Seks, Günah, Hastalık, Ölüm
Eserleri 1980’lerin ortalarında tanınan; ürkütücü, rahatsız edici, düzen karşıtı deneysel metinleri ve kamusal alanda sergilemekten zevk aldığı protez koleksiyonuyla kült bir yeraltı ikonu olan Mario Bellatin, yeni keşfettiğim müthiş bir yazar. İlk kitabı Flores’ten (2004) başlayarak, The Large Glass (2007) Chinese Checkers (2007) ve 2024 “Stonewall Honor Books in Literature” ödüllü Beauty Salon’da (2009) grotesk unsurları, hastalıkları, salgınları, bedensel deformasyonları sıkça kullanarak, cinsel kimliğin belirsizleştirildiği alegoriler yaratan Meksikalı yazar, doğuştan gelen bir hastalık nedeniyle büyük bölümünü kullanamadığı sağ kolunu, bu “kusuru”nu, fallik şekillerdeki büyük protez kancalarla her fırsatta görünür kılarak beden sanatını da yaratıyor. Bedenin ve toplumsal cinsiyetin bütünlüğünün bozulmasını, ruhun karanlığındaki fantezileri, sakatlık ve yaraları yazıyla iç içe kılan Bellatin, bir bakıma kendi hayatından yola çıktığı Flores’te doğum kusurlarıyla tıp ve bilim arasındaki dehşetengiz bağlantıları temel alırken, beden ve dejenerasyonu üzerine üç kurmacadan oluşan Chinese Checkers’de yine hastalık, kan, cinsiyet, doğum, ritüel, yaralama, kendini yaralama, grotesk bedenler, seks bağımlılığı temel meselelerdir. Oğlunu sakatlayan bir jinekolog, Hint bilgeleri, Mussolini yandaşları, Sufiler bir aradadır ama Bellatin’in Beckettyen evreni kapalı, baskıcı, dar ve çıkışsızdır. Kitaptaki “My Skin, Luminous” adlı hikâyede Bataille ve Genet geleneğinin izinde sapkın annelik modeli ortaya koyan yazar, annesi tarafından kastrasyona uğrayan bir erkek çocuğu üzerinden annelerin oğullarına karşı kurumsallaşmış gücünü, otoritesini sorgular. Bellatin’in sanatı her şekilde ihlalcidir. Düzen tarafından dışlanmış hisseden marjinal kahramanları, tabuları didikleyen temalarıyla transgressif kurgu yazarları arasında yer alan Mario Bellatin dilimize ilk çevrilen kitabı Güzellik Salonu’nda hastalık, kir, salgın, ölüm, ölümlülük, homofobi, eşcinsellik kavramlarıyla ördüğü hikâyesini, ustalıkla seçtiği mekân (güzellik salonu/ölüm evi) ve anlatı nesnesiyle (hastalık/AIDS) toplumsal ve ideolojik düzene karşı bir hicve dönüştürüyor. Böylece kolaylıkla anaakım popüler anlatılar ya da gay “ucuz roman”lardan biri olup çıkma çekinceleri taşıyan bir hikâyenin sınırlarını genişletiyor. Seksle hastalık ve günah arasındaki bağları yenileyen ölümcül bir simge -AIDS- üzerine kurulu olan roman, kadın giysileri giymekten hoşlanan bir anlatıcının sahip olduğu güzellik salonunun salgın hastalıklardan mustarip, hastanelerde hor görülen ve toplum dışına itilen erkek hastalar için bir ölüm evine dönüşmesini anlatıyor. Kadınlara düzenin saptadığı güzellik normlarına uygun pratikler uygulayan, eril bakışın ve ataerkinin temizlik, estetik ve düzen ideallerine hizmet eden bu mekânın yorumlanışı, AIDS’li erkek hastaların ölmek için geldikleri, çevreyi, ahlâkı ve sağlığı tehdit eden kokuşmuş bir salgın evine evrilince değişir. Temizliğin, güzelliğin, ölümsüzlük düşünün ve hijyenin mekânında şeyler yer değiştirmiş; her bir şeyin olması gerektiği yerde bulunup başka hiçbir yerde bulunmama durumu, yani düzenin temizlik vizyonu ihlal edilmiştir. Bir zamanlar güzelliği, gençliği, değişmeyi, temizliği vaat ederken şimdi ölümün, sapkınlığın, hastalığın, kirliliğin, sefaletin ve günahın ta kendisidir. Yokedilmeye, yakılmaya çalışılır; komşular salonun hastalık bulaştırdığından, salgının evlerine kadar yayıldığından yakınırlar. Homokatilleri Çetesi tarafından pek çok gay ve travesti öldürülür, pek çoğu yaralanır ancak bu insanlar hastanelerde ya hor görülürler ya da bulaşıcı hastalık taşıdıkları korkusuyla kabul edilmezler. Oysa bu mekânı ve sakinlerini, “kirli” yapan şey, onların içsel nitelikleri değil, bulundukları konum, temizlik kovalayanların hayalindeki şeyler düzenindeki konumları ve adlandırılışlarıdır. Onları “iğrenç” kılan kirlilik ya da hastalık değil; bir kimliği, bir sistemi, düzeni tehdit ve rahatsız etmeleridir.
AIDS ve gay kurtuluş hareketi
On altı yaşında evden kaçıp yollara düşerek fahişelik yapmaya başlayan anlatıcı, genç yaşında bir güzellik salonu sahibi olur. Müşterilerin kendilerini berrak suyun altındaymış gibi hissedeceği bir ortam yaratmak için salonu türlü renkli balıklarla dolu akvaryumlarla kaplar ki yüzeye çıktıklarında gençleşmiş ve güzelleşmiş olsunlar. Geceleri travesti kılığında sokaklarda seks yapan, rahatlamak için erkeklere özel bir hamama ya da pornografik filmler oynatan sinemalara giden anlatıcı, yaralı bir arkadaşını tedavi etmek için salona yerleştirip bakımını üstlenince, sonunda yönetmek zorunda kaldığı Ölüm Evi’nin ilk tohumları atılmaya başlar. Gelenler yalnızca hastalığa yakalanmış olan arkadaşları değil, büyük çoğunluğu, ölmek için bir yer arayan yabancılardır. Ölüm Evi dışında tek seçenekleri sokakta telef olmaktır. Zamanla hastalığa kendi de yakalanan anlatıcı, kendi ölümünü beklerken hastalara yemek, barınak, giyecek sağlamaya tek başına yılmadan devam eder. Kaçınılmaz sona doğru farkına vardığı bir eşcinsel dayanışması, erkek dostluğu olduğu kadar bir vicdan borcudur onu dönüştüren. Ölümünün ardından ağlayacak birilerinin olmasını da ister. Yara ve kabuklarla dolu, bir deri bir kemik vücudu hamama sık gitmesini engellese de, suçluluk ve süflilik hissetmeden cinsel arzularını dile getirir, hastaları temizler, hatta kimine duygusal yakınlık hisseder, âşık olur. AIDS sözcüğünü hiç kullanmadan bu hastalığın ve yarattığı söylemin alegorisini yapan Bellatin tüm bu süreci anlatırken ne fark ediş, kabulleniş, coming out süreçlerini açıklamak gibi anaakım stratejilere, ne eski güzel günler retoriğine, ne nostalji histerisine, ne de hastalıkla bir nedensellik ilişkisi kurma alternatiflerine başvuruyor. Hastalar ve anlatıcı, vicdan azabı, pişmanlık, iğrenme duymadan, acıdan şikâyet etmeden, öfkelenmeden, yaklaşmakta olan ortaklaşa ölümü bekliyorlar; doktor, ilaç, alternatif tıp, tedavi, hastalıkla savaş ve hastayı cezalandırıcı meşrulaştırmalar olmaksızın. Ancak AIDS, ironik biçimde yenilenmiş eğitimsel ve ilerici bir cinsel politikanın simgesi haline gelse bile 80’lerden bu yana homofobi, düşmanlık ve ırkçılığın bahanesi olmaya devam ediyor; hastalar modern çağın vebalıları, ahlâki ve cinsel kirliliğin kaynağı olarak görülüyor. Oysa asıl hastalık dilde, ideolojide, yerleşik ahlâki tutumlardadır. Hastalığa ahlâki bir anlam vermekten daha ürkütücü bir şey olamaz. Susan Sontag’ın AIDS ve Metaforları’nda söz ettiği, hastalığı sarmalayan ve tanımlayan metaforların ırkçı, militer ve ahlâki söyleminden olabildiğince dışarıda bir söylem geliştiriyor Bellatin. Ancak ölüm evine -bir zamanlar onları güzelleştirdiği için- kadınların kati şekilde alınmaması konusunda ahlâki bir kısıtlama getirerek, gay kurtuluş haraketinin -geniş bir perspektif açmasına rağmen- Stonewall’dan bu yana devam eden cinsiyetçi cemaatleşme, baskın kültür ve özcülük pratiklerine eklemleniyor. Eşcinsellere yapılan baskı, kuralları ve ilişkileriyle kadınları da baskı altında tutan aynı sistemin ürünü değil midir oysa?
Hande Öğüt
handeogut@gmail.com
Yazarımızın diğer yazıları için bakınız.
GÜZELLİK SALONU
Mario Bellatin, çev: Şevin Aksoy, Notos Kitap, 2024, 55 sayfa, 7 TL
* Görsel: Joel-Peter Witkin, The Aleph (2001)
Çok Önemli Gaz
Yaşamakta olduğum bugünleri, okul arkadaşlarım Yılmaz ile Hasan’a borçluyum. Kendimi burada, seçkinler arasında bulmamın nedeni bu iki eski arkadaşımın, okulumuzun gelenekselleşmiş dayanışma, öğrencilerin yaşam boyunca birbirlerini koruyup kollama anlayışına uygun olarak beni izlemeleri, izletmeleri, zor durumlarımda desteklemeleridir. Geçirdiğim zorlu ameliyatın öncesinde, gerçekleşmesinde ve sonrasında hep bu ikisinin ilgisi, emeği, desteği vardır. İçinde bulunduğum seçkinler, varlıklılar hastanesine kabul edilmem de onların aracılığı ve gücüyle sağlanmıştır. Durum böyle olunca, hiç aklımdan çıkmıyorlar doğal olarak. Nereye baksam onları görüyorum. Ameliyathanede kolumdan ilaç verilip uyutulmadan önce de, yedi saat kadar sonra uyanıp kendime geldiğimde de hep bu iki önemli arkadaşımı düşünüyordum. Amerikalılarla Dayanışma Örgütü’ne (AmeDayaÖr diye kısaltmışlar, çağrı yazısı gönderdiklerinde okumuştum) üye olmayı kabul etmediğim halde ilgilerini benden esirgememişler, her adımımda desteklerini sırtımdan eksik etmemişlerdi. Beni nasıl utandırmışlardı; şimdi biraz da utancımdan çıkmıyorlar aklımdan: “Sen bizimle olmayı reddettin, bizi yeterince sevmedin ama bak, biz seni çok seviyoruz.” İleti bu olmalı. Düşündükçe yüzüm kızarıyor, utancımdan mı, öfkeden mi bilemiyorum ama yanaklarım yanıyor. Neden katılmadım ben de aralarına sanki? Neyse, olan oldu bir kez. Şimdi sağlığımı düşünmeliyim ve ilk fırsatta bu yüce gönüllü dostlarıma uygun bir biçimde teşekkür etmeliyim. (Onların yüce gönüllülüğünü ve yaşamımdaki önemini anlatan bir öykü yazabilirim örneğin.) Onları düşündükçe okul yıllarımızı anımsıyorum. Çağrışımlarla canlanan o eski ama eskimemiş görüntüler, içinden geçmekte olduğum zamana da yansıyıp bugünleri biçimlendiriyor. Başkasından duyulup yinelenmiş olsa da, “Denizden babam çıksa yerim!” özdeyişiyle “Yamyam Hasan” lakabını kazanan Hasan Aksaz, daha sonraki meslek yaşamı süreçlerinde, en yakın arkadaşları bile olsa, rakiplerinin önünü kesip onları bir anlamda çiğ çiğ yiyerek, lakabının ne denli yerinde ve tutarlı olduğunu kanıtlamıştır. Nedendir bilinmez, beni çok sevmekte, koruyup kollamakta, ardımda görünmez adamlarını gezdirmekte, elindeki gücün bir bölümünü de benim için kullanmaktadır. (Oysa dedim ya, ben AmeDayaÖr’e katılmamış, dikbaşlı birisiyim. Üstelik işe yaramam, yazı yazmaktan başka şey gelmez elimden. Dolayısıyla, bu tutkulu sevginin nedenini anlamakta zorlanıyorum doğrusu.) Eksik olmasın, bu seçkinler hastanesinin en güzel, en manzaralı ve ferah, en “özel” odasına yerleştirilmem için genel sekreterine emir vermiş, telefon ettirmiştir. Sağolsun varolsun benim canım arkadaşım. İlkokuldan beri hep elimden tutmuştur; öteki elinde mızrağı andıran, ucu topuzlu bir bir sopa vardır. Belleğimden hiç silinmeyen 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı törenlerinde en önde yürümekte, topuzlu sopasını havada sallamaktadır. Sonra, ortaokuldan, liseden kalma başka görüntüler. Hasan Aksaz, eskiden beri çok önemlidir. Adeta o, törenler için görevlendirilmemiş, törenler onun için düzenlenmiştir her zaman. Okulumuzun en yetenekli, en sevimli, en önemli, en şey öğrencisi odur; babası da kentimizin en büyük yap-satçılarından biri ve üstelik iktidardaki partinin milletvekilidir. Hasan Aksaz’ın omuzlarının her birinde kırmızı çuha üstünde çapraz kılıçlı kokart ve dört yıldız olmuştur. Onun giysisindeki gibi sıra arkadaşım Yılmaz Uğur’un ceketi ile benim giysimde de yıldızlar vardır ama bizimkiler, hele benimki daha azdır. Dört, üç, bir diye sıralanmıştır ve Hasan’ın ardında, boru trampet takımının önünde canım arkadaşım Yılmaz’la yan yana yürümekteyiz, ben onun solundayım. Benim elimde flama, Yılmaz’da bayrak bulunmaktadır. Tören biter, görüntüler gitmez, belleğime yerleşip kalır ve işte böyle, olur olmaz zamanda anımsarım. Sevimli çocuklardık, aynı mesleğin adamları olmak istiyorduk. Sonra rastlantılar, olanaklar, beklenmedik rüzgârlar bizi savurdu; farklı alanlarda sürdürmek zorunda kaldık çabalarımızı. Ama arkadaşlığımızı her zaman yaşadık ve yaşattık.
Gözlerimi yumup o günleri düşündüğüm anların birinde, doktorların salık verdiği gibi, hareketlenmek, böylelikle sağlığıma çabucak kavuşmak amacıyla yürümek üzere odamdan hızla koridora çıktığımda o ikisini gördüm. Giysileri yine gökyüzü renginde. İkisi de sarı saçlı, mavi gözlü; sesleri, duruşları ilk gençlik günlerimizden kalma. Yıldızlar omuzlarında değil şimdi, göğüslerinin sol yanlarında sıralanmış durumda. Hasan’ın dört, Yılmaz’ın üç yıldızı var yine. (Ben üniversiteden beri yıldızsız ve giysisizim.) Onları birden karşımda görünce yüreğim genişledi, nasıl sevindim… Canlarım benim, sevgili arkadaşlarım. Beni ziyaret etmeye geldiler herhalde diye düşündüm ama yanıldığımı hemen anladım. Ah bu yanılgılar! Demek oluyor ki narkozun etkisi hâlâ üzerimde, kendini sürdürüyor, tümden beni bırakmış değil. Zaten kollarım, bacaklarım delik deşik. Karnımın sol yanında L biçiminde, uzun bacağı 12, kısa bacağı 4 olmak üzere toplam 16 santimetre uzunluğundaki ameliyat yarasının dikişleri; sağ yanında, incebağırsağa bağlı bir torba var. “İleostomi” diyor hekimler ve hemşireler ona. Kalınbağırsağımın ağzı dikildi, kapatıldı; şimdilik uykuda, çalışmıyor. Günü gelince açılıp incebağırsakla birleştirilecek, uyanıp yeniden işe girişecek ve torbadan kurtulacağım. Şimdi sorun, gaz’da. Çok sık yürümem gerekiyor; odamdaki rahat yatakta yatmamalıyım, koridorda dolaşmalıyım. İşte yürüyorum. Hasan Aksaz ile Yılmaz Uğur’a doğru ilerlemeye başladım. Aynı hizaya gelince anladım ki bunlar arkadaşlarım değil; hastaneye temizlik, hasta bakıcılık, yemek, ilaç tedarik desteği ve hizmetler veren özel şirketlerden birinin üst düzey yöneticileri. Önemli adamlar. Göğüslerindeki yıldızları, giysileri, duruşları, bakışları benim sevgili okul arkadaşlarımı anımsatıyor; hatta Yılmaz’ın altdudağındaki gibi derinlemesine bir yarık var üç yıldızlının altdudağında da. Benzerlik bu kadar olur. Doğal olarak belleğim uyduruyor biraz da bunları; hayatıma yön veren o pek önemli arkadaşlarımı çok özledim, yanıma bir gelseler nasıl sarılıp kucaklayacağım ikisini de. Ama yoklar. Şimdilik benzerleriyle yetinmek zorundayım. Her biri “büyük adam” oldu, ülke çapında. Yılmaz Uğur Dışişleri Bakanlığı’ndan emekli yüksek bürokrat; son görevi bir Avrupa ülkesinde elçilikti. Hasan Aksaz ise uluslararası bir Amerikan şirketinin Ortadoğu Bölgesi Başkanı. Yakında emekli olacağı, “merhum” babası gibi siyasete atılıp parlamentoya gireceği, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesinde çok önemli görevler üstleneceği söylentisi yaygın. Birkaç kez gazetede de okudum bu söylentiye ilişkin haberleri. Kafası Amerikan tıraşlı, bakışları dünyayı kana bulayıp giden çok önemli başkan Bush’u anımsatıyor. Öylesine görkemli bir duruşu var. Göstermeparmağını gözüne sokar gibi sallayarak Yılmaz Uğur’a bir şeyler anlatıyor, belki de buyruklar veriyor. Kaşları çatılmış, sesi sert, biraz da öfkeli.
Yok yok, bunlar benim canım arkadaşlarım olamaz; yalnızca andırıyorlar. Yanlarından geçerken göz göze geldim, hafifçe gülümsedim, başımı belli belirsiz eğerek selamladım ikisini de. Karşılığını aldığımı söyleyemem ama olsun. Çok yoğun çalışan, önemli adamlar bunlar. Benim gibi işsiz güçsüz ve hasta değiller. Dönüp koridoru ters yönde adımlamaya başlayacağım. Yürümeliyim ki gaz çıksın; çok önemli gaz. Bugün kaçıncı gün ameliyattan bu yana; hâlâ tıs yok! “Çok gecikti” deyip kötü kötü baş sallıyor hemşireler. Hastabakıcılar bile kaygılı. Herkese dert oldum. Bazen de hekimler kuşkuyla yüzüme bakıp soruyorlar: “Hâlâ gelmedi mi?”
“Gelmedi efendim” diyorum saygıyla, ama yanaklarım yanıyor. Böyle şeyler konuşulur mu? Bunların ayıp olduğu öğretildi bize; başkalarının yanındayken kalkıp helaya girmekten bile utanmışımdır.
“Allah Allah, neden acaba?”
Suskunlukla, kuşkuyla bakıyorum ben de onların yüzlerine. Neden acaba’ya karşılık söyleyecek sözüm yok; ben nereden bilirim gaz niçin çıkar ya da çıkmaz? Bu denli önemli olduğunu da yeni öğrendim zaten; çok şaşkınım, inanılır şey değil. Neyin önemli, neyin önemsiz olduğunu günlük koşuşturma içindeyken unutuyoruz hep, hatta hiç öğrenmediğimiz gerçekler var. Günün birinde, bunu anımsatan birisiyle ya da olaylarla karşılaşıyoruz. Hastaneye yatıp kalınbağırsak tümörümü aldırmasaydım, bu çok önemli konuyu asla öğrenemezdim. Öyle bir öğrendim ki ölünceye kadar unutmayacağımı biliyorum. Hele buradayken unutmam olanaksız; anımsatan çok. Biri gidiyor, başkası geliyor. Odam yolgeçen hanına döndü birkaç gündür. Anladığım kadarıyla beni taburcu edecekler ama bu büyük engel yüzünden evime gönderemiyorlar. On dokuzuncu gündeyiz, en eski hastalardan biriyim herhalde. Bu kez Meral Hanım göründü kapıda, başını uzatıp yüksek sesle sordu: “Geldi mi, geldi mi?”
Yanaklarım yandı yine, kulaklarımın uçları. Bu kadar bağırma hatun, sağır değilim. “Gelmedi.”
“Tüh! Demek öyle?”
“Evet öyle.”
“Neyse, üzülmeyin Baharten Bey, gelir nasıl olsa.”
Havacıların söylediğidir: “Hiçbir uçak havada kalmaz.” Onlara özenip benim söylediğimdir: “Hiçbir gaz, çıkmadan yerinde duramaz…” Çekilip giden Meral Hanım’ın ardından belli belirsiz gülümsedim. Ne çok soruyorlar. Kızarıp bozarıyorum, sesim düşüyor, bozuluyor. Konu bu kadarla kapansa iyi; daha neler var: Vücudumun atıklarını ölçekli kaplarda biriktiriyorum. Hastabakıcılar belli aralıklarla gelip ölçülerini ilgili çizelgelere yazıyorlar; hemşireler de öyle, sürekli denetliyorlar. Meral Hanım’dan yarım saat kadar önce Doktor Yılmaz Bey kapı eşiğinden seslenmişti; bu da başka bir Yılmaz işte, alt dudağı yarık değil. Esmer ve düşünceli. Ağırbaşlı görünmeye özen gösteriyor. “Gelince hemşirelerden birine haber verin olur mu…”
“Şey, doktor bey, çok mu önemli bu?”
Yılmaz Bey’in gülüşü hâlâ şurada duruyor. “Hayat kadar önemli. Gaz çıkmazsa, can çıkar.” Bu da bir özdeyişti besbelli. Gülünce gözlerinin çevresi kırış kırış. “Çok önemlidir Baharten Bey! Gaz gelmedikçe bağırsaklarınız açılmamış demektir.”
“İyi ama benim bağırsaklarım zaten kapalı, çalışmıyor ki.” Gülümsedim. “Dinlenceye çıktı. Torbam var, biliyorsunuz.”
“Olsun” dedi Yılmaz Bey. “Torbada da izleyebilirsiniz. Kabarcıklar oluşur, koku yapar. Yeter ki gelsin, mutlaka farkına varırsınız.”
Koku deyince arkadaşım Yılmaz’ı düşündüm. Ağzını kapasa da çatlak dudağının arasından sızan ölü hayvan kokusu duyulur. Haklı olarak “Leş Yılmaz”a çıkmıştı adı, hep öyle kaldı. İyi ama ne yapsın, elinde değil ki çocuğun. İçinde bir kedi ölüsü varmış gibi kokuyor soluğu işte. Leş Yılmaz aşağı, Leş Yılmaz yukarı… Ah ne yıllardı; üzülürdüm arkadaşım için. Temiz duygular henüz kirlenmemiş, yürekler örselenmemiş, yüce duygulara gölge düşmemiş; içtenlik, dürüstlük, doğruluk üzerine gölge değil toz zerresi bile ilişmemişti. Bu Yılmaz, sınıf arkadaşlarımızın çoğunun yüz vermediği, dışladığı, konuşmayı bilmez, densiz, edepsiz, biraz da yırtık ve terbiyesiz öğrencilerden önde geleniydi. Açık saçık fotoğraflar bulup getirir, meraklılarına para karşılığı gösterirdi okulun helasında, teneffüs aralarında. Ağzındaki ağır kokuyu bastırmak için, yanında kolonya dolu küçük bir plastik şişe taşıdığı, fırsat buldukça, kimseye göstermemeye çalışarak bir-iki “fırt” çektiği bilinirdi. İçime kuşku düştü işte şimdi: Koridorda kötü bir koku vardı; o ikisinin yanına yaklaştığımda artmış, rahatsız etmişti. Yıllar sonra burada karşılaştığım şirket yöneticisi oydu anlaşılan. Hay Allah, neden daha önce düşünemedim bunu? Beni tanımamış gibi davranması şaşırtıcı değil. O yıllarda arkadaşsız dolaştığı için, şimdi burada yanıma gelip kendini tanıtmaktan uzak durmuş olmalı. Büyüklenme bu, aslında aşağılık duygusunun somut karşılığı. Yoksa Doktor Yılmaz Bey de mi oydu? Hay Allah, paranoyak mıyım neyim? Hayata kuşkuyla baktınız mı, çevrenizdekileri kuşkuyla irdelediniz mi alnınıza ilk basılacak damga budur: “Paranoyak!” Madem öyle, ben de onu tanımamış gibi davranacağım. Ulan Leş Yılmaz! Adam oldun da… Neyse, kendisi bana yaklaşmasa da ardımda dolaşan adamları aracılığıyla beni ne kadar sevip kolladığını öğrendim artık, sorun değil. Hasan’la ikisi, bu ünlü hastaneye yatırılmamı sağladılar, söylemiştim, daha ne yapsınlar? Gerçek arkadaşlık, arkadaşlarını zora sokmamaktır. Bu ikisinden hiçbir beklentim yok ve olamaz. Benim derdim başka; beklediğim şey olmalı artık, sevinçle haber verebilmeliyim ilgilenen herkese: “Geldi, geldi, sonunda geldi!” Canım arkadaşlarım beni ziyaret edermiş, etmezmiş, hiç önemli değil. Canları sağ olsun. Gaz gelsin yeter.
2673 numaralı bölümün upuzun koridoru pek önemli ve çok değerli hastaların özel odalarının yan yana sıralandığı, bazılarının kapılarında belleri tabancalı özel güvenlik görevlilerinin beklediği, hastalar arasında bir büyükşehir belediye başkanı, iki vali, üç emniyet müdürü, birkaç bakanlık müsteşarı ve danışmanı ile memleketi görünmez elleriyle yöneten büyük holding patronlarından en ünlüsü, en önemlisi olan Kâzım Kabancı’nın ve ünlü mafya babası Kırık Hamdullah’ın da bulunduğu biliniyor. Temizlik ve güvenlik şirketleri ile, gece hizmetleri veren ayrı bir şirketin bol yıldızlı üst düzey yöneticileri olan Yılmaz Uğur ile Hasan Aksaz’ın bu koridordan kuş uçurulmamasını, hiçbir hizmetin ve görevin aksatılmamasını beklemeleri, hatta ülkemizin, toplumumuzun çok önemli gaz işleri ve dolayısıyla benimle de ilgilenmeleri çok doğaldır. Odama dönünce düşündüm bunları, durumu irdeledim ve gerçeği saptamakta zorlanmadım. Doğal olmayan, benim gibi sıradan bir ölümlünün, hem de kanser tanısı konmuş bir ölümlünün, koridorun en güzel özel odasında kalmasıydı ki nedenini, niçinini çıkaramıyordum bir türlü. Neyi, kimi, kimleri, hangi önemli tüzel ya da özel kişiliği temsil ettiğimi anlayıp öğrenmek için can atıyordum, ama değil mi ki eski okul arkadaşlarımdan Yılmaz ve Hasan Beyler bana yabancıymışım gibi davrandılar, ben de bozuntuya vermeyip birkaç gün daha süreceği anlaşılan beyliğimin tadını çıkarmaya karar verdim. Beklenen çok önemli konuğun geleceği yok nasıl olsa, öyleyse buradayım, gitmiyorum.
Kapının önüne çıkıp baktım; canım arkadaşlarım bu kez koridorun öteki ucunda konuşuyorlar. Orada bekleme salonu gibi bir girinti var. Kapısız. Geceleyin, hasta yakınlarının üzerinde uyumasına da elveren yayvan koltuklar. Sol duvarda yassı bir televizyon alıcısı. Gidip gelirken durup izlediğim olmuştur; odadakinden daha büyük ekranlı ve daha net görüntülü. Yüzleri televizyonlu duvara yarım dönük. Soluk almaksızın konuştukları belli oluyor. Umudu kestim onlardan, bir “merhaba, nasılsın?” demelerini bile beklemiyorum artık. Ah işte geliyor! Onlarla aynı anda vücudum da kıpırdandı. Karnımda bir şeyler oluyor. Midem bozuldu galiba, gurultu başladı. Leş Yılmaz’ın ağız kokusu, içindeki kedi ölüsü etkili oldu anlaşılan. Hemen döndüm, odaya girdim. Banyodaki klozete oturup kapıyı ayağımla iteledim. Geliyor, geliyor, gözümüz aydın, geliyor! Bağırmamak için kendimi zor tuttum. Dur, heyecanlanma. Nasıl olsa haberleri olur, çizelgeye yazarlar. Acele gaza şeytan karışır. Bekle ve tadını çıkar, yavaş yavaş, aralıklarla gelecektir. Gelsin de rahatla. Önce sen tanık ol, öğren; başkaları daha sonra. “Hayattan bile önemli!” Kendimi dinlemeye, gaz dalgasını beklemeye koyulmuştum ki birden aklıma geldi: Ayağa kalkıp odaya girdim, komodinin üzerindeki not defteri ile tükenmezkalemi alıp okuma-yazma gözlüğümü taktım, banyodaki yerime döndüm.
Ve başladı sonunda.
Hâlâ biraz utanmasam, herkesi başıma toplayıp sayıları ve adları onlara yazdıracağım. Ama hayatın çoğu alanında yalnızızdır; işte yine öyle zamanlardan birini yaşıyorum; yalnız ve tek başınayım. Kendim sayıp kendim yazacağım.
Evet, geldi sonunda. Zor geldi. Köpüklerle, tuhaf seslerle, görkemle, coşkuyla, koşturarak girdi torbanın ağzından. Torba kabardı, doldu, balona dönüştü. Üstteki küçük pencereyi, havalandırma deliğini kapatan iki santimetre çapında daire biçimli keçe parçası fazla direnemeyip leş kokusuna yol verdi. Ulan Yılmaz, ulan Yılmaz… Burada da yaptın yapacağını! Alacağın olsun. Tam on dokuz gündür kapalı yerde büyüyüp gelişen ilk gaz, özgürlüğüne kavuşmuştu sonunda. “Hiçbir uçak havada kalmaz, bir biçimde iner yere.” Evet öyle. Hemen not defterine yazdım: Tarih, saat, yer. Sonra ekledim: “Çok önemli gaz, adı Yılmaz.” Sağa doğru bir çizgi çekip “Leş” diye yazdım, eğri büğrü üç yıldız koydum yanına. Bu birincisi. Bakalım ötekiler ne zaman? Artık işi gücü, gerçeği düşü bırakıp en önemli hayat belirtisini beklemeye ve kendimi izlemeye başlamalıydım. Bir süre bekledim ama gerisi gelmedi. Çıktım ben de dışarıya, koridorda yürüyeceğim.
İkinci patlama Hasan Aksaz’ın bulunduğum yere yaklaşmakta olduğunu gördüğüm anda oldu. Koridorun bana göre uzak ucundan bu yana doğru koşarak gelmekte olan Yılmaz Bey ile iki ya da tek yıldızlı ya da yıldızsız temizlikçiler, güvenlikçiler, sağlık hizmetlileri, “posta beyler” yanımdan hızla geçtiler. Hepsi telaş içindeydi. Hasan Bey de yaklaşıyordu, neredeyse gelip omuz vuracaktı. İyice çekildim duvar dibine, kıpırdamadan izledim. Hasan Bey bu denli telaşta olduğuna göre, odalardan birine ya bir bakan ya bakan eşi, çocuğu, yakını, baldızı, şoförü, berberi, şusu busu yatmış ya da yatacaktı. Bu düşünce beni allak bullak etmeye yetti ve korktum, tutamadım kendimi, zaten denetlemem olanaksızdı. Torbanın ağzı büzgülü değildi ki büzüp susturabileyim; özgürlük benden çok onundu artık. İkinci bomba ansızın patlamış oldu böylelikle. Öyle bir ses çıktı ki not defterime yazıp yanına dört yıldız koymalıyım. Adı da hazır zaten, Hasan Aksaz’ın anısına, onun anmalığı.
Durdu, dönüp şaşkınlıkla baktı ve bağırdı: “Heyy, ne oluyor orada?” Korku ve kuşku doluydu Hasan Aksaz’ın gözleri. Bu gidişle işinden ve yıldızlarından olacaktı. “El bombası mı, mayın mı patlatıldı? Solcular burayı da mı ele geçirdi? Yoksa PKK’lılar baskın mı yaptı? Heyy, nöbetçiler! Gizli açık, formalı formasız elemanlar hemen koşun! Kapıları tutun. Torbalara el koyun!”
Önde güvenlikçiler, arkalarında istihbaratçılar, gözetleyiciler, ayakkabı boyacıları, sucular, süpermarket servislerinin sürücüleri, kapıcılar, taksi sürücüleri, pazar tezgâhtarları ve bilumum görevliler gelip önümde duvar ördüler; Hasan Aksaz’ı perdeleyip korumaya aldılar. İki adım öne çıkan nöbetçi sözcü sordu dizginlenmiş öfkesi ve kuşkuyla: “O ses senden mi çıktı ulan beyefendi?”
Belli belirsiz gülümsedim. Bu soru, başka yerde, karanlık bir koridorda olsam başka türlü, örneğin tekme tokat sorulurdu mutlaka. “Beyefendi” duruşumu takınıp karşı soruyla yanıtladım: “Hangi ses?” Hiç haberim yokmuşçasına çevreme bakındım. “Ne sesi?” Tınmadım yani; aklım başımdan gitmiş, korkularım dağılmış olmalıydı.
“O ses!” diye yineledi çatlak dudaklı, üç yıldızlı Leş Yılmaz Bey. Ne zaman gelmiş, nereden çıkmıştı? Şaştım kaldım.
Eğilip kulağına fısıldadım: “Bu ikinci patlama canım arkadaşım! Çok önemli…”
Zeki adamdı vesselam, durumu hemen kavradı. “Yaa, öyle mi?” deyip göstermeparmağını çenesine dayadı, bir an düşündü, soluğunu bıraktı ve sonra görüşünü sözlü olarak açıklamak üzere yeni bir soru yöneltti: “Birincisi ne zamandı?”
“Yirmi dakika kadar oldu sanırım” dedim.
“Güzel…” diye mırıldandı, kaşlarını çattı, kendi kendine söylendi: “İyi ama biz niçin duymadık?” Başını aşağı yukarı, sağa sola, öne arkaya salladı. “Adamlarımız uyuyor mu?” Bu soru kendineydi, hemen geçiştirdi. “Peki, not ettiniz mi Baharten Bey?” dedi.
“Ettim ettim, kaygılanmayın!” deyip gülümsedim. “Defterime yazdım.”
“Çok güzel” dedi Yılmaz Bey, sesini yükseltti. “Yanlış anlamışız Hasan Bey” diye seslendi. “Önemsiz bir…” Durakladı. “Önemli ama, şey…” Ne diyeceğini bilemiyordu.
“Oradan bağırma öyle, gürültü ediyorsun!” diye bağırdı Hasan Aksaz. “Yanıma gel, burada konuş. O ne sesti öyle, havan topu gibi! Önemli değil diyorsun bir de…”
“Önemli efendim, önemli” diyerek koşturdu Leş Yılmaz Bey.
Ardından bakıp güldüm. “Bir yumurtayı sekiz kişiye taşıtır bunlar.” Hay Allah, kimin sözüydü bu? Ne anlamlı, ne derinlikli bir söz… Yakında uçaksavar topu ya da makineli tüfek gibi patırdayacağımı seziyordum. Seyreyle cümbüşü o zaman. Artık bakan mı bakmayan mı, yıldızlı mı yıldızsız mı, uşak mı efendi mi, kim gelirse gelsin durduramazdı. Torbam iyi çalışıyor, yüzümü kara çıkarmayacağa benziyordu. Hemen odama girip kapıyı kapadım. Not defterimi, tükenmezkalemimi alıp banyoya girdim, oranın kapısını da kapadım, klozete oturdum yine. Beklediğim o mutluluk anı gelmişti; bir yandan patlamaları dinliyor, hemen ardından gerekli bilgileri defterime yazıyor, her sesin yanına yıldızlar koyuyordum. Sonunda, oldukça görkemli ve anlamlı bir liste oluştu.
Üçüncü ses: Sauna dedikoducusu İbrahim Şersoy. Zaman zaman rakı sofrasında yanıma oturur, içmez, yalnızca yer. Görevdeyken içmez bunlar. Artık öğrendim. Ansızın çıkıp gelirler, sırıtırlar. Ah ne güzel rastlantı! Hadi ordan yüzsüz herif! Ne rastlantısı? Üçerden altı yıldız; kokardında kılıç kalkan yok. Sade bir vatandaş. Geveze. Emekli. Nöbetçi dırdırcı.
Dördüncü ses: Çetin Yalgızhan. Sese duyarlı. Bir kokart, bir yıldız var göğsünde. Yargı işleriyle uğraşıyor. Sekizinci katta oturuyor, ama apartman kalorifer kazanının sesini duyduğu için uyuyamıyor. Zararsız görünüyor. Sinsi. Az konuşup çok toplayan. Fevzi ile ortak iş tutuyorlar. Aç gözlü. Paraya doymuyor bir türlü. “Ajan” bozuntusu piyon.
Beşinci ses: Sedef Erdemli: Sessiz, arsız, yüzsüz bir ses bu. Sinsi. İçerden pazarlıklı. “Ben senin dostunum! Ben senin dostunum!” İstemiyorum ulan senin gibi bin yüzlü dost. Karşıma son çıktığında kovalamıştım.
Altıncı ses: Piyano tuşlarının çıkardığı sesleri andırıyordu. İstese heykeltıraş ya da yazar bile olabilirdi ama piyano çalıyor, arkadaşlarını izliyor, raporlar yazıyor, görünmez paralar kazanıyor. Hasan Aksaz’ın has adamlarından birisi. Rami Öztan. Soluk benizli. Kıskanç. Kibirli. Yarışkan. Bir köpek ölüsü de bunun içinde yatıyor. Yoksa kedi miydi?
Yedinci ses: Havlayan gaz. Hırıltılı, gevrek, abartılı, yapay. Ali Rasim Çomar koydum adını. Yılmaz Uğur’un kapısında “ikamet” ediyor. Tasmalı. Üçerden altı yıldız bunların hepsine; sağ hizalarına ok çıkarıp ekledim özenle.
Sekizinci ses: Kapkara bir ses, daha da kararmış bir surat. Erman Ataker. Liseden, üniversiteden sınıf arkadaşım. Unutmam mümkün değil bu adamı. Kırk dört yıllık yoldaşımdı, ötekiler hain düşman, bu zavallı satılmış, en adi muhbirim çıktı.
Dokuzuncu ses: Ali İhsan Yandoğan’ın gevşek sesini andırıyor. İki eli günde beş kez kulaklarında; sesleri dinliyor, topluyor, devşirip biriktiriyor; sonra yazıya dönüştürüyor. Kendini çok önemsiyor. O olmasa ülkede deprem olur, bütün minareler yıkılır.
Onuncu ses: Fevzi Sanlı. Sıtmalı. Dördüncü sesin benzeri. Bir elmanın ikinci yarısı. “Alçaklara kar yağıyor üşümedin mi / Sen bu işin sonunu düşünmedin mi?” türküsünü çok seviyor. Kars yöresinden oyun havalarına da yabancı değil. Kendini tilki kadar kurnaz sanıyor, gördüğü bütün ışıklara tutuluyor, kısır tavşan.
On birinci ses: Hikmet Öner. Bir jinekoloğun acılı sesi. İktidarsızlığın inlemesini andırıyor. Her şey elinin altında, ama o kadar. İlaçlı balık yese de akşamları, boşuna. Artık sesi çıkmıyor. Bütün vücudu uykuda.
On ikinci ses: Erman Özdilber. Diş sızısı. Karısının eteğinin altında saklambaç oynuyor. Kendi cinsine düşkün. Kadın sesinden hoşlanmıyor. Sondan ikisinin yanına yılanlı simgeyi koydum yıldız yerine. Uzman bunlar; bozuk ses uzmanı.
E ama artık yeter. Bütün sesleri kayıt altına alacak değilim. Ne dinleme aygıtı var elimin altında, ne anten, ne de uzaktan kumandalı ses yükseltici. Zaten gözlerim yanmaya başladı. Tuvaleti mavi bir gaz tabakası doldurdu. Hemen buradan çıkmalıyım. Torbamı, pantolonumu topladım. Tuvalet kâğıdıyla kurulandım. Ellerimi ilaçlı sıvı sabunla yıkayıp havluya sildim. Kapıyı açtım. Mavi tabaka odaya yöneldi, oradan pencereye ulaştı hızla. Gökte, denizde, gömlekte, giyside güzeldi bu renk ama buradaki ağır kokuyla birlikte kirli bir çamurgaza dönüşmüştü, hiç çekilmiyordu. Ben dışarı çıkınca banyonun havalandırma dizgesi çalışmaya başladı. Pencereye koşup iki kanadını birden açtım sonuna kadar. Dışarıda ilkyaz, karşı bahçede yeşilini parlatmış ağaçlar, renklerini yenilemiş çiçekler, aşağıdaki parkın çevresinde sarı mimozalar. Oralara bakarken bir yandan odaya dolan temiz havayı, öte yandan, yanı başımdan, pencere aralığından dışarıya doğru uçuşan mavi gaz tabakasıyla ağır kokunun birbirlerine saygılı biçimde davrandıklarını izleyip sevinç ve gurur duydum. Ne de olsa çok önemli adamların adlarını vermiştim çok önemli gazlarıma.
Mavi tabaka uçup gidince koku da kalmadı; odaya temiz hava dolunca pencereyi güzelce kapatıp huzura erdim. Elimdeki deftere, defterdeki adlara, adların iki yanındaki simgeli – simgesiz yıldızlara göz atıp yazıklandım. “Bir ses, bir koku bile olamadınız!”
Tam o sırada Meral Hanım girdi odaya, umutsuzca sordu: “Hâlâ gelmedi mi Baharten Bey?”
“Geldi” dedim sıkıntılı, çekingen, utangaç ama coşkulu.
“Hemen gidip Yılmaz Bey’e müjdeyi vereyim” dedi.
“Öyleyse şu defteri de götürün” deyip uzattım. “Burada, gelenlerin adları, geliş tarihleri, saatleri yazılı.”
Not defterini elimden alırken yüzüme kuşkuyla baktı Meral Hemşire. “Kimlerin adları?”
Gülümseyip omuzlarımı silktim. “Okuyunca anlarsınız. Sesler uçar, gazlar kaçar, yazılar kalır Meral Hanımcığım…”
Yazan: Burhan Günel
27-31 Mayıs 2024
Keklik Pınarı-Ankara