Jean Genet’nin Manifestosu: Un Chant D’Amour
18 Ekim 2024 Yazan: Editör
Kategori: Kısa Metraj, Kült Filmler, Manşet, Sanat, Sinema
“Sizin dünyanızın erdemlerini yadsıyan suçlular, yasak bir dünya kurmayı umutsuzca kabul ederler. Orada yaşamayı kabul ederler. Orada hava iğrençtir: Onlar bu havayı solumayı bilirler. Aşkta olduğu gibi, kendilerini dünyadan ve dünyanın yasalarından ayırırlar. Onların dünyası ter, sperm ve kan kokar.”
(Jean Genet, Hırsızın Günlüğü)
Giriş
Fransız yazar Jean Genet’nin 1950 yılında çektiği ilk ve tek film Un Chant D’Amour (Aşk Şarkısı). İmgelerle, alegorilerle, şiirsel betimlemelerle yüklü zengin yapıtlarının sinematografik izdüşümü. İkinci savaş sonrasının yerle yeksan olmuş ölgün ve de bezgin Fransız coğrafyasında filizlenen avant-garde, sessiz, siyah-beyaz bir kısa metraj. 26 dakika. Görüntü yönetimi ise bir başka Fransız yazar ve sinemacıya, Jean Genet’nin hapisten kurtulması adına dönemin Fransız cumhurbaşkanına yazılan mektubun altında ismi bulunan entelektüellerden biri (1) konumunda bulunan Jean Cocteau’ya ait.
Evet, uzun yıllar gömülü bir hazine gibi keşfedilmeyi bekleyen, geniş dağıtımı yapılamayan, birkaç festivalde yeraltı kuşağında izlenebilen, cesur ve kışkırtıcı tematiğinden dolayı baskıcı sansür mekanizmalarının engellemeleriyle, yasaklamalarıyla karşı karşıya kalan; genel anlamda, eşcinsellik aracılığıyla cinselliğin ve fallus’un yüceltildiği, yan-temalar aracılığıyla da doğal çıplaklığın kurmaca yoluyla renklendirilip çoğaltılarak yeniden-sunulduğu, röntgenciliğin (2) otoriteryan dayatmayla birlikte ele alındığı fantazmagorik bir artistik başkaldırı örneği.
Mekân
Hapishane/hücre; klostrofobinin, yalıtılmışlığın, yalnızlığın, tecrit edilmenin, aşağılanmanın, mahremiyetin, ıslah edilmenin, mahrumiyetin, yasaklanmışlığın mayınlı bölgesi olarak Un Chant D’Amour’un başat ve tek mekânıdır. Hapishanenin dışında herhangi bir yaşam alanı ve vaadi yoktur. George Orwell’in Soğuk Savaş döneminde (1949) kaleme aldığı anti-ütopyası Bin Dokuz Yüz Seksen Dört (3) ile Stanley Kubrick’in Humphrey Cobb’un aynı adlı anlatısından uyarladığı Paths of Glory’de (1957, Zafer Yolları) olduğu gibi Un Chant D’Amour’da da dış dünyaya, hapishanenin dışındaki dünyaya dair herhangi bir ipucu ya da izlenim yoktur. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün Big Brother’ı her şeyin üstündeki kişi kültünü temsil eder. Yasa odur, logos odur, kitap ve kalem odur. Güç ve iktidar ve uzantıları ona aittir. Paths of Glory’nin mutlak efendileri soğukkanlı birer görev adamı hüviyetindeki Fransız gereralleridir. Un Chant D’Amour’da ise mutlak ve tek otorite Gardiyan-figürüdür. Her üç anlatıda da otorite karşısında ezik ve çaresiz bir biçimde tasvir edilen sıradan insanlar mevcuttur. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te düşünmesi yasaklanmış, yaratıcılığı sıfırlanmış, tek ve genelgeçer doğruları ezberlemekle yükümlü, kameralarla röntgenlenen, özgür ve bağımsız davranamayan insancıklar yer alır. Paths of Glory’de komutanlarının sözünden çıkamayan, emir-komuta zincirine uymadıkları takdirde darağacında sallandırılan asker-özneler mevcuttur. Un Chant D’Amour’da ise en doğal dürtüleri, cinsellikleri abluka altına alınmış mahkûm-özneler… (4)
Tek kişilik hücrelerde birer birer gezinen kamera; otantik müzikler eşliğinde arzu üretiminin doğasına, Eros’un olağan görüntüsüne, libidonun kendiliğinden ve sessiz isyanına şiirsel bir vizyonla vizör tutar: Mutlak otorite-figürü Gardiyan’ın gözünden dikizlediğimiz mastürbasyon edimleri, bakmanın ve de bakılmanın verdiği haz, hücre duvarlarını delip de geçen, öpüşmenin alegorisi biçimindeki sigara dumanları, çırılçıplak bedenler… Karanlık hücreleri bir bir kayda geçirir kamera.
Un Chant D’Amour’un mekânsal konumlanışı hapishanedir, evet ama ülke veya şehir belli değildir. Jean Genet’nin Avrupa’nın çeşitli hapishanelerinde (İspanya, Fransa vd.) gasp ve hırsızlık gibi muhtelif suçlardan birçok kez hüküm giydiği düşünülürse, filminin de tıpkı yapıtlarında yansıttığı üzre otobiyografik nitelikler taşıdığı mimlenebilir. (5) Yalnız önünde sonunda fictif bir yapıttır önümüzdeki. Herhangi bir ülkenin isminin anılmaması bu kurmaca yapıtı evrensel bir çizgiye konumlandırır. Anlatının ismi bile açık bir referanstır evrensellik için: Aşk Şarkısı. Aşkın şarkısı, özgür, sınır tanımayan, abluka altına alınmamış, bastırılmamış cinselliğin şarkısıdır. Cinselliğin inişli çıkışlı aşk şarkısının müziği.
İşte, Un Chant D’Amour’un avant-garde tarafı tam da budur. Erotik sinemanın ne olması gerektiği hakkında söyleyecek çok sözü vardır: Cinselliğin ve yananlamlarının olabildiğince natürel kılınması, eşcinselliğin cesurca betimlenmesi… Bütün bu vasıflar onu erotik sinemanın şiirsel bir manifestosu yapmaya yeter.
Düş ve Arzu
Mahkûmların özgür cinsellik arzusu, gerçekliğin katılığını, en nihayet hapishanenin taş duvarlarını aşarak düşlerin sınırsız bahçesine ulaşır. Kuşkusuz bu, özelde, özgür olabilmenin, özgürce nefes alabilmenin düşü; genelde ise özgür cinsel ilişkinin arzusudur. Öykü yumuşak bir karartmanın ardından gri-siyah bir duvar görüntüsüyle açılır: Klostrofobik koridorlarıyla, basık hücreleriyle, hücre-uzamlarına sığmakta zorluk çeken mahkûmlarıyla hapishanenin duvarıdır bu. Duvar, anlatının görsel dilidir. Duvar, 20. yüzyılın betimi için ideal sosyo-ekonomik-psikolojik görüngüler sunar: Berlin Duvarı, Doğu Bloku, Demir Perde, Atlantik Duvarı… Batı uygarlığının ördüğü duvarlar, savaşların rasyonel/tahakkümcü önkoşulunu ya da mantıkdışı sonucunu oluşturur. Fiziksel duvarlar gibi törel/ahlaksal duvarlar da kontrol ajanlarının (politikacılar, polisler, basın-yayın organları vd.) icadıdır. Un Chant D’Amour’un kontrol ajanı ise gardiyan-figüründe cisimleşir.
Karanlık hücreleri demir kapıların deliklerinden kayda geçiren kamera, mastürbasyon eyleminin coşkusuna tanıklık eder bizi. Coşku ve haz, otantik müziğin tınıları eşliğinde bir tür ilahî seremoniye dönüşmektedir: Tecrit ve baskı altındaki bedenin yüceltildiği bir ayin. Arzu, Deleuzecü anlamda, arzu-makinesi olarak insan-öznenin üretimidir; fakat otorite tarafından bastırılır. Foucaultcu anlamda, otorite/iktidar, cinselliği tekeşlilik ve heteroseksüellik biçiminde dayatır. Farklı cinsel tercihleri, konumuz dolayımında eşcinselliği elimine eder, gizler. Ve Lacan, “Cinsellik, ikiyüzlüdür.” der. Uygarlık da ikiyüzlüdür.
İçeridekini göz(et)leyen bir otorite-göz vardır: Röntgenci otorite-figürü.
Otorite-Figürü
Anlatının yegâne otorite-figürü, gizlenmişliğiyle, röntgenciliğiyle, bastırılmış eşcinselliğiyle betimlenen Gardiyan figürüdür. Kanun koyucusunun nesnesi kanun koruyucusu olarak gardiyan temsili, baskının, yasakçılığın, engel koymanın, en doğal motivasyonu -cinselliği-, buna paralel özgür insan tabiatını hakir görmenin/insanî eylemleri kontrol etmenin otoriyeryan uzantısı konumundadır. Kanun koruyucusu/sistem bekçisi, bütün çelişkileriyle konformizmin cisim bulmuş halidir. Bu açıdan, gizli eşcinselliğinden utanç ve haz duyduğu söylenebilir. (6) Sembolik yanıyla da Cinsel Devrim öncesi gizlenmiş Avrupa uygarlığının (7) muhafazakârlığına ışık tutmaktadır. Otoritenin ve dolayısıyla modern uygarlığın ikiyüzlülüğü Gardiyan prototipi üzerinden sorunsallaştırılmaktadır.
Jean Genet aşağılanmanın yarattığı psikolojik baskıyı, tinsel incinmeyi, kapalı kalmanın detaylarını sürreal boyutta ifşa etse de bu, yapıtının etki gücünü ve evrenselliğini zedelemez; bilakis grotesk stil araçları, Un Chant D’Amour’u Godardcı sinemasal terminoloji anlamında “yansımanın gerçekliği”ne yaklaştırır. (8) Bu minvalde Genet’nin yapıtı kelimenin düz anlamıyla experimental bir yapıttır.
Son Söz
Un Chant D’Amour sanatsal nitelikleri açısından da, içeriğinin özgünlüğüyle de, şiirselliği ve manifesto karakteristiğiyle de zamanını aşan çizgidışı bir yapıttır ve ‘orada’ izleyicisini beklemektedir.
Hakan Bilge
Varlık dergisi, 1260. Sayı, Eylül 2024
Yazarın diğer film incelemeleri için şu sayfaya bakınız.
Notlar
1) Jean-Paul Sartre ve André Gide de söz konusu yazarlar arasındaydı.
2) Gözetleme dürtüsü ve iktidarla ilişkileri bağlamında bkz. Hapishanenin Doğuşu, Michel Foucault, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi Yayınları, 2. Basım, Kasım 2024, Ankara
3) Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, George Orwell, Çev. Nuran Akgören, Can Yayınları, 30. Basım, 2024, İst.
4) Mahkûmlar gözetlendikleri için özne kimliklerini yitirip nesnelere, arzu-nesnelerine dönüşürler. Gözetleme dürtüsü evrenseldir ve Freud’un haz kavramı ile ilişkilendirdiği bir edime karşılık gelir. Ve röntgencilik bir erkek sanatıdır. Sapkınlığı da içinde barındıran yasak sanatlardan sadece biri. Sinema sanatı da röntgencilik sanatıdır. Sinema koltuğunda, beyaz perdedeki yaşamları izleyen (sinema salonları karanlık olduğu için ‘röntgenleyen’ diyelim biz buna) seyirci, gördükleri karşısında duygulanır, coşkuya kaplır, üzülür, ağlar ya da sevinir. Sinema katharsisin lirizmine götürebilir. Seyirci-özne büsbütün yabancılaştırılmış bir sanat-evrenine de ulaşabilir. Un Chant D’Amour’daki gardiyan-özne, mahkûmları rontlayarak duygusal bir gerilme yaşar. Tıpkı izlediği film karşısında duygulanan seyirci-özne gibi.
5) Genet’nin 1948’de yayımlanan otobiyografik romanı Hırsızın Günlüğü (Journal du voleur) bu bağlamda iyi bir referanstır. Cesurca betimlediği gey yaşamı, suç ve suçluluk psikopatolojisi, toplumun dışına itilmiş, izole, mütemadiyen suç üreten kanundışı underground öznesinin sessiz çığlığı.
Bkz. Hırsızın Günlüğü, Jean Genet, Çev. Yaşar Avunç, Ayrıntı Yayınları, 1. Basım, 1997, İst.
6) Gey’lik heteroseksüel yapı içinde varolagelmiştir ve genel olarak da söz konusu yapı içinde gizliden gizliye yaşanmıştır. Faşist Mussolini İtalyası’nda gey’liğini bastıran, normalliğe ulaşmak ve erkek olduğunu kanıtlamak için evlenen, faşist iktidar devrildikten sonra da ilk iş olarak bir gey ile yatan konformist-eşcinsel Marcello Clerici (Jean-Louis Trintignant) bu bağlamda refere edilebilir.
Bkz. Il conformista - Bernardo Bertolucci - Jean-Louis Trintignant, Jean-Louis Trintignant, Dominique Sanda, Enzo Tarascio, Gastone Moschin, Enzo Tarascio, José Quaglio, Pierre Clémenti - 1970, İtalya, 107 dakika
7) Viktoryen dönemin yasakçı, gizlenmiş, baskılanmış cinselliği salt İngiliz topraklarının değil, Avrupa uygarlıklarının da ruhuna çöreklenmiş kasvetli bir sis tabakasıdır.
Konuyla ilgili olarak bkz. Cinselliğin Tarihi, Michel Foucault, Çev. Hülya Uğur Tanrıöver, Ayrıntı Yayınları, 3. Basım, 2024, İst.
8) “Yansımanın gerçekliği” teorisi kökensel olarak Brechtçi’dir ve Platoncu tiyatral geleneğin tersyüz edilmesini içerir. Klasik katharsis kurallarını reddeder.
Bir Asırlık Hikâye, Marcel Fabre ve Öncü Sinema
31 Ağustos 2024 Yazan: Editör
Kategori: Kısa Metraj, Manşet, Sanat, Sinema
Sanatlarda Akım ve Üslup
Modern sanatla klasik sanatı birbirinden ayıran en önemli öge doğanın algılanışı ve temsil edilişidir. Özellikle Avrupa sanatı söz konusu olduğunda kaynağını Antik Yunan’da bulan klasik sanatın temel eğilimi doğanın yansıması olarak sanatın değerlendirilmesidir. Bu estetik kuramın literatürdeki karşılığı mimesistir. Aristotales ve Platon’un sanat üzerine değerlendirmelerinde merkezi bir yer tutar. Aristotales Poetika (1) adlı eserinde sanat üzerine düşüncelerini aktarırken insan elinin “doğanın başlattığı şeyi tamamlayacak” hünerde olduğunu söyler. Bu süreç ancak taklit (öykünme) yoluyla gerçekleşir. Hocası Platon için ise sanat taklidin taklididir zira içinde yaşadığımız dünya idealar dünyasının bir taklididir.
Modern sanatın eğilimi doğanın taklit edilmesinde değildir. Özellikle Fransız Devriminden sonra toplumsal ve siyasal değişimler sanatı etkilemiş, klasik sanat anlayışının sorgulanmasına ve sanatçının yetkinliğinin doğanın aslına en uygun biçimde yansıtma eyleminde aranamayacağı fikrini tartışmaya sokmuştur. Klasik sanatın estetik değerini belirleyen güzellik kavramı sanatın biricik amacı olmaktan çıkmıştır. Modern sanat anlayışında sanatçı yaratıcı bir özne konumuna gelerek, dış dünyanın temsilinde kendi duyularını yaratıcı bir strateji olarak benimsemiştir. Bu noktada klasik sanata ait “üslup” kavramı yerini sanatta “akımlara” bırakmıştır. Klasik sanatta üslup, sanatçının sanat eserlerini meydana getirirken biçimsel ve estetik olarak uyduğu teamüllerdir. Sanatta üslup kavramını gelenek kavramına kadar genişletmek mümkündür. (Sanatta geleneğin kayboluşu üzerine Walter Benjamin’in ufuk açıcı makalelerini hatırlamak da fayda var. Ancak geleneğin, teknoloji yoluyla ortadan kalkması ayrı bir tartışma konusudur ve buradaki yazının amacı bu tartışmanın dışındadır) (2) Ancak modern sanatla birlikte üslup kavramı sanatçının eserine kendinden de bir yorum ekleyebileceği “akım” kavramına bırakmıştır. Akımı belirli bir dönemde sanat ve fikir eserlerinde ortaya çıkan görüşler olarak tanımlamak mümkündür. Modern sanat akımlarının bir kısmı eserlerinin dışında kendini manifestolarla duyurmuştur. (3)
Sinemada Fütürist Akım
Modernizme olan inancın henüz eleştiriye uğramadığı, I. ve II. Dünya Savaşı öncesi dönemlerde İtalya’da bir grup sanatçı gelecekçilik olarak bilinen Fütürizm akımını başlattı. Bu akım kendini Fütürist manifestoyla duyurdu. 1909 yılında İtalyan şair F.T. Marinetti Paris’in Le Figaro gazetesinde Fütürist bildiriyi yayımlarken bu akımın ilerde konstrüktivizm gibi akımları tetikleyeceğinden habersizdi. Ancak sanayileşme başarısı diğer ülkelere göre daha geri kalmış olan İtalya’nın sanat çevrelerinde akım geniş bir yankı bulmuştur. Teknolojinin ve hızın sanatın itici gücünü oluşturmasını öne süren bu akımın etkisi Sovyet Rusya’sında Mayakovski gibi teknolojik ilerlemeyi öven sanatçılarda da görülecektir. Marinetti Sovyet Devrimi öncesi 1914 yılında Rusya’da çeşitli konferanslar vermiştir. Fütürüst sanat geleceğin övgüsünü, geçmiş kültürlerin sembolik yurtlukları olan müzelerin yok edilmesini içine alacak kadar genişletmiştir. (4)
Sinemada fütürizmin etkisi yine İtalya’da başlayacaktır. 1916 yılında Marinetti’nin sinema ve fütürizmi konu aldığı bildiriden önce İtalya’da Aldo Molinari’nin Mondo Baldoria’sı, Rusya’da V.P. Kasjanov’un 13 Numaralı Gelecekçi Kaberede Dram’ı (A Drama in the Cabaret of the Futurists, 13) ve Marcel Padre’nin Amor Pedestre filmleri çekilir. Marinetti dışında, Bruno Corra, Emilio Settimelli, Arnoldo Ginna, Giacomo Balla, Remo Chiti Fütürist Sinema bildirisinin imzacılarıdır. Bu bildiride sinemanın halihazırda çok kısa bir geçmişe sahip olduğu için (bildirinin yazıldığı dönem itibariyle) bir geleneğe sahip olmayışından dolayı fütürist olduğu ifade edilmektedir. Diğer taraftan onlar sinemayı fütürist sanatçıların görüşlerine en iyi uyum sağlayan ifade aracı olarak görmektedir. Sinema asla tiyatroyu taklit etmemeli ve kendini resim sanatından, fotoğraftan, gerçeklikten ve mükemmellikten ayırmalıdır. Sinema biçimleri bozmalı, dinamik ve izlenimci olmalıdır. Manifestonun en ilgi çekici fikirlerinden biri doğanın ve kentin tüm unsurlarını bir ifade aracı olarak sinemada kullanmaktır. “The universe will be our vocabulary”. (Evren bizlerin ifade araçları olacaktır) (5)
Arnaldo Ginna’nın Gelecekçi Yaşam (Vita Futurista) belgeseli fütürist bildiriyi, fütürist sanatçıları ve onların yaşamlarını aktaran bir çalışmadır. Fütüristik bir filmden çok fütürüzmi tanıtmayı amaçlayan bir belgesel niteliğindedir bu çalışma. Fütürist sinemanın en popüler filmi Anton Giulio Bragaglia’nın 1916 yılında yaptığı Thais filmidir. Ancak burada bu film değil Marcel Fabre’nin Amor Pedestre filmi incelenecektir.
Aristotales’in Zanaatkâr Ellerinden Fabre’nin Oyuncu Ayaklarına
Marcel Fabre’nin Amor Pedestre’si 1914 yılına ait on dakikalık siyah beyaz bir filmdir. Ancak Youtube kayıtlarında sadece altı dakikasını görebildiğimiz bu filmin Jacques Feyder ve Gaston Ravel’in yönettiği Ayaklar ve Eller’e (1915) ilham kaynağı olduğu bilinmektedir. Filmde melodramatik bir aşk öyküsü işlenmektedir. Evli bir kadına âşık bir adamın kadının kocasıyla düelloya varan aşk mücadelesi ve âşıkların vuslata erdikleri mutluluk anı. Filmin ilginç olan yönü hikâyeden çok, bu hikâyeyi anlatma biçiminde yatmaktadır. Çünkü hikâyenin klasik dramatik yapısı sadece vücudun bele kadar görünen bölümleri çekilerek verilmiştir. Bu filmin 1914’te yapıldığı düşünüldüğünde çok önemli bir biçimsel öncülüktür. Öncelikle dönem itibariyle sinema hala tiyatroyla kıyaslanan bir sanat olarak algılanmaktadır. Tiyatro oyunculuğunun en önemli unsuru ise makyajla da desteklenen mimiklerdir. Oysaki Fabre’nin filminde oyuncuların belden yukarısı görülmediği için sinemanın kendine özgü bir sanat dalı olduğunun gösterilmesine yönelik bir eğilimi işaret etmektedir. Bunu yaparken henüz yeni yeni oturmuş montajın gücünden faydalanılmaktadır. Kısa planlardan oluşan öykü giriş, gelişme, çatışma ve sonucu aktarırken o kadar başarılıdır ki oyuncuların yüzleri anlamı oluşturmak için aranan bir öge olmaktan çıkar. Dahası çekimlerden oyuncuların sınıfsal konumlarını bile görebilmek mümkündür.
Amor Pedestre’de hikâyenin ilerleyişini, karakterlerin niyetlerini metonimilerle kavrarız. Yani bir bütüne ait bir parçanın gösterilmesiyle bütüne ait bir fikir oluştururuz. Elbette ki algılarımızda bu anlamı oluşturmak için kullanacağımız bir birikimin önceden var olması gerekmektedir. Bu filmdeki metonimik göstergelerden bir anlamın çıkması izleyici olarak benim Fabre gibi kentte yaşayan bir yetişkin olmamla ilgilidir. Göstergebilimsel okumaya çok açık olan Amor Pedestre kentli insanın aşk serüvenlerinin çok fazla değişikliğe uğramadığını göstermektedir. (Düellonun yerini daha gizli ve daha tehlikeli mücadele teknikleri almıştır). Diğer taraftan bu on dakikalık film fütürist sinema manifestosunda yer alan evrene ait tüm unsurların bir ifade aracı olarak kullanılması ilkesine de uymaktadır. Antik Yunan’da bir ifade aracı olan eller modern sanatta alıcının ve montajın yardımıyla ayaklara dönmüştür.
Sanat filmlerinin en önemli özelliği biçimsel yenilik ve deneylere açık olmasıdır. Bunu yaparken olaylardan çok karakterlerin psikolojik dünyalarına, kişisel yaşamlarına ağırlık verir. Sanat filmlerinin amacı cevaplardan çok soruları ortaya koymaktır. Bu noktada Amor Pedestre filmini geç modern dönemin sanat filmleriyle kıyaslamak filmin klasik neden-sonuç odaklı olay örgüsü düşünüldüğünde yanlış bir okumaya götürebilir. Amor Pedestre sinemanın icadından yirmi yıl sonra yapılmış kendi olanaklarını zorlamaya çalışan bir filmdir. Kendini tiyatrodan tamamen koparmıştır. Günümüz kısa filmlerinin pek çoğuyla yarışabilecek düzeyde doğru bir kurguya sahiptir. Çekildiği tarihten bu yana neredeyse bir asır geçen Amore Pedestre sinema tarihinde gezinmek isteyenler için on dakikalık güzel bir duraktır. (6)
Notlar
(1) Aristotales, Poetika, Remzi Kitabevi
(2) Benjamin, Walter; Pasajlar, YKY yay.
(3) Coşkun, Esen; Dünya Sinemasında Akımlar, Phoneix Yay,
(4) Coşkun, Esen, A.g.e.
(5) The Futurist Cinema, http://www.unknown.nu/futurism/cinema.html
(6) Fabre, Marcel, Amor Pedestre:
http://www.youtube.com/watch?v=fx11nKrAv24
Ö. Nilay Erbalaban Gürbüz
nilayerbalaban@hotmail.com
Tim Burton’ın İlk Dönem Kısa Filmleri: Vincent ve Frankenweenie
13 Nisan 2024 Yazan: Editör
Kategori: Animasyon, Kısa Metraj, Kült Filmler, Manşet, Sanat, Sinema
Shelley Duvall’in Masal Tiyatrosu’nu hatırlayan var mı? Yaşı yetişmeyenler izlememiş olabilir, fakat benim pazar sabahlarımın harika geçmesini sağlayan bu programın her bölümünde bilinen bir masal, tiyatrovari dekorlar ve ünlü oyuncularla canlandırılırdı. İşte 1980′li yıllarda yayınlandığı dönemde henüz tanışmamız olmadığından, Tim Burton’ın yönettiği “Alaaddin’in Sihirli Lambası” bölümüne yeterli önemi vermemişim.
Shelley Duvall, bu programın sunucusu olmakla beraber bir yıldız avcısı gibi davranmış ve sanatsal öngörüsüyle Tim Burton’ı keşfetmiştir. Yeteneğini daha önceden sezdiği yönetmene destek olmak amaçlı, bir kısa filminde de başrol oynamışlığı vardır. Ben de Tim Burton’ın bu ilk dönem kısa filmlerinden ikisine değinmek istedim; Vincent ve Frankenweenie. Bu ardarda çekilmiş iki kısa filmde, yönetmenin çok sevdiğimiz takıntılı anlatım şeklini çoktan edindiğini görüyoruz.
Vincent (1982)
Vincent Malloy adındaki küçük çocuk kendini Vincent Price sanmaktadır. Kurduğu bu hayali dünyasını Edgar Allan Poe’nun eserleriyle süslemektedir. Tabii annesi, oğlunun bu tutumundan hoşlanmamakta, normal bir çocuk olması için serzenişte bulunmaktadır.
Bu kısa stop-motion animasyon, yönetmenin sonraki çalışmaları “Nightmare Before Christmas” ve “Corpse Bride”ın sinyallerini veriyor. Kült korku filmi aktörü Vincent Price’ın tumturaklı sesinden akan şiirsel anlatım eşliğinde ilerleyen olay örgüsü; gotik ve dışavurumcu etkiler taşıyor. Filmin siyah beyaz çekimi de bunu destekliyor. Edgar Allan Poe’nun paranoyak ve otistik öykülerini yeni baştan yaşayan; çok sevdiği uğursuz bakışlı karısının canlı canlı gömüldüğünü zannederek mezarını kazan, gotik evinde lanetlendiğini ve bir daha oradan asla çıkamayacağını, sonunun geldiğini hisseden Vincent, her defasında odaya giren annesinin sesiyle gerçek hayata dönüyor. Vincent karakteri, görünüm olarak da yönetmene çok benziyor. Zaten yönetmen hemen her filminde erkek kahramanı kendisi gibi, ürkek, çocuksu ve melankolik bir portrede vermekten hoşlanır (Frankenweenie, Edward Scissorhand, Mars Attacks, Sleepy Hollow, Big Fish, Charlie and the Chocolate Factory, Corpse Bride ve biraz kanlı versiyon olarak Sweeney Todd…vs).
Işık gölge oyunları, uzayan ve formunu yitiren duvarlar, siyah beyaz damalı zemin dışavurumcu gerginliğini taşırken; birçok yerde gotik korku filmlerine göndermeler yapılıyor. Vincent teyzesini canlı canlı balmumu kazanına atarak mumyalıyor, köpeği üzerinde elektrikli çılgın deneyler yaparak onu bir canavara dönüştürüyor… Tabii ki çoğu filminde tekrar tekrar yinelemekten vazgeçmeyeceği objelerin orjinini görmek açısından bu film çok değerli. Vincent’ın geliştirdiği canavarda, “Beetle Juice”taki kum kurtlarını veya “Nightmare Before Christmas”ta çam ağacını yutan yılan benzeri canavarı görmek mümkün. Uzayan ve yamulan kapılar yine “Beetle Juice”da tekrarlanmıştı. Ölen karısının mezar taşı, “Frankenweenie”, “Beetle Juice” ve “Nightmare Before Christmas”taki mezar taşlarının bir öncüsü gibi…
Frankenweenie (1984)
Köpeğinin, otomobil çarpması sonucu ölümünü kabullenemeyen küçük Victor, fen dersinde öğrendiği elektrik akımıyla yeniden canlandırma işlemini ölü köpeği Sparky’e uygular. Fakat hayata dönen yaratık, her ne kadar zararsız da olsa, komşuları dehşete düşürecektir.
Bir önceki filminde kısaca değindiği ölen köpeği elektrikle diriltme fikrini bu filmine konu edinen Tim Burton, tarzını ve alıştığımız göstergelerini iyice yerleştirmiş bu sefer. Muhtemelen çocukluğunda çok muzdarip olduğu farklı görülmek ve dışlanmak sorununu burada dile getiriyor; kendisini yine 10 yaşındaki bir çocukla özdeşleştirerek. Üstelik filmin başında, Victor’ın sevgili köpeğini canavar kostümüyle görüntülediği amatör bir filmi izliyor ve yönetmenle benzerliği daha da görüyoruz.
Bu filmde daha sonra çekeceği “Edward Scissorhand”in temellerinin atıldığına şahit oluyoruz. Farklı olana gösterilen tahammülsüzlük ve duyarsız komşuların saldırganlığı, iki filmin ortak temasını oluşturuyor. Bir şanssızlık sonucu yaratılan, iyi olduğu halde canavar olarak değerlendirilen karakterin aynısı, burada bir bullterrier bedeninde sunulmuş. Ailenin yaşadığı yer “Edward Scissorhand”teki banliyöye benziyor; ev eşyalarındaki “campy” hava ve komşuların karikatürize karakterleri, benzerliği güçlendiriyor. Aslında bu atmosferde, yönetmenin çok sevdiğini bildiğimiz Ed Wood’dan; biraz daha zorlarsak, bahçe düzenlemesinde kullanılan flamingo heykelleri nedeniyle (yine campy etkiler) John Waters’tan dokular bulmak da mümkün.
Başta bahsettiğim gibi Shelley Duvall, anneyi canlandırıyor. Baba rolünde Daniel Stern var. Asıl keşif ise, bir tür lolita benzeri komşu kızı rolünde küçük Sofia Coppola’yı görmek tabii ki.
Klasik gotik korku filmine uyarak, ailenin soyadı Frankenstein. Atıflar sadece burada değil; sona doğru Sparky’nin kaçtığı mini golf sahasındaki minyatür yeldeğirmeninin, cinnet halindeki komşular tarafından ateşe verilmesi, dişi bir kanişin tüylerinin “Bride of Frankenstein”daki gelinin saç modeliyle aynı olması, izlerken yakalanan küçük sevimli detaylar.
Filmin başındaki hayvan mezarlığı “Nightmare Before Christmas”taki mezarlığın neredeyse aynısı. Hatta “Plan 9 from Outer Space”deki yapay mezarlıktan da birşeyler bulmak mümkün. Mini golf parkının terkedilmiş gotik havası, “Batman Returns”deki lunaparkı andırıyor sanki. Ya da Skeleton Jack’in evinin parmaklıklı kapısını… Tim Burton’un laboratuar dekoru genelde aynıdır. Buradaki bisikletin tekerleklerindeki siyah beyaz helezonvari desen, Penguen’in şemsiyelerinde de olmak üzere birçok filminde kullandığı bir göstergedir. Yıldırım çekmekte kullanılan uçurtmalardan birinin yarasa şeklinde (Batman’in sembolünün aynısı) olması garip. Acaba o zaman Batman’i çekeceğini biliyor muydu?
Bu, sinema aşkıyla yaratılmış iki siyah beyaz film; yaratıcılık bakımından nerdeyse bir başyapıt statüsüne yükseliyor. Tim Burton’ın, daha o zamanlarda üstün zekasını ve tarzını çoktan belirlediğini ve filmlerine yansıttığını görmek, saygımızı daha da artırıyor. İyi ki varsın usta!
……………
Vincent (1982) - Yön: Tim Burton / Anlatıcı: Vincent Price / Animasyon / Kısa / Siyah-beyaz / 6dk.
Frankenweenie (1984) - Yön: Tim Burton / Oyn: Shelley Duvall, Daniel Stern, Barret Oliver / Kısa / Siyah-beyaz / 29 dk.
Yazan: Wherearethevelvets