1984, 1949′dan 2024+X’e
George Orwell’in “1984″ adlı distopik romanını (1) “2000+X”i yazmaya başlamamdan 14, kitabın başlığındaki yıldan 28, yazıldığı yıldan 63 yıl sonra okudum.
Kitabı okumadığım, filmini (2) izlemediğim halde hakkında epey bilgim vardı. “Büyük Birader” herkesin bildiği bir terim olmuştu. Ayrıca Gerçek Bakanlığı üzerinde de genel bir izlenim edinmiştim.
“1984″ romanını 2024′de okumanın anlamı nedir?
İlk notum her yerde herkesi gözetleyen büyük ekranların günümüz dünyasında artık pek de öyle büyük bir yenilik sayılamayacağı olacaktır. Şanslıyız, bunlara artık sahibiz. Yüksek çözünürlükteki kameralar ve casusluk araçları yalnızca istihbarat örgütlerine değil, önem verdikleri, kıskandıkları veya nefret ettikleri kişileri gözlemeleri için bireyler için de çalışıyor.
İkinci nokta kitabın gücüdür. İlk yayımı bir dünya savaşından sonra, Birleşik Devletler ve Sovyetler Birliği arasındaki soğuk savaş döneminin başladığı yıllarda yapılmıştı. Avrasya ve Okyanusya duvarların çöküşünden önce getirdikleri çağrışımları bugün okuyanlarda yaratamayabilir.
Üçüncü ve son olarak, Winston ve Julia’nın öyküsünde kalıcı bir değer olduğunu hissediyorum. Aralarındaki sıradışı aşk öyküsü nedeniyle değil, zor koşullardaki insan davranışını bir psikolojik derinlik düzeyiyle yansıttığı için. II. Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşen pek çok değişiklikten sonra onlara bugünün dünyasından bakmak farklı bir perspektif yaratmaktadır.
Orwell “1984″ romanında iyimser görünmemektedir. İyimser olmak için bugün de daha fazla neden bulunmasa da temel insan değerleri hâlâ geçerli kabul edilebilir. Ayrıca kentler, duvarlar, pencereler daha az tozludur, genel görüntü de yazarın 1949′da II. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra çizdiği kadar karanlık değildir.
….
Romanlar zihinlerde görüntüler ve anılar yaratır. Bunlar berrak ya da bulanık olabilir. Birçok durumda yazarlar genel okunabilirliği sağlamak için yüksek bir açıklık düzeyi kullanırlar. 1984 romanında gelecekteki bir dünyadaki karanlığın kesin bir resmi vardır, ama karakterlerdeki insan özellikleri, günlük yaşam, toplumsal organizasyon, teknoloji, ekonomi ve politika yüksek tanımlama düzeyinin altında tutulmuştur. Bu özelliğin gelecek için yazılan bir kurgu yapıtta kritik olduğu söylenebilir.
1903′te doğmuş, yaşam süresinde iki dünya savaşına tanıklık etmiş, 1921′de imparatorluk polisine (Burmese Indian Imperial Police) katılmış biri olarak Orwell daha sonra şunları söyleyecektir: “Emperyalizmden nefret etmek için onun bir parçası olmanız gerekir.” Beş yıl sonra yazar olmak için işten ayrılmıştır. Bunu yapmış olmasa da emperyalist sistemin yapısını anlayabilirdi. Ancak yaşamını büyük olasılıkla deneyiminin sonuçlarını bırakamadan tamamlamış olurdu.
Yaşadığı dönemde dünya savaşlarında ve iç savaşlarda insanların çekmiş olduğu acılar düşünüldüğünde niçin bir ütopya değil de distopya yazdığını anlamak zor değildir.
….
Kitap için yazdığı sonsözde Erich Fromm 1984′ü bir ruh durumunun ifadesi ve bir uyarı olarak tanımlamaktadır. Durumu insanın geleceğine ilişkin bir umutsuzluk, uyarıyı da insan değerlerini yitirme riski olarak belirtir.
Orwell’in kötümserliğinin ardındaki nedenleri şöyle açıklar:
1. Barış ve demokrasi uğruna savaşma görüntüsü altında Avrupa güçlerinin bölgesel hırsları için milyonlarca kişinin öldüğü I. Dünya Savaşı.
2. Stalin’in tepkisel devlet kapitalizmiyle sosyalist umutların uğradığı ihanet.
3. Yirmili yılların sonundaki ağır ekonomik kriz.
4. Kültürün dünyadaki en eski merkezlerinden biri olan Almanya’da barbarlığın zaferi.
5. Otuzlardaki Stalinist terörün çılgınlığı.
6. Savaşan ulusların I. Dünya Savaşı’nda yine de biraz var olan etik değerlerini tümüyle yitirdikleri II. Dünya Savaşı.
7. Hitler’in başlattığı, Hamburg, Dresden ve Tokyo gibi kentlerin yıkımıyla ve Japonya’ya karşı atom bombası kullanılmasıyla sürdürülen sivil kitlelerin sınırsızca yok edilmesi.
8. Nükleer silahlarla uygarlığın yok olma riski.
Orwell’in bu konuda yalnız olmadığını belirterek Yevgeny Zamyatin’in “Biz” (1924), Aldous Huxley’in “Cesur Yeni Dünya” (1932) ve Jack London’ın “Demir Ökçe” (1908) yapıtlarını negatif ütopya, distopya listesine ekler. 1984′ün özgün katkısının “İnsan doğası nasıl değiştirilebilir?” sorusunda bulunduğunu söyler.
….
“1984″, Yenidil (Newspeak, yeni konuşma biçimi, kitaptaki dünyanın üç ana bölümünden biri olan Okyanusya’nın resmi dili) ilkeleri için bir ek içeriyor. Burada dil ve düşünce arasındaki ilişki analiz ediliyor. Bağımsızlık Bildirgesi Yenidil’de ifade edilmesi neredeyse olanaksız olan metinlerin bir örneği olarak veriliyor.
Winston 1945, Julia 1958 doğumlu. 1984′te ikisi 39 ve 26 yaşlarında. Orwell (1903–1950) kitabı 1949′da yazmış.
Kitap hakkında önceden duyduğum epey bilgi olmasına karşın okumadan önce Julia’yla karşılaşmamıştım. Benimle aynı yıl doğmuş olan Julia romanın ana kadın karakteri. Michael Jackson ve Madonna’yla da hiç karşılaşmadım. Onlar da 1958′de doğmuş. Doğum günü bizimle aynı olan insanlara kendimizi yakın hissediyoruz. Aynı yıl doğmuş olmak da önemli bir ortak yan. Çin takviminde 1958 bir köpek yılı.
Çin takviminde yılların 60 yılda bir tekrarlanan adları var. Birlikte kullanılan iki bileşenleri bulunuyor. İlk bileşen bir “Kutsal Gövde” (1:jia 2:yi 3:bing 4:ding 5:wu 6:ji 7:geng 8:xin 9:ren 10:gui), ikincisi bir “Dünya Dalı” (1:zi(fare) 2 chou(ox) 3:yin(kaplan) 4:mao(tavşan) 5:chen
(ejderha) 6:si(yılan) 7:wu(at) 8:wei(koyun) 9:shen(maymun) 10:you(horoz) 11:xu(köpek) 12:hai(domuz) olarak tanımlanıyor. Altmış yıllık döngünün ilk yılı jia-zi, ikincisi yi-chou, üçüncüsü bing-yin. (3)
İçinde bulunduğumuz altmış yıllık döngü 2 Şubat 1984′te jia ziyle, bir fare yılıyla başlamış.
….
Kitabı okurken not aldığım bazı noktalar var. Bunların seçiminde kullanılmış nesnel kriterler yok, ancak kitapta sözü edilen ya da çağrıştırılan düşüncelerden bazılarını hatırlamak, tartışmak için ipuçları verebilirler.
“Üretim ve tüketimin birbirine yöneldiği kendini kapsayan ekonomilerde, hammaddeler için rekabet ölüm kalım sorunu olmaktan çıkarken önceki savaşların temel nedeni olan yeni pazarlar için yayılma olgusunun da sonu gelmiştir. Üç süper gücün her biri öylesine geniştir ki gerek duydukları malzemelerin neredeyse tümünü kendi sınırları içinden elde edebilmektedirler. Savaşın dolaysız bir ekonomik nedeni kaldıysa, bu artık emek gücü için savaştır.” (Sayfa 166)
Burada günümüzdeki otomasyon olgusunun bu öngörüyü biraz değiştirmiş olduğunu söylemek istiyorum. Çin ve Uzakdoğu şu an için düşük işçilik ücretlerine sahiptir, ama belirli bir sürede otomasyon ve özel nitelikli emek ihtiyacı bu resmi değiştirebilir. Bu konu henüz açıklığa kavuşmuş görünmemektedir. Bir bakıma, otomasyon insan gücüne olan ihtiyacı ortadan kaldırmaktadır, ancak ekonomiler yine de birçok alanda insan etkinliklerine gerek duymaktadırlar.
“Piramidin tepesinde Büyük Birader vardır. Büyük Birader asla yanılmaz ve mutlak güce sahiptir. Her başarı, ulaşılan her hedef, her zafer, her bilimsel keşif, tüm bilgi, tüm akıl, tüm mutluluk, tüm erdem onun liderliğinden ve verdiği esinden kaynaklanır.” (Sayfa 185)
Bu resim evrensel bir ruh adına mutlak otorite kullanan tutucu bir lideri çağrıştırmaktadır.
“Onun altında nüfusun muhtemelen yüzde seksen beşini oluşturan prol olarak adlandırdığımız aptal kitleler gelir.” (Sayfa 85)
Aziz Nesin toplumun yüzde yetmişinin aptal olduğunu söylemiş, daha sonra bunu düşük bulup değeri yüzde doksan olarak düzeltmişti. Onun sayılarının ortalaması yüzde seksen. Kitapta verilen değerse yüzde seksen beş.
“Şair Ampleforth ayaklarını sürüyerek hücreye girdi.”
“Bir satırın sonunda ‘God’ (Tanrı) sözcüğünün kalmasına izin verdim.”
“Dilin tamamında ‘rod’ (değnek) için yalnızca on iki uyak olduğunun farkında mısınız? İngilizce şiirin tüm tarihi İngilizcede uyak olmamasıyla belirlenmiştir.” (Sayfa 205–206)
“Seni kim ihbar etti?” diye sorar Winston. “Küçük kızımdı” der Parsons ve ekler: “Aslında onunla gurur duyuyorum. Onu doğru yetiştirmiş olduğum görülüyor.” (Sayfa 208)
“Kendi acımı iki katına çıkararak Julia’yı kurtarabilecek olsam bunu yapar mıydım? Evet, yapardım.” Ama bu yalnızca alması gerektiğini bildiği için almış olduğu entelektüel bir karardı. Gerçekte böyle hissetmiyordu.” (Sayfa 212)
“Dünyada hiçbir şey fiziksel acı kadar kötü değildir. Acı varsa kahraman yoktur, hiç yoktur.” diye düşünüp duruyordu, yerde acıdan kıvranıyor, kullanılmaz durumdaki sol kolunu umutsuzca kavrıyordu. (Sayfa 212)
“İtiraf bir formaliteydi yalnızca, işkence gerçek olsa da.” (Sayfa 214)
O’brien ortaçağdan, engizisyondan, Alman Nazilerden, Rus Komünistlerden söz eder. (Sayfa 226)
“Biz inanmayı reddedenleri bize direndikleri için yok etmiyoruz. Bize direndiği sürece onu asla yok etmeyiz. Onu dönüştürürüz, zihninin derinliklerini yakalarız, onu kendi yanımıza getiririz. Öldürmeden önce onu bizlerden biri yaparız.” (Sayfa 227)
“Başkalarının iyiliğiyle ilgilenmiyoruz, yalnızca güce ilgi duyuyoruz.” (Sayfa 234)
“Alman Nazileri ve Rus Komünistleri yöntemlerinde bize çok yaklaştılar ama hiçbir zaman kendi gerçek nedenlerini kabul edecek cesareti gösteremediler. Gücün amacı güçtür.” (Sayfa 235)
“Eski uygarlıklar sevgi ve adalet üzerine kurulduklarını öne sürdüler. Bizimki nefret üzerine kuruldu. Çocuk ve anne baba, erkek ve erkek, erkek ve kadın arasındaki bağlantıları kestik.” (Sayfa 238)
Kadın ve kadın arasındaki bağlantının da ortadan kaldırıldığına ilişkin bir bilgi göremedim. Bu bir amaca dayanmayıp yalnızca atlanmış olabilir. Kadınların kendi aralarındaki etkileşimin dikkate değer bulunmadığı da düşünülebilir.
“Çocuklar doğduklarında annelerinden alınacaktır. Cinsel içgüdü yok edilecektir. Orgazm ortadan kaldırılacaktır. Nörologlar şu anda bu konuda çalışıyorlar. Aşk olmayacaktır, Büyük Birader sevgisi dışında. Sanat, edebiyat, bilim olmayacaktır. Artık bizim gücümüz her şeye yetmektedir, bilime ihtiyacımız yoktur. Güzellik ve çirkinlik arasında bir ayrım olmayacaktır.” (Sayfa 238)
Bunlar, tam bir mekanikleşme sağlamak için insan özelliklerinin yok edilmesine yönelik sistematik müdahalenin parçaları olarak değerlendirilebilir.
“Geleceğin bir resmini istiyorsan bir insan yüzünün üzerine sonsuza dek basacak bir çizmeyi gözlerinin önüne getir.”
Kuşkusuz bu iyimser bir görüntü değildir. Ancak yaşadığı dönem ve yaşamı düşünüldüğünde Orwell’den iyimserlik beklemek de zordur. Kötümserlik distopyaların gerekli bir özelliği olarak kabul edilebilir, ancak siyahların yerine beyazı koyan düzeltici bir filtreyle bakıldığında görülebilecek aydınlık bir resmi de içerirler.
Winston “Beni seni sevmekten vazgeçirebilirlerse gerçek ihanet bu olacaktır.” (Sayfa 147)
Sevgi muhtemelen herhangi bir bireyin en insani parçasıdır. İnancı, umudu, varlığın nedenini kapsar. Sevgi öldüğünde bu yaşama gerçek bir ihanet olacak, tüm olumlu yanlar da solacaktır.
“Aldatmaya, şekillendirmeye, şantaja, çocukların zihinlerini dağıtmaya, bağımlılık yapan ilaçları yaymaya, fahişeliği özendirmeye, cinsel hastalık bulaştırmaya, moral bozukluğu yaratacak ve partinin gücünü zayıflatacak ne gerekiyorsa yapmaya hazır mısın?”
“Evet.” (Sayfa 147)
Bu kara tablonun, genelde dünyanın ve uluslararası hareketlerin, özelde sosyalist ülkelerin sorunlarına tanık olduğu uzun yıllardan sonra herhangi bir olumluluğa inanıp peşinden gitme cesareti kırılmış Orwell’in umutsuzluğunun bilinçli bir ifadesi olup olmadığından emin olamadım.
“Siz, ikiniz, ayrılmaya ve birbirinizi bir daha hiç görmemeye hazır mısınız?”
“Hayır!” diye kesti Julia. (Sayfa 153)
Tepki Julia’dan gelir, Winston’dan değil. Bu durum kadını daha duygusal gören genel bakışın bir yansıması olabilir.
“Alışılmış anlamda bir örgüt olmadığı için kardeşlik yok edilemez. Onu bir arada tutan hiçbir şey yoktur, ortadan kaldırılamayacak bir düşünce dışında.” (Sayfa 156)
Bu ifadeye karşı gelen örnek, ideolojilerin ve dinlerin mekanizmaları olabilir. Her ikisi de tartışmayı ve esnekliği reddeder, her ikisi de insanları düşünceler ve kavramlar çevresinde bir arada tutar, her ikisi de bireysel ve özgür iradelerle tartışılamaz.
Julia: “Eğer kendi içinde mutluysan niçin onların Büyük Birader, Üç Yıllık Planlar, İki Dakikalık Nefret ve diğer tüm kanlı çürümüşlükleri için heyecan duyasın ki?” (Sayfa 120)
“İnsanlar insan kaldığı sürece ölüm ve yaşam aynı şeydir.” (Sayfa 120)
Julia: “Bu benim, işte bu benim elim, işte benim bacağım. Gerçeğim, varım, yaşıyorum. Bundan hoşlanmıyor musun?” (Sayfa 120)
“Bir roket bombası epey yakına düşmüş olmalıydı. Birden Julia’nın birkaç santim ötede duran tebeşir kadar, ölüm gibi beyaz yüzünün farkına vardı. Dudakları bile beyazdı. Ölmüştü.” (Sayfa 114)
O’Brien: “Biz ölüyüz. Tek gerçek yaşamımız gelecektedir.” (Sayfa 156)
“Julia’ya ihanet etmedim.” dedi. Onun hakkında bildiği ne varsa anlatmıştı. Yine de, sözcüğü kullandığı anlamda, ona ihanet etmemişti. Onu sevmekten vazgeçmemişti. (Sayfa 244)
“Zihin tehlikeli bir düşünce kendini her gösterdiğinde bir ölü bölge oluşturmalıydı. Süreç otomatik, içgüdüsel olmalıydı. Bunun Yenidil’deki karşılığı Suçkesici’ydi.” (Sayfa 248)
“Ona boyun eğmek yeterli değildir, onu sevmek zorundasın.” (Sayfa 251)
“Son adım. Büyük Birader’i sevmelisin.” (Sayfa 251)
“Onların bir insanın ne zaman çaresiz olduğunu anlamada şaşırtıcı bir zekâları vardır.”
Yukarıdaki cümlede geçen “onlar” Winston’ın tükenmiş gücüne indirilen son bir darbeye, en büyük korkusu olan farelere karşılık gelmektedir.
Sanatlog’daki bir yazısında Büyük Birader örneğinden de söz eden İrem Aydın, Orwell’in kitabının savaştan kaçınmak için kurulan totaliter rejimin tek bir yöneticinin, bir “egemen”in, bir “leviathan”ın omuzlarında yükselişini, distopik bir biçimde anlattığını belirterek insanların sürekli bir savaş durumu nedeniyle otoriteye haklarını teslim edip boyun eğdiğini söylüyor. (4)
….
20. yüzyıl, yaşanan tüm acılara karşın umutların yükseldiği bir dönem olmuştur. Ne yazık ki istenenler gerçekleşmemiş, özgürlük ve eşitlik amaçları görünür bir yakınlığa gelememiştir. Bu durum insanın bugünkü durumunun, varlığının yeniden sorgulanmasını, yorumlanmasını, yanlışlarının düzeltilmesini gerektirmektedir. (5) Hangi inanç ve görüşten olursa olsun bencillikte, çıkarcılıkta, dar görüşlülükte buluşmakta pek becerikli olan insanın yeni bir aşamaya geçebilmek için değişmesi artık yaşamsal bir önem taşımaktadır. 21. yüzyılın yeni insanı doğmazsa, 20. yüzyılın insan kalıntıları insanlıkla birlikte yok olacaktır.
….
Distopyalarda, yaratılan sistemlerdeki ışığı ve umudu bulmayı güçleştiren çok fazla karanlık bulunduğunu düşünüyor, ancak yine de yapıtlarda betimlenen tünellerin sonunda biraz ışık görmeyi bekliyorum. 1984′te böyle bir iyimserliğin izlerini bulmak zor olabilir, ancak insan değerlerini yitirmenin /bsonuçlarına ilişkin çok güçlü bir uyarı olduğuna kuşku yoktur.
NOTLAR
1. George Orwell, 1984, Plume, 1983
2. Michael Radford, Nineteen Eighty-Four (1984), 1984, http://www.imdb.com/title/tt0087803/
3. The Chinese Calendar, http://www.webexhibits.org/calendars/calendar-chinese.html#anchor-count-years
4. İrem Aydın, Leviathan’daki Merkezi İktidarın Modernizm ile Parçalanışı ve Büyük Birader Örneği – http://sanatlog.com/manset/leviathandaki-merkezi-iktidarin-modernizm-ile-parcalanisi-ve-buyuk-birader-ornegi/
5. Mehmet Arat, Doğanın En Büyük Yanlışı: İnsan, http://blog.milliyet.com.tr/doga-nin-en-buyuk-yanlisi-insan/Blog/?BlogNo=352989
Mehmet Arat
mehmetarat@ymail.com
Yazarımızın diğer yazıları için tıklayınız.
Pak Parti
PKK kendisine Pak Parti denmesini istedi.
Bu haber başlığını görenler uzun süre düşündükleri halde bir anlam veremediler. Neydi bu PKK, nereden çıkmıştı, neden şimdi böyle bir açıklama yapıyordu?
Bazıları yaşadıkları hızlı iletişim çağının gereklerini yerine getirerek hemen unuttular, başka dünyalara dalıp bir daldan diğerine sekerek gezintilerini sürdürdüler.
Pek azı konuyu araştırmaya değer gördü. Kısa bir uğraştan sonra bazı bilgilere ulaşabildiler.
….
İlk izlenimleri haber yeni olsa da konunun epey geride kalmış olmasıydı. Geçmişteki bazı olaylarla ilgili yeni kaynaklar bulunmuştu. Anlamakta zorlandıkları bir kavrama ulaşmışlardı. Bölücülük. Uzun süredir çatışmalardan, savaşlardan uzak yaşadıkları için ayrı düşmek nedir bilmiyorlardı. Nefretten, düşmanlıktan tümüyle habersizdiler. Konuyla ilgili buldukları bir metni yorumlayarak anlamaya çalıştılar.
“Bölücülük. Bunu anlatmak kolay değil. Bir örnek vereyim. Yağmur yağdı yağacak bulutlu bir sonbahar gününde Tayyar Bey eline keskin bir bıçak alıp olgunlaşmış parlak, bir yanı kırmızı elmayı ikiye ayırırsa kim bölücü olur? Yarısı yeşil elmanın parçalarından biri mi? Onu kesen bıçak mı? Bıçağı elinde tutan Tayyar Bey mi? Yoksa ona “Bu elmanın yarısı yeşil, yarısı kırmızı. Bir yanı güneş görmüş, olgunlaşmış, serpilip gelişmiş. Diğer yanı geri kalmış. Toprağın suyundan, güneşin sıcaklığından yararlanamamış. Kesip ayırmalısın ikisini birbirinden” diyen bir başkası mı?”
Bu tuhaf paragrafı kim, ne zaman yazmıştı? Bu konuda bilgi yoktu. Ama şu an içinde oldukları kardeşlik ortamından çok önce olmalıydı mutlaka. Çünkü gördükleri diğer yazılar, haberler hiç de güzel bir ilişkiyi anlatmıyordu. Çıkar çatışmasıyla beslenen nefret ve hoşgörüsüzlüğün getirebileceği sonuçların en acı örneklerini görüyorlar, bunlarla karşılaşmaya alışmamış yürekleri derin bir acıyla yanıyordu.
….
Pak Parti’yle ilgili araştırmalarından bir sonuç alamadan bu kez bir Akça Parti’yle karşılaştılar.
Buldukları not “Akça Parti kararıyor mu?” diye başlıyor ve içinde şöyle deniyordu:
“Öteden beri AKP’nin kısaltma olarak Akça Parti kullanılmasını istemesini pek anlayamadım. Aydınlanma ve Kurtuluş Partisi’ne niçin böyle densin ki? Ya PKK bu kısaltma bizi kötü gösteriyor, bize Pak Parti densin derse ne olacak? Ama sonuçta her bireyin, her kurumun başkalarına zarar vermediği sürece dilediğini düşünme, söyleme ve isteme hakkı vardır.”
Daha sonra anayasa tartışmalarından söz ediliyordu. Notları okumadan önce bunun anlamını öğrenmeleri gerekti. Çünkü yaşamlarında yasaların ne kendisi, ne anası, ne de babası vardı. Epey çaba harcadıktan sonra bunların ilkel toplumlardaki insanlar ve gruplar arasındaki ilişkileri düzenleyen kurallar dizisi olduğunu anlar gibi oldular. Bir gezegende yaşayanların ne kendilerine, ne birbirlerine, ne geçmişlerine, ne de çocuklarının geleceğine saygısı yoksa, davranışlarını tümüyle bencillikleri ve çıkarları belirliyor, çatışmalarda üstün gelen her istediğini yapabiliyorsa işlerin çok da kötüye gitmemesi için bazı önlemler alınması gerekiyordu. Hukuk denilen genel bir doğruya uymaya çalışarak önce genel, sonra özel kurallar hazırlanıyordu. Yine de bu uygulamalar kesin çözüm getirmiyordu, çünkü gücü eline geçiren hepsini dilediği gibi çarpıtıyor, değiştiriyor, bildiğini okuyordu.
Anayasayı araştırırken bir yazıda (1) karşılaştıkları sansür sözcüğü başlarına iş açtı. Bunun ne olduğunu anlamak için epey kafa yordular.
O koşulları tümüyle anlamaları olanaksızdı. Yine de bir an için orada olduklarını düşündüklerinde büyük bir üzüntü duydular. Acımasız kalabalığın içine düşmüş duyarlı, güzel insanlar büyük zorluklara katlanmış olmalıydı.
Sonra insanların hak ve özgürlüklerini korumayı güvence altına alması beklenen anayasayla ilgili buldukları notları anlamaya çalıştılar.
“Ama anayasanın eşitlikle ilgili maddesinde yürütme ve yasama gücünü elinde tutan tarafın mutlak anlamda eşitliğe, ayrımcılık yasağına, sosyal dışlanmaya karşı güvence verilmesine, devletin pozitif yükümlülüğü ve kadın erkek eşitliği gibi temel kavramlarda düzenleme yapılmasına karşı çıkmasına bir anlam veremedim. Yönetimde olmak, güç, insanı değiştirebilir. Ama yine de sorumluluk, sağduyu ağır basmalı. Haklı isteklere kulak tıkamak, zorla, baskıyla, katı sınırlarla insanları ve toplumu dönüştürmeye çalışmak olumlu sonuçlar vermiyor. Üstelik çok ağır bedeller ödenmesine yol açabiliyor. İletişimin, düşüncenin, bilimin önünün en azından teknik olarak böylesine açılmış olduğu bir çağda özgür bir gelecek diliyorum.”
Geçmişi anlamak kolay değildi. İletişim, düşünce ve bilim sözcüklerinde bir sorun yoktu. Artık bunların tümü sonsuz bir özgürlüğe kavuşmuştu. Yeryüzünü paylaşan insanlar doğanın bir parçası olduklarının bilincindeydiler. Hem birbirlerini, hem de gezegeni paylaştıkları tüm canlıları her an yüreklerinde hissediyorlardı. Ama baskı ve sınır kavramları onlar için bir anlam taşımıyordu. Ancak çok uzun bir araştırma ve okuma programından sonra biraz olsun atalarının bir zamanlar yaşadığı sıkıntıları anlayabildiler.
Bir başka notta “Anayasayı cinsellik ve mahalle baskısı tıkadı” deniyordu. Cinselliğin yalnızca nüfus artışı sağlamak ve çocuk yapmak için yaşanması isteniyor, bunun dışındaki yaklaşımların yanlış olduğu söyleniyordu. Özgürlüklerinin gücüyle yaşadıkları mutluluğu düşününce bunu da anlamaları kolay değildi.
“En az üç çocuk önerisi batıda kabul görse bile artış hızı uzak bölgelerdekine yetişemez. On yıl, yirmi yıl sonra oradaki nüfus ezici bir çoğunluğa ulaşabilir. Geçmişte bugünün güçlü partisine kayan avantaj o bölgede yaşayanların destekleyeceği bir başkasına kayabilir.”
Burada ne söylendiğini pek anlamadılar. Seçim, propaganda, oy almak ya da satın almak, yönetimi ele geçirmek için her türlü yolu deneyerek kendi çıkarlarına yatırım yapmak tanıdıkları kavramlar değildi. Fazla üzerinde durmadan geçtiler.
Beynin değişkenliği ve aşkı konu alan not epey ilgilerini çekti. Onlar için geçmişten gelen böyle bir not bulmak, taş devrinden kalmış bir bilgisayar bulmaktan farksızdı. Notta bilim insanlarının cinsel tercih konusundaki çalışmalarından söz ediliyor, bazıları cinsel tercihin doğuştan geldiğini söylese de yıllarca heteroseksüel olan ve hiçbir biseksüel geçmişi olmayan insanların bile homoseksüel aşk yaşayabildiği anlatılıyordu.
Notlardan birinde insanın doğaya verdiği zarardan söz ediliyordu. (2)
Çevreye ve topluma karşı duyarlı olmaya çağıran notlar onları duygulandırıyor, kendilerini borçlu hissediyorlardı. Yaşadıkları güzel dünyayı işte bu tür kişilere borçluydular, kim olduklarını bilmeseler de onları kendi ataları olarak kabul ediyor, seviyor, saygı ve minnet duyuyorlardı.
….
“PKK kendisine Pak Parti denmesini istedi.”
Haberin kaynağı olan notta böyle yazıyordu.
Tarih 29 Ekim 2024 olarak atılmıştı ama ayrıntılı bir inceleme yapmadan bunun gerçekten bu zamanda mı, yoksa çok daha önce mi yazıldığını bilebilmek olanaksızdı.
Amed adı verilen bir yerde yapılan açıklamadan söz ediliyordu.
Yazıda geçmişte karşılıklı yanlışlar yapıldığı, ancak dönemin başbakanının önerilerini dikkate alan yoksul bölge insanlarının üstün doğurganlığının önce bölgede, sonra da genelde diğerlerini azınlık durumuna getirdiği belirtiliyordu. Bundan sonra yeni bir sayfa açılacağı, partinin eski kısaltmasının hem kötü çağrışımlar yapan söyleniş biçimi, hem de geçmişte yaşanan üzücü olayları anımsatması nedeniyle artık kullanılmayacağı söyleniyordu.
“Partilerin Kardeşlik Kuruluşu olarak açıldığımızda kısaltmamızın PKK olacağını hiç düşünmemiştik. Geçen yıllarda kısaltmamız adımızdan çok yıprandı. Sorunları geride bıraktığımız, gerçek kardeşlik, barış ve dayanışmanın ışıklarını gördüğümüz bu koşullarda yaptığımız değişiklikle “Partiler Arası Kardeşlik” oluşumunun yaşama geçmesinin mutluluğunu yaşıyoruz.”
….
Gördükleri haberle ilgili gerçeği araştıranların buldukları son not bu oldu. Geçmişle ilgili yeni izler taşıyarak günlük yaşamlarına döndüler.
1. Burcu Cebesoy, Sinemada Sansür, http://sanatlog.com/etiket/sansur-sistemi-ve-anayasa/
2. Mehmet Arat, Doğanın En Büyük Yanlışı: İnsan, http://blog.milliyet.com.tr/doga-nin-en-buyuk-yanlisi-insan/Blog/?BlogNo=352989
Mehmet Arat
mehmetarat@ymail.com
Yazarın öteki yazıları için tıklayınız.
Kurtlar Vadisi Filistin (2010, Zübeyr Şaşmaz)
27 Kasım 2024 Yazan: Editör
Kategori: Manşet, Sanat, Sinema, Türk Sineması, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
İnsanlık tarihinin en bilindik hikâyelerinden birisi şöyle rivayet edilir. İsrail ve Filistin orduları karşı karşıya gelmiştir. Tanrının kendisine yardım edeceğinden şüphe etmeyen ve kendisine verilen zırhları giymeye gerek duymayan on dört yaşında bir çocuk olan Davud hiç kimsenin karşısına çıkmaya cesaret edemediği korkunç güçlere sahip Goliath’a meydan okur. Sapanıyla attığı taş Goliath’ın alnına saplanır ve Davud’un yere düşen Goliath’ın başını kesmesi üzerine kahramanlarının öldürüldüğünü gören Filistinliler korkarak kaçışırlar. Günümüzün Goliath’ı diyebileceğimiz İsrail’in tanklarına, helikopterlerine, teknolojik üstünlüğüne karşı Polat Alemdar çağdaş Davud rolüne bürünerek zırhsız çıplak vücudu ve Rus menşeli AK-47’siyle harekete geçerek Goliath’ı öldürmek üzere harekete geçiyor. Peki, kopardığı bunca patırtıya karşın başarılı oluyor mu?
‘’İsrail’e değil Filistin’e geldim’’ diyen Polat’ın bu sözlerini anlayabilmek için tarihsel gerçeklere kısa bir göz atmanın faydalı olacağı düşüncesindeyim.
“Arzı Kenan, Arzı Mukaddes” ya da Musevîlerce “Eretz İsrael” olarak adlandırılan Filistin bölgesi Finike, Yunan ve Roma dönemlerinde farklı isimlerle anılmışsa da bu alanı ilk işgal eden kavmin adına izafeten İbranilerce “Paleşteh” denildiği için bu adı çağrıştıran Filistin adıyla tanınır olmuştur. Asya ve Afrika kıtaları ile karadan irtibatı olan yegâne toprak parçası olan bu bölge Mısır’ı diğer diğerlerinden ayırarak Arap âlemini fiziksel olarak ikiye bölmektedir. Doğu Akdeniz’e olan sahili ve Süveyş Kanalına olan yakınlığı ile bu bölgedeki deniz ulaştırma yollarını da kontrol edebilmektedir.
Kudüs merkezli Filistin, M.Ö 2024 yılında Arap, M.Ö. 1800 yılında Hitit, M.Ö. 1286 yılında Mısır hâkimiyetine girmiş ve bunu takiben Hz. Musa öncülüğündeki İsrailoğulları bu bölgeye yerleşmişlerdir. Hz. Davud ve Hz. Süleyman’ın yönetimlerine sahne olan bölge, sürgünler ve savaşlarla geçen yıllardan sonra M.Ö. 64 yılında Roma İmparatorluğu topraklarına katılmıştır. Roma işgalinin ardından topraklarını terk etmeye zorlanan Yahudiler bu büyük göçü ‘’diaspora’’ olarak tanımlamışlardır. M.S. 395 yılında Roma İmparatorluğunun ikiye bölünmesi sonucu Doğu Roma sınırları içinde kalan Filistin 637 yılından sonra bütünüyle İslâm egemenliğine girmiş, Emeviler, Abbasiler, Fatımîler ve Selçuklulardan sonra 1516 yılında Osmanlı toprağı olmuş ve 400 yıl boyunca Osmanlı hâkimiyetinde kalmıştır.
Yahudilerin Filistin hayali tarihin hiçbir döneminde sönmemiş olsa da bu rüyanın gerçekleşmesi yolundaki ciddi adımlar 1896 yılından sonra atılmaya başlamıştır. Aslen gazeteci olan Theodor Herzl önderliğinde, dünyaya yayılmış Yahudilerin Filistin’de toplanıp bir devlet kurması maksadıyla 1897’de Basel’de toplanan Birinci Siyonist Kongre’de ‘’Siyonizm’in hedefi, Yahudiler için Filistin’de kamu hukukuyla güvence altına alınmış bir vatan yaratmaktır’’ kararı alınmış; bu hedefi gerçekleştirecek temel yöntemler tespit edilmiş, çeşitli örgütler kurularak fonlar oluşturulmuş ve toplanan paralarla Filistin’de yaşayan Araplardan geniş araziler satın alınmaya başlanmıştır.
Siyonizm ve Orta Doğu’da yarattığı sorunlar, gerek bölgede gerekse dünyanın diğer birçok ülkesinde tepkilere yol açmıştır. Bu tepkilerin en belirgin olanlarından biri BM Genel Kurulu’nun 10 Kasım 1975 tarihinde aldığı 3379 sayılı karardır. Bu kararda “ırk ayrımcılığının her türlü şeklinin yasaklanmasına” ilişkin 20 Kasım 1963 tarihli ve 1904 sayılı karara atıf yapıldıktan sonra “Siyonizm’in bir çeşit ırkçılık ve ırk ayrımı olduğu’’ denmiştir. Genel Kurulda 35’e karsı 72 oyla kabul edilen bu kararın ortadan kaldırılması için İsrail uzun süre mücadele etmiş, bu çabalarının ve ABD’nin desteği ile 16 Aralık 1991 tarihinde alınan 46/86 sayılı kararla 3379 sayılı kararı yürürlükten kaldırtmayı başarmıştır.
Herzl, 19 Mayıs 1901’de II. Abdülhamit ile yaptığı bir görüşmede, “Avrupa borsasını ellerinde tutan Yahudilerin Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün borçlarını ödemesi karşılığında Filistin’de bir yurt verilmesi” dileğini gizli kalmak şartıyla iletmiş, ancak padişah bu teklifi kabul etmemiştir. 1914 yılından sonra Yahudiler, bölgede yayılmak amacıyla Filistin’deki Araplardan toprak satın alma çabalarını yoğunlaştırarak Yahudi yerleşim faaliyetlerine de hız kazandırmışlardır. Bu gelişme aynı zamanda günümüze kadar uzanan Arap - İsrail sorununun da başlangıcını oluşturmuştur.
İngiltere’nin 1917’de “Balfour Bildirisi” ile Filistin’de ‘’Yahudiler için yurt’’ kurulmasını destekleyeceğini açıklaması üzerine 1918’de Araplar adına sözcülük yapan, daha sonra Irak tahtına geçen Faysal’ın, bir Musevi yurdu fikrini kabul ettiği ve buna karşılık olarak Arap ülkelerinin hepsinin bağımsızlıklarına kavuşması şartını koştuğu kaynaklarda yer almaktadır. Ancak o tarihte bağımsızlıkları verilmemiş olduğundan hareketle Araplar kendilerinin kandırılmış olduğunu ileri sürerek bu mutabakatı yok saymışlardır.
Museviler Filistin’de bir azınlık olarak yaşamayı istemiyor, Araplar ise onlara azınlık haklarından öteye bir hak vermeye yanaşmıyorlardı. 1936’da Filistin’deki Arap ayaklanması üzerine, İngiliz Hükümetinin tarafından Lord Peel bölgeye gönderilmiştir. ‘’Peel Raporu’’ adıyla bilinen belge, Filistinliler ile Yahudilerin bir arada yaşamalarının mümkün olmadığını vurgulayarak, bu küçük bölgenin Araplarla Museviler arasında bölünmesini tavsiye etmişse de hem Araplar, hem de Museviler tarafından reddedilmiştir. 1936-1939 arasında Araplara yönelik yoğun İngiliz baskısı gündeme gelmiş, 3000’den fazla Filistinli öldürülmüş, 2024 kişi yaralanmıştır. 110 kişi asılmış, 6000’den fazla kişi toplama kampları ve hapishanelerde öldürülmüş, binlerce Filistinli ile yüzlerce Yahudi ve İngiliz’in ölümüne neden olmuştur. II. Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine İngiltere bu planı rafa kaldırmış ve 1939’dan itibaren Filistin’e göç edecek Museviler için ve beş yıla yayılmak üzere 75.000 kişilik bir kota tanımıştı. Bir süre sonra Ben-Gurion başkanlığında bir Musevi heyeti, Koloniler Bakanını ziyaret ederek 100.000 mülteci için muhaceret sertifikası verilmesi talebinde bunmuş ancak İngiltere tarafından reddedilmiştir.
Musevilerin Filistin’de mücadeleye başlaması bu talebin İngiliz Hükümetince reddedilmesi üzerine olmuştur denilebilir. Bir taraftan Museviler Filistin sahiline yığılmağa başlarken diğer taraftan da Haganah, Palmach, İrgun Svai Leumi, Stern Gang gibi yeraltı örgütleri kurularak Almanlara karşı kullanılmak üzere İngilizler tarafından teşvik edilmiş, yetiştirilmiş ve silâhlandırılmış olan Museviler İngilizlere karşı mücadeleye başlamışlardı. Haziran 1946’da İngilizler büyük bir tutuklama hareketine girişince, bunun karşılığı, Temmuz’da Kudüs’deki King David otelinin havaya uçurulması oldu. 84 kişinin ölüp 46 kişinin yaralandığı bu olay İngilizlerin öyle kolaylıkla hakkından gelebilecekleri bir durumla karşı karşıya olmadıklarını ortaya koymuştur. Filistin’de meydana gelen bu olaylar bölgedeki Arap desteğini kaybetmek korkusuna düşen İngiltere’nin siyasetini değiştirmesine neden olmuştur. Tarih sayfalarına “Filistin Üzerine Beyaz Belge” olarak geçen ve İngiltere tarafından yayınlanan bir bildiri ile Filistin’in taksiminden vazgeçilerek, on sene içerisinde bu bölgede bağımsız bir Filistin Devleti kurulmasının öngörülmesi, Yahudilerin İngiltere’ye karşı olan güvenini büyük ölçüde sarsmıştır.
İkinci Dünya Savaşından güçsüz olarak çıkan İngiltere, bu bölgedeki görevini yerine getiremeyeceği gerekçesi ile çareyi ABD ve BM’yi devreye sokmakta bulmuş, 1947’de BM’de kurulan Filistin Özel Komitesinin çalışmaları neticesinde ortaya iki plan çıkmıştır. ‘’Çoğunluk Planı’’ denilen ilk planda Filistin, Arap Devleti, Yahudi Devleti ve Kudüs bölgesi olarak üçe bölünmekte, Filistin bölgesinin %42.88’i Araplara, %56.47’si Yahudilere veriliyor, Kudüs BM yönetimine bırakılıyordu. ‘’Azınlık Planı” olarak adlandırılan ikinci plana göre ise; Arap ve Yahudilerin bir arada yaşayacağı ve başkenti Kudüs olan bir federal devlet kurulması tasarlanmıştır. Arapların bütün itirazlarına rağmen sonuçta, 29 Kasım 1947 tarihli Birleşmiş Milletler (BM) kararı ile Çoğunluk Planı’nın uygulanması kabul edilmiştir.
Bu karar Yahudiler tarafından memnunlukla karşılanmakla birlikte, Araplar üzerinde olumsuz etki yaratmış ve bölgedeki diğer Arap Devletleri kararı tanımadıklarını beyan ederek, Yahudilere karşı mücadeleye başlamışlardır. Fakat mücadeleye birlikte başlama kararlılığı içinde olan bu devletlerin her biri, daha sonraları kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye başlayınca, dava üzerinde ortak hareket oluşturmakta başarılı olamamışlardır. Bu nedenle de, Filistin Araplarının geleceği Arap liderliğini elde bulundurmak isteyen devletlerin güç mücadelesi haline dönüşmüş ve konunun asıl kahramanı olan Filistin Arap Topluluğunun kaderi çoğu zaman olayların gelişimine bırakılmıştır.
2500 yıllık bir süreçten sonra kurulan ilk Yahudi devleti olan İsrail, 15 Mayıs 1948 tarihinde Tel Aviv’de ilân edilmiştir. Kuruluş bildirgesi, son İngiliz birliğinin bölgeden çekilmesinin ardından yayımlanmış ve bağımsızlık kararı derhal yürürlüğe konulmuştur. Filistinli Araplar, 15 Mayıs’ı “El Nakba” yani “Felâket Günü” olarak ilân etmişlerdir. Bağımsızlığını ilân eden İsrail devletinin ilk Başbakanı ve Savunma Bakanı Ben Gurion olmuştur.
İsrail Devleti’nin kurulmasının ilan edilmesini takip eden birkaç saat içinde, Mısır, Ürdün, Lübnan ve Irak kuvvetleri Filistin’e girmişlerdir. Özellikle Mısır cephesinde Mısır kuvvetlerinin hezimete uğraması neticesinde İsrail kuvvetleri Mısır topraklarına girmiştir. Bunun üzerine İngiltere devreye girmiş ve Mısır, BM’ye başvurarak ateşkesi kayıtsız şartsız kabul ettiğini ve İsrail ile mütareke için görüşmeye hazır olduğunu bildirmiştir. Mısır’ın 24 Şubat 1949’da mütareke imzalamasını takiben, Lübnan, Ürdün ve Suriye’de mütareke imzalamışlardır. İsrail bu savaşlarda 1947’de BM tarafından kendisine verilen toprakları genişletmiştir. İsrail Mısır mütarekesi 24 Şubat 1949’da, Lübnan-İsrail mütarekesi 23 Mart 1949’de, Ürdün-İsrail mütarekesi 3 Nisan 1949’da ve Suriye-İsrail mütarekesi de 20 Haziran 1949′da imzalanmıştır. Bu mütarekeler sonucunda Musevileri Filistin’den çıkarıp atmak isteyen Arap devletleri Filistin’in hemen tamamının İsrail’in eline geçmesini adeta sağlamışlardır.
Yapılan mütarekelerle ülkeler kendileriyle ilgili sınır düzeltmeleri yaparken, Filistin’le ilgili herhangi bir düzenlemeye gidilmemiştir. Ürdün ele geçirdiği bir kısım Filistin topraklarını ilhak ettiğini açıklamış, Gazze bölgesi de Mısır’a bırakılmıştır. Bu savaşlar ve mütarekeler sonucunda, İsrail bölgede yeni bir varlık olarak ortaya çıkmıştır.
‘’İsrail topraklarının Tevratsal sınırlarını (Biblical borders) gösteren farklı haritalar içinde en büyük sınırlara sahip olan versiyon su bölgeleri içine alır: Güneyde tüm Sina Yarımadası ve buna ek olarak Kuzey Mısır’ın Kahire’ye uzanan bir parçası; doğuda, Ürdün’ün tamamı ve Suudi Arabistan’ın kuzey bölgesi; Kuveyt’in tümü ve Irak’ın çok büyük bir bölümü; kuzeyde Lübnan ve Suriye’nin tamamı ve Türkiye’nin Van Gölü’ne kadar uzanan büyük bir parçası ve batıda ise Kıbrıs.’’ (İsrael Shahak)
‘’İsrail’in bugünkü haritası İngiliz manda yönetimi tarafından çizilmiştir. Yahudi halkının, gençlerimizin ve yetişkinlerimizin yerine getirmeleri gereken bir başka harita daha var. Bu harita Nil’den Fırat’a kadar olan bölgeleri kapsamaktadır.’’ (David Ben-Gurion, 1948, İsrail’in İlk Başbakanı)
‘’Bizler Tevrat’a sahipsek, bizler kendimizi Tevrat’ın halkı olarak görüyorsak, Tevrat’ta vaat edilen bütün topraklara sahip olmak zorundayız.” (Moşe Dayan, 1948, Genelkurmay Başkanı)
II. Dünya Savaşı’nın ardından alınan kararlar Araplar ve Yahudileri, İngiliz varlığı olmadan yüz yüze getirdiği için her iki taraf da silahlanmaya başlamış ve birliklerini seferber etmiştir. 1945 yılından itibaren Siyonist askeri şefler bir dizi plan geliştirmişlerdi. 1948 yılında uygulamaya konulan Dalet planı şu askeri operasyonları içeriyordu. Nachson Operasyonu; 1 Nisan’dan itibaren Tel-Aviv ile Kudüs’ü birleştiren ve tasarlanan Arap devletinin ana kısmını bölecek olan bir koridor oluşturacaktı. Harel operasyonu; 15 Nisan’dan itibaren Latrun yakınlarındaki Arap köylerine saldırılacaktı. Misparatim operasyonu; 21 Nisan’dan itibaren Hayfa işgal edilecek ve rap nüfus kaçmaya zorlanacaktı. Chametz operasyonu; 27 Nisan’dan itibaren şehri tecrit etmek ve fethi kolaylaştırmak için Yafa çevresindeki Arap köyleri tahrip edilecekti. Jevussi operasyonu; 27 Nisan’dan itibaren Kudüs’ü kuşatan Ramallah-Kudüs, Jericho-Kudüs, Bethlehem-Kudüs yollarını kontrol eden Arap köyleri çemberi tahrip edilecek ve böylece Kudüs’ün fethi hazırlanacaktı. Yiftrac operasyonu; 28 Nisan’dan itibaren Galile’nin doğu kısmı Araplardan temizlenecekti. Matatch operasyonu; 3 Mayıs’tan itibaren Tiberias ile Galile’nin doğu kısmını birleştiren köyler tahrip edilecekti. Maccabi operasyonu; 7 Mayıs’tan itibaren Kudüs’ün kuzeyindeki Ramallah bölgesinde ileri harekât devam ettirilecekti. Gideon operasyonu; 11 Mayıs’tan itibaren Beisan işgal edilecek ve yakınlarındaki bedevi kabilelerinin sürülmesine başlanacaktı. Barak operasyonu; 12 Mayıs’tan itibaren Bureir yakınlarındaki köyler tahrip edilecekti. Ben Ami operasyonu; 14 Mayıs’tan itibaren Acre işgal edilecek ve Galile’nin batısı Araplardan ‘’temizlenecekti.’’ Pichfork operasyonu; 14 Mayıs’tan itibaren Kudüs’ün yeni kesimindeki Arap yerleşim yerleri işgal edilecekti. Schfifon operasyonu; 14 Mayıs’tan itibaren Kudüs’ün eski kesimi ele geçirilecekti. Bu plan büyük ölçüde uygulanmış, İngilizler daha Filistin’i boşaltmadan saldırıya geçmişlerdi. 09 Nisan 1948 tarihinde Irgun ve Sern grupları Deir Yasin köyünün sakinlerini katletmişler; böylece sıranın kendilerine geleceğinden korkan yüz binlerce Müslüman Filistinlinin Lübnan, Mısır ve Batı Şeria’ya kaçmalarını sağlamışlardır.
Söz açılmışken 16-18 Eylül 1982 tarihlerinde, İsrail’le ittifak içindeki Falanjistlerin, İsrail birliklerinin kuşattığı Sabra ve Şatilla mülteci kamplarına girerek yüzlerce Filistinliyi öldürmelerinden bahsetmeden geçilemeyeceği kanaatindeyim. Sabra ve Şatilla katliamı, Orta Doğu tarihi boyunca meydana gelen en kanlı eylemlerden biridir.
Bitmek bilmeyen çatışmalar tarihte ‘’Altı Gün Savaşı’’ olarak bilinen savaşın çıkmasına yol açmıştır. İsrail’in hava baskınıyla başlattığı harekât 05-11 Haziran 1967 tarihleri arasında, Orta Doğu’nun çehresini değiştiren etkilere yol açmıştır. İsrail Ordusu (IDF) Mısır, Ürdün ve Suriye’den oluşan Arap kuvvetlerine karşı üstün bir başarı kazanmıştır. Mısır’ın kontrolündeki Sina yarımadasını, Gazze Şeridini, Suriye’ye ait olan Golan tepelerini ve Ürdün’ün elindeki Batı Şeria ile Doğu Kudüs’ü işgal etmiştir. Savaşın ilk günü İsrail, Mısır’ın güçlü hava filosunu harekete dahi geçemeden yerde imha etmiş ve çarpışmalar sonucu İsrail, denetimindeki topraklan iki kat genişletmeyi başarmıştır.
James Bamford Sırlar Evreni isimli eserinde İsrail’in, 5 Haziran 1967 günü saatler 07.45’i gösterirken tüm hava gücüyle Mısır hava sahasında saldırı başlatırken eş zamanlı olarak da basın aracılığıyla asılsız bildiriler yayarak Mısır’ın kendilerine karşı büyük bir saldırı başlattığını ve İsrail’in de kendisini savunmak zorunda kaldığını hatta Dış İşleri Bakanı Abba Eban’ın gerçek amaçlarının öteden beri olabildiğince toprak almak olduğu halde, İsrail’in niyetleri konusunda yalan söylemeye devam ettiğini yazıyor ve şöyle devam ediyor.
‘’İsrail’in savaşı başlatmasından üç gün sonra Sina’da Mısırlı esirler başa bela olmaya başlamıştı. Ne onları yerleştirecek bir yer ne de başlarında nöbet tutacak yeterli sayıda asker vardı ne de onları esir kamplarına götürecek araç vardı. Fakat onlardan kurtulmanın başka bir yolu vardı. İsrailli askerler savaş esirlerini sistematik olarak katledip kasabayı bir mezbahaya çevirdiler. El Arish Camii’nin gölgesinde, elleri arkalarından bağlı altmış kadar silahsız Mısırlı esiri sıraya dizdiler ve üzerlerine, solgun çöl kumu kızıla dönene dek makineli tüfeklerle ateş ettiler. Sonra da diğer esirleri kurbanları toplu mezarlara gömmeye zorladılar. İsrailli ordu tarihçisi Aryeh Yitzhaki’ye göre İsrail askerleri Sina’da bin kadar savaş esirini soğukkanlılıkla öldürmüştü. 1956 Süveyş krizi sırasında da 49 savaş esirinin öldürüldüğü de yakın zamanlarda kabul edilmiştir.’’ (James Bamford-Sırlar Evreni)
İşgal edilen Arap toprakları İsrail’e yeni pazarlar, ucuz işgücü ve önemli doğal kaynaklar sağlamıştır. Örneğin, Sina yarımadasındaki Abu Rudeis petrol kuyuları, İsrail’e ihtiyacının yarısından fazla petrol sağlamış, Golan Tepelerinin kontrolü ise, İsrail hükümetine Ürdün nehrinin sularını Galile gölüne aktarmasını sağlamış ve bu nedenle Chula vadisinde 12000 hektarlık yeni bir tarım alanı kazanılmıştır. Bu arada, savaş sonrası ekonomik gelişme ve büyüme sağlanmış, işsizlik oranını %3’ün altına düşürmüş, 1967 öncesi kötüye gidişi tüketim patlamasına dönüştürmüştür: 1967 yılındaki %1’lik büyüme oranı 1968 yılında %13’e tırmanmıştır.
“…1967 yılındaki şaşırtıcı zafer, İsrail ordusu ve askerlerindeki kendine güvenin tesisine katkıda bulunmuştur. Artık İsrail ordusundan (IDF) herkesin ortak beklentisi, gelecekteki herhangi bir savaşın kısa süreli ve az zayiatla olacağı şeklinde idi.’’ (Tümgeneral Avraham Adan, İsrail Tümen Komutanı)
Diğer taraftan soruna barışçı bir çözüm bulmanın, hem kendi ülkesi hem de Filistinli Araplar için en akılcı çözüm olacağını düşünen Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat, 19 Kasım 1977′de Kudüs’e giderek İsrail Parlâmentosunda bir konuşma yapmış ve tüm dünyayı şaşırtmıştır. Sedat 1973′teki Yom Kippur Savaşı’ndan dört yıl sonra İsrail’i tanıyan ilk Arap lider olarak ABD ile yakınlaşma siyasetine yönelmeyi ülke yararına gördüğünden Mısır ve İsrail, 1978 yılının Eylül ayında Camp David Mutabakatı’nı imzalamışlardır. Mısır- İsrail Barış Anlaşması 1979 yılının Mart ayında Enver Sedat ile İsrail Başbakanı Menahem Begin tarafından imzalanmıştır. Bu anlaşma ile İsrail’in 1967′deki Altı Gün Savaşlarında ele geçirdiği Sina yarımadası Mısır’a geri verilmiştir. Bunun üzerine Arap devletleri, İsrail’le kendi başıma anlaşma imzalayan Mısır’ı boykot etmişlerdir.
BM Güvenlik Konseyi 1967 yılında oybirliğiyle aldığı 242 sayılı kararıyla “savaş yoluyla toprak elde etmenin kabul edilemezliğini” vurgulamış, İsrail’e işgal ettiği topraklardan çekilmesi, savaş durumuna son verilmesi, bölgedeki her devletin, egemenlik, toprak bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığını tanınması çağrısında bulunmuştur.
Filistin Ulusal Konseyi, Kasım 1988’de, Cezayir’de toplanarak, BM Güvenlik Konseyinin 242 ve 388 sayılı kararlarını kabul ettiğini, terörizmi kınadığını, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde bağımsız bir Filistin Devleti’nin kurulmuş olduğunu ilan etmiştir. Arafat 18 Aralık 1988’de yaptığı açıklamada; 242 sayılı Güvenlik Konseyi Kararını kabul ettiğini, terörizmden vazgeçtiğini ve İsrail’in varlığını tanıdığını açıklamıştır. Arap devletleri, egemen olduğu bir toprağı olmamasına ve bir hükümeti bulunmamasına karşın, bu devleti derhal tanımış, İsrail ise reddetmiştir. Türkiye, Filistin Devletini ilk tanıyanlar arsasında yer almıştır. ABD, Tunus’ta FKÖ ile diyalog kurmuş ancak bağımsız Filistin devletini tanıdığını bildirmemiştir.
Bu kadar tarih dersinin yeterli olduğunu düşünerek filme devam ediyorum.
İsrail, tarihsel dönemdeki amansız düşmanı olan ve Tevrat’ın sert ve acımasız bir savaş emrettiği Amalek kavmine yönelik savaşını günümüzde Araplarla sürdürdüğü mücadelesiyle özdeşleştirmekte, İsrail’in yok edilmesini öngören tüm unsurlar Yahudi şeriatınca Amalek kavmi olarak görülmekte ve bunlara karşı savaşın dini bir gereklilik olduğu savunulmaktadır. İsrail sonsuz düşmanlarla çevrelenmiştir. Yahudi inancında Amalek, Yakup’un kavminin azılı düşmanıdır ve efsaneye göre şeytani görevini tamamlamak üzere her nesilde yeniden doğmaktadır.
‘’Şimdi git, Amaleklilere saldır. Onlara ait her şeyi tümüyle yok et, hiçbir şeyi esirgeme. Kadın erkek, çoluk çocuk, öküz, koyun, deve, eşek hepsini öldür.’’ (I.Samuel 15:3)
Zorunlu askerlik hizmeti bu gerekliliklerin başında gelenidir. Liseyi bitiren her İsrailli kadın ve erkek zorunlu askerlik hizmetine, ardından da yedek asker olarak emredilen askeri faaliyetlere katılmak zorundadırlar. Böylece muhakeme yeteneğinin gelişmediği genç yaşta ordu disiplini altına giren bireylerin ortak hedeflere yönlendirilmeleri ve ortak algılar etrafında kümelenmeleri sağlanmakta ve başbakanından başlayarak her bireyi askerlerden oluşan bir toplumun güvenlik ve terör algısı da doğal olarak aynı olmaktadır.
İsrail kendi sınırları içindeki bir tam ölçekli savaşa ya da kesintisiz devam eden bir çatışmaya tahammül edemez. Toprakları içinde devam eden düşük yoğunluklu bir çatışma toplumsal hayatın sonu, büyük bir savaş ise ülkenin varlığının sonu olabilecektir. İsrail toplumunu birlik beraberlik, kenetlenme ve ortak hareket etme motivasyonu etrafına toplayan unsur her zaman Filistin kaynaklı saldırı eylemleri olmaktadır. İsrail toplumu her eylem karşısında daha da radikalleşmekte ve barış yanlılarının tavırları etkisiz ve sönük kalmaktadır. Bu yönüyle saldırı ve terör eylemleri İsrail toplumunu mevcut bir düşmana karsı sürekli bir gerilim düzeyinde tutmaktadır çünkü barış rehavetine kapılan bir İsrail için yok olma tehdidiyle karsılaşması olasıdır.
Yine de, 1967 Altı Gün Savası’ndan toprak kazanımıyla çıkan İsrail uluslararası kamuoyunda işgalci etiketiyle anılmasının yanı sıra içte de işgale karsı duygular besleyen insanlar işgal topraklarında görev yapmayı reddederek seçici retçiler hareketinin 1970’lerin basında dogmasına neden olmuşlardır. Yesh Gvul ( Her Şeyin Bir Sınırı Vardır ) seçici reddetme oluşumu olarak ortaya çıkmıştır. 1982 Lübnan işgali sonrasında hız kazanarak ordunun vicdan muhasebesi görevini yerine getiren bir harekete dönüşmüştür. Nüfusun 6 milyon olduğu bir ülkede binlerle ifade edilen retçi kitle önem arz etmektedir. Ancak El-Aksa intifadası sonrasındaki kan davası tarzındaki şiddet sürecinde barış yanlıları güç kaybetmişlerdir.
Yesh Gvul hareketinden sonra Reddetme Cesareti, Pilotlar, Retçi Aileler, Yüksek Okul Öğrencileri grupları kurulmuştur. 25 Ocak 2024 tarihli Haaretz Gazetesi İsrail ordusundaki bir grup askerin işgal altındaki topraklarda görev yapmayacakları ve bunun bir ret hareketinin de ilanı olduğu duyuruyordu. Hareketin kurucularının ve devam ettirenlerin asker olmaları ordudaki ve dolayısıyla İsrail toplumundaki anlayış değişimini ortaya koymaktadır. İsrail gibi terör paranoyası yaşayan, bu paranoyayı ülke politikası olarak benimseyen bir yönetim altında, Filistinlilerin açık düşman kabul edildiği bir toplumda bu duruşa karsı gelmek ciddi bir toplumsal değişimin belirtisidir.
Barış yanlısı İsrail grupları söyle sıralanabilir; Peace Now, B’Tselem, Gush Shalom, Ev Yıkımına Karsı İsrail Komitesi, İşgale Karsı Yahudiler, İnsan Hakları İçin Hahamlar, Arap-İsrail Dostluğu, Filistin’de Adalet İçin Öğrenciler ve Uluslararası Kadınlar Barış Hareketi.
Barışın gerçekleştirilmesi görevinde başlıca önemi haiz olan şey, bilgi ve kavrayıştır ile olgun bir bakış açısıdır. Kurtlar Vadisi – Filistin filminde böyle şeyler göremediğimi belirtmek zorundayım. Film ‘’İslam barış dinidir’’ diyor ancak ‘’biz cephedeki çocuğu esirgeriz’’ söylevinden başka barışa yönelik hiçbir adım atmıyor ve militarizm güzellemesi yapmaya çalışan basit bir propaganda filminden öteye gidemiyor. Silahların susmadığı bir yerde barıştan nasıl söz edilebilir? İsrail içerisindeki barış yanlılarına bile el uzatmayı becerememesine karşın nasıl olup da barış dininin temsilciliğini yaptığını söyleyebiliyor. Kendisine silah çekene gül uzatması gerekirdi ki dünya kamuoyu dikkate alsın ancak amaç bir köşe yazarının da gururla yazdığı gibi ‘’ciğer soğutmak’’ değilse.
Barış nerede? Daha filmin ilk sahnesinde –kimlik kontrolü gibi sıradan bir işlem- adam öldürmeye başlamanın anlamı nedir? Burada ister silah çeksin isterse kimlik kontrolü yapsın suçlu suçsuz ayrımı yapılmadan tüm İsraillileri düşman gören ve öldürülmelerini isteyen bir yaklaşım göze çarpıyor. Hz. Ali’nin savaş meydanında tam öldürmek üzereyken yüzüne tüküren bir adamı affettiği, adamın niçin kendisini öldürmediği sorusuna Hz. Ali’nin ‘’az evvel seni Allah adına öldürecektim ama yüzüme tükürünce seni öldürme isteğime kişisel kinimin karışmasından korktuğum için vazgeçtim’’ dediği rivayet edilir. Kurtlar Vadisi Filistin filminde ise Türklüğü ve İslam’ı temsil ettiğini söyleyen birkaç tip önüne geleni öldürmekten başka bir şey yapmıyorlar, haklılık diye anlattıkları bireysel nefretlerinden öteye gitmiyorsa savunulacak bir yan göremediğimi söylemek zorundayım.
Yahudi adı; başlangıçta, on iki İsrail kavminden Yahudaoğullarını ve bunların şimdiki Filistin’in kuzeyinde kurmuş oldukları Yahuda Krallığı’na bağlı uyrukları, Babil sürgününden sonra ise İsrail oğullarına özgün dinsel kimliği benimseyen bütün inananları kapsamaktadır. Yahudilik kavramı, sadece bir dinî kimliği ifade etmemekte olup “Yahudi” yerine “Musevî” kavramını kullanmak aynı anlamı vermemektedir. Filmimizde Siyonistler ile Yahudiler ayrımının yapıldığı söylenmektedir ki tam olarak öyle olmadığı düşüncesindeyim. Polat ve adamlarının kimlik kontrolü yapan askerlere ateş açmaya başlaması, görevini doğru düzgün yapmayan bir görevliye haddini bildirmek midir yoksa zaten İsrail askeri olduğundan dolayı ölmeyi hak ettiği düşüncesini taşıdığından mıdır? Siyonist-Yahudi ayrımı yapmaya çalışılmışlarsa da, görünen, ellerine yüzlerine bulaştırdıklarıdır.
Kurtlar Vadisi Filistin şiddete şiddetle karşılık verilmesi gerektiği konusunda yanılgı içerisinde olduğunu düşünüyorum. Constantin Brunner “Yahudiler, Yahudi düşmanlarının ırkçı teorilerinden etkilenmişlerdir” derken çok doğru bir şey söylüyor. Bence filmin yapımcıları da Yahudi ve Filistin düşmanlarının, silah tüccarlarının, insanların sırtından çıkar sağlayan işbirlikçilerin hareketlerinden etkilenerek barış filmi yerine nefret ve savaş filmi yapma yoluna girmişlerdir. Çünkü şiddet ortamı İsrail toplumunun, kendisini Filistinlilerden farklı görmenin ötesinde onları tehdit olarak algılamasına sebep olmaktadır. Tehlike algısı ve dini yönlenme İsrail toplumunu kendi sosyal kimliğine daha fazla sahip çıkmaya neden olmakta ve ayrım yapmaksızın diğerlerini düşman kategorisine dâhil etmesi sonucunu doğurmaktadır. İsrail toplumu ve yönetimi kendilerine karsı yapılan her saldırıyı terörist girişim, kendileri tarafından yapılan her türlü güç kullanımını da meşru müdafaa olarak değerlendirme eğilimi göstermektedir.
‘’Yahudilerin çoğunun 2.000 yıl kadar önce İsrail toprağından atılmasıyla, onlar başka ülkelere dağıldılar; esas olarak Avrupa, Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerine. Asırlar boyunca, yakın ve uzak topraklarda birçok büyük Yahudi cemaati kurdular. O topraklarda, uzun refah ve büyüme dönemleri yaşadılar, fakat zaman zaman sert ayrımcılığa, vahşi pogromlara ve topyekûn veya kısmi ihraçlara da maruz kaldılar. Her zulüm ve şiddet dalgası “sürgünlerin toplanması” kavramına inançlarını güçlendirdi.’’ (İsrail Enformasyon Merkezi tarafından 2024 yılında yayımlanan eserden)
İsrail nüfusunun yaklaşık yüzde yirmisi büyük çoğunluğu Filistinli olan Araplardan meydana gelmekte olup Araplar Yahudi olmayan en büyük topluluğu oluşturmaktadırlar. Arapların hızlı nüfus artış oranı (Yahudilerin doğurganlık oranı 2,75 iken bu oran Araplarda 3,68’tir) nedeniyle 2024 yılına gelindiğinde ülkedeki Yahudi ve Arap nüfusunun eşitleneceği değerlendirmeleri yapılmaktadır. İsrail içindeki bu tartışmalar, İsraillilerin geçmişte kesinlikle kabule yanaşmadıkları Filistin’le “iki devletli çözüm” fikrini benimsemeye başladıkları bir süreci tetiklemektedir. Nitekim ABD’nin Annapolis kentinde Kasım 2024’nin son haftasında yapılan konferans, iki devletli çözüm için müzakerelere başlanması kararı ile son bulmuştur. Konferansın ardından İsrail’de yayımlanan Haaretz gazetesine açıklamalarda bulunan İsrail Başbakanı Olmert “günün birinde iki devletli çözümün çökmesi durumunda eşit oy hakkı için Güney Afrika benzeri bir mücadeleyle karşı karşıya kalacaklarını ve o gün geldiğinde İsrail Devleti’nin sona ereceğini” belirtmiştir. Duvarlar üzerindeki ‘’No War, UN?’’ Yazıları aslında pek çok şeyi özetliyor. Hatta Yahudi asıllı Amerikalı kızımızın Avi’ye ‘’artık İsrail devletini’’ tanıyorlar demesi, Kurtlar Vadisi – Filistin filminin kendi topuğuna kurşun sıkmasıyla eşdeğer. İnsana sormazlar mı, 1948’de tanımadıkları İsrail Devletini niçin şimdi tanıyorlar diye… Ve bu durum da İsrail’in yaptığı bütün politikaları, döktüğü kanları meşru hale getirmez mi? İlk anda İsrail’i tanımıyorlardı ama artık öyle değil demek İsrail politikalarını teyit etmek demektir. İki devletli çözüm olmadığı takdirde İsrail Devleti’nin yaşamasının zora gireceği Batı kamuoyunda dile getirilmişken burada Filistinlilerin acz içinde gösterilmesi acıklıdır. Eleştirmeye çalışırken övmek budur herhalde.
Polat’ın nefreti o kadar elle tutulur bir haldeydi ki, elinde imkânı olsa Moşe’nin dirilmesini ve ‘’bak seni öldürdüm, ben kazandım’’ demeyi isterdi diye düşünüyorum. Mavi Marmara baskını emrini veren komutanı öldürmek istiyorsa sorun ‘’münferit’’ diyebiliriz. Çünkü öyle değilse neden daha önce gelmediğini, yıllardır nerede olduğunu sorabiliriz? ”Görevli” olarak gönderilmişse –acaba kim göndermiştir- bu somut nefret neden? Neticede profesyonel bir adamın görevini yapması ve kendisine verilen emrin dışına çıkmaması gerekir düşüncesindeyim.
‘’Size bu toprakları kim vaat etti bilmiyorum’’ diyen Polat’ın veya Filistinlilere ‘’niçin kalmaya devam ediyorsunuz’’ diyen Memati’nin sözleri cehalettir. Memati bu sözleriyle Filistin davasına bağlı olarak bireysel mücadeleye atılmak amacında olmadığı, ‘’görev’’ maksadıyla orada bulunduğunu dile getirmiştir. Bu da senaryonun en büyük eksikliklerindendir. Amaç Filistin halkının direnişini göstermekse, bu sorular Amerikalı kıza sordurulabilirdi.
Amerikalı kızımızın yemek sofrasına oturmayarak, ikram edilen yemeği ‘’vejetaryen’’ olduğu gerekçesiyle reddetmesi beni düşündüren bir kaç sahneden biri olmuştur. Bu topraklarda her gün insan ölürken, siz Amerikalılar hayvanların öldürülmesine tahammül edemediğinizi söylüyorsunuz, bu ikiyüzlülük değil midir denmiş olabilir mi? Filmin bütününe bakınca derin anlamlar çıkarmak güç olsa da –hakkını yemeyelim- burada ciddi bir eleştiri getirildiği düşüncesindeyim.
Varoş, gecekondu yıkımları, bakımsız evler, estetikten yoksun yapılar, dışı boyasız hatta sıvasız evler, çöplerini konteynere değil de direk diplerine, sokak ortalarına atarak kedi büyüklüğünde farelerin dolaştığı mahalleler ile Filistin’de gösterilen yerleşim yerleri arasında bir fark göremedim. Bu göremedim kelimesinin yanlış anlaşılmasını istememem. Bununla anlatmak istediğim bu görüntüler yalnızca Filistin’de değil, gerek ülkemizde gerekse dünyanın pek çok yerinde bulunduğudur. Filistinlilerle kısmen aynı koşullarda yaşayan yoksul Mizrahi ve Haredi Yahudileri ile Kudüs’te ve diğer bazı merkezlerde yaşayan Hıristiyan dinine mensup Filistinlilerin durumundan da söz edilmemesi filmin eksilerindendir. Barış yanlısı olduğunu söyleyen film daha geniş bir pencereden bakmalıydı. Eldeki malzemenin iyi kullanılmadığını, çek gitsin yap gitsin zihniyetiyle filmin bitirildiğini düşünüyorum.
Oryantalizm Batı’nın bizlere baktığı gibi bakmaya çalışmak ve kendimizi eleştirmek demektir. Bu zihniyet genlerimize o kadar işlemiş ki artık kendimize başka türlü bakamıyor ve bunun sonucunda da başımıza gelenlerden kurtuluşu Batı’dan beklemekten asla vazgeçemiyoruz. Tur rehberi kızımız Yahudilere sınırsız destek veren ABD’yi simgelemektedir. Kızımızın gerçekleri görmesi aslında Amerika’nın gerçekleri görmesi demektir. Burada Amerika ve Batı’yı temsil eden kızımız bir kez Filistinlilerin yaşadıklarına tanık olsa, bir kez Siyonistlerin ‘’yalanlarından’’ fırsat bulunarak gerçekler dünya kamuoyuna anlatılabilse her şey yoluna girecektir.
Ziya Paşa ‘’Rüya’’ isimli yazısında, Yeni Osmanlılar hareketinin ağırlık verdiği siyasi yöntemi anlatıyordu. Buna göre en iyi yöntem, Padişah Abdülaziz’i sarayın bir köşesinde tek başına yakalayabilmekti. Bu şansa bir kez ulaşılabilse, padişaha, o zamana kadar etrafındaki hiç kimsenin dile getirmediği ya da getiremediği her şeyi yani bütün gerçekleri anlatılabilirdi. Yanlış ve çıkara dayalı bilgilendirmenin sonucunda Padişah’ın kafasında canlanmış tüm önyargıları yıkmanın yolu buradan geçiyordu. Bir kez olsun Sultan’ın kötü ‘’etraf’’ı değiştirilerek iyiler burada yer alabilse işler kendiliğinden yoluna girecekti. Çünkü iyiler kötülerin yerini almıştı ve Padişah doğal olarak iyilerin yanındaydı.
Kolunda Kabalacı olduğunun göstergesi olan kırmızı iplik bağlı olan Amerikalı kızımızın -senaryodaki tek tük inceliklerden bir tanesi- kurtuluşu Müslüman ve Türk Polat’ın kollarında buluyor olması ve Filistinlilerin yanında birkaç gece geçirerek hidayete ermesi komiktir. Hidayete eren genç kız rolüyle amaç Amerikan toplumunun gerçekleri görmesi midir? Niçin amaç dünya kamuoyunun gerçekleri görmesi değildir, niçin bir örgütlenme yaratmak değildir de en güçlünün görmesidir. Burada bir güce tapınma yok mudur? Böyle düşünenlerin aşağıdaki paragrafı okumalarını istiyorum.
“İsrailliler bağımsız değildirler. İsrail’i bağımsız kılan öğeler bir ölçüde, yirmi yılı aşan geçmişiyle içice oluşturulmuştur. Bütün İsrail hükümetleri İsrail’in varlığını ‘Batı’ya uyumlu’ olmaya dayamışlardır. Yalnız basma bu durum İsrail’i Orta Doğu’da Batı’nın karakolu yapmaya yeterli olmuş, böylece kurtuluşları için savaşım veren Arap halkları ile emperyalizmin (ya da yeni-sömürgecilik) arasındaki büyük çatışmaya karıştırmıştır.” (Isaac Deutscher)
Çatışmaların yalnızca Filistin topraklarında bulunan İsrail karakolları ve askerleriyle kısıtlı tutulması, Rus, Alman veya Avrupa’nın Yahudilere yaptığı katliamlardan bahsetmek yerine gariban Polonya adını zikretmek hak mıdır? Filmin Almanya’daki gurbetçiler tarafından izlenebilmesi için böyle denilmiş olduğu düşüncesindeyim. 1940’ler, Naziler, Auschwitz, Rusya, Pogromlar dururken 1640’lı yıllara girmek korkaklık mıdır yoksa oportünizm rüzgarına kapılmak mıdır? Filistin halkının yanında yer aldığını söyleyen ancak gerçeklerin bazılarını söylemekten korkan ve böyle yapan diğerlerini korkaklıkla niteleyen film ne yapmak istemektedir.
Kurtlar Vadisi çok uzun yıllardır ülke kamuoyunda büyük izlenme oranlarına sahip olmuştur, bu inkâr edilemez. Ancak bu durum beraberinde kaliteyi getirmemiş, içerik ve estetik olarak hayli silik kalmıştır. Bir bilinçlendirme, ortak bir hedefe yönlendirme konusunda adım atmak yerine kitap okumaktan, bir şeyleri öğrenme çabasına girmekten uzak ancak kahvede, minibüste, otobüste, maçta vatan kurtarmayı bir borç bilen ‘’bilgi sahibi olmadan fikir sahibi’’ olan insanımızın yumuşak karnına vuran, onların zaaflarına oynayan yapım olmaktan ileri gidemediği düşüncesindeyim.
Sinemanın propaganda yönü de sevdiğim bir alan olmasına karşın kör parmağım gözüne şeklinde yapılanları da hiç sevmem. Örneğin yönetmenlik, oyunculuk, sahneler, planlar, çekimler, müzikler konusunda Kurtlar Vadisi – Filistin’e her alanda fark atacak bir film olan The Hurt Locker da benim için aynı yolun yolcusudur.
Oyunculukların -diziyi izlemeyen benim için- ve yönetmenliğin çok kötü olduğu düşüncesindeyim. Uzun soluklu bir yapımda yer almasına karşın oyunculuğun bu denli kötü olması ya yönetmenlik başarısızlığıdır ya yeteneksizlik göstergesidir ya da paranın gücüdür ki her halükarda seyirciye saygısızlık vardır. Bu kadar çok silah sesi duyacağımı bilsem herhalde Shoot em Up filmini tercih ederim Silahların ağzındaki ‘’maytaplar’’ dikkat çekici. Namluların ucunda ‘’alev gizleyen’’ bulunmasına karşın gece, gündüz, sabah, akşam demeden ve tabanca olsun, tüfek olsun hepsinden alevler fırlıyor ki komik olmaktan çok sinir bozucu. Polat’ın stinger füzelerini ateşlerken yüzüne bakın, silah kendiliğinden ateşlenmiş gibi duruyor çünkü ortada bilinçli bir hareket yok. Kapı kilitlerine ateş etmekten silahında mermi kalmadığını çatışma anına kadar anlayamayan ve ilk ateşi edemeyen kişi nasıl bir komandodur? Aksiyon sahneleri bir süre sonra mide bulandırıcı bir hal alıyor. İsrail karakoluna baskın yaparak silahları ele geçirdiklerinde Polat’ın mermileri boynuna bir dolaması vardı ki bir an Death Wish’teki Charles Bronson gibi sokağa dalacağını düşünmedim desem yalan olur. Çekilen her tetik ve namludan çıkan her merminin bir alıcısı mutlaka var. Önce ateş ediliyor, mermi boşa gitmesin diye İsrailli merminin önüne atlıyor. Ayrıca adamlarımızın camın arkasındaki adamı camı kırmadan öldüren mermileri olduğu gibi İsraillilerin yerçekimine karşı koyan ve kurşunun vücuda girdiği yöne değil de tam tersine sıçrayan damar ve kan yapısına sahipler. Seyircinin pek çoğunun hayal kırıklığı yaşadığı, filmin hayranlarının bile beklentilerini karşılamadığını çok net olarak salon çıkışı gördüğümü söyleyebilirim.
Siyonizm ideali Nil nehrinden Fırat nehrine kadar uzanan çok geniş topraklan içeren ve “Arzı Mev’ud” denilen Orta Doğu’nun merkezî kısmında bir Yahudi devletinin kurulmasını amaçlamaktadır. Siyonizm hareketleri, dünya üzerinde farklı boyutlarda kendini göstermiştir. Bunlar; işçi Siyonizm’i, dinsel Siyonizm ve genel Siyonizm olarak üçe ayrılabilir. Hahamlar tarafından ortaya atılan ve geniş bir etki alanı bulan dinsel Siyonizm, Araplarla savaşmanın Allah’ın bir emri olduğunu iddia ederek bugünkü İsrail Devleti’nin yayılmacı ve işgalci tutumunu körüklemiştir. Yine de ‘’vaad edilmiş topraklara’’ dönüşün Mesih’in gelişinden sonra gerçekleşmesi gerekeceğinden bazı çevreler Siyonizm’in bu inancı istismar edebilmek için Mesih inancını yeniden yorumladığını söylemekte ve Ortodoks Yahudiler İsrail’in kurulusunu Tevrat’ta vaat edilen geriye dönüş olarak görmediklerini belirtilmektedirler.
1907’de Londra’da toplanan Britanya Sömürgeler Konferansında, 1869’dan itibaren işletilmeye başlanan Süveyş Kanalı’nın yakınında, eski dünyayı Avrupa’ya bağlayacak, yabancı, güçlü, bölge halkına düşman ancak Avrupa’ya bağlı ve onun çıkarlarını koruyacak bir güç meydana getirilmesi fikri İngiltere’nin dikkatini zengin petrol yataklarına sahip olduğu anlaşılan Ortadoğu, Filistin toprakları ve Yahudiler üzerine çevirmiştir.
İngilizlerin bu siyaseti ile Siyonist düşüncenin benzerliği görülmeye değer. Bununla ilgili olarak Kasım 1914’de Dr. Weizmann’ın İngiliz hükümetine yazdığı mektup şöyledir: ‘’…Biz makul bir şekilde diyebiliriz ki, Filistin İngilizlerin nüfuz alanına girmelidir ve bir İngiliz sömürgesi olarak orada İngiltere, Yahudi yerleşimini teşvik etmelidir; ta ki, yirmi ya da otuz yıl içinde bu bölgede bir milyon, belki daha da fazla bir Yahudi nüfusuna sahip olalım. Bu Yahudiler orayı kalkındıracak, medeniyeti geri getirecek ve Süveyş Kanalı için etkili bir koruma sağlayacaklardır.’’
Asırlardır bölgede var olan Filistinli Araplar yerlerinden, yurtlarından ayrılarak mülteci durumuna düşmüşlerdir. Bundan sonra Filistin meselesi bir mülteciler sorununa dönüşmüştür. İsrail Devletinin 1948 yılında kurulması ile Yahudilere bir yurt sağlanmış, ancak sorun bitmemiştir. Bu kez o topraklarda yüzyıllardır yaşayan Filistinliler, dünyanın dört bir yanına göç etmek zorunda kalmışlar ve gittikleri yerlerde kendi örgütlerini kurarak, kendilerine yurt edinme çabalarını başlatmışlardır. Aslında bu, yeni bir yurt edinmeden çok, kendilerine ait olduğuna inandıkları, toprakların yeniden kazanılması mücadelesidir. Böylece Yahudilerin yurt edinme sorunu Filistinlilerin yurt edinme sorununa dönüşmüştür.
Diğer Arap ülkelerine sığınan bu insanlar aynı ırktan olmalarına rağmen o ülkelerin nüfusunun içine karıştırılmamış, ayrı bölgelerde tutulmuştur. Arap devletleri bu şekilde hareketle, mültecileri uluslararası kamuoyunu etkilemek ve İsrail’e karşı bir baskı aracı olarak kullanmayı öngörmüşlerdir. Mülteci Filistinliler bundan sonraki günlerde, BM’in çeşitli forumlarında ele alınmıştır. Bu insanların nerelere yerleştirileceği üzerinde pazarlıklar yapılmış, ancak ciddi hiçbir sonuca ulaşılamamıştır. Yahudiler bölgedeki Arap nüfusu ortadan kaldırmayı devlet olabilme şartı gördüklerinden, Filistinli mültecilerin geriye dönüşünü engelleyici ne mümkünse yapmışlardır. Ayrıca bölgede kalma cesaretini gösteren Araplara da çeşitli kısıtlamalar getirerek, onlarında oradan ayrılmaları için baskı uygulamışlardır. Bu insanlar Lübnan, Suriye, Ürdün, Filistin Arap kesiminde, Gazze’de ve İsrail bölgesinde uygun olmayan şartlarda hayatlarını sürdürmeye başlamışlardır.
1949 yılında bölgeye bir inceleme gezisinde bulunmuş olan İngiltere Dışişleri Daimî Sekreteri Lord Strang yaptığı temaslardan edindiği izlenimleri “Home and Abroad” isimli kitabında yazmıştır. Yazdıkları günümüzde de değerini korumaktadır.
“Din, dil ve politik menfaatlerin desteklediği Arap Birliği, hanedanlar ve şahıslar arasındaki kıskançlıklar dolayısıyla sarsıntıdaydı. Irak ile Ürdün’de ayni hanedan vardı, fakat her ikisini de idare eden Haşimî hanedanı diğer Arapların çoğu tarafından sevilmiyordu. Mısır, Irak’ı kıskanıyor ve Haşimilere karşı olan Suudi Arabistan ile anlaşmaya çalışıyordu. Lübnan ve Irak’ta, Suriye-Irak ve Belki de Ürdün’ü toplayacak “Münbit Hilâl” taraftarları mevcuttu. Kral Abdullah, Ürdün ile Suriye’yi “Büyük Suriye” olarak birleştirmek düşüncesindeydi. Ayni fikri paylaşan bazıları ise Büyük Suriye’nin Haşimi Hanedanının idaresinde olmasına mutlak şekilde karşıydılar. Araplar arasındaki ayrılıkları gören Arapların konuştukları tek mevzu diğer Arap devletlerini eleştirmekti. O tarihlerde Arap devletleri İsrail’e karşı da tamamen ayni tutumda değildiler. Ürdün, Mısır ve Suriye, İsrail’in mevcudiyetini kabul etmemekle beraber, onunla geçici düzenlemeler yapmaya da karşı görünmüyorlardı. Irak, İsrail ile herhangi bir ilişki düşünmüyordu. Hiç bir Arap kalben İsrail’in mevcudiyetini kabul edemiyordu… Her şeye rağmen Arap devletlerinin İngiltere karşı itimatlarını kaybetmemiş olduklarını görmek enteresandı. ABD ve Rusya İsrail tarafındaydılar. Biz onların nazarında kötüler arasında en iyisiydik… Araplar bölünmüş oldukları için kaybetmişlerdi. İngilizler onları ihmal etmiş, Amerikalılar karşılarına çıkmış, Ruslar ise istismar etmişlerdi…”
İsrail Devleti’nin kuruluşuna karşı ret cephesi hareketinde lider olmak Arap devletleri aralarında büyük bir rekabete yol açmıştır. ‘’Filistin halkı’’ fikri olarak Arap devletleri arasında bölünmüş, mücadelenin Filistin’de yapılması gerekirken, diğer Arap başkentlerinden yapılmaya çalışılması, Filistinlilerin üstünlüğü ele alabilecek bir organizasyona sahip olmalarını engellemiştir. Arap ülkelerinin hemen hepsi Filistinlileri ya birbirlerine karşı kullanmışlar veya Arap liderliği yolunda onları bir basamak yapmak istemişlerdir. Bu durumun vahametini gören Filistinliler ‘’Filistin Kurtuluş Örgütü’’’nün (FKÖ) kurulması çalışmalarına başlamışlardır. Aslen Gazzeli ve örgüt ismi Abu Ammar olan Yaser Arafat gittiği Kuveyt’te ‘’ El Fetih’’ teşkilatını kurmuştur. Kurtlar Vadisi – Filistin filminin -belki de bilinçli bir şekilde- hiç değinmediği Filistin davasının ortak bir hedefe dönüştürülememesi ve aptalca bölünmüşlük harika bir film olan Life of Brian filminde mükemmel bir şekilde işlenmişken Kurtlar Vadisi Filistin bu konunun yanından bile geçme cesareti bulamıyor.
Filmle hiçbir anlamı olmayan zikir sahnesinin anlamını çözemedim. Müslümanlıktaki durumu tartışmalı olan tarikat ayinlerini İslam dinini temsilen göstermek ne derece anlamlıdır. Eğer bunlar örgütlü iseler niçin ortaya çıkmıyorlar. İnsan için en önemli şey özgürlüğüne sahip olmaktır. Her şeye çare bulunur ancak mücadele etmeden özgürlüğe kavuşulamaz. İslam Cuma namazı kılmak için Müslüman erkeğin hür olma şartını getirmiştir. Filistinli insanların açlığı, yokluğu, sıvasız evlerini değil özgürlük yoksunluğunu anlatabilmeliydi. Yoksa yurdumuzda aç, gariban, hasta, yiyecek bir film ekmek bulamayan, sömürülen, ilkel şartlarda yaşayan insan sayısı tüm Filistinlilerin sayısından fazladır.
Yahudi kimdir? Yahudi, bir Yahudi anası olan ya da, Yahudi din yasaları (Halaçah) uyarınca Yahudiliği kabul etmiş herhangi birisidir. Bu tanım bile ırkçılığı dışlamaktadır. Yahudilik ilkelerini benimsemiş kişiler bulmaya çalışmaz; ancak bu ilkeleri kabul edenler eşitlik esasına göre kabul görürler. En mümtaz ve saygı gören hahamların bazıları Yahudiliği sonradan kabul etmiş kişilerdir. Yahudi analar çocuklarını her Sebt günü ve tatil arifesi kutsarlar ve bunu yüzlerce yıllardan beri yaparlar. Çocuklar kızsa, kutsama “Allah seni Sarah, Rebeka, Raşel ve Leah gibi yapsın”dır. Bu anaerkillerin hiçbiri Yahudi olarak doğmamıştı; onlar Yahudiliği sonradan kabul edenlerdendi. Çocuklar erkekse, kutsama “Allah seni Efraim ve Menaşe gibi yapsın” biçimindedir. Bu ikisinin anası daha sonra Yahudi ve Yusuf’la evlenen Mısırlı bir kadındı. Gelmiş geçmiş Yahudilerin en büyüğü Musa bile daha sonra Yahudi olmuş Midyalı bir kadınla evlenmişti. Son olarak, Yahudilerin kutsal yazıları olan Tenaç, Ruth’un kitabını kapsar. Bu kadın, doğuştan Yahudi gibi, Yahudi halkının geleneksel düşmanı olan Moab’lılardan gelmedir. Bu kitap, Ruth’un Yahudiliğe geçişini betimler ve her yıl “Yasa”nın (Tevrat) vahiysini yaşatmak için kutlanan tatilde “Eski Ahd”in ilk beş kitabı olarak okunur. Ruth’un kitabı, hemen bitiminde adı geçenin Yahudilerin en büyük kralı olan Kral Davud’un büyükannesinin ninesi olduğunu anlatır. İşte gerçek Yahudi düşüncesi…
TORA’nın beşinci kitabı olan Devarim’in Şofetim Peraşasında şöyle bir pasuk vardır: ‘’Adaleti takip et; bu sayede yaşayacak ve Tanrın Aşem’in sana vermekte olduğu Ülke’yi miras alacaksın.’’ İbn Ezra’nın yorumuna göre ‘’Adaletten şaşmadıkları sürece, bu Ülke mirası gelecek nesillerin elinde kalmaya devam edecektir. Ama adalet eksikliği, bu mirası ellerinde tutmalarının önünde engel teşkil edecektir. ’’Hayatın boyunca adaletten hiç şaşma; her seferinde tekrar tekrar adaletin arkasında ol’’ diyen atalarının sözlerine uymadıkları sürece İsrailoğulları oturdukları topraklar üzerinde nasıl hak sahibi olduklarını iddia edebilirler?
İnsanlar kendi kin, öfke ve nefretlerinin neticesi olan öç alma ve cezalandırma isteklerini Tanrı vasıtasıyla gerçekleştirmek için cehenneme ihtiyaç duyarlar. Sözlerimi barışın egemen olması ve insanların birbirleri için cehennem yerine cenneti dilemeleri arzusuyla sona erdiriyorum.
Salim Olcay
salimolcay@yahoo.com
Yazarın öteki yazıları için tıklayınız.
Robin Wood – Faşizm ve Sinema
Bizzat insanın tehdit ettiği bir dünyada, en açık ve yakın tehlike faşizmin yeniden dirilmesi olasılığıdır (zaman zaman bir olasılık olarak görünmesi bile korkutucudur). Günümüzde Neo-Nazilerin çoğalması yalnızca yüzeysel bir belirtidir. Hatta sağ ideolojinin liberal biçimlerinin çoğu açıktan ya da gizli olarak faşist potansiyel oluştururlar ve çoğunlukla ahlak ve aile değerleri kavramlarının arkasına gizlenirler. Örneğin ABD deki Cumhuriyetçi Partiyi kabaca faşist olarak tanımlamak yanıltıcı olsa da, politikalarından ve eğilimlerinden ortaya çıkan yeni bir faşizm olasılığını önemsememek çok daha tehlikelidir. Bu bölümün amacı sinemadan yola çıkarak, potansiyel faşizmin Batı kültürü içinde yayılma yollarını izlemektir. Bu kitabın üzerinde durduğu konulardaki insanın cinselliği ve bunun, işlevi cinsel rolleri tanımlamak, kadınları bağımlı kılmak ve cinsel çeşitliliği yok etmek olan evlilik ve aile gibi toplumsal kurumlar tarafından sınırlanması, biçimlenmesi ve düzenlenmesi sağcı konumlar, aslında hiçbir yerde İradenin Zaferi ndeki gibi (zımni olsa da) açıklıkla sunulmamıştır. Ya da başka bir biçimde söylersek; Riefenstahl in filmi ölüm güçlerinin eşsiz bir biçimde tam tanımını sunar. Eğer insanlığın bir geleceği olacaksa yaşam güçleri çok güçlü bir biçimde buna karşı çıkmalıdır.
Leni Riefenstahl’in 1934 teki Nuremberg toplantısının filme çekilişi olan İradenin Zaferi ile bundan 20 yıl sonra yapılan Alain Resnais nin toplama kampları üzerine çektiği bir belgesel olan Gece ve Sis in karşılaştırılması uygun bir başlangıç noktasını, yani Nazizmin öncesi ve sonrasına bir bakış olanağı sunar. Sanatsal olarak bu iki film için ne düşünülürse düşünülsün, bunlar yönetmenlerinin düşünebildiğinden çok daha fazla açıdan toplumsal birer belgedirler, değerleri yan yana geldiklerinde daha da artar. Temsil ettikleri sanatın farklı türleri onların toplumsal/ideolojik anlamlarının ayrılmaz bir parçasını oluşturur bu yeterince açık, ancak her nasılsa sanatın politikadan ayrılabileceğine inanan eleştirmenlerin engelleme eğilimi taşıdıkları bir konudur.
Ben kişisel düzeyde, Riefenstahl in filmindeki niyetlilik konusuna, onun ne yaptığının bilincinde olup olmadığına girmeyeceğim; bu konu Susan Sontag ın müthiş yazısı Fascinating Fascism de net bir biçimde incelenmiştir. Hitler miting düzenleyerek (ve tabii ki filmi finanse ederek) kısmen Riefenstahl ve kameralarıyla işbirliği yaptı; bu, bir kadının değil ama tarihsel anın, Batı kültüründeki çok özel bir hareketin ürünüdür. Bu yalnızca faşizm ile ilgili bir film değil ama faşist bir filmdir. Film total egemenlik arayışındaki bir lideri ve bir partiyi över/kutsar ve tümüyle izleyicisine hakim olmaya çalışır. İzleyiciye tek, basit ve sorgulanmayan bir görüşü dayatmak için her türlü teknik ve stilistik aygıt kullanılır. Açılış çekimi Hitler i Nuremberg e ve oradan dünyaya vahiy getiren, bulutların içinden geçerek cennetten inen bir elçi olarak sunar; film (a) Hitler in Tanrının Nazi Partisinin doğuşuna ve zaferine önceden karar verdiğini ilan etmesiyle ve (b) Hitler Almanya dır ve Almanya Hitler dir ifadesiyle zirvesine çıkar. Hiçbir yerde kaosa ve karşı çıkma özgürlüğüne izin verilmez: düşünce ve imgelemin eleştirel inceleme yapması için alan bırakılmadığı için izleyici bu filmi yalnızca onaylayabilir ya da reddedebilir. Müzik (Wagner ve milliyetçi şarkılar) etkiyi artırmak için tamamen duygusal amaçlı kullanılmıştır; kamera açıları hükmetme amacına göre ayarlanmıştır (çok sıradan görünüşlü bir adamı yüceltmek için alt açıdan, Nazi askeri mekanizmasının dehşetli görünümünü vermek için üst açıdan); kurgu dikkatli bir biçimde ve ısrarla ritmiktir, biçimsel düzeyde karmaşık mekanizma anlayışını yeniden üretir.
Filmin ideolojik olarak korkunç, estetik olarak karşı konulamaz olduğu biçimindeki yaygın liberal görüş üzerine bir şeyler söylenmelidir. Aşağıdaki alıntı bunun tipik bir örneğidir:
Neredeyse her çağdaş izleyicinin kendisini filmin yapılış malzemelerine yönelik tutumlardan ayırması zor olsa da, Paul Rotha gibi solcu, kararlı Nazi-karşıtı yazarlar bile Leni Riefenstahl in film yapmayı hemen hemen hiç bilmediğini ama onun kurgu ustalığının Eisenstein ınkiyle kıyaslanabilir olduğunu ve filmin, izleyicinin filmin içeriğine yönelik tutumu ne olursa olsun, bu içeriğin ötesine geçtiğini ve filmi yalnızca bir film olarak değerlendirmeye zorladığını kabul etmek zorunda kalmışlardır. (John Russel Taylor (Cinema: A Critical Dictionary içinde, ed. Richard Roud, Secker and Warburg, 1980.)
Böylesi saçma sapan, rezil sözlerle karşılaşınca, insanın nereden başlayacağına karar vermesi zordur: kendini sola adamış yazarı neyin oluşturduğuna dair Taylor un tuhaf, modası geçmiş anlayışıyla mı; çağdaş izleyicinin (bazı mistik estetik anlayışlar adına) kendisini malzemelere yönelik tutumlardan tamamen ayırmasının arzulanabilirliğine dair anlayışla mı; kararlı Nazi-karşıtı yazarlardan kendisini ayrı tutmaya yönelik açık arzusuyla mı; Riefenstahl in mekanik klasik kurgusunun Eisenstein’la karşılaştırılabilir bir ustalık sergilediği düşüncesiyle mi; ya da insanın bazı şeyleri yalnızca bir film olarak nasıl değerlendireceği sorusuyla mı ya da basit olarak bunun ne anlama geldiğiyle mi? Kuşkusuz İradenin Zaferi iyi çekilmiş bir filmdir, yani örneğin Kutsal Hazine Avcıları ya da Gerçek Yalanlar gibi üstün bir profesyonel yetenek sergiler (buna sahip olmayan çok sayıda saygın filmi hatırlamak mümkündür.) Aslında Riefenstahl in kamera kullanımı son derece sınırlı ve tekdüzedir. Eisenstein ın duygusal ve entelektüel açıdan karmaşık kurgusu ile karşılaştırılması, çoğu örnek sekansın ilk elden çözümlenişinde görüleceği gibi, onun için yalnızca büyük bir dezavantaj olabilir. Taylor un konumuyla ilgili olarak itiraz edilebilecek temel nokta, anlamından koparılmış bir tür soyut güzellik anlayışına sahip olmasıdır. Tersine güzellik anlayışı daima kültürel olarak belirlenir: eğer temel politik bilincimizi tam olarak geliştirebilirsek desteklediğimiz güzellikleri, hoşlandığımız zevkleri seçmemiz gerekli hale gelir. İradenin Zaferi nin iddia edilen güzelliği insanlıktan çıkmaya, makineleşmeye, baskılamaya, militarizme odaklanmış faşist bir güzelliktir. Eğer insan bu faşist tuzağa düşmezse, bu filmi baştan sona sıkıcı ve nefret uyandırıcı bulur.
Gece ve Sis (1955) Riefenstahl in filminden kısa bir bölüm aktarır ve bu bağlantı Resnais nin filminin yeterince açık bir biçimde hem içerik hem de stil anlamında bir panzehir olduğu duygusunu güçlendirir. Malzemenin duygusal etkisi çok güçlü olmayabilir ama Resnais ve senaryo yazarı Jean Cayrol izleyiciyi uzaklaştırmak ve analitik özgürlük vermek için mümkün olan her şeyi yaparlar. Film, dayanılmaz olan durumu düşünmeyi olanaklı hale getirmeyi dener. Elde edilen uzaklık paradoksal olarak bize gösterilenlerin korkunç doğasının giderek bilincine varmamızı sağlar: korkuyla uyuşmak yerine izleyicinin düşünebilmesi, tahayyül edebilmesi ve anlayabilmesi için alan ve özgürlük sağlanır. İnsan burada yarım saatlik bir belgesel içinde araçların ve etkilerin karmaşıklığıyla (özellikle Riefenstahl ile karşılaştırıldığında) çarpılır. Müzik etkiyi artırıcı olmak yerine kontrpuan olarak kullanılır; benzer biçimde soğuk, özlü anlatı sürekli olarak görüntülerin etkisine (etkilerini azaltmaksızın) kontrpuan oluşturur. Bütün film aracı (filmi) öne çıkaran biçimsel değişimlerin karmaşık modeli üzerine kurulur, öyle ki hakikilik duygusu sürekli olarak filmin dilinin bilincinde olmakla koşutluk içindedir: şimdi / geçmiş, renkli / siyah-beyaz, hareketli görüntü / fotoğraflar, stilize kamera hareketi / otantik haber filmi. Gördüklerimiz üzerine düşünmek için belki bir noktaya kadar cesaretlendiriliriz. Faşizmin kendisi gibi, İradenin Zaferi de edilginliğe, kabul etmeye, hazır olmaya, yönetilmeye, yönlendirilmeye, telkin edilmeye hazır bir izleyiciye gereksinim duyar. Gece ve Sis ise izleyicinin aktif aklını var kabul eder ve cesaret verir.
Gece ve Sis in başarısına hayranlık içinde filmin esiri olmak, özellikle film Riefenstahl in uğursuz gölgesiyle izlendiğinde, çok kolaydır. Ama filmi izledikçe (Peter Harcourt un Film Comment in Kasım/Aralık 1973 tarihli sayısındaki Alain Resnais nin belgeselleri üzerine mükemmel yazısından kesinlikle çok etkilendim), belirli noktanın daha fazla farkına vardım, filmin sonunda daha fazla hoşnutsuz kaldım, hatta öfkelendim. İnsan filmin şiirini onun uzaklık yaratma girişiminden net bir biçimde ayıramaz; ama film ilerledikçe şiirin çözümlemenin yerine geçtiğine dair rahatsız edici bir duyguya sahip olur. Film sonunda dehşete düşürmeye varan duyarlı ve uygar bir tavrın tanımlanmasının aracı olduğu kadar, aynı zamanda bir kaçınma ve gizleme aracıdır da. Kamp yetkililerinin, üs kademeden alt kademeye, komutandan kapo ya (toplama kamplarında yönetimin kampta kalanlar arasından işbirlikçi olarak seçtiği kimse) kadar, mahkemede sorumlu olduklarını reddettikleri finalden etkilenmemek kuşkusuz olanaksızdır ve film bizi o zaman sorumlu kim? sorusuyla baş başa bırakır. Ancak faşizmin Batı kültürü içindeki kökenleri ve kaynaklarını çözümlemeye yönelik herhangi bir çabanın desteğini almamış (belki de liberallerin belirli bir noktanın ötesine geçmek işlerine gelemez, çünkü bu, liberal zihniyetin ötesine geçen bir değişim gereksiniminin bilincine varmayı gerektirirdi) film yanıtın ne olabileceğini önermekten kaçınabilir ve aslında çok daha tehlikeli bir biçimde yanıtın olmayabileceğini akla getirir. Aslında sorumlu kim? yanlış bir sorudur; doğrusu sorumlu ne? sorusudur. Teslim olmayı bize bu kadar çekici kılan, filmin zekiceliği ve duyarlılığı değil, baştan çıkarıcı keder duygusudur ve keder, üzerinde düşündüğümüz iğrençliklere bir tepki olarak yeterince anlaşılabilir olsa da, hiçbir zaman yararlı bir duygu değildir. Filmin sonunda bize düşen, liberalizmin o bilinen korkutucu çaresizliğe dair elleri havaya kaldırma hareketidir: bunlar olmuştur; tekrar olacaktır (ve bugün oluyor); bunlar dünyanın ya da insanlık durumunun bir parçasıdır; anımsatmaya çalışmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yoktur ve bellek bu konuda her zaman başarısızdır. Filmin konumu çok güçlü bir biçimde somut bir klinik gözlemi çok belirsiz bir edebi/metafizik ilkeye çevirdiği yineleme itkisini anımsatır. Michael Schneider (Nevroz ve Uygarlık-Neurosis and Civilization da) yozlaşmış burjuva filozoflar gibi Freud da ölüm saçan yok edici sınıfın, emperyalist burjuvazinin ölüm içgüdüsünü aslında insanın içgüdüsel doğası ile karıştırdı yorumunu yapar. Resnais ve Cayrol bu hatayı yinelerler. Buradaki amacım (çok önemli ve rehber olan bu iki filmle) faşizmin kaynaklarının bir çözümlemesini yapmak ve faşizme karşı yeterli bir kuramsal karşıtlığın geliştirilebileceği yolları önermektir.
***
Bir sözlük faşizmi şöyle tanımlar:
Faşizm: 1914–18 savaşı sırasında İtalya da ortaya çıkan, Mussolini diktatörlüğünde zirvesine çıkan ve diğer ülkelerde faşistler ve kara gömleklilerin taklit ettiği yurtsever (patriotic) anti-komünist örgütlenme ve ilkeler. Concise OED
Sözlük eski Roma daki fasces e gönderme yapmayı sürdürür.
Eski Roma da yüksek memurların önünde yürüyen subayların taşıdığı ortasında balta olan sopalar yığını; otoritenin bayrağı.
Bu tanımlama (faşizmin hem kuramsal hem de uygulamalı, ilkeler ve örgütlenme olduğunu tespit etmenin dışında) bize faşizmin üç temel bileşenini verir: yurtseverliği vurgulama (her ne kadar savunucuları böyle tanımlasa da, her zaman emperyalizme doğru kayma eğilimi vardır); komünizme karşı çıkma ( Nasyonal sosyalizm ibaresinin groteskliğini ve oportünizminin önemini belirtir) çok uzun süre önce, Rus devriminin (kusurlarına rağmen) henüz gerçek özgürlük ve eşitliğe dayanan yeni, uluslararası bir toplum hareketinin resmen başlaması olarak kabul edildiği zaman, Sovyet komünizmi Stalin yönetiminde gerici güçlerin de baskısıyla baskıcı bir hal aldı. Bu yüce bir otorite figürünün (Duçe, Führer, Tanrı) başa geçmesi yönündeki mantıki ilerlemedir. Faşizm terimi tam manasıyla oldukça özel bir 20. yüzyıl hareketi için kullanılmış ve kapitalizmin gelişmiş bir aşamasının ürünü olsa bile, Latince köken, faşizmin temel itkilerinin ve eğilimlerinin insanlık tarihi kadar eski olduğunu akla getirir; İradenin Zaferi ile Gece ve Sis için çok değerli toplumsal belgeler derken düşündüğüm, başka zaman ve başka yerdeki olayları aydınlatmalarından çok çağdaş kültürümüze tuttuğu ışıktır. Otorite açıkça anahtar sözcüktür: başkaları üzerinde güç kullanma ve onlara hükmetme hakkı anlayışı üzerine inşa edilen, ne zaman gerekse güç ve baskıya başvuran faşizm basitçe otorite ilkesini kendi mantıksal zirvesine taşır.
Faşist bir toplum imgesine karşı (ya da yanına) kendimizinkini koyalım. Faşizm üzerinde demokrasi etiketini taşır, özgürlük ve eşitliğe dair destekleyici belirli mitlerle beslenir. Mantıklı bakıldığında faşizm güç / hakimiyet / baskı yapılarının birbirine bağlanması üzerine inşa edilmiş görünür.
zengin yoksul
patronlar işçiler
erkekler kadınlar
beyazlar beyaz olmayanlar
heteroseksüeller eşcinseller
yetişkinler çocuklar
Kısacası bütün çevremizde ve içimizde, düşünme, hissetme ve kültürümüzü oluşturma tarzımızda hem özel hem de kamusal, bürolarımızda, sınıflarımızda, oturma odalarımızda, yatak odalarımızda, caddelerimizde ve hükümetin her düzeyinde ilişkilerimizi biçimleyen, (kişisel tercihlerimiz ne olursa olsun) yaşamlarımızı büyük ölçüde belirleyen, toplumsal koşullara işlediği için kişisel düzeyde giderilmesi olanaksız olan potansiyel olarak faşist eğilimler vardır. Yukarıda sayılanlara ekleme yaparsak, kültürümüzün ayrıcalıklı insanı olan beyaz üst ya da orta sınıftan yetişkin heteroseksüel erkeğe ulaşırız. Ekonomik altyapıdan üstyapıya kadar kültürümüzün verili koşullarında bu insan doğal olarak faşisttir. Kuşkusuz burada ideolojik bir oluşumdan bahsediyorum: Bireyler için onun üstesinden gelmek ya da bileşenlerini inkar etmek mümkün değildir (yalnızca öz-bilinç ve öz-disiplinin zarar verici düzeyinin riskiyle yapılabilseler de). Kaçının başarılı olduğu belki de şaşırtıcıdır. Ben en iyi arkadaşlarımdan bazılarının beyaz orta sınıf yetişkin heteroseksüel erkekler olduğunu dürüstçe söyleyebilirim.
Bu durum nerede ve ne zaman başladı? Tarih öncesindeki o uğrakta (moment) ya da yüzyılda, yani kültürümüzün iki büyük kurumunun ortaya çıktığı zaman: özel mülkiyetin ve erkek egemenliğinin yerleşmesi. Görünüşte bu iki kurum aynı ana rastladı ama kuşkusuz bu bir rastlantı değildi. İşbirliğinin yerine rekabeti geçiren ve insanları sahip olma mücadelesinde karşı karşıya getiren özel mülkiyet hakkı, hem toprağa hem de nesnelere sahip olma hakkının ötesine geçip insanlara sahip olmayı da içermiştir: galip gelenin esirlerine, emperyalistin sömürgeye, efendinin köleye, (erkekler, bir kadının eğer isterse başka cinsel partnerlerinin olması hakkına sahip olduğunu kabul edinceye kadar sürecek olan) erkeğin kadına sahip olması. Özel mülkiyet beraberinde evlilik, tek eşlilik, erkek egemen aileyi getirmiştir. Durum çok değişti mi? Bizler hala ücretli köleler olarak işçilerden ve ev içi köleler olarak kadınlardan bahsediyoruz; sözde cinsel sado-mazoşizm sapkınlığı yalnızca bütün kültürel kurumlar için temel olan güç/iktidar ilişkilerinin sonuçlarını ifade eder.
O halde, İradenin Zaferi nin bize ayrıntılı olarak inceleme ayrıcalığını sunduğu faşist toplum, içinde yaşadığımız ve kopmamızın olası olmadığı toplumda varolan eğilimlerin çoğunu kendi mantıksal sonucuna götürür. Onun karşıtı ne olabilir? Açık bir biçimde, özgürleşmiş toplum anlayışı. Eğer henüz faşist bir toplum değilsek ve olmayacağımızı umut ediyorsak, aynı biçimde özgür bir toplum olmaktan da uzağız. (Özgürlük, izin vermek ile asla karıştırılmamalıdır. Otorite izin verilenin aynı zamanda yasaklanabileceğini akla getirir.) Özgürleşmiş toplum yalnızca bir düşünce, bir görüş olarak vardır (oysa faşist toplum şimdiden çeşitli görünümler almıştır). Bu toplum en iyi, olumsuzlayıcı terimlerle, yukarıda sıralanan bütün baskılayıcı maddelerin ortadan kalkması olarak tanımlanabilir. (Hala bir düzeye kadar ilkel ama gerekli politik doğruluk anlayışı bu topluma doğru önemli bir adımı oluşturur.)
Faşizm hakkında daha çok şeyi Gece ve Sis ten değil İradenin Zaferi nden öğreniriz: yalnızca bu açıdan bu film daha değerli bir belgedir. Riefenstahl in filminde Nazizm gerçekten ne kadar yansıtılmıştır?
Konuşmalar. Faşistler önemli ölçüde az konuşurlar, söyledikleri (görsel film sanatı gibi) büyük ölçüde boş, şişirilmiş, belli belirsiz telkin edici bir retorik tarzından oluşur. Nazi partisi Almanya yı (öncelikle ekonomik olarak ama aynı zamanda da ahlaki ve ruhsal olarak) kurtarıyor; yurtseverlik çılgınlık noktasına kadar zorlanır; (Gece ve Sis in mantıksal sonucunu aktardığı anlayış olan) ırksal saflık esastır.
İnsanlık-dışılaşma. İçgüdüsel enerjilerin makineleşmeye aktarılması: resmigeçitler, yürüyüşler, kaz adımı ya da Nazi yürüyüşü. Filmin ünlü gösterisi (spectacle) nesneleştirilmiş, mekanikleştirilmiş, büyük bir makinenin küçük birer dişlisi haline getirilmiş insanların gösterisidir. Busby Berkeley müzikallerindeki eşit derecede ünlü müthiş gösteriler ile ilginç bir koşutluk vardır; Riefenstahl de gösteri erkek ve aktif, Berkeley de kadın ve edilgindir ama insanları neredeyse büyük bir mekanizmanın ayırt edilemez parçalarına indirgemeye eşit önem verilir.
Güç/İktidar Olarak Erkeklik. Berkeley bize kadınları erkeklerin bakışına uygun olarak sunar. İradenin Zaferi kadınları, işlevi fallik güce hayranlık olan izleyiciye indirger (aynı zamanda kadınları, gösterinin edilgin bir parçası olarak, ulusal geleneği gösteren köylü kıyafetleri içinde gösterir). Film iğrenç olan fallik imgeleminde ısrarcıdır (ve filmin sanat yapıtı olduğunu savunanların erkek olması önemlidir. Filmi iğrenç bulmayan bir kadınla henüz karşılaşmadım): bahçıvan belleri, dikilmiş flamalar, Nazi yürüyüşündeki ileriye fırlayan bükülmemiş bacaklar. Hitler in talebi üzerine bir kadının yaptığı bu filmde başından sonuna erkek egemenliğinin en mükemmel simgesi olarak penis yüceltilir, penisin gücü sapıkça makinenin gücüyle eşitlenir. (Nazizm koşullarında kadınlara sağlanan alternatif bir rol için Gece ve Sis deki kadın toplama kampındaki kadın gardiyanlara bakın acımasız, tektip hale gelmiş, kadınlıklarından uzaklaşmış kadınlardır bunlar.)
Düşünce Sistemini Çocuklara Aşılama. Hitler in konuşmalarında ve Riefenstahl in imgeleminde şanlı Nazi geleceği için çocukların (kuşkusuz özellikle erkek çocukların) askere çağrılması defalarca vurgulanır. Bunu kültürümüzde çocuklara bir düşünceyi aşılama ile karşılaştırabiliriz (biz buna, her zaman kuşku duyulması gereken bir sözcük olan sosyalizasyon/toplumsallaşma demeyi tercih ederiz): bu, egemen ideolojinin (erkek egemenliği, kapitalizm) sorgusuz sualsiz doğru kabul edilerek aktarılmasıdır. Bu aşılamanın aldığı biçim, tabii ki Alman gençliğinin geleceğin Nazileri olarak oluşturulmasından çok daha az açık ve ortadadır (bu nedenle daha samimiyetsiz olduğu öne sürülebilir): bizim eğitim sistemimiz çocuklara dikkatle düzenlenmiş sınırlar içinde kendileri için düşünmeyi öğretmeye adanmıştır. 20. yüzyıl düşüncesinin yeni ufuklar açan iki büyük düşünürü Marks ve Freud a belki şeytan olarak geçmek dışında bizim üniversite öncesi eğitim programlarımızda hiç yer verilmemiştir.
Temizlik / Çalışma. Gece ve Sis de toplama kamplarının kapılarının üzerine yazılan sloganlar, buraya giren sizler, umut etmeyi unutun değil; ama Temizlik Sağlıktır (annelerimizin bize öğrettiği bir anlayış) ve Çalışmak Özgürlüktür biçimindedir Riefenstahl de hem açıkça hem de görsel bir retorik içinde vurgulanan değerlerdir bunlar. Bunları sırasıyla inceleyeceğim.
Kamplarla ilişkili olan Temizlik Sağlıktır anlayışı aslında uğursuzcadır; buradaki temizlik (en küçük mantıksal ya da bilimsel kanıtı olmadan, diğer kanlardan daha üstün ve onlardan farklı olduğu düşüncesiyle) Ari ırkın kanının temizlenmesidir. Gece ve Sis, sloganlardaki iğrenç ironinin altını çizer; kamplarda ortaya çıkan, cesetlerin çürümesi nedeniyle aşırı pislikti. Temizlik daha en başta Riefenstahl in filminde bir değer olarak ortaya konmuştur: tüm gençler birlikte hortumla yıkanır, bizim neşeli Nazi delikanlıları etrafta oynar. Sonuçta temizlik ideali militarizm ve iyi yağlanmış bir makinenin temizliğiyle eşitlenir. Freud temizlik takıntısını cinsel baskının bir belirtisi olarak kabul etti (bunun sinemada ustaca işlenişi için Ophuls ün The Reckless Moment ini izleyin). Ve kesinlikle hepimiz yaşamımızın bir yerinde seks kirlidir anlayışıyla karşılaşmışızdır. (Her durumda bu kültürümüze yayılır: başka türlü nasıl fuck (düzüşme) sözcüğü bizim nihai kirli/argo sözcüğümüz olabilirdi?) Gerçek iradenin zaferi cinsel enerjilerin iktidar dürtüsüne dönüşmesidir (bu konu Eisenstein ın Korkunç İvan ında trajik bir biçimde işlenmiştir). Alternatif bir sağlık imgesi için, Riefenstahl in filmiyle aynı yıl Fransa da yapılmış bir filmin karakteri karşılaştırılabilir; L Atalante deki le Père Jules karakteri burjuvazinin iğrençliğinden eser olmaksızın pisliğin (sürekli üreyen kedilerin) ortasında yaşar ve tamamen özgür ve sağlıklıdır.
Çalışmak Özgürlüktür e gelince, sloganın anlamsızlığı demokratik kapitalizmde olduğu gibi faşizmde de çalışmanın toplumun çoğunluğu için yalnızca yabancılaşmış emek olabildiğini düşündüğümüzde hemen ortaya çıkar. Yabancılaşmış emek bireye yaratıcı tatmin sağlamayan, haz vermeyen etkinliklerde bulunmaktır, çünkü etkinlikte bulunmanın etkinliğin kendisiyle doğrudan bir ilişkisi yoktur (bunun nedeni para kazanmak ya da fazla önem taşımayan yurtseverlik görevini yerine getirmek olsa da). Bu, artı-değer baskısının üst düzeyini talep eden kapitalizmde yabancılaşmış emeğin kaçınılmaz halidir. Freud un daha önce bireyin üzerine giderek tahammül edilmez yükleri dayatma olarak gördüğü düzeydir bu. Çoğunlukla karıştırılan Freudyen kavramlar olan baskı ile yüceltme arasında dikkatle ayrım yapılmalıdır. Libido (erotik enerji) başarılı ve tatmin edici bir biçimde haz veren (önemli kültürel başarıların her zaman psikanalitik olarak cinsellik kökenli olarak görülme nedeni olan) yaratıcı etkinlik içinde yüceltilebilir. Ancak yabancılaşmış emek libidonun baskılanmasını gerektirir: mademki tanıma göre etkinlik nahoş, tatmin edici olmayan ve (herhangi bir bakış açısından) yaratıcı değil, o zaman etkinliğe yüceltme yoluyla ulaşabilmenin yolu yoktur. Hitler in (kuşkusuz uzunca süredir kabul gören ve çalışma ile özverinin Şeytan boş gezenlere iş bulur ahlaki varsayımıyla birlikte, bildik Protestan çalışma etiğine dayanan) konuşmalarında çalışmaya yapılan vurgu (verilen önem) yine cinselliğin güç/iktidar dürtüsüne dönüştürülmesini vurgular: mantıksal slogan Çalışmak Egemenliktir olurdu.
Nazizmin Popülerliği. Kaz adımı yürüyen Nazilerden belki de daha tehlikeli olanı, onları alkışlayan kalabalıklar, sıradan insanların faşizme katılması ve onay vermesidir: bu insanları günümüzde sağcı hükümetlere oy veren Batı dünyasının her yerindeki iyi niyetli kitlelerle ilişkilendirmekten başka ne yapılabilir? Sorumlu kim? : bir düzeyde kaba kuvvet kullanan insanları alkışlamak için caddelerde sıraya giren bütün dürüst insanlar ve onların toplama kamplarını mümkün kılan masumiyeti (kabahati mi?). Sorumlu olan, bir düzeyde kesinlikle gelecek haftadan ötesini, politikayı, medyayı, eğitim sistemini, çekirdek aileyi düşünememenin (insanların toplumsal kurumlarımız sayesinde sahip olduğu mistifikasyon ve görmezden gelme halinin) öğretilmesinin sonucu ortaya çıkan bu korkunç masumiyettir.
Nazizmin diğer bileşenleri Riefenstahl in filminde açıklığa kavuşturulmaz ama filmden yola çıkarak bunlar okunabilir:
1. Aileye verilen önem: cinsiyet rollerinin kesin olarak tanımlanmasıyla ırkın devamının ve cinselliği sınırları içine almanın aracı olarak aile. Buradan,
2. Aile içinde kadınların bağımlı hale getirilmeleri: kadınların türü yeniden üretme rolleri, ırksal saflığı garantileyen Ari ırktan kocalarına sadakatleri.
3. Katı geleneksel cinsel ahlak: doğurmak için cinsellik, buradan cinsel enerjinin çalışma / temizlik / militarizme kanalize edilmesi.
4. Geylere eziyet: Geylere eziyet bütün tarih boyunca hep kadınların baskılanmasıyla bir arada olmuştur cadılar ve erkek eşcinseller faggot- birlikte yakıldı). Kişisel düzeyde insan her zaman bir erkeğin kadınlara yönelik davranış tarzından geylere karşı tavrını ve tersini çıkarabilir.
Bütün bunlar ne kadar bildik ve yaşantılarımıza ne kadar yakın değil mi?
Günümüzden geriye bakınca geylere yapılan 1934 te Riefenstahl in ve 1955 te liberal Resnais nin gönderme yapmadığı eziyet özel bir önem kazanıyor. Bu eziyetin niyet olarak Yahudilere yapılan kadar sistematik olduğu ortaya çıkar; yalnızca özellikle tarihlerinin o döneminde toplama kampına kapatılan ve pasaportlarında resmi damga olmayan geylere yapılanların izlerini sürmek daha zordur. (Naziler 300 bin geyi toplama kampına kapattı, tahmin edileceği gibi, geyler diğer sosyal sapıklar la birlikte toplama kamplarına kapatılsalar da, tahminler kaçınılmaz olarak yaklaşıktır.)
Biseksüelliğin (sosyalizasyon ile) baskılanması heteroseksüel erkek egemenliğinin, simgesel Baba nın kuralının devamı için gereklidir. Bu egemenlik diğer şeylerin yanı sıra neyin erkeksi neyin kadınsı olduğunun kesin tanımını gerektirir, böylece kadınsı olarak tanımlanan bağımlı ve aşağı konumda olarak bağımlılaştırılabilecek, erkeksi olan ise övülüp beslenebilecektir. Heteroseksüel erkeğin potansiyel faşist olarak inşası biseksüelliğin baskılanmasıyla olur. Biseksüelliğin, geyliğin ve Nazilerin sosyal sapıklık dediği diğer biçimlerin toplumsal kabulü, toplumumuzun merkezi birimine, bu birimin yapısında barınan faşizme yönelik eğilimlerin üremesine, erkek egemen çekirdek aileye ciddi biçimde zarar verirdi. Aynı zamanda bu kabul, kadının baskılanmasının sürdüğü ama (hiç gereği yokken) bunun farkına varıldığı heteroseksüel ilişkilerdeki şimdiki krizin çözülmesinde önemli bir adım olurdu. İşte faşist zihniyetin asla hoşgörü göstermeyeceği budur.
Polemik gereği abartı hariç şimdiki sağcı hükümetlerimize faşist diyemeyiz; ancak bütün Batı dünyasında oluşan faşizmin farklı bileşenleri çok açık olarak görülebilir: Moral Çoğunluk; inançları canlandırmaya çalışan dinci gruplar; açıkça faşist örgütlerin (KKK, Aryan Nation, Ulusal Cephe) artan güçleri; Aile ye ve bunu destekleyen geleneksel ahlakın korunması/savunulması gereksinimine yapılan saplantılı vurgu; eski güzel değerlerin canlanışı; feminizme karşı tepki; geylere yönelik sürmekte olan baskı. Toplama kampları ( Rehabilitasyon Merkezleri gibi başka adlar verilse de) uzak olmayabilir. (Bunun açık ve net bir kanıtını görmüyor musunuz? Almanlar da 1934 te görmemişti.) Kim -ya da ne- sorumlu? sorusu, hemen kişilerle ilişkili olarak düşünülebilirdi. Dünyanın en güçlü ülkesi (SSCB nin, yani Kötülük İmparatorluğu nun çöküşünden bu yana) Amerika Birleşik Devletleri dir, günümüzde seçmenlerine yalnızca az ya da çok sağcı hükümetler arasında tercih yapma olanağı sunan bir demokrasi dir.
Faşist eğilimler Batı kültürüne bu kültürün her düzeyine, bütün toplumsal ilişkilerine yayılırken, bunun egemen sinemanın her yerine yayılması da kaçınılmazdır. Faşist estetiğin somut ifadesi olan İradenin Zaferi nin kamera retoriği hiçbir biçimde bu filme, Riefenstahl e ya da Nazi sinemasına özgü değildir ve bu nedenle paketlenip bir kenara konulamaz. Riefenstahl in kullandığı teknik aygıtların hepsi günümüzde Amerika da ve Avrupa da (nadiren bu kadar katı, sistematize ve özel bir biçim içinde yoğunlaşmış olarak kullanılsa da) yaygın olarak kullanılıyor ve bunlar egemenlik ve yönlendirme yananlamlarından temizlenemezler.
Bu, Hollywood ve egemen anlatı sinemasının bir diğer geniş kapsamlı suçlamasına giriş gibi gelebilir; tamamen tersine niyetliyim. Erkek egemen kapitalizm sürdüğü sürece (ben yaşarken ortadan kalkacağını sanmıyorum) faşist eğilimler de bununla birlikte sürecektir. Verili bir gerçek olarak bizim için faşist yananlamlardan temizlenmiş bir sinemanın neye benzeyeceğini tahayyül etmek zor, belki de olanaksızdır; bu yalnızca bir yoksunluk sineması olabilirdi. Belki de egemenlik ve yönlendirme herhangi bir biçim ya da yapı anlayışına içkindir… İlgilendiğim sinema kültürümüzün temel yapılarını ya da müdahalelerini hariç tutan ya da bunların üzerine çıkan değil ama bunların dramatize edildiği, görünür kılındığı sinemadır; bir şeyleri dramatize etmek kaçınılmaz olarak onu yeniden üretmektir ama süre giden haliyle değil. Birçok film yalnızca yeniden üretir ve böylelikle güçlendirir ama aynı zamanda da kültürümüzün toplumsal ve ruhsal yapılarını yeniden üretirken bunları eleştiriye tabi tutan ilginç, karmaşık, ayrıksı birçok film vardır. Hollywood un büyük ustalarından ikisinin, Ford ve Hitchcock un sinemalarında faşist eğilimlerin dramatize edilme yollarını kısaca inceleyeceğim.
John Ford un tarihsel westernleri açıkça egemenlikle, Kızılderililerin boyun eğdirilmesiyle, yasaya karşı gelmenin ortadan kaldırılmasıyla, erotik olanın kontrol edilmesiyle, kadının bağımlılaştırılmasıyla, kısacası oluşturulan ve oluşturulmaya devam edilen Amerika nın tarihindeki çok yüzeyli emperyalizm ile ilgilidir. Sinemasının çok karşılaşılan bir özelliği, İradenin Zaferi nde ve Riefenstahl tarafından çok kullanılan yüceltici alt açı çekimidir. Bu çekim karaktere karizmatik lider konumu kazandırmak ve militarizmi şereflendirmek ve şiirselleştirmek için kullanılır (ufuk çizgisine karşı süvarilerin ünlü görüntülerini anımsayın). Birçok süvari filminde öne çıkan, zaman zaman baskın olan militarizm aslında Hitler in konuşmalarındaki belirli anları yineler: bireysel başarının yalnızca askeri grup, yurtseverlik misyonu içinde hizmet, disiplin ve asimilasyona kendini vermekle anlam ve değer kazandığı anlayışıdır bu. Böylesi özelliklerin Ford un sinemasında güçlü bir itkiye yanıt verdiğine kuşku yoktur ve bu sinemayı savunmak isteyen kimse bunu görmezden gelmemeli ya da önemini azaltmamalıdır. Ancak bu sinemaya aşina olan kimse de bu tanımlamayla tereddütsüz tatmin olmayacaktır. Tecrit ettiğim bu özellikler asla filmlerde yalıtılmış halde değildir. Bunlar her yerde yaygın bir bozgun ve kaybetme duygusuyla, teslim olma ve hayal kırıklığı ima edilerek (asimilasyona boyun eğerek şeref kazanma anlayışıyla sürekli çelişen) kişisel dramı, kişisel fedakarlığı ve kişisel trajediyi öne çıkararak nitelenirler. Bütün bunlardan başka, sürekli bir paradoksla oynanır, yani güya Amerika nın açık kaderi ne bağlanma, açığa çıkan gerçek kaderin, vahşiliği bir sıradanlığa dönüştürmenin mirası olan yitirmenin (Kahramanın Sonu - The Man Who Shot Liberty Valance ın finalindeki ifade olan) yalnızlık ve gözünü açmanın bilincine varılmasıyla karşıtlık oluşturur. Faşist eğilimler, filmlerde (çok sık olarak süvarilere açıkça eşlik eden aşırı milliyetçi retorikte) kaydedilir, övülür ve bu filmler tarafından reddedilirler.
Alfred Hitchcock un durumu daha da aşırı, daha da büyüleyicidir. Onun ünlü tekniği açıkça hakimiyet ve yönlendirmeye ( izleyiciyi içine sokma, izleyicide duygular oluşturma ) adanmıştır; aynı zamanda sürekli şeffaf olduğundan bütün sinemasal teknikler arasında yapıçözüme uğratılması en kolay olanıdır bu teknik izleyiciyi nasıl yönlendirildiğinin bilincine varmaya davet eder. Egemen olma tutkusu filmlerinin yöntembilimsel, stilistik, tematik, yani her düzeyinde açıktır. Bu anlatılar güç/iktidar mücadelesine odaklanırlar ve Hitchcock bütün insan ilişkilerini egemen olma arzusuyla ilişkili olarak görmüş gibidir. İnsan bunu yalnızca, erkek egemen kapitalist sistemdeki bütün ilişkiler olarak niteleyebilir ve Hitchcock sadece kültürün baskın eğilimini kendi mantıksal aşırılığına iter. Aynı zamanda bu filmler sürekli olarak iktidar dürtüsünün sapkınlığını, canavarlığını ve yıkıcılığını öne çıkarırlar (hepsinin ötesinde daha geniş anlamda heteroseksüel ilişkilerin sapkın ve sado-mazoşistik olmamasının olanaksız olduğunu gösterirler). Karakteristik olarak bu filmlerde (Hitchcock un izleyici üzerindeki egemenliğinin başlıca dayanağı olan) izleyicinin özdeşleşmesinin birden kırıldığı ve her şeyin yalanlandığı bir an gelir: Arka Pencere deki kahramanın görmediğini izleyicinin gördüğü an; Ölüm Korkusu ndaki peramatür açıklama; Sapık taki duş cinayeti. Hitchcock un kötü adamı (Bir Şüphenin Gölgesi ndeki Charlie Amca, Yaşamak İstiyoruz daki denizaltı kaptanı, İp teki Nietzscheci katil, Trendeki Yabancı daki Bruno Anthony) karakteristik olarak faşist eğilimleri dramatize eder ve bunları büyüleyici, sapkın, canavarca ve nihayetinde kendini-imha etme biçiminde sunar. Onun baştan çıkarıcı iktidarı başka bir düzeyde iktidarsızlık olarak açığa çıkar. Bu nedenle egemenlik dürtüsü Hitchcock un sinemasının her yerine yayıldığı halde, filmleri faşist filmler değildir; bunlar daha çok faşizmin gösterildiği, dramatize edildiği, ortaya konduğu ve etkisizleştirildiği filmlerdir. Bu filmlerin değerlerinin önemli bir kaynağı budur.
İKİ EK
Savaş Suçları
Nazizmin mirasıyla nasıl ilgilenileceğine dair popüler anlayış, savaş suçlularının izlenip bulunması, yargılanması ve cezalandırılmasıdır. Bunun ardındaki dürtüye güçlü bir biçimde sempati ve saygı duymama rağmen, bunun etkili olacağı konusunda biraz şüpheliyim. Bu kesinlikle intikam ve cezalandırma yönündeki (bu sorumluluğa bulaşmak istemeyen) arzuyu tatmin eder; bunun ötesinde, bir caydırma ve kamplardan canlı çıkanların anısına saygı olduğu düşünülür (bunu savunanlar ölüm cezasının lehindedirler). Ben talepleri güvenilmez buluyorum. Şüphelerimin iki nedeni var. (Ancak netleştirmeliyim ki, savaş suçlularının ortaya çıkarılması gerektiğine kesinlikle inanıyorum; onların suçları ortaya konmalı, sorumluluklarını dünya, aileleri, dostları, kapı komşuları bilmelidir.)
Birincisi, savaş suçlularının her zaman diğer (kaybeden) taraftan olduğu konusunda rahatsızım. Bizim tarafta hiç bunlardan yok mu? Hiroşima ya atom bombası atıldığında, güçlü genç erkeklerin kentte değil, orduda olduğu ve kentteki insanların kadınlar, çocuklar ve yaşlılar olduğu, konuyla ilgili herkes için net olmalı. Şüphesiz benim basit aklıma göre, bu büyük bir savaş suçu, eşi olmayan bir insanlık-dışılık ve dehşettir. En tepeden en aşağıya, bu konuyla ilgili herkesin hiyerarşideki yerlerine ve sorumluluk derecelerine göre yargılanıp cezalandırılması gerekmez mi? Ama bu yapılmadı ve bildiğim kadarıyla, önerilmedi bile.
Ancak şüpheciliğimin temel nedeni, savaş suçlularının cezalandırılmasının öncelikle bir tatmin duygusu sağlayacağını ( Evet, bu konuyu hallettik ) ama aslında amaca zarar verebileceğini düşünüyor olmam. Kişisel sorumluluğa belirli bir noktaya kadar inanıyorum: bu nedenle sorunun kim değil ne sorumlu? olması gerektiğini düşünüyorum. Savaş suçlularının cezalandırılmasının dikkatlerimizi faşizmi mümkün kılan temel öğelerden başka yöne çekici etkisi olabilir daha önce öne sürmeye çalıştığım gibi, faşizmi bütün erkek egemen kapitalist kültürlere özgü olarak görüyorum. Değiştirilmesi gereken toplumumuzun (ekonomik, toplumsal, ideolojik, psikolojik) yapılarıdır ve bu görev cesaret kırıcı biçimde göz korkutucu olsa da, bununla yüzleşmeli ve bizi bundan uzaklaştıracak hiçbir şeye izin vermemeliyiz.
Stuart Marshall’ın anısına
Gece ve Sis’te olmadığını gördüğüm çözümleme, en azından kısmen Stuart Marshall tarafından çok az bilinen ve biraz övgü almış belgesel filmi Arzu da (Desire) yapılmaya çalışılır. Belki de bu ihmalin iki nedeni vardır. Marshall ın filmi, Resnais ninkinin aksine bir sanat yapıtı olarak öz-bilinçliliğe sahip değildir, sanat yönünden, kamera hareketlerinin ritminde, kurguda ve müzik kullanımında eksiklikleri olmasa da, sık sık Gece ve Sis in titizlikle sakındığı geleneksel belgesel yöntemi olan konuşan kafaları kullanır. Ve merkezi ilgi alanı, genellikle en iyi haliyle ikinci dereceden önemli olduğu (o da sonuçlar değil yalnızca sayılar anlamında) kabul edilen Nazilerin geylere yaptığı eziyettir. Uzun metrajlı bir film yaygın olarak video piyasasında bulunsa da, bu film ne Leonard Martin in Movie and Film Guide ına ne de başlıca rakibi Martin ve Porter ın Video Movie Guide ına dahil edilmiştir. İhmal edilmesi net bir ileti gönderiyor: Geyler önemli değildir.
Alt başlığı Almanya da Cinsellik, 1906–1945 olan film İradenin Zaferi yle ilişki içinde çok ilginç görünür. Hiçbir zaman kapsamlıymış gibi görünmeye çalışmayan film, ortaya çıkışından tam gelişimine ve sonuçlarına kadar faşizmin ana kaynaklarından birinin izini sürer: sağlığa, egzersiz yapmaya, hayli özel bir fiziksel güzellik formunu öne çıkarmaya neden olan ve kökleri daha eskilerde, Alman Romantizminde bulunan doğanın putlaştırılması; yurtseverlik duygusunun mükemmel Ari vücudun geliştirilmesiyle bir arada beslendiği ve cinslerin ayrıldığı kırsal kamplar; her zaman eşcinsel aşkın doğal olmadığı varsayımına eşlik eden, karşılıklı hayranlığın cesaretlendirilmesi ve vücutların fiziksel olarak birbirine benzemesi aracılığıyla faşist beden formunu çekici bulmanın sürekli teşvik edilmesi; cinsiyet rolleri üzerinde sıkı kontrol (kadınlar güçlü, sağlıklı ve fiziksel olarak çekici olmaya cesaretlendirilirken, kaderlerinin geleceğin anneleri olarak saptandığından asla şüphe edilmez). Hiç kimse masum bir şekilde soylu idealler olarak alımlanmış bütün bu doğanın, bütün bu sağlığın, bütün bu güzelliğin, bütün bu milliyetçilik övgüsünün sonunda ve mantıksal olarak toplama kamplarına varacağını önceden görememiştir.
Açık bir biçimde, her ne kadar yaşayanlara dair arşiv görüntülerinin arasına akademisyenlerin açıklamaları yerleştirilse de, bu film bir tezi sunar, ama didaktik değildir. Her şeyden çok Marshall ın müziği zekice ve duyarlı kullanımı filmi derinden rahatsız edici ve etkili bir ağıt düzeyine çıkarır: (gey olan) Schubert in ve (Yahudi olan) Mahler in müziği bu nedenle Nazi döneminde yaşasa Nazilerin kurbanı olabilecek sanatçılardır bunlar. Özellikle Schubert in Do Majör Yaylı Beşlisi nin yavaş hareketi yerinde bir seçimdir: bunu bestelediğinde Schubert, cinsel yolla geçen ve tedavi edilemezliğiyle AIDS in 19. yüzyıl eşiti olan frengi nedeniyle ölüyordu. Marshall ın kendisi de filmi yaptıktan sonra AIDS den öldü.
Finaldeki Mahler in şarkısı Dünyayla temasımı yitirdim, daha fazla yoruma yer bırakmaksızın, Amsterdam da yalnızca geyler için dikilen anıtın çekimiyle zirveye çıkan, değişik ülkelerdeki toplama kampları kurbanlarının anısına dikilmiş anıtların çekimlerine eşlik eder.
NOTLAR:
* Bu yazı Sexual Politics and Narrative Film (Columbia University Press, New York, 1998) adlı kitaptan çevrilmiştir. Bu yazı kitabın bir bölümü olduğundan yazar bir yerde kitabın bütününe göndermede bulunmaktadır. Kitabın bütününe yapılan bu gönderme yazının anlamını bozmadığı için ve bağlam dışı değerlendirilerek yazıdan çıkarılmış ve üç nokta işaretiyle belirtilmiştir. Ayrıca bu bölümün sonunda üç ek bulunmaktadır ama üçüncü ek yazının içeriğiyle ilişkili olmadığından çeviriye dahil edilmemiştir. (Çev. Notu.)
Robin Wood – Faşizm ve Sinema
Çeviren: Ertan Yılmaz
Roland Barthes - Rıhtımlar Üzerinde
Elia Kazan’ın Rıhtımlar Üzerinde (1954, On the Waterfront) filmiyle ilgili Roland Barthes’ın yazdığı bir deneme…
Sevimli Bir İşçi
Elia Kazan’ın Rıhtımlar Üzerinde adlı filmi güzel bir aldatmaca örneği. Bilirsiniz herhalde, yakışıklı, uyuşuk, hafiften ilkel bir liman işçisi (Marlon Brando) söz konusudur. Aşk’ın ve Kilise’nin (Kilise Spellman işi, çarpıcı bir papaz görüntüsü altında verilir) yardımıyla yakışıklı işçi yavaş yavaş bilinçlenir. Bu uyanış yasalara yan çizen, hilebaz bir sendikanın elenmesiyle aynı zamanda rastladığı ve liman işçilerinin kimi sömürücülerine karşı direnmeye çağırır gibi göründüğü için, kimileri Amerikan halkına işçi sorununu göstermeye yönelik, gözüpek bir film, “sol” bir film karşısında bulunduklarını düşündüler.
Gerçekte, bir kez daha, çok çağdaş işleyişini başka Amerikan filmleri dolayısıyla gösterdiğim şu gerçek aşısı söz konusu: büyük patronların sömürme işlevi küçük bir gangster topluluğunun sırtına yıkılıyor, hafif ve çirkin bir yara gibi saptanıp açıklanan bu küçük dert aracılığıyla, gerçek dert gözden kaçırılıyor, adı konulmaktan kurtulunmuş oluyor, dert bir büyü gibi kovuluyor.
Ne var ki, Kazan’ın filminin aldatma gücünü açıkça ortaya koymak için, filmin “roller”ini nesnel bir biçimde betimlemek yeter: proletarya burada pekala gördükleri, ama sarsma gücünü gösteremedikleri bir tutsaklık altında iki büklüm olmuş bir gevşek insanlar topluluğundan oluşur; devlet (kapitalist devlet) saltık Adalet’le karışmıştır, suç ve sömürü karşısında başvurulabilecek tek kapıdır: işçi devlete, devletin polisine ve soruşturma kurullarına ulaşabilirse, kurtuldu demektir. Kiliseye gelince, “bak ne güzel oldum” havasında bir çağdaşlık görüntüsü altında, işçinin oluşturucu yoksunluğuyla patron devletin babacan gücü arasında bir aracı güçten başka bir şey değildir. Ayrıca, bütün bu adalet ve bilinç kaşıntısı sonunda çabucak yatışır, iyilik verici bir düzenin büyük dengesine ulaşır, işçiler çalışır, patronlar kollarını kavuşturur, papazlar da hem onları, hem bunları doğru işlevlerinde kutsar.
Öte yandan, filmin sonu birçoklarının Kazan’ın ustalıkla ilericiliğinin damgasını vurduğunu sandıkları anda filmi ele verir: Son kesitte, Brando’nun, insanüstü bir çabayla, iyi, bilinçli bir işçi olarak kendisini bekleyen patronun yanına varmayı başardığı görülür. Bu patronsa, gözle görülür bir biçimde karikatürleştirilmiştir. Bakın, Kazan kapitalistleri nasıl sinsice gülünçleştiriyor, dediler.
Brecht’in önerdiği aldatmacayı ortaya çıkarma yöntemini uygulamanın ve daha filmin başında başkişiyle kaynaşıvermemizin sonuçlarını incelemenin tam yeri. Brando’nun bizim için olumlu bir kahraman olduğu kesindir, yokluğu genellikle gösteriyi izleme isteği bırakmayan şu katılım olgusu uyarınca, kusurlarına karşın, tüm kitle ona bağlar gönlünü. Bu kahraman, bilincini ve yiğitliğini yeniden bulduğu için daha da büyümüş, yaralı gücünün sonuna gelmiş, gene de dirençli olarak kendisine işini geri verecek olan patronuna doğru yöneldiği zaman, kaynaşmamız sınır tanımaz artık, tümüyle ve hiç düşünmeden bu yeni İsa’yla özdeşleşiriz, acısına sonuna dek katılırız. Ne var ki, Brando’nun bu acılı “göğe çıkış”ı gerçekte ölümsüz patronluğun edilgenlikle benimsenmesine götürür: tün karikatürlere karşın, böyle parlak bir biçimde önümüze sürülen şey düzene dönüş’tür; Brando’yla birlikte, liman işçileriyle birlikte, Amerika’nın tüm işçileriyle birlikte, bir utku ve rahatlama duygusu içinde, kendimizi patronluğun ellerine bırakırız, onun kusurlu görünüşünü çizmek hiçbir şeye yaramaz artık: toplumsal adaletin anlamını sırf Amerikan sermayesine armağan etmek üzere yeniden bulan bu liman işçisiyle nicedir yazgımızı kaynaştırmış, onunla birlikte batıp gitmişizdir.
Görüldüğü gibi, bu sahneyi nesnel olarak bir aldatmaca oluntusu yapan şey onun katılımcı özelliği. Daha başlangıçta Brando’yu sevmeye yönlendirildiğimizden, hiçbir zaman eleştirmeyiz artık onu, apaçık bönlüğünün bile bilincine varamayız. Bilindiği gibi, Brecht “ıraklaştırma” yöntemini işte bu türlü düzenlerin tehlikesine karşı önermiştir. Brecht olsa, Brando’nun bönlüğünü göstermesini, mutsuzlukları karşısında duyacağımız tüm yakınlığı karşın, bize bunun nedenlerini ve çarelerini görmenin daha önemli olduğunu anlatmasını isterdi. Kazan’ın yanlışını yargımıza sunması gereken kişinin kapitalistten çok, Brando’nun kendisi olduğunu söyleyerek özetleyebiliriz. Çünkü, kurbanların başkaldırısından beklenenler, cellatlarının karikatüründen bekleyebileceklerimizden çok daha fazladır.
(Roland Barthes, Çağdaş Söylenler, Çev: Tahsin Yücel, Metis Yayınları)
Sonraki Sayfa »