Yanılsama Evrenimiz
Erkekler bir yanılsama evreninde yaşarlar, kadınlar ise bu yanılsamayı yaratanlardır. Kadınlar yanılmayı ve yanılsamayı istemez, yanıltmayı ister, erkekler aksini.
Erkek egemenliğinin yarattığı moda, kozmetik, magazin ve eğlence dünyası, kadını yanılsatmaya, ona yalancı bir dünya ve afyon sunmaya çabalarken, erkek bu yanılsama evreninde asıl kendisini yanıltır. Bu yanılsamayı duygu dünyamızdan biliriz.
“Aşk, Psycke’nin tehlikesi mi yoksa gücü müdür?” diye soruyor Rimbaud. Aşk, erkek için bir yanılsama, kadın için yanılsama yaratabilme yeteneği ve gücüdür. Kadın, yarattığı bu yanılsamaya hayrandır, bu büyünün bozulmasını hiç istemez. Ancak, yarattığı bu yanılsama evreninin kurbanı yine kendisidir. Kadın, koşulsuz sevememekte, “Sen beni ne kadar seviyorsan, seni ancak o kadar sevebilirim, daha fazlası mümkün değil.” hesabındadır. Sevmek, sevdiğini kendine tercih etmektir oysa.
Erkek olmak reel, kadın olmak imgesel olmak mıdır? Erkek, kendini realiteye uydurmaya çalışırken, bilişsel işleyişi kadın konusunda imgeler âleminde dolaşmaktadır. Kadının zihni ise, kendinin imgesiyle, erkeğin reelliğiyle meşgul olmaktadır. Kendi bedeninden erotize olmak, kendi imgesine âşık olmak (ve âşık etmek) kadına mahsustur. Kadının seçici, erkeğin seçilen olması, kadının yanılmazlığıyla ilgili. Bu yanılmazlık, ‘Taş Devri’nde çocuğunun babasını seçerken de mevcuttu. Masallar, türküler, şarkılar, şiirler, romanlar ve tiyatro yapıtlarında erkek, kadın hakkında yanılmışlığı üzerine feryat eder. “Senden aldım bu feryadı, bu imiş dünyanın tadı” (1). Aşk acısı, yanılsamanın acısı…
Aşk, şövalye ruhluların; gözü karaların harcı; yanılmayı göze alabilenlerin harcı; “Dağları un eder Ferhadın gürzü!” (2) Kadının yanılmazlık konusundaki tutucu ve ısrarlı tutumu, onu da yanılmaya götürür. Her seferinde ‘yanlış adam’a rastlar. Erkeğin yanılsamasına neden olan ise, kadının “Asla yanılmamalıyım” inatçılığıdır, oysa yanılgılı bir bilinçten doğru eylem beklenemez. Ortalama bilinç, onları garip bir kadere mahkûm eder. Mevcut dünya görüşü, her iki tarafın da yanılsamasına sebeptir, ama dünya görüşlerini ve bu dünya düzenini sorgulamadan kabahati birbirlerinde arayarak çatışmayı bir ömür boyu sürdürürler.
* * *
Kadınlar, beklenilmekten ziyade peşlerinden koşulmasından veya kovalamaktan hoşlanırlar, çünkü romantizmin böyle bir şey olduğuna dair bir inançla yetiştirilmişlerdir. Onurluca kendini bekleyeni anlamazlıktan gelip, avare maceralardan yorulduktan sonra kendini bekleyene giderler. ‘Bekleyiş’in haysiyet anıtı olanlar, bir kıyıda durur ve sessizce beklerler, beklenen er geç bekleyene dönecek ve gelecektir. Zaman bekleyenindir çünkü, koşanın değil.
* * *
Kadın için sevilmekten ziyade onu kimin sevdiği önemlidir, ne çok değer verdiğiniz ve sevdiğinizden daha önemlisi, sizin kim olduğunuzdur. Erkeğin ekonomik faaliyet gibi görünen davranışlarının altında cinsel dürtüler yatarken, kadının cinsellikmiş gibi görünen davranışlarının altında ekonomik kaygılar saklanır.
Kadın kendini erkeğin aynasında görüp, kendini erkeğin zihnindeki imgeye göre dizayn ederken, erkek kadın için kendini değiştirme zahmetine katlanmaz. Bu da, kadını bir boşluğa düşürür, ıstırap duymasına neden olur ve çatışmayı başlatır. Mutlu olmanın, erkeğin istediği biçime girmek olduğu yanılgısı, huzursuz bir ömrün kaynağıdır; ama bunu itiraf etmekten ve yüzleşememekten ötürü, sorunla baş edilmesi imkânsız hale gelir. İlişkiyi güncelleyemeyince, nesneleri yenileme gayretine girilir. Eski yazılıma yeni donanımlar eklenir.
O halde, düşün ve kararını ver. Ya nesneler ve kalabalıklar evreninde kaybolursun ya da kendi ıssızlığında yalnızlığını duyma şansını edinirsin. “Yalnızlığım… Ama kim bilir belki de hep vardın, eşlik ediyordun, sessiz ve sinsice belki de.” (3)
* * *
Bize güven duygusu verebilen bir kadın, başkalarına güvensizlik yaratır; onun güvenliği bizim ötekilere güvensizliğimizle orantılıdır. Oysa bir insanı niçin severiz? Bir insanı güzelliği için sevmek, sevmek midir? Aslında kimseyi boş yere sevemeyiz. Kişilerin hayat karşısında takındığı tutumları severiz. Bence, tepkileri hoşumuza giden insanlardır gönlümüzü çelen. Etik anlamda bizi cezbeden kişiye âşık oluruz belki de. Olaylar ve durumlar karşısında bizim gönlümüzden geçen sözleri söyleyen, istediğimiz tepkileri verebilenlerdir gönlümüzde yatan aslan. Hayatın karşısında aldığı tavırlarıyla, tutumlarıyla, tarzıyla ona güven ve sevgi duyarız. Asilik, asilliktir.
Kierkegaard, “Kadın bir rüya değil de nedir?” sorusunu sorar, Baudrillard’ın yanıtı da şudur: “Kadın bir içgüdüdür ve içgüdü de yanıltır.”
Hüseyin Kaplan
hkaplan35@gmail.com
Notlar:
(1) Âşık Veysel
(2) Ahmet Arif
(3) Mehmet Teoman
Kadının Tarih Sahnesine Dönüşü ve Anaerkil Dönem Homeros’u
Bir süre önce kendimce yanıtını vermeye çalıştığım bir soru sormuştum: “Peki, kadınlar nerede?” (1)
Sonra bir dönem neredeyse Troya’da yaşar oldum: “Bir süredir İlyada’yla yatıp İlyada’yla kalkıyorum. Geçmişin gizemlerine açılan büyülü bir kapı, bugünü anlamanın şaşırtıcı bir yolu gibi yaşamıma girdi.” (2)
Bir savaşı anlatmasına karşın İlyada, o dönemdeki yaşamla ilgili ipuçları veriyordu. Azra Erhat, Anadolulu kadınların daha basit bir yaşam süren Akha kadınlarından çok üstün olduğu yorumunu yaparken İlyada’da anaerkil dönemin izlerinin bulunduğuna değiniyordu. İlyada’nın Kitap Arkası’nda (3) bunların bazılarını aktarmıştım:
“Minoen Girit uygarlığı 2400′den 1400′e bir yandan Mısır ve Mezopotamya’nın eski kültürleriyle, öte yandan Yunanistan ve Anadolu’yla alışverişi sağlayarak bin yıl boyunca Akdeniz’e ışık saçmış. Anadolu’dan gelmiş Ana Tanrıça tapımı ile birlikte kadının egemen olduğu anaerkil düzeni uzun zaman yaşatmış. Yunanistan’dan gelme kavimlerle bu düzen bozulduysa da İlyada’da izlerine rastlanıyormuş. Bir kadının kaçırılmasıyla başlayıp yıllar süren Troya Savaşı, Homeros’un anlattığı Troya’da kadının çok önemli ve üstün tutulması bunun örnekleriymiş.”
“Homeros destanlarında anayla oğul, anayla kız arasında tadına doyulmaz sevecenlik ilişkileri canlandırılıyormuş. Erhat bunu, merkezi Anadolu’da bulunan anaerkil bir toplum düzeninin kalıntıları olarak açıklıyor. Troya’daki aile yaşamının uyumundan, ihtiyar Priamos’un oğulları, gelinleri, kızları, damatları ile birbirini seven, sayan, destekleyen bir topluluk olduğunu söylüyor.”
Troya’daki yaşamla ilgili anlatılanlar, gerçekten de daha sıcak ve eşit bir ilişki düzenini çağrıştırıyor:
“Homeros’un kendi işlerini görmeye alışmış yiğitleri evlerini de kendileri yaparmış. Paris, Helene’yle oturacağı evi Priamos’un evine bitişik olarak yapı ustalarının yardımıyla kendisi yapmış. Priamos ve elli oğlu yan yana dizili ‘thalamos’ denilen evlerde otururmuş. Konağın en büyük odası ‘megaron’ denilen, ortasında büyük bir ocak, tavanında dumanın çıktığı ve gün ışığının içeri girdiği bir delik bulunan yermiş. Ev sahibi konuklarını burada kabul eder, yemekler ocakta pişirilir, yanan ateş içeriyi hem ısıtır, hem aydınlatırmış. Eşyalar yalınmış, içeride oturulan tahtlar, iskemleler, üstlerine postlar ve örtüler serilen sedir ve arkalıklı iskemleler bulunurmuş. Yemek zamanı hizmetçilerin getirdiği küçük masalar konukların önüne konarak ekmek, şarap, kızartılıp doğranmış et tahta veya maden tabaklar içinde getirilirmiş. Yemek elle yenir, sonrasında ibrikle leğen gelir, eller yıkanırmış.”
“Anlattığı savaş da bir kadın yüzünden çıkmış İlyada’da birbirinden güzel ve ilginç kadın tipleri varmış. Evlerde düzeni kadın yönetir, hizmetçilere bir iş yaptıracağında erkek ona başvururmuş. Kadının ilk işi bütün ev halkının giyimini sağlayacak kumaşları dokumakmış. Lydia’nın doğusundaki Maionia gibi Anadolu bölgelerinde ince nakış işlerinin de yapıldığı olurmuş. Erhat, Anadolulu kadınların daha basit bir yaşam süren Akha kadınlarından çok üstün olduğu yorumunu yapıyor. Homeros, Troyalı kadınlar için ‘helkesipeplos’ sıfatını kullanarak elbiselerinin yerlerde süründüğünü söylüyormuş. Kadınların giysilerinde Girit fresklerinde görüldüğü gibi göğsü yukarı kaldıran kemerler bulunur, kadınlar memelerini iri göstermek için bir çeşit korse takarlarmış. Kadınlar süslerine de düşkünmüş, Hisarlık kazılarında altın gerdanlıklar, yüzükler, iğneler bulunmuş. İnsanlar temizliğe de düşkünmüş, erkekler yolculuk ve savaş dönüşü banyo yaparlarmış. Homeros dünyasında kadın yemek pişirmeye karışmıyormuş. Hayvanları erkekler kesiyor, etlerini şişleyip onlar pişiriyormuş. Kadınlar erkeklerin şölenine katılmayarak yemeklerini kadınlar katında yermiş.”
Eşitsizliklerin büyüdüğü savaşlar çağında kadın, tarih sahnesindeki gücünü artık yitirmiş olmalı. Homeros’un destanlarında anaerkil döneme ilişkin fazla iz bulmak kolay olmasa gerek. İlyada’nın yaşandığı yıllardan çok öncesini, kadınların eşitlik ve barış toplumunu anlatmış bir anaerkil dönem ozanı yaşamış mıdır?
Ataerkil düzenin savaşını anlatırken Homeros, o dönemin yaşamıyla ilgili çok fazla bilgi vermişti. Anaerkil dönemle ilgili hiç değilse bazı söylenceler, mitolojik öyküler, tarihsel bilgiler olmalı. O dönemin bir kadın ozanı olsa neyi, nasıl yazardı? Böyle bir yapıt var mıdır? Yoksa bile canlandırılabilir mi?
Burcu Kaya Erdem ve Özge Baydaş Sayılga’nın yazısı (4) Avatar filmi (5) bağlamında ataerkil ve anaerkil toplumun tarihsel savaşımını inceliyor, yaşanan değişimleri özetliyor:
“İlk dönemlerde insan; üretken, verimli, yaşama can veren doğa anasının kucağında, kadının üretimde etkin role sahip olduğu anaerkil toplum yapısı ve soyun anadan çocuğa geçtiği ana hukukuna bağlı bir toplumsal yaşam sürdürmüştür. Üretim araçlarının gelişmesi ve bu araçların erkeğin egemenliği altına girmesiyle kadın, toplumsal ve iktisadi yapıdan, üretim ilişkilerinden geriye itilmiştir. Ayrıca süreç içinde, cinsiyetlerin ötesine geçen düalist algı bağlamında toplum; zengin ile fakir, köle ile efendi, yöneten ile yönetilen ayrımında temellenen sınıflı toplum yapısı ile günümüze değin farklı biçimlerde gelişen, en sonunda küreselleşme çağının sanayi kapitalizmi olarak zuhur eden ataerkil yapıya ulaşmıştır. Ataerkil sistem ilk olarak “yasalar”ı ile toplumu denetlemeye ve egemenliği altına almaya girişmiş, buna yönelik olarak da zor kullanma araçları ile cezalandırma sistemlerini geliştirmiştir. Zor kullanmanın en gelişmiş aracı ise, bugünün ataerkil toplum yapısı içinde, ordudur. Askeri ve silahlı gücün örgütlü simgesi olan ordu, ataerkil toplum gövdesinin eril cinsel organı gibidir.”
Savaşın doğaya karşı da sürdüğünü belirtiyor:
“Ataerkil toplum yapısının üstyapı kurumları ile kadına ve kadınlığa karşı verdiği egemenlik savaşı, bilime ve doğaya karşı da verilmiştir. Bilim, meta üretiminin bir aracı olmuştur. İnsanın doğa içinde hayatta kalma savaşı ise, anaerkil sistemden ataerkil sisteme geçişle birlikte, günümüze değin değişerek gelişmiş ve sonunda, doğaya karşı da bir savaşa dönüşmüştür. Ataerkil insan için doğa, kutsallığını çoktan kaybetmiş ve artı değer uğruna geri dönüşümsüz, sömürülebilecek bir kaynak haline gelmiştir.”
Avatar filminde şirket yöneticisi, bilim kadını ve askeri birlik komutanıyla kurulan üçlü yapının modern kapitalist toplumun çatısını simgeleyen bir üçgeni oluşturması nedeniyle önemli olduğunu söylüyor:
“Avatar filminde, öykünün geçtiği Pandora gezegeninde yaşayan anaerkil klan ile karşı karşıya gelen, gezegenin eşsiz biyolojik dokusunu, ‘dünya için değerli’ bir maden uğruna yok etmeye hazır, ordu gücünü elinde hazır bulunduran, dünyalı bir şirketler grubu bulunmaktadır.”
İnsanlık tarihinde anaerkillik ve ataerkilliğin tarihsel gelişimini özetliyor:
“Tarih öncesi çağlardan itibaren, insanın on binlerce yıl, anaerkil toplumsal sistem içinde, eşitlikçi bir toplum yapısında yaşadığı düşünülmektedir. Bununla birlikte insan, yaklaşık olarak son beş bin yıldır, ataerkil düzenin köleci toplum yapısında ortaya çıkan iktidar sahiplerince, insanın insanı köleleştirdiği toplumsal ilişki biçimleri içinde yaşamaktadır. Anaerkil toplumsal düzenin yüksek değerleri olan ‘kadınlık’ ve onun verimliliği ile ilişkili olan ‘doğa’ da, ataerkil sisteme geçişte, önce inanç alanı ile toplumsal belleğin, sonra da yasalar yoluyla doğrudan iktidarın hedefi haline gelmiştir. Bu köleci sistemde, sadece doğa ve kadın değil, gittikçe sınıflı hale gelen bir toplum yapısının gereği olarak, erkek de erkeğin kölesi haline gelmiştir.”
‘Avatar’ kavramından ve filmin konusundan söz ediyor:
“Hindu mitolojisinde ‘Avatar’, tanrıların yeryüzüne indikleri zamanda büründükleri şekillerdir ve özellikle tanrı Vishnu’nun enkarnasyonu için kullanılmaktadır. Buna göre tanrılar, yeryüzünde diğer insanlara, insan veya hayvan gibi görünmektedirler. Avatar terimi, James Cameron’ın filmi ‘Avatar’da da Hint mitolojisindeki anlamına yakın bir biçimde kullanılmıştır. Film, 22. yüzyılda, dünyanın çok uzağında bulunan Pandora gezegeninde geçmektedir. Pandora’ya giden dünyalı grubun amacı, gezegende bulunan bir madeni çıkarmak ve dünyaya götürmektir. Bu, bir kilosu dünyada yirmi milyon dolar değerinde olan ‘unobtainium’ isimli bir madendir. Oysa bu madenlerin üzerinde oturan ve yerlerini terk etmek istemeyen yerli klanlar vardır. Yerli toplulukların yaşamlarında merkezi öneme sahip olan gezegenin doğal yapısı, aslında Pandora’nın gerçek zenginliklerini taşımaktadır.”
Filmin, anaerkil bir sistemde yaşayan Naviler’ini anlatıyor:
“Naviler, gezegende yaşayan diğer kabileler gibi, klan sistemi içinde yaşamaktadırlar. Üretim biçim ve ilişkilerine dair filmde çok fazla ayrıntılı bilgi verilmese de, taşıdıkları oklardan, avcılık ve toplayıcılıkla geçindikleri anlaşılmaktadır. Ölen bir canlı, ne kadar vahşi ve saldırgan olursa olsun, ölüm sebebi ne olursa olsun, saygı görmeli ve bu bir besinse doğaya karışan ruhuna teşekkür edilmelidir. Navilerin inanç sisteminde ana Tanrıça Eywa çok önemli bir yere sahiptir. Eywa, dişidir ve Pandora’nın Doğası’dır. Bütün ruhlar ve bedenler ona aittir. Navi klanının örgütlenme biçimi de buna uygun bir şekilde eşitlikçi ve ilkel bir toplum düzeni olarak sergilenmiştir. Klanın lideri olan Neytiri’nin babası Eytukan’dır. Annesi Moat ise, Eywa’dan gelen mesajları yorumlayan, sezgileri güçlü ve biri yaralandığı zaman onu iyileştiren veya tanrı Eywa’nın huzuruna çıkarıp toplu dua şarkıları yöneten kadın ‘doktor/büyücü’ ve klanın spiritüalist lideri olarak karşımıza çıkmaktadır. Üstelik toplulukla ilgili kararların alınmasında son karar merciidir.”
….
Hakan Bilge, Sanatlog’da Avatar filmine sinemadaki yeri açısından bakarak yorumluyor:
“Muhafazakârların doğa figürüne başvurmalarının nedeni doğanın asli bir varoluşu ve otoriteyi ima etmesidir. Doğa betilemeden önce var olandır, doğruluğu aşikâr olan, söylem ve müzakerenin her türlüsünün dışında ve öncesinde yer alandır.” (Michael Ryan & Douglas Kellner, Politik Kamera)
“a) Milyon dolar bütçe
Görsel efekt çılgınlığı 3D vizyonla sinemanın sanal bahçesinde popcorn sinemasal ahlakı (mainstream/konvansiyonel sinema) için elzem birer görüntü yumağına dönüşüyor.”
“b) Özdeşleşim politikası
Beyaz Adam’ın gözü, alışkanlıkları, hareket ediş ve düşünüş tarzı üzerinden kurgulanan Hollywood yapım siyaseti, Avatar’da da kutsi Beyaz Adam’ı yegâne kurtarıcı olarak biçimlendiriyor.”
“c) Kurtarıcı fikri
Sessiz çoğunluk İsa Mesih’leri, Mehdi’leri, Atatürk’ün hayaletini bekleyedursun; sinema büyük kurtarıcılarını çoktan yaratmıştır bile. Çocuklar için Spider Man’ler, ergenlik çağındaki sivilceli gençler için Batman’ler ve hepsini kucaklayan; zencisini, çekik gözlüsünü, makarnacısını safına çağıran Avatar’lar…”
“d) İyiler ve kötüler
Son kertede iyi de kötü de birdir; iyi de kötü de Amerikalı ise eğer. Sessiz dönemler bittiğinden beri esas sesini yitiren, konuştuğu halde konuşamayan, duyabilmeye hazırbulunuşlu heteronom ahlaklıların kulak kabarttığı iktidarın papağanı sinema; halen sağır olmayanlar için konuşuyor.”
Avatar filmine verilen yıldızlardan söz ederek “Peki, niçin?” diye sorup bitiriyor:
“Dünün Korelisi, Vietnamlısı; bugünün Afganlısı, Iraklısı, Libyalısı, Suriyelisi, İranlısı bu soruyu yanıtlayacaktır!…” (6)
….
Anaerkil dönemin bir kadın ozanı, örneğin hasat tanrıçasının adını taşıyan bir Yalnız Demeter’i var mıydı, henüz duyulmadıysa bile bir gün sesi çağlar ötesine ulaşıp sözlerini iletebilir mi, bilmiyorum.
Günümüzde yazılacak bir anaerkil dönem öyküsünün erkek gücüyle simgelenen savaştan kurtulması pek kolay görünmüyor.
Gücün egemenliği bittiğinde, kadın tarih sahnesine döndüğünde, kadınlar ve onlar gibi düşünebilen erkekler barışa ulaştığında, savaşlar ve acılar geride kaldığında.
Belki de bulunur büyük kadın ozan Yalnız Demeter’in öyküsü. Ya da geçmişe bir köprü kuran yeni insanlarca yeniden yazılır.
….
Homeros’un anlattığı dönemler sonrasında evler epey değişti. Ama içlerinde yaşayanlar için önemleri hep aynı kaldı.
Rengârenk bir evin öyküsünü gördüğümde, önemleri sürse de epey değiştiklerini düşündüm.
Belleğime hiçbir zaman güvenemedim. Bu yüzden hep yazılı olanın, izlenebilir, kontrol edilebilir, yeniden düşünülebilir olanın peşine düştüm. Aynı nedenle, Mahmut Tali Öngören’in bir söyleşisinde duyduğumu sandığım sözleri, bu belirsizlik durumunu vurgulayarak aktarmak istiyorum: Söylediklerinde ilgimi çeken yan, aile albümlerine verilen değerle ilgili yorumu, kutsal denmese bile çok özel oldukları saptamasıydı. Nerede ve nasıl ekonomik koşullarda yaşanırsa yaşansın, bunların iyi korunan, çocukların kolay erişemeyeceği bir yerde saklandığını, adeta bir törenle çıkarılıp bakıldığını, özel konuklarla paylaşıldığını söylemişti.
Artık koşullar çok değişti. Belki birçok evde pek de fazla basılı fotoğraf, onların özenle yerleştirildiği albümler yoktur. Yerlerini yeni aygıtlarda saklanarak her an erişilebilen, dünyanın herhangi bir yerindeki dostlarla anlık ve sürekli paylaşılabilen sayısız görüntü aldı.
Yazar Mine Söğüt ve Karikatürist Bahadır Baruter’in Gümüşlük’teki evlerinin görüntülerine (7) bir rastlantıyla ulaşınca bir aile albümüne bakar gibi oldum. Ama evler ve fotoğraflar gibi, aileler de sürekli değişiyordu. Bahadır Baruter’in x-ist’teki sergisindeki evlerin, Bodrum’daki kendi evlerinden farkının nedeni bu olsa gerekti. Barış varken huzurlu ve dingin bir mutluluğun yuvası olabilen evler, düzen ve dengeler bozulunca acımasız savaşların sessiz hapishanelerine dönüşebiliyordu. Sergiyle ilgili söyleşi “Ressam Bahadır Baruter ‘Evim Evim Güzel Evim’ başlığı altında hazırladığı çarpıcı ama ürpertici resimleriyle bir kere daha ‘aileyi’ didik didik ediyor. “Evin içinde hep karanlık, zayıf bir nokta vardır.” diyen Baruter’le bu hafta açılacak sergisi öncesi bir aradaydık” (8) girişinden sonra şöyle başlıyordu:
“Yataklarındaki gergedanın tepesinde yüzlerinde savaş boyalarıyla bekleyen çiftten ‘kurban’ edilecekleri evliliğe adım adım hazırlanan genç kadınlara… Hayatımıza mizah dergileriyle giren ressam Bahadır Baruter’in, başının hiç hoş olmadığı aile kurumundan çıkarttığı zihin açıcı ama karamsar manzaralar devam ediyor. Yine x-ist’te açılacak sergisi ‘Evim Evim Güzel Evim’ öncesi Baruter’le buluştuk; aileyi, karamsarlığı ve tabii ki gidişatı konuştuk.”
Erman Ata Uncu’nun “Gezi’deki dayanışma ortamı da bir iyimserliğe yol açmadı mı sizde?” sorusuna Bahadır Baruter, “Bir ara umutlanır gibi olsam da yanılgım karşısında daha da büyük bir hayal kırıklığına dönüştü.” yanıtını veriyor.
“Eşiniz Mine Söğüt’ün de yazdıkları aynı karamsarlıkta” yorumuna, “Çok keyifli, pozitif görünüp son derece depresif, melankolik bir dünyayı da tarif edebiliyor. Biz buyuz.” diyor.
Sanatçılar, dış dünyayı içlerindeki uçurumlarla alışılmadık biçimlerde birleştirirler. Bu yansımalar zamana, bölgeye ve kişiye bağlı olarak sonsuz çeşitlilik gösterir. Dışarısı karardıkça içerisi aydınlanabilir, aydınlanıyor sanılırken ışık hepten yitebilir. Sanatçının görevi isteneni söylemek, isteyenleri onaylamak değildir. Bunu yapmak zorunda kaldıkça acısı büyür.
İçtenlikle gülebilmek için tek yol dünyanın değişmesi mi?
Mehmet Arat
mehmetarat@ymail.com
Yazarın diğer yazılarına ulaşmak için tıklayınız.
Notlar:
1. Mehmet Arat, Kadınlar Nerde?,
http://sanatlog.com/sanat/kadinlar-nerde
2. Mehmet Arat, Argos’tan Troya’ya,
http://paylasim.lalabey.com.tr/yazihane/yazarhane/1636-mehmet-arat-argos-tan-troya-ya.html
3. Mehmet Arat, Kitap Arkası: İlyada,
http://kitapdili.blogspot.com.tr/2014/03/homerossozlu-edebiyat-gelenegini.html
4. Burcu Kaya Erdem, Özge Baydaş Sayılgan, Ataerkil ve Anaerkil Toplumun Tarihsel Savaşımının Avatar Filmi Bağlamında İncelenmesi,
https://www.arel.edu.tr/pages/iletisimfakulte/dergi/ataerkil.pdf
5. James Cameron, Avatar, http://www.imdb.com/title/tt0499549/
6. Hakan Bilge, Avatar ya da Hollywoodvari Politik Manevralar,
http://sanatlog.com/sanat/avatar-ya-da-hollywoodvari-politik-manevralar/
7. Ayşe Funda Aras, Rengârenk evin öyküsü,
http://www.caferuj.com.tr/fotohaber/dekorasyon/rengarenk-evin-oykusu
8. Erman Ata Uncu, Asık suratlı bir felsefem var (Ressam Bahadır Baruter ‘Evim Evim Güzel Evim’ Sergisi),
http://www.radikal.com.tr/hayat/asik_suratli_bir_felsefem_var-1188732