacağız? Kocasına hiçbir şey yaptıramayan Meryem’e mi, yoksa kendi öz kızını dahi reddetmesini sağlayabilen Celil’in kadınlarına mı? Meryem üvey annelerine kıyasla zayıf karakterli olabilir, peki ya Leyla?
Hasılı şu söylenebilinir ki kitaptaki ana karakterler yazarın kafasındaki “kadın tiplemelerine” boyun eğmiş durumda. Bu konuda, Maeve Binchy çok daha başarılıdır. Kadınların umutlarını, kırgınlıklarını, düşüncelerini ve düşlerini çok daha başarılı bir biçimde yansıtır ve birden fazla kadın karaktere kendinden bağımsız olarak can verebilir.
Bu ayrıntıları görmezden gelirsek, Bin Muhteşem Güneş, oryantalist bakış açısına rağmen, üçüncü dünya ülkelerindeki kadınları anlatamasa da o kadınların neler yaşadıklarını biz rahat koltuklarında yaşayıp gidenlere başarılı bir biçimde anlatıyor, bir anlamda içimizde Afganistan kadınına bir duyarlılık sağlıyor. Khaled sayesinde Steve McCurry’nin Afgan Kızının olası yaşamına dalıp çıkıyor; onu fotoğraf olmaktan çıkarıp yaşayan, eti canı olan, gerçek bir insan olarak düşleyebiliyoruz.
Yazan: Emin Saydut
Gosha Hideo’nun Samurai Wolf Filmleri
Bahsedeceğim Chambara filminde başkarakter bir ronin; yani ustası olmayan samuray. Roninler parayla kiralanabilen, genelde parasız savaşçılardır. Gardiyan veya paralı asker olabilirler. Filmimiz Japonya’nın feodal döneminde (1185-1868), Edo (Tokyo) periyodunda (1603-1868) geçiyor. Kesin olarak belirtilmese de 1865 yıllarında geçtiğini tahmin ediyorum. Bu da Tenpō çağının (1830-1844) bittiği ve Edo periyodunun sonlara yaklaştığı bir döneme denk geliyor ki sıkıntılı bir dönem. Çünkü feodal sistemin kökten değişeceğinin sinyalleri var; köylüler aç ve arada kalmış. Baskı yoğun. Daha sonra gerçekleşecek sivil savaşla (Boshin savaşı, 1868-69) feodal sistem sonlanacaktır.
Bahsedeceğim başka bir olgu da Dojo. Dojolar yerleşim merkezlerinin dışında konumlanmış, savaşçılara silah sanatının inceliklerini ve felsefesini öğreten merkezlerdir. Kısaca ekol diyebiliriz. Savaşçılar birbirlerini sınayarak hangi dojoyu kullandıklarını öğrenebilir.
Samurai Wolf filmleri (peşpeşe çekilmiş 2 film), spagetti westernlerine örnek teşkil edebilecek stile sahip, eğlendirici filmler. İki film tematik olarak birbirinin devamı olmasa da ben toplu halde anlatmayı daha kolay ve düzenli buldum. İyi eğlenceler…
Samurai Wolf I (Kiba okaminosuke)
Yön: Gosha Hideo
Oyn: Natsuyagi Isao Japonya 1966 Siyah/beyaz
Pençelerini sık çıkardığından hırçın, kurda benzediğinden kurt lakabını almış ronin “Kiba”, ev işi, tamirat karşılığında yemek yiyen, aslında sevimli bir savaşçıdır. İki postacının öldürülerek mallarının uçuruma atılmasına tanık olarak; “Arai Nakliye Şirketi”ne gelir. Şirketin sahibi kör bir duldur; Bayan Chise. Kiba, bu kör kadının halinden etkilenir. Şirketin başında bir bela vardır. Shogun’un posta taşınmasından sorumlu resmi habercisi Nizaemon, bu şirketi ele geçirmek istemektedir. Her 28 km.ye bir haydut yerleştirerek, Arai postalarını sabote etmektedir.
Tanık olduğu olayın bu Nizaemon denen deyyusun başının altından çıktığını öğrenen Kiba, bu adamın katillerinin de saldırısına uğrar. Tam o sırada varlıklı bazı patronlar yerleşim bölgesine gelir. Bu adamlar bayan Chise’ye, posta konusundaki yetersizliği konusunda serzenişte bulunurlar. Üstelik yeni bir nakliyattan bahsederler; 3 gün içinde 30000 ryo taşıyan bir araç, hazineye teslim edilmek üzere buradan geçecektir.
Bu büyük nakliyatı bir fırsat olarak gören Bayan Chise, adamlarının karşı çıkmalarına rağmen işi alır. Halbuki bu nakliyattan bahseden varlıklı adamlar, oranın genelevinde Nizaemon ile anlaşma yapmışlardır bile. Bayan Chise’nin tek kozu, şans eseri şirkete gelmiş olan Hırçın Kurt’tur.
Filmin konusu böyle başlıyor. Tipik bir “Spagetti Western”inin “Chambara” uyarlaması gibi görünse de, olay örgüsünün ustalığı, filmi bir adım öne çıkarıyor. Üstelik, Japon sinemasına ait şiirsel görüntüler, değişik kamera açıları ve stilize anlatım tarzı filmimizde de mevcut. Savaşçılar kılıcını çektiği anda ağır çekimde aktarılan devinimlere, kılıcın ete vurduğunda çıkan ses eşlik ediyor sadece. Koreografik olarak da göz dolduran sahneler, oradan buradan fışkıran kanla da daha bir şiirsel havaya bürünüyor.
Asıl güzel tarafı, başkarakterin usta bir savaşçı olduğu halde, somurtkan ve ciddi bir adam olmaması. Bu, Japon filmlerinde sık rastlanan bir durum değildir. Samuraylar genelde duygularını belli etmeyen, taştan ifadelerle işlerini gören sert erkeklerdir. Hırçın Kurt (gerekli potansiyeli taşıyan ismine rağmen) devamlı gülümseyen, sempatik bir genç. Kör dul Chise, banyoda sırtını ovarken utandığı sahnedeki gibi; daha insancıl özellikler taşıyor. Bu tür filmlerde sıkça düşülen ve ağızda sevimsiz bir tat bırakan iki boyutluluktan böylece kurtuluyor. Bu esnada, aktör Natsuyagi Isao’nun başarısı da göz ardı edilmemelidir.
Yine kör dulun ikram ettiği vücudunu, şaşkın bir sarsaklıkla reddettiği yerde; kadın olayı çakıyor: “Sen aslında iyi bir adamsın. Sert biriymiş gibi görünmeye çalışıyorsun.” Bunu söylüyor ve filmin çaresiz aşk hikayesini başlatıyor. İstenilen görevi, karşılıksız kabul eden ve çalışmalara başlayan Kiba’yı; hayatını mahfeden adamı bekleyen köylü fahişe Okinu, gelen paraya göz koyan sinsi genelev patroniçesi Ohide, Nizaemon’un toprak ağası Iwazo’dan talep ettiği kiralık katil Sanai Akizuki, bu katilden intikam almak isteyen bir kadın, ve tüm bu kişilerin birbirleriyle yaptığı gizli anlaşmalar ve ihanetler bekliyor. Hatta Chise’nin bile yaptığı planı ve sır gibi sakladığı geçmişini öğrenince, aşkının muhasebesini bile yapmak zorunda kalıyor. Aslında, bir köy büyüklüğündeki yerleşim bölgesi olan Arai Nakliye Şirketi ve etrafında gerçekleşen film; bu entrikalı öyküsü sayesinde soluk soluğa izleniyor. Hem de Toshiaki Tsushima’nın western tınılarını andıran harika müziği eşliğinde…
Samurai Wolf II (Kiba okaminosuke jigoku giri)
Yön: Gosha Hideo
Oyn: Natsuyagi Isao Japonya 1967 Siyah/beyaz
İlk filmle yakından tanıma şansı bulduğumuz Kiba, terkedilmiş bir değirmende kestirirken, bir kız çığlığı duyar. Dört adam bir kızı taciz etmektedir. Zavallı kız çığlıklar içinde değirmen kulübesine girer. Kiba adamları def ederek kızı kurtarır. Fakat hafifçe delilik alametleri gösteren kız (daha sonra adının Oteru olduğunu öğreneceğiz) Kiba’nın üzerine atlar ve genç adamı şehvetle öpücüklere boğar. Kızın ellerinden zor kurtulan Kiba, çıldırasıya kahkahalar atarak kaçan kızın ardından, elinde bir kadın tokasıyla baka kalır.
Yedikleri dayak neticesinde kuyruklarını kıstırıp kaçan adamlar ustalarına (senzei) dert yanarlar. Çok kızan ve bu durumu gurur meselesi yapan senzei, Kiba’nın tekniğinin Lai Dojo olduğunu öğrenir. Halbuki dünyada hiçbir savaşçı Kazama Dojo tekniğinin karşısında duramamaktadır. Senzei, bu savaşçının karşısına çıkacağına and içer.
İsteği dışında bir maceraya atıldığını farketmeyen Kiba, bir nehir kenarında dinlenirken; kafes içinde taşınan iki tutuklu ve gardiyanlarla karşılaşır. Nehirdeki su zehirli olduğundan (civardaki altın madeninden gelen zehirli atıklarla kirlenmiştir), çok susayan gardiyanlara engel olur. Tutuklulara ve gardiyanlara kendi temiz suyunu verir. Fakat bir tutuklu Kiba’nın çok dikkatini çeker. Babasına çok benzettiği bu adam (tabi babası olamaz, çünkü babası ölmüş ve bu adam daha genç) Magobei Kawazu adında bir katildir. Shogunun altın madeninin bekçisini öldürmüştür.
Bu gruba daha sonra, zehirli sudan içtikleri için adamlarını kaybeden bir gardiyan katılır. Kendisinin de Arakawa’ya teslim etmesi gereken bir suçlusu vardır. Kafes içindeki bu kadının adı Oren’dir ve lakabı dikendir; çünkü erkekleri baştan çıkararak öldüren bir femme fataledir.
Yolda karşılarına Magobei’yi öldürmeye kalkışan bir grup çıkınca, gardiyanlar bu savaşçı genci (Kiba’yı) kendilerine eskort olarak kiralarlar.
Kiba, Magobei’den çok etkilenmiştir. Çocukken gözlerinin önünde öldürülen babasını hatırlamakta, dojodan dojoya gezen babası gibi olmak istememektedir. Karşısında geçmişten gelen bir hayalet gibi duran bu ronin, karanlık geçmişi ve acımasızlığı ile Kiba için daha kötü bir örnektir. Kiba, oğlunun da kendisi gibi ronin olmasını istememektedir.
Sonunda Magobei’nin sırrını öğrenir. Jinroku Higasa, Higasa klanının babası, shogunun altın madenini gizlice sömürmektedir. Yaptığının ortaya çıktığı gece bu adam, Magobei ile anlaşarak nöbetçiyi öldürmesi için kışkırtmıştır. Fakat ihanet eden Jinroku, değil altınları paylaşmak için Magobei’yi kurtarmak; onu öldürsün diye yoluna adam salmaktadır. Magobei intikam istemektedir, tüm Higasa klanını ortadan kaldırma pahasına… Kiba’dan da kaçması için yardım ister.
Kafası hayli karışmış Kiba, yanlış bir karar verecek ve birçok kişinin ölümüne neden olacaktır. Daha sonra aşık olacağı deli Oteru’nun, Jinroku’nun kızı olduğunu öğrenecek ve arada kalacaktır.
Kiba’nın gizli yardımıyla kaçan Magobei, geride kalan diğer suçluyu konuşmaması için öldürecek, diken Oren’i de yanına alarak kaçacaktır.
Sırf babasını andırdığı için garip bir yakınlık duyduğu Magobei’yi sorgulayan Kiba, adamın sert sözleriyle bozulur: “Hiç profesyonel değilsin. Lakabına yakışmıyorsun. Ben merhametli olamam yoksa biri beni sırtımdan vurur. Şu an ölemem…” Sözüne de uyarak, kendisini seven kişilere bile sırtını dönen, aşık olduğu diken Oren’i çölde terkedecek ve acımasızca adam öldürecektir.
Magobei’nin tam tersi olan merhametli Kiba ise, devamlı yoluna çıkan Senzei ile duello yapmakta, sevdiği kızı ve babasını korumaya çalışmaktadır. Hatta yalçın kayalıklara, kollarından asılarak kargalara öğle yemeği olarak terk edilecektir.
Bu ikinci bölüm, ilk filmden stil olarak farklar taşıyor. Her yerde karşımıza çıkan tema müziği dışında pek bir benzerliği yok diyebiliriz. Bir kere koreografik kavga sahneleri ağır çekimde değil. Üstelik ilk filme göre Kiba daha pasif ve edilgen duruyor. Baba figür eksikliğinin sancılarıyla düştüğü ikilemlerden kurtulamadığı gibi Magobei’nin sözleriyle de zehirleniyor: “Kiba, bir gün sen de bana benzeyeceksin!”
İki film hem görsel anlamda hem de anlatım yönünden oldukça zengin. Karakterlerin işlenmesi bile yönetmenin birşeyler yapmaya çalıştığını gösteriyor. Yine de filmin yıldızı Kiba rolündeki Natsuyagi Isao. Sırf mimikleri için bile bu filmleri izlemenizi öneririm.
Yazan: Wherearethevelvets
Seven Samurai / Yedi Samuray (1954, Akira Kurosawa)
Eastern sineması yüz küsur yıllık sinema tarihi boyunca bir zaman dilimine yerleştirilecekse bu 1950–1965 yılları arasında olmalıdır bana göre. Akira Kurosawa’nın John Ford ve Amerikan westerni hayranlığını bilmeyen yoktur. Western’in etkilerini ve formüllerini, Japon kültürüyle harmanlayarak bu türün doğmasına hatta gelişmesine de katkıda bulunmuştur Kurosawa. Doğal koşullar göz önünde bulundurulduğu zaman, rüzgâr yerini yağmura, toz yerini çamura, silahlar yerini kılıçlara (katana-wakizashi) bırakır. Bu nedenle kendi ülkesinde pek anlaşılamamıştır Kurosawa. John Ford westernlerinden etkilenmesine rağmen, kendine özgü sineması ve kamerasıyla tekrardan westernlere ilham vererek bu türün biraz daha yaşamasına katkıda bulunmuştur. Westernlerin 1940–1955 yılları arasındaki gelişimi, 1950–1965 yılları arasındaki eastern sinemasının gelişimi ve son olarak western’in kılık değiştirip spagetti westerne dönüşerek tekâmüle eriştiği 1965–1975 yılları arası şeklinde bir kronolojik ayırmaya kalkışsak sanırım yanlış olmayacaktır.
Yedi rakamının uğuruyla mı yoksa gerçekten diğer kültür, din veya coğrafyalarla ilintili bir sembol, bir imge olduğu için mi bu kadar kullanılıyor bu sayı araştırmak gerek. İmparator lakaplı ve geleneksel Japon sineması ile batı estetiğini harmanlayan büyük yönetmen Akira Kurosawa imzasını taşıyan Seven Samurai (Yedi Samuray) 1954 yapımı. Samuray denince akla gelen ilk filmdir dersek yanlış olmaz sanırım.
Filmimiz 16. yüzyılda, Japonya’nın bilinmedik bir yerinde, bilinmedik bir köyünde, tanrının ve devletin unutmuş olduğu bir köyde geçiyor. Dönemin Japonya’sında yaşayan halkın derebeylerin yönetiminde ve zalimliğin pençesinde yaşamlarını, geleneklerini ve çaresizliğini anlatır yönetmen. Adalet ve mülkiyet kavramlarına da yer veren bu başyapıt, her sahnesinde Kurosawa’nın diğer filmlerinde gördüğümüz hümanizmanın anlatıldığı bir mihenk taşı niteliğinde görsel bir şölen sunuyor bizlere. Filmin geçtiği dönem bize 16. yüzyıl Japonya’sından bir kesit sunuyor ve bakıldığı zaman her yerde bir karmaşanın ve kaosun hüküm sürdüğü bir yeryüzü cehennemini andırıyor.
Dünyanın bihaber bu dikta sisteminden döndüğü, buna mukabil aynı şekilde köylülerin de dünyadan bihaber ve korunaksız yaşadığı düşünüldüğü zaman, otorite boşluğunu dolduran ya da bundan faydalanan çetelerin, haramilerin oluşumunu yansıtmaktadır. Buradaki çetelerin amacı asla bir yönetime karşı başkaldırış ya da isyan değil, sadece sefalet içerisinde yaşayan köylülerin yıllık hasattan elde ettikleri ürünleri ele geçirmek, en güzel kızlarını almak vs. şeklinde kendi aralarında oluşturulan sistemden payını alma düşüncesi yatmaktadır.
Köylüler çaresizdir, ellerinde ne var ne yoksa çetelere vermektedirler; onlar tanrı tarafından unutulmuşluğun bir nevi abidesi konumundadırlar. Ve onlar için bazı şeyleri sorgulamanın vakti gelip geçmiştir aslında. Bu yaşam batağı içerisinde bu şekilde yaşamalarına neden olan kimdir? Nerededir? Ve bu şekilde sorguladıkları yaşamı köyde yaşayan yaşlı ulu bilgeye sorarlar. Ve sonunda bu işe bir çözüm getirmek amacıyla bir olup kendilerini bu beladan kurtarmak için yedi samuray bulmaları kanaatine varırlar. İşin iç yüzüne bakıldığı zaman, bana göre Kurosowa’nın Japon halkına, Japon milletine verdiği bu mesajı almamak elde değil, ki bunu Ran (1985, Kaos) filminde de kralın çocukları için söyledikleriyle pekiştirmek mümkündür.
Dört köylü kendilerini bu beladan kurtarmak amacıyla ellerinde kalmış son pirinç mahsulüyle birlikte yola koyulur. Köylüler erdem ve kahramanlığın el üstünde tutulduğu, saygı ve sevginin her şeyden önce geldiği; şeref, cesaret ve kahramanlığın düzen sardığı şehre gelirler ve karşılarına kendi köylerini kurtarmak için samuraylar sıralanır. Ne var ki bahsedilen erdemlerin sadece balon vazifesi gördüğü bir şehre geldiklerini samuraylarla tanıştıkları zaman anlarlar. Ve tabii ki bu kadar samuray içerisinde kendi kaderlerini değiştirecek insanı bulmak daha da zorlaşacaktır. Bu da aynı otorite boşluğunun şehirlerde de mevcut olduğunun bir göstergesidir. Çünkü samuray kelimesi, “bir koruma vazifesi üstlenen insan”, “o vasfı kendisinde gören savaşçı insan” anlamı taşır; şehirde başıboş ve kılıcını kiralama peşinde koşan birçok samuray görmemizin nedeni de budur.
Asıl hikâye bundan sonra başlar. Köylüler istedikleri samurayları her ne kadar zor aşamalardan geçse de bulmuşlardır. Hasat mevsimine çok az bir zaman kalmıştır ve bir elekten geçirilircesine seçilen kahraman samuraylarımız köylülerle birlikte yola çıkar. Gerçekten “samuraylığın” bilincinde olan ve gerekeni yapmak için yola çıkan samuraylarımızın hem kendilerini hem de köylüleri savaşa hazırlamak için pek az zamanları kalmıştır. Yine aynı şekilde, herkesin dediğini yerine bir emir gibi getiren ve bugüne kadar koyun gibi güdülen köylüler, yine aynı şekilde yedi samurayın dediklerine ve diktelerine karşı gelmeden itaat edeceklerdir.
“Denize düşen yılana sarılır.”
Köylüler ilk başlarda samuraylara güvenmemektedir. Onların, iktidar boşluğundan yararlanarak köylülere zarar veren, kızlarına göz diken, neredeyse haramilerle eş değer olduklarını, geçmişteki yaşantılarından bilmektedirler. Bir samurayın köyde, eski samuraylardan kalma bir zırh bulması ve bu meta üzerinden köylülerle alay edilmesi, bir başka samuray olan Kikuchiyo’yu (Toshiro Mifune) rahatsız eder. Ve diğer samuraylara çektiği nutuk görülmeye değer bir sahnedir.
dinleyin!
çiftçiler…
cimri, üçkâğıtçı, sulu göz,
kaba, aptal ve haindirler!
lanet olsun!
işte onlar bu!
ama onları bu hale kim getirdi?
sizler! sizin gibi samuraylar!
köylerini yaktınız!
çiftliklerini yıktınız!
yiyeceklerini çaldınız!
hepsini köle gibi çalıştırdınız!
kadınlarını ellerinden aldınız!
ve karşı koymaya kalkarlarsa onları öldürdünüz!
peki ya çiftçiler ne yapacaktı?
lanet olsun… lanet olsun…
(ağlayarak dışarı çıkar)
Evet, yukarıdaki sahne aslında yine aynı şekilde samuray düzeni hakkında da bilgi vermektedir bizlere. Çünkü bağlı bulunan kast sisteminde köylülerin hiçbir hakkı ya da samuray olma lüksleri yoktur. Samuraylık doğuştan kazanılmış bir yetenektir ve babadan oğula geçer. Kurosawa bir nevi bu zihniyeti de eleştirmiştir ve bu açıdan salt bir samuray filmi çekmediğini göstermiştir. —Masaki Kobayashi’nin Seppuku (1962, Harakiri) ile Samurai Rebellion (1967, Samuray İsyanı) filmlerini hatırlayalım.— Onlar her zaman sömürülen, hor görülen insanlardır. Lakin bu duygulu sahnenin ardından samurayların lideri olan Kambei Shimada (Takashi Shimura), Kikuchiyo’ya dönüp şöyle sorar:
Sen de bir çiftçinin oğlusun değil mi?
Diğer köylerde yaşayan insanları örnek almayıp bir başkaldırı, bir isyan başlatmaya hazırlanan bu ezilenlerin savaşı, kendisinden sonraki nesillere de örnek teşkil edip diğer köylerin de zalimlere karşı savaşmalarını sağlamada bir kıvılcım niteliği taşımaktadır. Ve tabii ister istemez bu benim aklıma “kurtuluş savaşı”nı getirmiştir. Aslında olayın (Kurosawa’nın bakış açısının) ne kadar evrensel olduğunu bu şekilde görmek mümkündür; çünkü anlatılan şey yine evrensel değerde bir toplumsal savaş, bir birlik olma savaşıdır. Köylüler için bu “pirinçlerini vermeme savaşı”, özgürlük mücadelesine dönüşecektir.
Filmdeki savaş sahnelerinin çoğunda kullanılan çoklu kamera yönetimi günümüzdeki birçok aksiyon filminde de kullanılmıştır… Ve yine bilindiği gibi yönetmenin yağmuru sevmesi, etrafın çamurla bulanması, atların çekimi ve birçok savaş sahnesi bu epik destanın daha da yücelmesine katkı sağlamıştır.
Yazan: Kusagami
Samurai Rebellion (1967; Masaki Kobayashi)
Samurai Rebellion / Jôi-uchi: Hairyô tsuma shimatsu (Samuray İsyanı)
Samuraylar, uzak doğu kültürünün özellikle Japonya dendiği zaman akla gelen en önemli dövüş sanatlarını icra eden kişiler olarak bilinirler. Kimi zaman kendilerini bir derebeye teslim ederken, kimileri kılıçlarını başka efendilere kiralayan onurlu savaşçı topluluklarıdır. Kendi aralarında yazılı olmayan kurallarla birbirine bağlanmış, katı bir yaşam tarzına sahip, ruh ve bedenlerini uzak doğu felsefesiyle harmanlayıp disiplinel bir hayatı benimsemiş kılıç ustalarıdır kısaca.
Sinema tarihinin anti-süper kahraman toplulukları arasında kimi zaman yer edinmeye çalışmış, izleyicinin kendisini özdeşleştirme olanağını cömertçe karşılayan bir tür olarak karşımıza çıkar “samuray sineması”… Her ne kadar diğer türlere uzak duruyor gibi görünse de akrabalık bağları Amerikan ve İtalyan westernlerine dayanmaktadır. Andre Bazin’in Amerikan westernlerindeki anti-kahramanları, kovboyları, Fransız şovalyelerine benzetmesi, bu türlerin aslında birbirine ne kadar yakın olduğunun altını çizmesi, dolaylı olarak samuray sineması’nında bu türlerle olan ilişkisini yeterince açıklamaktadır.
Sinema tarihinde detaylı olarak incelediğimizde ise, samuray kültürünün biçimsel olarak westernlere, kültürel olarak ise Ortaçağ’daki şovalye kültürüne daha yakın olduğunu görürüz. Yine bunun temelinde yaşam tarzı, gelenekler, yaşama alanları, Ortaçağ Japonya’sındaki emperyalist düzen ile Ortaçağ Avrupa’sındaki derebeylik (feodalizm) sisteminin birbirine yakın olması, kimi zaman yaşanan siyasi boşluklardan yararlanan şovalye ile samurayların bu konuda şiddeti bir yaşam tarzı olarak benimsemeleri yatıyor. Aralarındaki bazı nüansları da ortaya koymak gerekirse şovalyelerin, siyasi iktidarı ele geçirip kendilerini derebey olarak ilan etmeleri, şatolarda yaşamaya başlayıp çevredeki halkları sömürmeye çalışmaları, buna karşın Samurayların kesinlikle bu konuda bir rekabete girmekten çok sadece kendi onurları ve varolan siyasi rejimi korumaya çalışmaları gösterilebilir.
Samuray kültürü başlı başına bir tez konusu. Bu nedenle bu konuyu başka platformlarda ayrıntılı olarak inceleme fırstatına nail oldukça bu konudaki fikirleri derinleştirebileceğiz.
Filmimizin yönetmeni Masaki Kobayashi, kendi ülkesinde bile az bilinen bir yönetmen olmasına rağmen, dünya sinemasına olan katkıları küçümsenmeyecek ölçüde değerlidir. Bir Yasujiro Ozu ya da Kenzi Mizoguchi kadar derin ve yalın dramalar yapmamıştır ya da Akira Kurosawa’nın samuray filmleri kadar epik, Shakespeare eserlerinden uyarlamalı samuray filmleri kadar sofistike değildir; ancak onun kullandığı sinema dili ve kamerası alışılmışın dışında stilize ve bir o kadar berraktır. Kamera kaydırmaları takdire şayan ölçüde gelişkin, seçtiği temalar ise birçok türün birleşiminden meydana gelmiştir. Kwaidan (1954, Hayalet Öyküsü) filmi ise buna verilecek en önemli örneklerden biridir. Samuray kültürünü, geleneksel Japon korku hikâyeleri ile bir araya getirip harmanlamıştır bu yapıtında. Ve bu açıdan türe birçok alt tür ve kimlik kazandırmıştır.
Samurai Rebellion filmi tipik Kobayashi filmografisinden payına düşeni fazlasıyla almıştır. Her ne kadar bir samuray filmi olarak görünse de merkeze kadını, kadının aile ve toplumdaki yerini, değerini, insan olmanın ve insani değerlere fazlasıyla ehemmiyet vermenin ölçüsünü oturtmuştur.
Hikâyemiz 1725 yılının Japonya’sında, bugün Tokyo adıyla bilinen Edo’da feodal bir beyliğin çatısı altında geçmektedir. Sasahara ailesi bu feodal beyliğin hizmetinde çalışan tipik bir Japon ailesidir. Ailenin reisi ise –ki kendisini birçok samuray filminde görmek mümkün– Toshiro Mifune’nin canlandırdığı İsabura Sasahara’dır. İsabura Sasahara emekliliğine yakın bir zamanda, oğlunu evlendirip,- torun sahibi olmak isteyen bir samuraydır. Oğlunu mutlu bir şekilde evlendirmek isteyen İsabura’nın hayalleri Handedan Beyi’nden gelen emirle yıkılır. Gelen emir, İsabura’nın oğlunun Hanedan Beyi’nin eski metresiyle hemen evlendirilmesi yönündedir. Metres’in Bey’e karşı hoşnutsuz davranışları kendisinin kaleden kovulmasına neden olmuştur.
“Emir demiri keser.”
İsabura bu emri uygulamamak için dirense de oğlu bu emri kabul eder. Ancak hikâye Sasahara ailesini merkez almaktan çıkmaya başlar ve eve dışarıdan gelen metresin yaşamına odaklanır. Zorla feodal beyi ile evlendirilen metres İchi (Yôko Tsukasa), hem kendi hem de temsil etmiş olduğu “kadın” portresini üzerinde kederli bir şekilde taşır. Kendisi sadece soyun devamının sağlanması için bir kapatma olarak kaleye alınmış ve istenilen varisin doğumundan sonra atılmıştır.
Nietzsche’nin dediği gibi “Namus bazılarında erdemdir, fakat birçokları için ise bir yüktür.’’ İchi erdem olarak sakladığı kadınlığını ve namusunu artık bir yük olarak Sasahara ailesine getirmiş, bunun karşlığı olarak da bu ailede namusunu tekrar bir erdem olarak kazanmıştır.
Hanedanlığın aileye zorla dayatmış olduğu evililik, hanedanlıkta varisin ölmesi ve İchi’nin tekrardan kaleye geri gönderilmesi için yeniden emir çıkarılması, aile onurunun zedelenmesine yol açar. Ancak aile reisi İsabura Sasahara (Toshiro Mifune) ve İchi’nin kocası bu şekilde dayatılan emirlerden usanmış ve hanedanlığı karşılarına almak pahasına da olsa bu emri reddetmişlerdir.
Toshiro Mifune’nin -her ne kadar Kurosawa ile yolları ayrılmış olsa da- filmin geneline hâkim olan karakter oyunculuğu görülmeye değer. Ayrıca yönetmenin diğer gözde oyuncusu olan Tatsuya Nakadai’nin davudi sesini dinlemek için bile izlenebilecek türden bir başyapıt.
Masaki Kobayashi’nin filmografisi dikkatle incelendiği zaman bu türün merkezine özellikle aile ve aile konularını yerleştirdiğini görebiliriz. Özellikle Seppuku (1962, Harakiri) filmi bu açıdan görülmesi gereken bir diğer Kobayashi filmidir. Samuray ilkeleri ile çatışan hümanizmanın, toplumun, ailenin ve bireyin toplum içerisindeki değeri ve öneminin nasıl bir süzgeçten geçirildiğine tanıklık etmek mümkündür.
Yazan: Kusagami