Kirliliğin Kıyısında Uğursuzluk
Bahçenin uzak kuytularında sinsi sinsi avını bekleyen çakal, kadınsı sesini çıkarmadan etrafı gözlüyordu. Sarıya çalan kasımın son günleriydi. Uğultulu rüzgâr pencerelerin aralığından ıslık gibi sızıp evin içindeki matemin üzerinde dolaşırken bahçedeki tavukların uykularında boğulup kötücüllerin elinde paramparça olduklarını bilmeden ağlayan kadınların arasında anlamsız anlamsız bakan küçük kızın yüreğine çöreklenen bir hissin yıkılan duyguları ayaklandıracağını kim bilebilirdi? Zaman var olan kayıtsızlığın üzerini örtmeye hazırlanırken küçük Asu’nun uğursuzluğu saçılan raptiyelere basan bir ayak gibi yakıyordu Mürüvvet Hanım’ın içini. Iraklara dalan boş bir bakışın daldığı yerlerden çıkardığı anılar uğursuz bir çocuğun mutluluğu çalan anlarından başka bir şey değildi. Bunu kimse bilmiyordu Mürüvvet Hanım’dan başka.
“Götürün şunu buradan. Gözüme gözükmesin.”
Asiye, büzüştüğü duvar dibinden kaldırdı çocuğu. Kucağına aldığı Asu’nun başını omzuyla boynu arasına gizlemesine izin vererek alt kata indirdi. Mutfağın yanındaki ağır rutubet kokulu odaya girdiklerinde yavaşça kucağından indirdi. Yüklüğün yanındaki somyaya oturmasını işaret ettiğinde Asu konuşmaya cesaret ederek “Babaannem beni hiç sevmiyor mu?” diye usulca sordu. Tek düze bir ses tonu, vurgusuz bir konuşması vardı. Asiye karşısındaki kırmızı saçlı, sarımsı çilleri olan bu kıza acıdığını hissetti. Asiye’nin gözlerindeki bakış değişerek “Olur mu öyle şey babaannen seni çok seviyor aslında. Ama şimdi biraz üzgün…” dedi. Evin içini saran derin sessizliğin içindeki susup birbirlerine baktılar. Asiye kıza sarılıp sarılamamak konusunda tereddüt etti. Halası uğursuz saydığı bir kıza sarıldığını görse ona neler yapardı. Asiye kızı yalnız bırakıp odadan çıkmaya hazırlanırken kısa boylu bir kadın telaşla içeriye girdi.
“Kız duydun mu?
“Neyi?”
“Neyi olacak şuncağızı göndereceklermiş. Ne gaddar şu halam!”
Asiye korku dolu bakışlarla çocuğa baktı. Çakalın boğmaya hazırlandığı bir tavuk gibi habersizdi her şeyden.
Rüzgâr; evin tepesinde anaforlar yaratarak süzülüp yağmur bulutlarını taşırken şehre yağmurun kirli sokakları şakır şakır yıkayan sesi evi ele geçirdiğinde kovuğuna çekildi. Asiye yağan yağmurun halasının kirli yüreğini de yıkamasını istedi bir an. Sadece bir an bu duygu benliğini ele geçirdi. Asu’nun bacak arasından yol olup akan sidiği gördüğü anda bu his yerini öfkeye bıraktı. İşte o gün, o an Asu şiddetle tanıştı. Altı yaşında bir fiske vurulmamış, hep sevgiyle okşanmış yüzüne ilk şamar Asiye’den geldi. Kristal parçacıklar al al yanmaya başladı yüzünde. Kılcal damarların bal peteği gibi seçildiği yüzündeki onlarca çil kahverengine dönüp iyice belirginleşti. Sarih bir öfke odaya hâkim oldu. Az önceki kadın atılıp tutmasa hırsını çocuktan çıkarmaya kararlıydı Asiye. Ağırlaşan odanın havasını dağıtmak için “Hadi sen geç. Ben temizlerim.” dedi.
Sonradan aklına gelince “Çocuğu da giydiririm. Sen kıyafetlerini getir.” diye ardından seslendi. Asu dudağının kenarını büzüştüre büzüştüre yerken usulcacık ağlıyordu. İçini çekerek sahipsiz bir kedi yavrusunun ürkekliğiyle kalkıp duvar dibinde dineldi. On dakika sonra tertemiz kıyafetlerini giydiren kısa boylu, şişman kadına karşı içinde bir sevgi kırıntıları oluştuğunu fark etti. Bunun masumluğuyla “Babaannem bana bakmazsa sizde kalabilir miyim?” diye sordu. Kadın başını salladı. Fakat sağdan sola, soldan sağa… Zift karası bir acı kazındı odanın rutubetten çatlayıp kabaran duvarlarına.
Uykuya dalmadan önce odadaki fısıltıların eşliğinde annesiyle babasını düşündü. Uyumadan önce yanağına kondurdukları ılık, sevgi dolu öpücüklerini…
“İsa abim nasıl evlenmişti bu kızla? Hala aklım almıyor.”
“Âşık oldum dedi. Halam kıyamet kopardı. Evi terk ettiği gün İsa öldü herkes için. Halam ne dirime ne ölüme diye günlerce dövünüp beddua etti.”
“Şimdi anladım bu kızın neden böyle olduğunu. Habibe Teyze’nin bedduaları tutmuş. Yazık hem kendini hem annesini mahvetmiş bir kız için.”
Asu’nun uyuduğunu unutup iyiden iyiye sohbete kaptırmışlardı kendilerini. Açık açık konuşuyorlardı.
“Kız rehabilitasyon merkezindeyken kaza geçirmişler. İyi ki çocuk yokmuş.”
Asiye hayretle “Niye öyle diyorsun. Bence o da onlarla ölseydi iyi olurdu.” dedi. İnandığı şey insani duyguları alıp götürdüğünden sağlıklı düşünemiyordu. Haklı olduğunu ispatlamak istermiş gibi hızlı hızlı “Anne baba ölünce çocuk geride kalmamalı. Bak şimdi kimsesizler yurduna verilecek iyi mi oldu hı, söyle bakalım.”
Asiye karşısındaki kadına iyiden iyiye çıkışıyordu. Özürlü bir çocuğun hayatta kalmayı hak etmediğine olan inancı her şeyin önüne geçmiş saydıkça sayıyor, dökülen, kırılan hiçbir duyguyu önemsemiyordu.
“Halam uğursuz o diyor, beddualının evimde işi yok diyor. Helal kadına valla…”
“Asiye kız öyle deme. Şu masumun ne suçu ne günahı var. O yurtta sabah akşam dayak atıyorlarmış, aç kalıyorlarmış. Yazık yavruya!”
“Öf Duriye! Kız acıya acıya buna mı acıdın! Bakma sen bunun böyle olduğuna. İlk görünce ben de senin gibi acıdım, sağlıklı bir şey sandım. Koskoca kız altına yapıyor yaaaa! Boşver sen şimdi onu da Kamilgillerin Ufuk’unu gördün mü? Ay ne yakışıklı olmuş o öyle.”
“He gördüm, görmem mi. Bütün köyün kızlarının dilinde. Kimseye de bakmadı ha! Azıcık göz süzsün diye o kadar bekledim ama burnu havada…”
Kapının birden açılmasıyla ikisi de yatağa iyice büzüştüler. Tahta döşemenin gıcırtıları arasında Habibe Hanım döşeğin başına gelip “Kız Asiye!” dedi.
“Ne oldu hala!”
“Asiye yarın şu uğursuzu götürecekler bu odayı kırklayalım. Fatmagillerde döşeme fırçası varmış. Sabah kahvaltıdan önce onu al gel.”
“Hala bu saatte bunu mu düşündün de uyuyamadın.”
“Nasıl düşünmem! Bu oda da namaz kılıyoruz kızım! Sarı toz boya var odunlukta. Onu da Faruk’ a söylerim fırçalaya fırçalaya boyar.”
Asiye başını salladı. Asu konuşulanları özümsedi. Yüreğini yaprak yaprak ayırdı. Anladı, hissetti, duyumsadı. Sabah gelen siyah etek ceketli billur yüzlü bir bayanın yanında evden ayrılırken arkasında kızılca kıyamet koptu. Babaannesi dövüne dövüne ağlarken dönüp baktı.
Yanındaki kadının huzurlu gülümsemesine karşılık verip “Beni seviyor muydu?” diye sordu. Araba çoktan köşeyi dönerken Habibe Hanım baygınlık geçiriyordu.
“Bütün tavuklarım ölmüş. Uğursuz o uğursuz… Bir gece kaldı evimde bulaştı laneti evime.”
Dizlerine vurup dövünürken Asiye boynuna, yüzüne avuç avuç kolonya sürüyordu. “Asiye, Asiye! O kör olacısa Osman’a söyle kızın gezdiği her yere kireç döksün. Evi kırklayın…”
Bağırmaktan sesi çatallaşan Habibe Hanım’ın bağırtılarını duyan bütün köy bahçeye doluştu. Herkes oğlu için, torunu için ağladığını sanıp acıyarak baktılar. Habibe Hanım’ın sesi ulumaya dönüşünceye kadar seyrettiler. Ev üç gün temizlendi. Her yere beyaz kireç döküldü. Ak pak görünen evin pencerelerinden giren rüzgâr temiz bir yürek aradı. Pervazlara çarpa çarpa uğuldadı. Uğurlu bir geleceğe giden Asu’nun ardından evi usulca dolanıp kirli yürekleri süpürdü sessizce.
Semrin Şahin
semrince@gmail.com
Yazarın diğer yazılarını okumak için tıklayınız.