Dünün Adı Kader, Peki Yarının?
İki yıl öncesine kadar hayatımı en iyi şekilde yaşadığımı düşünürdüm. Hayatımda her istediğim şey olmamıştı, eksikler vardı belki ama hayalimdeki aile hayatını, sevgiyi, dostluklarımı kısacası hayatımı gayet iyi yaşamıştım diye düşünürdüm; fakat sadece öyle sanmışım.
Aslında çoğumuza hayat kocaman bir anlamsızlıklar yumağı gibi gelir, çoğumuz bu karmaşada ne yapacağımızı, geleceğimizi düşünürüz; hatta bugünün ve yarının kaygısı bittiğinde ise diğer dünya için ne yaptığımızı sorgularız.
Benim için bu karmaşa ve kaygı hayatımın aşkını bulduğum an bitti, o andan itibaren hayatım, her şeyim o oldu. Hayatla nasıl oynamam gerektiğini bilemeyen, bunu beceremeyenlerdenim fakat büyük fedakârlıklar isteyen diğer seçeneği seçtim; hayatımı sevdiklerime, dostlarıma, hayatımı güzelleştireceklerini düşündüğüm insanlara ve karıma adadım.
Hayat sahnesinde oyuncuları teker teker yanıma almıştım ve bir oyun sergileyecektik adı yaşam olan, bu oyun hayatımızı anlatacaktı insanlara, bir iz bırakmayı deneyecektik diğerlerine kazandığımız sevgilerle ya da sahip olduğumuz nefretlerle işte o bizi, bizim hikâyemizi anlatacak.
Bu oyunu sergilerken seçtiğim oyunculara hep sevgiyle, saygıyla, bazen şefkatle baktım, kimse üzülmesin, kimse kırılmasın, herkes hayatımda istediği için, beni sevdiği için olsun istedim. Arkadaş çevrem gün geçtikçe arttı, sevenlerim hep yanımdaydı. İnsan daha ne ister ki? Zaten hayat sevgisiz ve sevenler olmadan yaşanamaz, insan sevginin, sevilmenin kıymetini iyi bilmeli; hiç kaybetmeyecekmiş gibi aşkla, arzuyla sarılmalı, aynı zamanda yarın elinden alınacakmış gibi delicesine, sımsıkı.
En güzel günlerim hayatımı ona adadığım insanla geçti; sevgi dolu, ilklerimi yaşadığım biricik, sonsuz aşkım. Hem karım hem de dostlarım hep benimleydi; hatta üniversitede aynı evi paylaştığım arkadaşlarımla hayalimizi bile gerçekleştirmiştik, şansımız yaver gitmişti, şirket kurmuştuk. Aynı işte çalışıyorduk, çocuklarımız aynı okula gidiyordu; hatta hep beraber olalım, yakın olalım diye aynı siteden birer daire almıştık.
Eşlerimiz birbirlerine çaya giderdi; hatta bazen sıcacık kurabiyeleriyle hepsi şirkete gelirdi, ne kadar güzel günler geçirirdik, hoş sohbetlerimiz olurdu, onlar akrabadan öte olmuşlardı, benim hayatım onlara bağlıydı, sanıyordum ki onlarınki de bana ama çok yanılmışım.
Hâlbuki kimse çıkar gütmeksizin severdi birbirini, bir o kadar da iç içeydik. Nasıl anlamadım, nasıl fark edemedim gizlenen gerçekleri inanın hiç bilmiyorum. Hani insanların delirme hikâyeleri vardır ya; kimi sadece aldatılmıştır, kimi alkolik olmuştur, kimi tüm parasını kumarda kaybetmiştir, kimi tecavüze uğramıştır, kimi uyuşturucu bağımlısı olmuştur, kiminin sevdikleri ölmüş, kaldıramamıştır. Ama bendeki çok farklı; her şey sinsice oldu ve tüm olanları aynı günde bir saat içinde öğrendim, zaten parça parça da öğrenseydim aynı tepkiyi verirdim ama bu kadar delilik sınırını aşar mıydım işte bunu hiç bilmiyorum.
Her şey güzel gidiyordu demiştim ya, gerçekten de öyleydi ama ne yazık ki gerçekleri görememişim; sanki üç maymunu ben oynamışım ya da hayat sahnesinde oynatılmışım. Çok güvendiğim için mi böyle oldu; yoksa başka bir sebebi mi var, nedenini hiç kestiremiyorum, gerçekten bilemiyorum.
Karım beni aldatmıştı, hem de kardeşim diye sevdiğim, her şeyimi paylaştığım dostumla. Yurt dışı gezilerine çıkmam, bu olayın, doğrusu tüm bu iğrençliklerin tuzu biberi olmuş, o insanlara gün doğmuştu. Vekilim -karım- belgeleri imzalayarak şirketteki tüm hisselerimi beni aldattığı dostuma devretmi, ben hiçbir şeyden habersiz yurt dışında şirket işleriyle uğraşıyorken… Anlayacağınız hayatta en çok değer verdiğim insanı, karımı kaybettim, gençliğim boyunca hayalini kurduğum ve sonunda gerçekleştirdiğim şirketi de ve bu güzel hayalleri kurarken bana destek olan, beni zaman zaman teselli eden, her şeyimizi paylaştığımız dostumu da kaybetmiştim. Bu arada diğer arkadaşlarım engel olmak yerine, bu iğrenç duruma bir de sır adını takıp bu olayları benden saklamışlar.
Zavallı ben, ne kadar safmışım, hem bu olanları fark edemedim, hissedemedim hem de yıllarımı verdiğim, fedakârlık ettiğim, hayatımın anlamları dediğim insanlar beni sırtımdan vurdu. İnanın bunları öğrendiğimde ölmüş olmayı, bunları yaşamamış olmayı çok isterdim. O an beynimden vurulmuşa döndüm, etrafımda kimden nefret edeyim bilemedim; karım, dostlarım, şirket arkadaşlarım, etrafımdaki tüm sevdiklerim gözümde çok küçülmüştü, oğlumdan başka sevgi dolu, masum biri yoktu.
İnanın ne yapacağımı bilemedim, zamanın durmasını hayatımda ilk kez istedim. Ben nerde hata yapmıştım, neden bu duruma gelmiştim, neyi eksik vermiştim de bu duruma gelmiştim, bunları ben mi hak ettim?
Gerçekleri öğrendiğimde ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilemeden hemen dışarı çıktım. Eskiden sevgiden, şefkatten, sadakatten bahseden, bunlar olmadan yaşayamayan ben şimdi her şeyden nefret ediyordum. Haftalarca, aylarca kimseyle konuşamadım, tek arkadaşım oğlumun oyuncak arabasıydı. Gözyaşımı ona akıttım, içimi ona döktüm, keşke dillenseydi de beni teselli etseydi. Yeni bir sevgi arayamıyordum, sevgi sözcüğünden bile nefret ediyordum, sürekli ağlıyor, ne zaman el ele dolaşanları görsem bağırıyordum, çıldırıyordum, artık kendime dayanamıyordum ki zaten bu durum uzun sürmedi; insanlar benden rahatsız olmaya başladı, sonunda tımarhaneyi boyladım.
İç hesaplaşmam orda da devam ediyordu, kimseyi, hiçbir şeyi sevmiyordum, her şey anlamsızdı, ölmek istiyordum ama yapamadım; hep buna engel olundu, ölümle burun buruna geldim ama hep kıyısından geri döndüm.
Tedavi gördükten sonra biraz sakinleşmiştim ve dışarı çıkarıldım, sonunda özgürdüm. Elimde sadece oyuncak araba, benim tek sırdaşım, belki artık beni en çok seven…
Ofise, eve tekrar gitmeyi çok düşündüm fakat gitseydim ne olacaktı? Hesap mı soracaktım bunca olandan, yaşadıklarımdan, on beş yılın ardından sonra, duyacaklarım beni rahatlatacak mıydı? Ya da onların hepsini öldürseydim rahat mı olacaktım? Hepsi boşuna olurdu, hangi seçeneği seçersem seçeyim hepsi boşuna.
Yaşadıklarımı unutmamıştım ve unutmayacağım da; ne yaşanan bu iğrençlikleri ne de eski güzel günleri, ama eski günleri düşününce artık güzel de gelmiyordu; hepsi kullanılmış, kirletilmiş, yıpratılmış duygularımı, iyi niyetimi hatırlatıyor bana.
Hayatımı anlamlandıran bir şey kalmamıştı, yıllardır elimde oyuncak araba etraftakilerin verdikleriyle geçiniyorum, o kadar uzun yıllar oldu ki konuşmayalı, neredeyse cümle kurmayı, insanlarla konuşmayı unuttum. Yıllardır dinlediğim ikilemde olan kendi iç sesim.
Kendimi çok yalnız hissediyorum, hiç mutlu değilim, eski güzüm kalmadı, yaşlandım da, bağıramıyorum artık, insanlar bana acıyarak bakıyor, yanımdan korkarak geçiyorlar. Belki o geçenlerden biri oğlumdur, belki eski dostlarımdan biridir; ama hiçbirini hatırlayamıyorum, hatırlamak istemiyorum.
Artık sadece geçmişi biliyorum, gelecek çok karanlık, boşluk. Eskiden hayat denen karmaşayı çözemeyen ben yalan yanlış da olsa eşime bağlanarak, onu hayatım yaparak karmaşık hayattan kurtulduğumu sanmıştım; oysaki gerçekler öyle değilmiş, bir şekilde o karmaşayı çözemeyenlerin içinde kaybolanlardan oldum, ama şimdi de gelecek yok benim için.
Oğlumu düşünüyorum, sadece oyuncağı yetmiyor; görmek, koklamak istiyorum ama bu halimle beni isteyeceğini hatta hatırlayacağını hiç sanmıyorum; annesi de dâhil hem buna cesaret edemem. Hayatta hiçbir amacım kalmadı; elimde oyuncak araba etrafa bakıyorum; yırtık dökük kıyafetlerim, yara bere içinde pis bir vücudum var. Yerimden kalkmak bile istemiyorum; hâlbuki eskiden ne kadar da neşe doluydum, delilerin yanından geçerken böyle olacağım, delireceğim hiç aklıma gelmemişti. Eskiden ben de acıyarak ve biraz da korkarak geçerdim yanlarından, şimdi bana da acıyarak bakılıyor, yanımdan korkularak geçiliyor.
Eskiden “Dünün adı kaderse, yarının adı umut olmalı” derdim; fakat şimdi dünüm kader, yarınım sır. Boşluktayım, yokluktayım.
Öyle durumlar vardır ki yalnızlık duygusu çözüme ulaşamayan bilmecelerle birlikte bizi daha bir kontrol dışı bırakır; işte ben tam böyle bir durumdayım, karmaşanın ta kendisiyim, hayatım yok, anlamım yok, adım bile yok.
Ey hayat! Daha ne kaldı, hangi felaketi yaşamam gerekiyor? Artık hayatımda sadece oyuncak araba var, o da mı beni delirtecek, deliliğin sınırını hala aşamadım mı?
Hayat! Ben artık pes ediyorum, benden bu kadar. Kullanılmış, yıpranmış, aldatılmış, küflenmiş benliğimi sana teslim ediyorum. Elveda!
Yazan: Gamze Kuzu
Mutluluk Üzerine
“Evet, ben mutluyum” dediğimizde, mutluyuzdur..
Belki çok istediğimiz bir şey olmuştur, belki bir hastalıktan kurtulmuşuzdur, belki de çok özlediğimiz birine kavuşmuşuzdur. Ya da sadece hava güzeldir, aynadaki aksimiz gözümüze bir hoş gelmiştir falan falan..
Mutluluğu sürekli yaşayan ama gerçekten, yaşamının her anında göğsünü gere gere “Ben mutluyum kardeşim!” deme zevkini tadan kaç insan evladı var acaba? Hani “Aptallık en büyük mutluluktur” savıyla biçimlenen mutluluk değil demek istediğim.. Harbi mutluluk!
Yok değil mi? En azından benim çevremde artık öyle insanlar yok. Tamam, kabul ediyorum, yaşam şartları, ülkenin hatta dünya’nın durumu, bir merhabayı bile birbirinden esirgeyen insanların, varlıklarını sürdürmeye çalıştıkları kentler ve daha bir ton nedeni var bunun.
Ama bazen düşünüyorum ve diyorum ki kendime, acaba bizler cevabını asla bulamayacağımız sorular üretmeye başladığımızda mı kaybettik mutluluğu? “Mutluluk nedir?” ile başladık, “Bana mutluluğun resmini yapabilir misin?”lerle devam ettik.. O kadar çok tanım ve reçete ürettik ki, sonunda “Yok be abi, bu durumda ben kesin mutsuz bi şey oluyorum” deyip rahatladık.
Daha çok mutlu olmak için, daha sağlıklı olmaya karar verdik. Haksız da sayılmazdık çünkü sağlık her şeyin başıydı. Ama sonra, yemeden içmeden kesildik. Mümkünse sadece otlarla beslenen, bilmem kaç tür mineral katkılı sudan başka bir şey içmeyen garip bir canlı türüne evrildik. Şöyle batan güneşe karşı iki kadeh devirdiğimizde suçluluk duyar olduk. Hele yanında bir de mezenin dozunu kaçırmışsak, bunalımlara girdik. Ama asıl hüsranı, bu malzemeye bir de sigara yakışır dediğimizde yaşadık. İki duman arası kahrolduk, ölüp ölüp dirildik.
Geleceğimizi düşünüp imkânları elverişli, parası bol bir işimiz olsun istedik. Çocuklarımızı bu tür mesleklere yönlendirdik. Sonra saatleri saya saya tükettiğimiz ömrümüzün son baharında resim kurslarına yazıldık, korolara katıldık. Bazen, yeteneğimizin olmadığı yerde imdadımıza hırsımız yetişti. Olmazı olur yapmaya çalıştık, olmadı.. Ve her olmayışın nedenini, kendimizden başka her yerde ve herkeste aradık. Dev aynaları serdik egolarımızın önüne, kesmedi, sihirli aynalar yarattık. Her şeyi bildik ama bir kendimizi bilemedik.
Âşık olduk, aşkı yaşayamadık. Kadın erkek bir imzanın derdine düştük. Hayırlı kısmetler dilenmişti bizim için, bulmaya odaklandık. Kaç sevda yanaştı kıyılarımıza kim bilir, ama “Ya sonra?” kazınmış ya ruhumuza, haliyle korktuk, kaçtık. Günler, aylar ve yıllar sonrasını düşündük de, “Peki ya şimdi?” demeyi akıl edemedik.
“Yapılacak işler” listesiyle büyüdük, formüllerle yaşamaya çalıştık, sorguladık, sorduk, irdeledik, özlü sözler okuduk, haplar yuttuk hayata dair. Başa çıkamadığımız anlarda iki dakika delirip ciddi anlamda mutlu olmayı başardık.. Kimse inanmadı mutlu olduğumuza, tedavi edildik.
“İyilik, sağlık” diye diye, ölüp gittik.. Geriye sorularımız kaldı. Şu dünya üzerinde, bir gün gelip de öleceğini bilerek yaşayan tek canlı türü, bizlerdik. Belki de bu yüzden çok mutsuz varlıklardık. Sonsuzlukta var olabilmek için “Mutlu olmanın bilmem kaç şartını, yollarını, sırlarını” ürettik, tükettik..
Bedenlerimiz doğaya karıştı gitti. Bizi biz yapan ruhumuzdur dedik, ama o ruhun yaşamasına izin vermedik. Neyi zorladığımızı ben anlayamadım. Altı üstü üç günlük şu yol filminde, biz nerede kendimizi yitirdik? Çok mu değerliyiz? Çok mu zavallıyız?
“Tanrıyı güldürmek istiyorsanız, plan yapın.” Albert Einstein
Merhumun, cümle aleme dilini çıkardığı o malum fotoğrafını, bu ‘özlü söz’ünün uygun bir yanına iliştirelim ve “Ya sonra?” demelere devam edelim..
Yazan: Ayşegül Engin
Sayıklamalar
Aynalar…
Ben yansıyorum sanıyorum, yansıdığımda ne kadar kendimim ve aslında aynadaki ne kadar ben, bu bilinmez. Karşındaki adına da öyle ben senim diyorsun mesela kendini mi kandırıyorsun yoksa, karşındakini mi? Yansıyan ne kadar sensin, karşındaki ne kadar kendin acaba?
Muhasiblik var bir şiirimde, ne kadar alırsan o kadar verirsin ya da ne kadar verirsen o kadar alırsın gibi. Aynalarda da o mu var acaba ya da yansıdığını düşündüklerinde? Ne kadar görünürsen mi o kadar yansıyorsun ya da ne kadar görmek istersen o kadar mı görünür oluyorsun aynaya? Peki ayna gördüğünü mü yansıtmak istiyor ya da görmek istediğini mi?
……….
Dipte değilim, demiştim geçenlerde sana; ama dipte olmamak ne denli bana göre bir şey bu da tartışılır açıkçası, yani sığ sular bana göre değil. Sığ sularda boğulmadan, debelenmeden yaşamak da ters bana. “Dipteyim, dipteyim” diye dert yandığım zamanlarda, aslında ne denli hayatı araştıran sorgulayan ben olduğunu görüyorum; şimdiyse mutlak bir tevekkül içinde, huşu içinde, düşmanlarım da müttefikimdir der gibi bir tutum sergiliyorum ve bu da beni sığlaştırıyor sanki. Ya da beni sığlaştırıyor demeyeyim de sığ sulara itiyor gibi.
Bir dönem -üniversitedeyken özellikle- sığ insanlarla birlikte olmamak adına yalnız kaldığımı ve bir süre sonra yalnız kalmamak adına onlar gibi olduğumu biliyorum ve bu da beni mutlu etmemişti. Şimdi bir yanım mutlu, çünkü huzurlu, çünkü bir şey yok kafamı takacağım, alabildiğine mutluyum ama öbür yanım:
Ah o öbür yanım
Ah militan yanım
Her sorunun bir cevabı vardır ve zor da olsa her soru cevaplanır diyen yanım.
Bir gözümü çıkaranın iki gözünü çıkarırım diyen yanım
Affetmeyi bilmeyen yanım
Susan biriktiren ama mutlaka boşalacağı zaman olacağını bilen yanım
yok mu
O öbür yanım, hükümdarım.
Düşünüp düşünüp bulamadıklarım var, özgürlük düşüncesi özellikle kafamda, ne denli özgürüz ki yaşamda? Çok özgür ilişkimiz olduğunu söylesek bile sorumluluklarımız ne denli özgürlüklerimizin beklentilerimizin önüne geçiyor öyle değil mi?
Ah öbür yanımın istediği bu değil işte.
Hiç değil.
……….
Derinlerde değilim, diyorum.
Dipteyken kelebek olduğumu düşünüp yukarılara çıktığımda aslında bir balık olduğumu düşünmek bu aslında.
Med-cezir belki de…
Bendeki med-cezir yatay değil dikey ama…
Bir de iyi yönünden bakmak gerek, yüzeydeyken göğü görebiliyorum.
Yazan: reyan yüksel