“Le train” ve Faşizm Üzerine
— Umarım bir daha savaş olmaz…
— Daima savaş olacaktır. Ağlama bence…
Savaş trajedisinin sıradan insanın, entelektüelin, kısacası her sınıftan öznenin psikolojisini hemen hemen aynı ölçüde etkileyip etkilemediği hipotezini Michel Foucoult’nun “Halk, gerçeğe bir entelektüelden daha yakındır.” sözünü “yeniden” anımsayarak çoğullaştırabiliriz, sanıyorum ki.
Şu diyaloga bakalım:
Julien: İnsanlar biraz tuhaf…
Anna: Tuhaf olan insanlar değil, savaş…
Bu ülkede hemen hiç bilinmeyen Fransız sinemacı Pierre Granier-Deferre’in Le train’inde (1973, Tren) başfigür aracılığıyla vurgu yapılan “tuhaflık”, insan doğasının, sözgelimi rutin günlük yaşamda sürdürülen muayyen ahlaki bakış açılarının, doğal ihtiyaç ve düşünme kalıplarının savaş ortasında bile sürdürülmeye çalışıldığı insanal gerçeğine denk düşüyor. Julien’in (Jean-Louis Trintignant) “tuhaf” olarak addettiği budur. Tuhaftır; çünkü yığınla insan bir trenin içinde belirsiz bir geleceğe doğru yolculuk etmektedir. Tuhaftır; çünkü bu gergin ve umutsuz ortamda bile insanlar şen kahkahalar atarak gülebilmektedir. Bu şen kahkahaların birinde Adolf Hitler’in kahkasına sert bir “kesme” yapılır! İşte şen kahkahaların ortasına tam da bu esnada çok yükseklerden bir bomba düşer…
Bomba, treni yerle bir edecektir…
Tartışmalı bir “paralel geçiş” ve eleştirel bir vizyonun görünür kılınma çabasıdır bu. Yıllardır sosyalistlerin de büyük sayıda oy alageldiği bir ülkede Adolf Hitler seçimle iktidara gelmişti; üstelik seçimi burun farkı ile kazanmıştı. Yahudi soykırımının ardından birçok araştırmacı ve sosyolog bu tarihsel gerçeğe bakmış ve trajik bir sonuç olarak değerlendirmişti. Kuşkusuz ki, iktidarların –burada faşizmin– soykırım uygulamaları, kötü yönetimleri, başarısız politikaları vb. bunu meşrulaştıramaz. Seçimle iktidara gelen yönetim biçiminin –ki ne tür bir ideoloji olursa olsun– ve bu iktidarı yönlendiren bürokrat ve teknokratların aşağılık eylemleri, sırf halk(lar) bu iktidara şans tanıdı diye göz ardı edilemez. Saving Private Ryan (1998, Er Ryan’ı Kurtarmak, Steven Spielberg) neviinden ajitatif ve propagandist “üstün-yapım”ları anımsayalım… Film izlerken ağlamak, çeşitlendirirsek eğer, karakterlerle özdeşim yaşamak, empati kurmak; Aristocu “katharsis” teori ve Brehtçi “yabancılaştırma”ya dönük tiyatral konseptin arınmacı / aydınlanmacı / özdeşleşmeci gösteri stil araçlarının da elzem bir çalışma alanı ve fakat bu potadaki janr filmlerinin (2. Dünya Savaşı filmleri, Yahudi soykırımını tematize edegelen yapımlar, Amerika Birleşik Devletleri ütopyasının praksis alanı olagelmiş Hollywood’da kotarılan ve bol bol Oscar dağıtılan filmler. Vesair.) özünde o eski burjuva ikiyüzlülüğü ile donatılagelmiş; Terry Gilliam’ın da Er Ryan için tamamen kızgınlık ve filmin yaşattığı hayal kırıklığı duygusu ile “O eski bok!” biçiminde altını çizdiği sorunsala karşılık geliyor. Ridley Scott’ın son filmi Body of Lies (2008, Yalanlar Üstüne) bir başka örnek olarak karşımızda duruyor. Bu filmin Amerikan ütopyasının izdüşümü olduğu söylenebilir… Hâlbuki aynı sektörde Paths of Glory (1957, Zafer Yolları), Apocalypse Now (1979, Kıyamet) ve Full Metal Jacket (1987) gibi filmler de çekilebilmiştir… Fakat bu başka bir yazının konusu.
Avrupa sinema geleneği içinde savaş konusu Hiroshima mon amour’un (1959, Hiroşima Sevgilim) başını çektiği devasa bir alanı oluşturuyor. Le Train’in de bu filmin bir takipçisi olduğunu söyleyebiliriz pekâlâ. Ki Hiroshima mon amour’da “dokumanter” ve sinema filminin stil araçları harika bir sentez ile biraraya getirilmiş, film ile ortaya çıkan sonuç ise, teknik ve görsellik olarak sinema sanatına ilham vermeye devam eden bir basamağa ulaşmıştı. Le train, tam da bu anlamda savaşın dalgalandırıcılarının, başfigürlerinin; yanı sıra “dokumanter” ve “haber film”in vizör tuttuğu unutulmaz görüntüleri öykünün belirli duraklarına serpiştirerek etkileyiciğini, sahiciliğini kat be kat artırmıştır. Başarmış mıdır? Buna hiç düşünmeden “evet” cevabını verebiliriz… Öykünün üzerini sıkıca örten “sinizm” ve melankolik tavır, bütünüyle Hiroshima mon amour’u andırmaktadır.
Buna mukabil “road movie” izlekleri “örgensel” olarak Le train’in damarlarına nüfuz etmiştir. Evrensel bir trajedi açısından savaşın nihai olarak temsil ettiği anlam; tren, yolcular ve yolculuk elementleri ile buluşmuştur. “Road Movie”de yolculuğun insanal değişim ve dönüşüm “leitmotif”i olarak konuya ve de temalara koşut işlenegeldiğini söylemeye sanırım gerek yok. Bir-iki örnek vermek gerekirse; Jean-Luc Godard’ın avant-garde ve anarşizan başyapıtı Week End’i (1967, Hafta Sonu), Luis Bunuel’in kilise karşıtı sürreal filmi La voie lactée’yi (1969, Samanyolu) ve Wim Wenders’in naif ve şaşırtıcı Paris, Texas’ını (1984) anabiliriz.
Tekrar başa dönelim…
Hitler’in güldüğü sekansa geçiş ve akabindeki hava saldırısı… Kitleleri sorumlu tutuyor sinema… “Ama Fransızların günahı ne?” diye haklı olarak sorabilirsiniz. Gelgelelim bütün insanlık sorumlu tutuluyor. İspanya İç Savaşı’nda da dünya uluslarının tutumu bundan pek farklı değildi. Vietnam’da da klasik tezgâh aynıyla kurulmuş, bütün dünya seyretmişti. Hiroshima, Afganistan, Irak… Hitler Almanya’sı ve Amerika Birleşik Devletleri savaş ahlakının birbirinden hiç de farklı olmadığını saptıyorsunuz. Hollywood, propagandist ve ikiyüzlü savaş filmleriyle sürekli Nazileri işleyerek, onları birer hayvan gibi göstererek kendi emperyalist vizyonunu, saldırgan tutumunu, hülasa pisliğini örtbas edegelmiştir. Bugün de yapılan budur. Oysaki Nazi neferleri zorunlu olarak askere alınan ve cephelere yollanan, kafası tıraşlı genç insanlardan mürekkepti. “Otomatik portakal”lar da diyebilirsiniz… Tıpkı bugün yine hamasi sloganlarla savaşa zorla yollanan başka ülkelerdeki başka genç insanlar gibi… Faşizmin illa ki iktidara gelmesi gerekmediğini görüyorsunuz. Faşizm, başka kılıflarda, başka görünümler altında, bazen yeraltında bile soluk alıp vermeye devam ediyor.
Epigraf olarak da verdiğimiz aşağıdaki diyalog, Le train’in “sinizm” ve “pesimizm”inin çerçevesini çizecek boyutta:
— Umarım bir daha savaş olmaz…
— Daima savaş olacaktır. Ağlama bence…
Kuşkusuz doğrudur bu. Savaş hep vardı ve olmaya da devam edecek…
Hava bombardımanının ardından tren yolculuğu son bulsa da “yolculuk” devam ediyor… İnsanlar yollara dökülüyor, sağ kalanlar… Koskoca Fransız coğrafyası açık bir hapishaneyi andırıyordur artık. Günler de insanların akılları gibi karışmıştır… Zaten günün önemi de anlamı da yoktur. Saat ve gün, hatta bütün zaman savaşa kilitlenmiştir. Gün ve saat savaştır…
— Bugün Pazar…
— Nerden biliyorsun?
— Öyle tahmin ediyorum…
……….
Le train’in “insanlık” için sorduğu sorular işte bu noktadan sonra yavaş yavaş daha da belirginleşiyor. Buradan itibaren öykünün ikinci evresi başlıyor. Bu evre, Anna (Romy Schneider) ile Julien’in (Jean-Louis Trintignant) yolculuklarının bittiği ve fakat bir başka yolculuğa başladıkları anlamına geliyor. Anna’ya yardım elini uzatan Julien, Louis Aragon’un “Mutlu aşk yoktur.” tümcesini anımsatırcasına “kendi yoluna” gidiyor…
Mutlu Aşk Yoktur
İnsan her şeyi elinde tutamaz hiçbir zaman
Ne gücünü ne güçsüzlüğünü ne de yüreğini
Ve açtım derken kollarını bir haç olur gölgesi
Ve sarıldım derken mutluluğuna parçalar o şeyi
Hayatı garip ve acı dolu bir ayrılıktır her an
Mutlu aşk yokturHayatı bu, silahsız askerlere benzer
Bir başka kader için giyinip kuşanan
Ne yarar var onlara sabah erken kalkmaktan
Onlar ki akşamları aylak kararsız insan
Söyle bunları hayatım ve bunca gözyaşı yeter
Mutlu aşk yokturGüzel aşkım tatlı aşkım kanayan yaram benim
İçimde taşırım seni yaralı bir kuş gibi
Ve onlar bilmeden izler geçiyorken bizleri
Ardımdan tekrarlayıp ördüğüm sözcükleri
Ve hemen can verdiler iri gözlerin için
Mutlu aşk yokturVakit çok geç artık hayatı öğrenmeye
Yüreklerimiz birlikte ağlasın sabaha dek
En küçük şarkı için nice mutsuzluk gerek
Bir ürperişi nice pişmanlıkla ödemek
Nice hıçkırık gerek bir gitar ezgisine
Mutlu aşk yokturBir tek aşk yoktur acıya garketmesin
Bir tek aşk yoktur kalpte açmasın yara
Bir tek aşk yoktur iz bırakmasın insanda
Ve senden daha fazla değil vatan aşkı da
Bir tek aşk yok yaşayan gözyaşı dökmeksizin
Mutlu aşk yoktur ama
Böyledir ikimizin aşkı daLouis Aragon
……….
İkili sonradan karşılaşıyor…
Julein, çoktan hapishaneye düşmüş Anna ile karşılaş(tırıl)ıyor. Polis devletinin istihbarat elemanlarının insan avı, siyasileri yakalama ve sorgulama yetenekleri… Bir zamanlar âşık olduğu, fakat yollarının ayrıldığı Anna’yı ilk gördüğünde Julien’in değişen yüz ifadesi faşistlerin dikkatinden kaçmayacaktır…
İkilemde kalan Julien’den beklenen şey açıktır esasen…
Orson Welles’in Kafka uyarlaması The Trial’i (1962, Dava), Costa-Gavras’ın Missing’ini (Kayıp, 1982), Bille August’un The House of the Spirits (1993, Ruhlar Evi) filmini anımsıyorsunuz…
Bu patetik Fransız filmi kimseye yaranmaya çalışmıyor, iktidarların gizli elinin bütünüyle angaje etmeye çalıştığı kirli propaganda ile uğraşmıyor. Hollywood’dan uzak sulardasınız… Ve hepsinden önemlisi, 70’li yıllardan günümüze süzülen ve halen evrensel doğrular içeren bu çoktan unutulmuş film, “orada bir yerde” izleyicisini bekliyor…
……….
İnternet sayfalarında gezinerek uzun bir tarama sonucu bulduğum (filmin çoktan unutulduğu besbelli) aşağıdaki fotoğraflara bakacak olursak hava bombardımanlarını, toz bulutunun içinde hareket eden tankları görebiliriz. Bütün bu gerçek savaş görüntüleri, Le train’de bir bir kullanılıyor. Yorum yapmayı çok da doğru bulmuyorum aslında; nitekim fotoğraflar kendi kendilerini anlatıyor…
Yazan: Hakan Bilge
hakanbilge@sanatlog.com
Bernardo Bertolucci’nin Il Conformista’sı Üzerine
Anglosakson bir eleştirmenin (ismi aklımda değil) Bernardo Bertolucci’nin, Mussolini faşizminin panoraması ve Visconti stilinde dönemsel bir fresk niteliğindeki Il conformista’sı (1970, The Conformist - Konformist) hakkında aşağı yukarı şöyle bir yargıya vardığını anımsıyorum: “Önemli konular üzerinde gezinen üslupçu bir film; fakat bu stil gösterisinin filmin eleştirel tematiğinin önemine galebe çaldığını düşünüyorum.”
Evet, eleştirmenin de titizlikle saptadığı gibi, Il conformista, gerçekten de gösterişli bir politik başyapıttır. Kısaca değinmek gerekirse, bunda filmin görüntü ve sanat yönetiminin kusursuzluğunun rolü büyüktür. Hassaten, Fransa’nın ıssız bir cangılında Profesör Quadri (Enzo Tarascio) ve karısı Anna Quadri’nin (Dominique Sanda) katledildiği sahneler fazlasıyla stilizedir, adeta oya gibi işlenmiştir: Puslu manzara, tansiyonu haber veren uzun sessizlikler, yakın ve uzak çekimlerin olağanüstü etkileyiciliği, omuz kamerasının gerilimi tırmandırmadaki mükemmel başarısı…
Öte yandan, Roma’daki çekimler de -bireyin, faşistlerin idaresindeki geniş salonlu, yüksek tavanlı içmekanlardaki “cüceliğinin” altını çizen geniş açılı çekimler örneğin- harikadır; çoktandır Bertolucci sinemasının simgesi olarak kabul edilen, Paris’teki dans sahneleri de…
Faşist ideolojinin sosyo-psikolojisini aralayan / aralamaya çalışan böylesi önemli bir yapıtın aşırı, pek de ölçülü sayılamayacak üslubu -bu, faşist ideolojinin göklere çıkarılmasıyla eşanlamlı elbette- bahsi geçen eleştirmeni rahatsız etmiş görünüyor. Bu bakışaçısını ilginç buluyorum; fakat tam anlamıyla katıldığımı söyleyemem. Yine de, sanat yapıtlarının felaketleri stilize bir anlatımla görselleştirebileceğini belirtmekte yarar görüyorum. Aksini iddia etmek, sanatı prangaya mahkum etmek olurdu ki bu da başka bir yazının konusu…
Artık Il conformista’nın kuyusuna inebiliriz…
Burjuva-faşist ideolojinin / iktidar mekanizmasının bir dişlisi / kuklası konumundaki Marcello Clerici (Jean-Louis Trintignant) karakteri; marazi kişiliği, bastırılmış eşcinselliği, gel-git’li yapısı ve iktidarın ayartıcılığına olan tutkunluğuyla (veya boyun eğişiyle) Il conformista’nın ele aldığı dönemin izdüşümü gibidir. Geleceğini, hedef ve ideallerini faşizmin ellerine teslim etmiştir. Sözgelimi eşcinselliğe olan eğilimini gizlemesi bundandır. Faşist iktidarın azınlıklara (Yahudiler örneğin), eşcinsellere karşı geliştirdiği püriten ve çelik tavır bunun nedenidir. Marcello Clerici, Giulia (Stefania Sandrelli) adlı bir küçük burjuva bayanla evlenerek eşcinselliğini bastırma yoluna gitmiştir. Il conformista’nın sanırım asıl önemi buradadır. Cinsellik-iktidar bağlantısı Clerici karakteri üzerinden direkt vurgularla çözümlenmektedir. Bertolucci’nin Freud’a olan yakınlığının bir başka boyutudur sanki Il conformista.
Clerici’nin kişilik yapısı büyük ölçüde çocukluğunda şekillenmiştir. Clerici ve şoför Lino (Pierre Clementi) arasında geçen olay bunun bir kanıtı olarak sunulmaktadır. Bertolucci, Clerici’nin aile yaşantısına da (anne ve babası ve de karısı) bakarak karakter incelemesini daha da derinleştirir. Clerici’nin kadınlara bakışını da öğrenme fırsatı buluruz bu arada.
Fakat kilit nokta burada devreye girer ki o da faşist ideolojinin Clerici’yi nasıl dönüştürdüğü / yapılandırdığıdır.
İyi eğitim almış bir devlet görevlisi olarak Marcello, Fransa’da sürgündeki eski hocası Profesör Quadri ve eşi Anna’nın acımasızca katledilişini kılı kıpırdamadan izler. Bir vicdan muhasebesi yapar yapmasına, bir iç çelişki yaşar yaşamasına; fakat elinden bir şey gelmez. Bir emir kuludur, bir kukladır o. Cinayetleri kendi eliyle işlemeye cesaret edemese de koruması Manganiello’ya (Gastone Moschin) devreder işi. Görev tamamdır…
Son olarak; Clerici’nin finalde arkadaşı Italo’ya (Jose Quaglio) olan tavrı da unutulacak gibi değildir. Mussolini devrilmiş, faşizm alaşağı edilmiştir; yasaklar kalkmıştır ve konformistimiz Clerici’nin “yeni sistemdeki” ilk eylemi bir gay ile yatmak olacaktır…
hakanbilge@sanatlog.com