Ingeborg Bachmann - Malina
Ingeborg Bachmann’ın ”Ölüm Türleri” (Todesarten) ana başlığı altında yazmayı düşündüğü bir dizi romanın tamamlanabilmiş ilk ve tek bölümüdür, Malina. Ingeborg Bachmann tarafından tüm insanlığa armağan edilmiş, edebiyat başyapıtı, emsalsiz bir eser.
Malina için Ingeborg Bachman iki röportajında şunları söylemiştir:
”Gerek bu kitapta, gerekse sonraki kitaplarda savaş üzerine bir şeyler yazmak istemiyordum. Çünkü bunu yapmak çok basit, benim için aşırı basit olan bir şey. Savaş üzerine herkes bir şeyler yazabilir ve savaş her zaman korkunçtur. Ama barış üzerine bir şeyler yazmak, yani bizim barış dediğimiz şey üzerine, çünkü bu, gerçekte savaştır… Gerçek savaş, her zaman adı barış olan savaşın patlamasıyla doğar…” (22 Mart 1971)
”Kitabım İtalya’da yayımlandığından bu yana, bana hep kitabımın ikinci bölümünü faşizmi göz önünde tutarak mı yazdığımı sordular. Ve ben de dedim ki, hayır, daha önce yazmıştım, faşizm nerede başlar sorusu üzerinde daha önce düşünmüştüm. Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar… Ve ben anlatmak istedim ki, savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır…” (Haziran 1973)
Bachmann’ın yazarın görevi üstüne söylediği şu sözler de çok anlamlıdır, özellikle Malina romanını anlayabilmek, hissedebilmek için elzemdir:
“Yazarın görevi acıyı yadsımak, onun olmadığı yanılsamasını yaratmak, acının izlerini silmek olamaz. Tersine, yazar onu somutluğuyla benimsemek ve görebilelim diye bir kez daha somutlaştırmak zorundadır.”
İnsanın aklına burada ünlü psikiyatrist, bilimadamı Carl Gustav Jung’un komplekslerin aşılması üzerine söylediği sözler gelir. Ne der Jung:
”Bilindiği gibi, bir kompleksin gerçekten üstesinden gelinebilmesi, o kompleksin sonuna kadar yaşanmasıyla olur. Kompleksimiz yüzünden uzak durduğumuz şeyin ötesine geçebilmek istiyorsak, onu son damlasına kadar içmemiz gerekir.”
Evet. Malina’yı okuyan, her satırda hırpalanan okur için de durum böyledir. Bachmann aşkın, âşık olduğu varlıktan başka hiçbir şeyi görmeyen, duymayan, hissetmeyen, büyük tutulma, gönüllü büyük kuşatılmışlığını; bu yoğun, tarifsiz, akılla anlaşılamaz ancak ruhla yaşanabilir aşkın, âşık olunan varlıktaki sadece akılla ve içgüdüyle karşılanmaya çalışılması durumundaki önce şaşkınlığı, sonra âşık olanın ruhunda açtığı büyük yarayı öyle hissettirir; tüm yaralarınızı öyle deşer ki, günlük cinayetlerin maalesef en sıradanı olan; ruhu, aşkı akılla, mantıkla mahkûm etme ve onu yargılama, dahası yüksek egoyla ona direktifler verme, şartlar koşma durumu sonucunda gerçekleşen kanlı cinayetin hem tanığı hem de geçmişten üstünüze akın eden kapanmamış yaralarla maktül adayı olursunuz. Ama ölmeden bu büyük yangını yaşayıp kurtulursanız, Jung’un dediği gibi bu büyük yaralanmışlık, hiç uğruna kurban edilmişlik, hiçbir zaman gönül gözüyle anlaşılamamışlık kompleksinizin üstesinden gelir, dahası Nietzsche’nin dediği gibi; öldürmeyen şey sizi güçlendirir.
Bachmann, Malina romanı için; ‘tinsel, kurgu ürünü bir otobiyografi’ demiş ve ‘Önceki sonbahar (Paul Celan), bu sonbaharla (Max Frisch) iç içe geçiyor.” diye eklemiştir.
Ingeboch Bachman’ın hayatındaki iki sonbahar Paul Celan ve Max Frisch olduğundan, okuyucu; Malina romanını, bu otobiyografik tinsel kurguyu, bu iki sonbahar’ın duyarlı, kelimenin tam anlamıyla âşık kadın ruhundaki izleri üstünden de okuyabilir ama Malina bunların çok ötesinde bir romandır. Çünkü bilinç akışı tekniği ile yazılan romanlar arasında James Joyce’un ‘Ulysses‘inden sonra en önemli ikinci eser olarak anılır.
Hikmet Temel Akarsu’nun da belirttiği gibi; 20. yy’ın yetiştirdiği en önemli feministlerden olan Bachmann, roman sanatına el attığı anda bu maskülen dünyanın kalıplarını yıkarak işe başlar. Romanın bir mühendislik faaliyeti olarak ele alınması ve sağlam bir stüktüre sahip olması gerektiği gibi klasik yargıları ilk anda yıkar geçer. Bu yönüyle erkekler dünyasının edebiyatına ilk adımda meydan okur. Feminen bir dünyanın öncelikleri olduğunu militanca hissettiren bir edebi söylemle eserini örmeye başlar. Ve eserinin son satırına kadar bir daha asla taviz vermez.
Malina’da ya da Günlük Cinayetlerin Romanı’nda; üç ana karakter vardır; Malina, Ivan, Ben ve üç bölüm; Ivan’la Mutluluk, Üçüncü Adam, Son Şeyler Üzerine.
Malina; Ben’in (Kadın’ın) Malina’yla yaşadığı 6 numara ve Ivan’ın yaşadığı 9 numara arasındaki; ”Macar Sokağı” ülkesi’nde yaşanan, gerçek aşkın tüm hallerinin romanıdır. Ama ne yazık ki aşkın tutkulu, hayalci, coşkulu sesi tek tarafın ruhuna hakim olduğundan sonu hazinden öte bir cinayettir. Fakat Kadın’ın Ben’in Macar Sokağı Ülkesi’ni tarifi öyle güzeldir ki o alemin bir anlığına da olsa parçası olmak uğruna sonunu düşünmeden tüm acılara, tüm yangınlara karşı aşkı yaşamadan edemez insan:
”Burada, benim bulunduğum çevrede, Macar Sokağı 6 ve 9 numaralar arasında, acılar ve ağrılar giderek hafiflemekte; kanser ve tümör, astım ve enfarktüs, ateş, enfeksiyonlar ve baygınlıklar, dahası baş ağrıları ve hava değişikliğinin yol açtığı rahatsızlıklar bile güçlerini yitirmiş durumda ve ben kendime, bilim adamlarını bu basit çareden haberdar etmek görevim değil mi, diye soruyorum, o zaman, bütün hastalıkları sürekli geliştirilen ilaçlarla ve iyileştirme yöntemleriyle iyi edebileceği görüşünde olan bilim, ileriye doğru büyük bir adım atabilirdi.”
Aslında tüm roman, aşkın insan hayatındaki dönüştürücü etkisinin en temeline dayanmaktadır ve ne anlamlıdır ki bu Kadın’ın ortaokulda, kahverengi defterine yazdığı şu cümledir:
”Yaşayacak bir niçin’i bulunan, hemen her nasıla dayanabilir.”
Malina kimdir? Her ne kadar yazar kitabın başında kişileri tanıtırken Malina’yı tanıtır, ama aslında kimdir Malina?
Malina; bir zamanlar âşık olunan mantıklı, sağduyulu, duygularına asla esir olmayan, sevilen bir adamdır; Kadın’la bir zamanlar paylaşılan ortak hayat, Kadın’da öyle izler bırakmıştır ki Malina o âşık olunan, sonra Kadın’ın hayatından bir şekilde çıkan adam, Kadın’ın benliğine karışmış ya da Kadın da, -Jung’un tarif ettiği gibi- bulunan erkek tarafa, animus‘a karışarak, Kadın’ın hayata, tüm günlük cinayetlere, Macar Sokağı Ülkesi‘ndeki evini cayır cayır yakan aşk acısına rağmen, ayakta kalmasını sağlayan bir ego parçası mıdır; safi ruh, duygu olan kadının benliğinin, akılcı, mantıklı tarafı mıdır artık Malina?
Belki de öyledir, belki de Malina, Max Frisch’in izlerini taşıyan sağduyu sahibi, yıkılmayan, mağrur bir parçasıdır, kadının.
Ama onun da kadınla bir tarihi, güzel anıları da barındıran, yaralarla bezenmiş bir geçmişi vardır. Yazar, romanda Malina’yı fark etme, onu düşleme, onu hayatına alma ve sonunda yabancılaşma süreçlerini öyle güzel anlatır ki; Kadın’ın ruhunun incelikli, duyarlı özüyle bizi bütünleştirir:
”Ne sanata ne tekniğe ne de bu çağa başvurmak isteyeceğimi, herkesin önünde ele alınan bağlamlardan, konulardan, sorunlardan hiçbiri ile ilgilenmeyeceğimi er geç o akşam anlamıştım. Malina’yı istediğim ve bilmek istediğim her şeyin bana ondan gelmesi gerektiğine inandığım ise kesindi.”
”Başlangıçtaki güzel günlerimizden söz etme gereği duymuyoruz, çünkü günlerimiz gittikçe güzelleşiyor ve ben başkalarıyla ve başka şeylerle bunca zaman yitirmeme yol açtığından ötürü Malina’ya kızdığım zamanları düşündükçe gülmekten kendimi alamıyorum; Malina’yı bu öfkeden ötürü Belgrad’dan sürdüm, adını elinden aldım, hakkında esrarlı öyküler uydurdum, şarlatan göçmen, casus yaptım; keyfim yerinde olduğu zamanlar da onu gerçeklerin dünyasından alıp bazı masallara ve destanlara yerleştirdim, Florizel ve Drosselbart gibi adlar taktım; ama ona en çok yakıştırdığım ad, Aziz Georg’du; yani hiçbir şeyin yetişemediği bataklıkta benim ilk kentim olan Klagenhurt kurulabilsin diye ejderhayı öldürmüş olan aziz ve zaman alan bir sürü oyunun ardından cesaretimi yitirip doğru olan tek olasılıkta karar kıldım; yani Malina, gerçekten Viyana’ydı ve ben onunla karşılaşmak için bu kentte bunca fırsatım varken, yine de onu hep elimden kaçırıyordum. Nerede Malina hakkında konuşulsa -ki pek sık olmuyordu bu- ben de söze karışmaya başladım. Bu şimdi bana acı vermeyen çirkin bir anı aslında, ama sanki ben de onu tanıyormuşum gibi yapmak gereksinimi duyuyordum. ”
”Aramızda her şey şimdiki gibi olalı beri kendime sorabileceğim tek soru, Malina’nın ve benim birbirimiz için ne olabileceğimiz, çünkü hiç benzeşen yanımız yok, çok ayrıyız ve bu, cinsiyetten, türden, onun kişiliğinin oturmuşluğundan, benim kişiliğimin oturmamışlığından kaynaklanan bir sorun değil. Gerçi Malina hiçbir zaman benimki kadar inişli çıkışlı bir hayat sürmedi, zamanını asla boşuna harcamadı, bir sürü yere telefon etmedi, olacaklar karşısında eli kolu bağlı beklemedi, Hiçbir zaman durup dururken bir şeylere karışmadı, aynada yarım saat kendini seyredip, ondan sonra -hep geç kalmak üzere- bir yerlere koşmadı, karşılaştığı bir soru üzerine ya da verecek yanıt bulamamak yüzünden, birtakım özürler kekelemedi. Öyle sanıyorum ki, bugün bile birbirimizle ilgimiz az, birbirimize sabrediyoruz, Birbirimize hayret ediyoruz, ama benimkisi meraktan doğan bir hayret (Acaba Malina hiç hayret eder mi? Buna gittikçe daha az inanır oldum) ve bu benim için asıl huzursuzluk kaynağı olan durum, varlığımın onu asla tedirgin etmemesi, varlığımı istediği zaman algılaması, söylenecek bir şey olmadığı zaman algılamaması; sanki evin içinde sürekli birbirimizin yanından geçmiyormuşuz gibi; sanki günlük hayatımız içereisinde birbirimizi görmezlikten, duymazlıktan gelmemiz olasıymış gibi. O zaman bana öyle geliyor ki, Malina huzurlu, çünkü ben onun için çok önemsiz, artık çok bilinen Ben‘im; beni bir çöp gibi, varlığı gereksiz bir yaratıkmışım gibi fırlatıp atmış; sanki yalnızca onun kaburga kemiğinden yaratılmışım ve başlangıçtan bu yana onun için gerekli değilim, ama aynı zamanda da varlığı gerekli olan, karanlık bir tarihim; onun tarihine eşlik eden, o tarihi tamamlamak isteyen, ama onun kendi gölgesiz tarihinden ayırdığı ve araya sınır koyduğu bir tarih. Bundan ötürü ve benim yalnız onunla açığa kavuşturmam gereken bir şey var ve her şeyden önce ben kendimi yalnızca onun önünde açığa kavuşturmak zorundayım, bunu yalnızca onun önünde yapabilirim. Onun açığa kavuşturmak zorunda olduğu hiçbir şey yok, hayır onun yok.”
Kadın, acı verse de, kendine karşı dürüst olmayı seçer:
”Ama anımsama dendiğinde, belleğim yalnızca alışılmış anıları, geride kalmış, eskitilmiş, terk edilmiş şeyleri dile getiriyorsa eğer, o zaman, içinde artk beni hiçbir şeyin rahatsız etmemesi gereken anılar dağarcığından henüz uzağım, hem de çok uzağım demektir.”
Sonra Ivan‘la aşk başlar; yani Macar Sokağı Ülkesi’nin yer yer masal perilerine öykünen aşkı…
”Ivan beni iyileştirmeye başladığı için, artık dünya, çok kötü bir dünya olamaz.”
Ama Ivan’ın bu ilişkiden anladığı şey Kadın’ın aşkından başkadır. hatta önceden evlenmiş boşanmış, iki çocuk sahibi Ivan; artık çocuklardan başka kimseyi sevmediğini söylemektedir. Yoksa Ivan Kadın’ın Bachmann’ın aşkını elde ettikten sonra aralarındaki mesafelere, kendi hırpalanmış egosunu da dahil edip Bachmann’ı tüm aşkıyla bırakıp evlenen Paul Celan’ın izlerini mi taşır? Paris’te evlenen Paul Celan; ”Paris’e benim için gelme’ dediğinde; ne demişti Bachmann: ”Tüm paramı bir bilete oynadım ve artık başıma ne geleceği umrumda değil?” Her ne kadar Max Frisch ile birlikte yaşarken Bachmann, Paul Celan ile mektuplaşsa da artık o maziden bir sestir kalbi için, eski bir dost sadece. Max Frisch de Celan’ın varlığından haberdardır, entelektüel düzeyde bir ilişkileri vardır. Yani romanda; sanki Malina ve Ivan’da Max ve Paul’ün izleri vardır ama bu izler Bachmann’ın kadın’ın tüm kümülatif bireysel ve toplumsal acılarının merceğinden geçerek, kadın’ın âşık ruhunun kaleydeskop’undan bizlere doğru usul usul akar…
Kadın, Ivan’la aşkının ilk safhasında şunları söyler:
”Biz birbirimize giden yolları bunca zahmetsiz bulabilirken, kentteki kıyım sürüp gidiyor…”
Ivan’la aşk ile ortak bir dil bulduklarından bu dilin dünyadaki tüm anlaşmazlıkların çözümü için tek çare olduğunu düşünen Bachmann’ın aşk virüsü üstüne söyledikleri özellikle bu güzel, özlenen virüse yakalanabilmek için gerekli olan şeyleri anlattığı cümleleri sanki bize şu sözü fısıldamakta: ”Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey…”
”Ivan’la ben birbirimize yalnız iyi şeyleri anlattığımızdan ve bazen de (birine gülümsemeksizin) birbirimizi güldürecek bir şey söylediğimizden, dahası işi derin düşüncelere daldığımız için gülmeye kadar vardırdığımızdan, yani bizi kendi kendimize götüren anlatım biçimini bulduğumuzdan, bir buluşmaya yol açabileceğimizi umuyorum. Adının ne olabileceğini bildiğim virüsü komşularımıza ağır ağır tek tek bulaştırabiliriz ve bu yüzden bir salgın çıkarsa eğer, o zaman bütün insanlar kurtulmuş olurlar. Ama öte yandan bu salgını çıkarmanın güçlüğünü, insanın bu salgına yakalanacak kadar olgunlaşması için ne kadar uzun süre beklemesi gerektiğini, benim ne güçlüklerden ve umutsuzluklardan sonra o noktaya varmış olduğumu da biliyorum.”
Aşkın, Ivan’ın aşkının; Kadın, Ben, üzerindeki dönüştürücü, güzelleştirici ve mükafatlandırılması gereken etkisini anlattığı bölüm; vakt-i zamanında yaşadığı acıları, büyük özenle o içteki neşeli çocukla bütünleştirmiş, duyarlı âşık kadın ruhunun o muhteşem özünü bize duyumsatır:
”Bu arada benim açımdan araya giren bir sürü şey oldu, bir insanın bağışıklık kazanması için gerektiğinden çok daha fazla koruyucu madde biriktirdim; kuşku, umursamazlık, büyük bir korkunun arkasından gelen korkusuzluk gibi ve Ivan’ın bütün bunlara karşı bunca dirence, bu bunalımlara, şerbetli hüzne, saniyesi saniyesine uykusuzluğa göre ayarlanmış gecelere, sürekli gerginliğe, her şeyden inatla feragat edişe karşı nasıl bir saldırıya geçtiğini bilmiyorum, ama daha ilk saatte, Ivan’ın tabii ki gökten inmediği, ama gülen gözlerle, kocaman ve hafif eğilmiş olarak Landstrasser Hauptstrasse’de önümde durduğu o ilk saatte, hepsi yıkılıp gidivermişti, ve sırf bu yüzden Ivan’a en büyük nişanları vermem gerekirdi; en büyüğünü ise beni yeniden bulduğu, bir zamanlarki beni, en eski kesitlerimi, üstü örtülmüş olan Ben’i ortaya çıkardığı için hak etmişti ve Ben, tüm yeteneklerinden ötürü Ivan’ı aziz ilan edeceğim, gelgelelim hangilerinden, evet hangilerinden ötürü? Henüz görünürlerde bir son olmadığından ve olmasına da hiçbir zaman izin verilmemesi gerektiğinden, gözümde bu yeteneklerin arasından en basitini, kısacası Ivan’ın beni yeniden güldürebilmesini somutlaştırıyorum.”
”Bir zaman parçacığında: Ivan ve Ben bir başka zaman parçacığında: Biz, sonra, bunun hemen ardından yine Sen ve Ben. İki canlı var ki, birbirlerine ilişkin tasarıları yok, birlikte var olmayı istemiyorlar, bir başka yere ve bir başka yaşama doğru yola çıkmak, bir şeyleri kesip atmak, egemen bir dilde herhangi bir anlaşma yapmak istemiyorlar. Tercümansız da idare edebiliyoruz, Ivan’a ilişkin hiçbir şey öğrenmiyorum, Ivan benim hakkımda hiçbir şey öğrenmiyor. Duyguları ticari değiş tokuş konusu yapmıyoruz, birbirimize karşı diktiğimiz kalelerimiz yok, kendi kendimizi güçlendirmek ve güvence altına almak için ısmarladığımız silahların gelmesini bekliyor değiliz, zemin gevşek ve iyi ve benim toprağıma düşenler filizleniyor, kendi neslimi sözcüklerle sürdürüyorum ve Ivan’ın neslini de sürdürmekteyim, yeni bir tür üretiyorum, benim ve Ivan’ın birleşmesinden Tanrı’nın istediği doğuyor:
Ateş kuşları
göktaşları
yeraltı ateşleri
yeşim damlaları.”
Bachmann, Kadın’ın, Ben’in, geleceğe, sevgi ülkesinin var olacağı geleceğe dair, güzel ütopyasını da anlatır, bu umuda, sevginin, güzelliğin geleceği umuduna tutunma anlarıdır Kadın için:
”Bir gün gelecek, insanların siyah ama altın gibi parlayan gözleri olacak; onlar, güzelliği görecekler, pisliklerden arınmış ve tüm yüklerden kurtulmuş olacaklar, havalara yükselecekler, suların dibine inecekler, sıkıntılarını ve ellerinin nasır bağlamış olduğunu unutacaklar. Bir gün gelecek, insanlar özgür olacaklar, bütün insanlar özgür olacaklar, kendi özgürlük kavramları karşısında da özgür olacaklar. Bu, daha büyük bir özgürlük olacak, ölçüsüz olacak, bütün bir yaşam boyunca sürecek…
Bir gün gelecek, insanlar savanları ve bozkırları yeniden keşfedecekler, uçsuz bucaksıza açılıp köleliklerine bir son verecekler, hayvanlar yükseklerdeki güneşin altında insanlara, artık özgür olan insanlara yaklaşacaklar ve dev kaplumbağalar, filler, bizonlar birlik içerisinde yaşayacaklar, ormanların ve çöllerin kralları, özgürlüklerine kavuşmuş insanlarla birleşecekler, aynı kaynaktan su içecekler, arınmış havayı soluyacaklar, birbirlerini parçalamayacaklar, bu, başlangıç olacak; bütün bir yaşamın başlangıcı…”
”Bir gün gelecek, insanların altın kırmızısı gözleri olacak ve şaşırtıcı sesleri olacak; o gün insanların elleri yeniden sevme yeteneğini kazanacak ve insanlığın şiiri yeniden yazılmış olacak…
Ve elleri iyilik yapabilecek, masum ellerini varlıkların en yücesine uzatacaklar, çünkü onlar, çünkü insanlar sonsuza değin beklemek zorunda kalmamalılar, beklemek zorunda kalmayacaklar….”
”Bir gün gelecek, binalarımız çökecek, otomobiller hurdaya dönmüş olacak, uçaklardan ve roketlerden kurtulmuş olacağız, tekerleğin ve atomun parçalanmasını bulmuş olmaktan vazgeçeceğiz, mavi tepelerden taze bir rüzgar esecek ve ciğerlerimizi alabildiğine dolduracak, ölmüş olacağız ve soluk alacağız; bu, hayatın ta kendisi olacak.
Çöllerde sular tükenecek, biz yeniden çöllere dönebileceğiz ve vahiylere kulak vereceğiz, savanlar, göller ve akarsular artıklarıyla bizi çağıracak, elmaslar, kayaların içinde kalacak ve parıltıları hepimizi aydınlatacak, balta girmemiş ormanlar, bizi düşüncelerimizin karanlık ormanından çekip alacak, düşünmeye ve acı çekmeye son vereceğiz, bu, kurtuluşun ta kendisi olacak.”
Malina’da; Ludwig Wittgenstein‘ı duyumsarız: ”Üzerinde konuşulamayan konusunda susulmalı; unutma, sözcükler eylemdir.” derken. Malina’da suskunluk korunur böyle zamanlarda.
Macar Sokağı Ülkesi sınırları dışındaki tüm dünyanın karmaşasına, sahte değerler, haklar sistemine karşı Kadın’ın, Ben’in sözleri; duyarlılığın akıldan değil sadece yok edici egodan uzak sesiyle hayata özünden bakışı anlatır:
”Oysa Washington, Moskova ve Berlin, aslında olur olmaz yerde seslerini yükseltmek, kendilerini önemli kılmak merakında olan yerlerden başkaca bir şey değil. Benim Macar Sokağı Ülkem‘de onları ciddiye alan yoktur.”
”Durumundan hoşnut olan yönetilenler, yalnızca bizleriz. O denli zengin bir yenilgi içerisinde yaşıyoruz ki, kimse ötekine ya da egemenliğe karşı sesini yükseltmiyor, dış dünyada öteki insanların bizi felce uğratmaları bu yüzden; çünkü onlar birtakım haklar alıyorlar, çünkü onlardan birtakım haklar alınıyor veya esirgeniyor ve çünkü o insanlar, hakları olmaksızın, birbirlerinden sürekli bir şeyler istemekteler. Ivan olsa, şöyle derdi: Bunların tümü de yaşamı birbirlerine zehir ediyorlar.
Malina‘nın söyleyeceği ise şu olurdu: Hepsinin de düşünceleri elden düşme, başkalarından kiralanmış ve kiralar o denli yüksek ki, çok pahalıya mal olacak hepsi. ”
”Çevremdeki bu koşuşturmanın ortasında kendimi herhangi bir işle oyalamam kesinlikle olanaksız, eminim siz de görüyorsunuzdur dünyadaki bu delice koşuşturmayı ve ondan kaynaklanan cehennemî gürültüyü duyuyorsunuzdur. Yapabilseydim eğer işlerle uğraşılmasını yasaklardım, ama onları yalnız kendime yasaklayabilirdim.”
”Ben, mutlak nitelikteki ilk israfın simgesiyim, kendimi esrikliğe kaptırmışım, dünyadan akıllı bir biçimde yararlanabilme yeteneğim yok ve adına toplum denen maskeli baloda boy gösterebilirim, ama gelmeyebilirim de; engeli çıkmış biri gibi ya da kendine maske yapmayı unutmuş, ihmali yüzünden kostümünü artık bulamayan ve bundan ötürü de günün birinde artık davet edilmeyen biri gibi. Belki de birisiyle sözleşmiş olduğum için, Viyana’da, bana henüz yabancı olmayan bir ev kapısı önünde durduğumda, aklıma son anda kapıda yanılmış ya da günü ve saati şaşırmış olabileceğim geliyor; o zaman dönüyorum ve çok çabuk yorulmuş, içim çok fazla kuşkuyla dolu olarak, Macar Sokağı‘na koşuyorum.”
Ivan için kadın böyle düşünürken;
”Onu duyduğum, onun da beni duyduğunu bildiğim sürece hayattayım.”
Ivan, Kadın’a şu sözlerle ölüm fermanını okur:
”Beni yerleştirdiğin yerde soluk alamam, lütfen o denli yükseklere koyma beni, kimseyi havanın inceldiği yerlere taşıma, benden sana bir öğüt olsun bu, sonrası için bundan ders al!” der Ivan.
Ve yangın ve yıkım hız alır:
”Düşünmemi öngördükleri şeyleri de düşünebilmekten tümüyle acizim, bir tarihi, bir işi, bir randevuyu; sabahın altısında mutsuzluğumun sınırsızlığından daha açık ve seçik algıladığım bir şey yok, çünkü asla kesilmek bilmeyen bir acı, hak edilmiş, tüm benliğimi saran bir acı, tüm sinir uçlarına eşit oranda dağılmakta, her zaman. Çok yorgunum, evet, size söyleyebilirim, çok yorgunum…”
”Kendimde değilim, kendim burada değil, nedir bu, kendimin olmaması? Burada olmadığında, nerede oluyor bu kendim?”
Artık yaşam eskisinden de zordur, karabasanlarla dolu, Macar Sokağı Ülkesi’ndeki evi kasıp kavuran yangın maziyle beraber Kadın’ı sarmaktadır, kadın seslenmektedir mavisine:
”Benim mavim, benim içinde tavus kuşlarının gezindiği, görkemli mavim, benim uzakların rengi olan mavim; ufuktaki mavi rastlantım!”
Tacizle, kanla, şiddetle, savaşla, kıyımla dolu karabasanların birinde; kırmızımsı renkte, içinde genç şimşeklerin çaktığı, hücreye gökten düşmüş olan taş, şöyle diyor: hayret ederek yaşamak.
İçinde tüm mavilerin çakıp söndüğü ikinci mavi taşın mesajı: hayret ederek yazmak.
Ve kadının elinde tuttuğu beyaz taşın mesajı görünemiyor; son mesajı kurtuluşundan sonra öğrenecek…
Bachmann’ın Malina romanında erkeklere dair yaptığı derin ve feci ötesi tespit belki de çoğu soru işaretini açıklığa kavuşturacak cinsten, maalesef yaşanmışlıklar içinden süzülüp gelen çok tanıdık bir sesleniş, aslında hazin bir kavrayış:
”Erkekler birbirinden farklıdır ve aslında her birini iyileşmez bir klinik vaka olarak görmek gerekir, başka deyişle, ders kitaplarında ve ilgili öteki kitaplarda yazılı olanlar, tek bir erkeği bile tüm doğasıyla açıklamak için yeterli değildir. Bir erkeğin beyninden kaynaklananları anlamak bin kez daha kolaydır. Bu en azından benim için kesinlikle böyle. Ama bu hiç kuşkusuz herkeste ortak olduğu söylenen şey değil. Ne büyük bir yanılgı! Bir genelleştirmeye olanak sağlayabilecek böyle bir malzeme, yüzyıllar boyunca bile toplanamazdı. Tek bir kadın bile çok fazla sayıda tuhaflığın üstesinden gelmek zorundadır ve kendini hangi hastalık belirtilerine göre ayarlaması gerektiğini ona daha önce söyleyen olmamıştır, denilebilir ki, erkeğin bir kadın karşısındaki tutumu tümüyle hastalıklıdır, üstelik tümüyle kendine özgü biçimde hastalıklıdır; dolayısıyla erkekleri hastalıklarından kurtarabilme olanağı artık asla yoktur. Kadınlar için ise, olsa olsa acılara katılıp birlikte acı çekme yoluyla kaptıkları bulaşıcı hastalıkların izlerini az çok taşıdıkları söylenebilir.”
Ve hayattan çarpıcı bir örnekle bu tespitini taçlandırır Bachmann:
”Tam bir gevezeyle, budalalığı tartışma götürmez biriyle, en tuhaf alışkanlıkların tutsağı olan, iğrenç bir karaktersizle geçirilen altı ay, gerçekten güçlü ve akıllı kadınları bile sarsıntılara sürüklemiş, intihara değin götürmüştür, lütfen Erna Zanetti‘yi düşün yalnızca, hani şu tiyatro bilimi doçenti yüzünden, düşün bir kez, bir tiyatro bilimcisi yüzünden! Kırk uyku hapı yutmuş, söylendiğine göre ve Erna Zanetti herhalde bu duruma düşen tek kadın değil, adam dumana dayanamadığından kadına sigarayı da bıraktırmış, kadıncağızın et yemesi de yasak mıydı, bilmiyorum, ama başka birtakım kötü şeyler de vardı herhalde.
Ama Erna, o budala, büyük bir şans eseri olarak onu terk ettikten sonra, ertesi gün, günde yine yirmi sigara içebileceğine ve canının istediğini yiyebileceğine sevinecek yerde, ne yapacağını şaşırmış halde kendini öldürmeye kalkışıyor, birkaç ay boyunca hep o adamı düşünmüş ve onun yüzünden acı çekmiş olduğu için, aklına daha iyi bir şey gelmiyor, nikotinden yoksun olmanın, bir de hep salata yapraklarıyla havuç yemenin sıkıntısı var tabii.”
Macar Sokağı Ülkesi’ndeki yangın hatsafhaya ulaşmıştır…
Kadın’ın gökyüzü koyu bir karanlık içerisindedir; “Gökyüzü tasarımlanması hemen hemen olanaksız bir karanlık içerisinde. Yıldızlar çok aydınlık, ama atmosferin eksikliği nedeniyle parlamıyor.”
Kadın, Ben; nasıl görmüştü, nasıl yaşamıştı Ivan ve Malina’yı?
”Ivan ve ben bir noktada birleşen dünya.
Malina ve ben, ikimiz bir olduğumuz için: aykırılaşan dünya.”
Kendi hakkında öğrendiği şey neydi?
”Bildiğim tek şey, artık eskiden olduğum gibi olmadığım, saçımın tek bir telini bile şimdi daha iyi tanıyor değilim ve ben kendime eskiye oranla tek bir adım bile yaklaşamadım. arkamdan hep meçhul bir kadın izledi beni, bir başka meçhul kadınla birleşmek üzere.”
Konuşulamadığı için, suskunluğa terk edilen Ivan’la yaşanmış ve öldürülmüş aşk sonrasında Kadın Malina’ya, rasyonel, mantıklı, sakin Ben’ine tutunmaya çalışmakta ama Ivan’la olan aşkından tüm yaşadığı acılara rağmen pişman olmamakta, Onun güzelliğini ondan uzakta da teslim etmekte ama kendisinin artık bu güzelliğin parçası olmadığını da bilmekte:
”Güzel, artık gelmiyor benden, oysa benden gelebilirdi, dalgalar halinde Ivan’dan, güzel bir insan olan Ivan’dan bana doğru geldi, güzel olan tek bir insan tanıdım, ne de olsa güzellik denen şeyi görebildim, en sonunda ben de en sonunda tek bir kez, Ivan sayesinde güzel olabildim.”
Ve her şeye rağmen güzelliğe olan inancı onun hâlâ tek dayanağı olmakta ve bunu Malina’ya, sağduyulu Ben’ine anlatmakta:
”Ruh, hiçbir ruhu harekete geçiremez, yalnızca aynı ruhun ruhu yapabilir bunu, özür dilerim, güzellik senin için sonra gelen bir şey, ama güzellik ruhu harekete geçiriyor.”
Ve Kadın’ın kendiyle hesaplaşması, yüksek perdeden duyulmakta. Bu bölüm bir müzik eserinin bölümlerinin ritimlerine uygun şekilde romanda sıralanmakta, akmakta, melodi melodi süzülmekte; Ben, ardından Malina konuşmakta; aslında Malina Ben’i huzura kavuşturmaya çalışmakta, tüm olması gerekenleri söyleyerek tabii ki. Duyarlılıkla, ruhla; mantığın, sağ duyunun hesaplaşması. Aslında sırf bu bölüm bile büyük bir hediyedir Malina’yı okuyanlar için:
Ben: Her şeye sahip olduğum, neşenin gerçek neşe olduğu, iyi anlamda ciddiyeti paylaştığım zamanı düşünmek çok hoşuma gidiyor. (quasiglissando) [(almostglissando) yani (Rapidscalepassageproducedbyslidingoverkeysorstringse.g. piano, harp, violin, trombone)]
daha sonra her şey yaralandı, hasara uğradı, kullanıldı, eskitildi ve sonunda yıkıldı. (moderato) [(slowerthan allegretto but fasterthan andante) (yani orta hızda)]
kendimi ağır ağır iyileştirdim, giderek daha çok eksikliğini duyduğum şeyleri tamamladım ve kendimi iyileşmiş hissediyorum. Yani şimdi aşağı yukarı yine eskiden olduğum gibiyim. (sottovoce) [(softvoice)]
Ama neye yaradı bu yol?
Malina: Yol, hiçbir şeye yaramaz, herkes için vardır sadece, ama herkesin o yoldan gitme zorunluluğu yoktur. Fakat insan günün birinde bir değişim yapmak, yeniden bulunan ben ile artık eski ben olamayacak, gelecekteki ben arasında gidip gelebilmek zorundadır. Çaba harcamaksızın, hasta olmaksızın, pişmanlık duymaksızın.
Ben: Artık kendimden pişman değilim. (tempegiusto) [(in exact time)]
Etkin olmak, sürdürüldüğü takdirde, sonunda etkin olmamak demektir, senin bana gösterdiğin gibi. O zaman artık büyüyen bir çılgınlık değil, şiddetinden yitiren bir çılgınlık söz konusudur.
Malina: Yerinde kalmalısın. Bu, senin yerin olmalı. Ne ileriye, ne de geriye gitmelisin. O zaman bu yerde, ait olduğun tek yerde zafere ulaşırsın.
Ben: Zafere ulaşmak! İnsanı zafere ulaştırabilecek olan simge yitirildikten sonra, kim söz edebilir zaferden? (conbrio) [(extremelyexcited)]
Ben: Affedilmeyecek bir şey olsa bile, ben kendimi hep dağıtmak, yanıltmak, yitirmek istiyorum. (piano)
Malina: Senin ne istediğin artık önemli değil, doğru olan yerde artık sana düşen, istemek değil. Orada o denli sen olacaksın ki, kendi Ben’inden vazgeçebileceksin. Burası, dünyanın bir insandan iyileşip sağlığına kavuştuğu ilk yer olacak.”
Kadın, Ben; yaşadığı gerçek ve gerçekötesinin toplamı aşk, Ahmet Cemal‘in tabiriyle ‘mutlak aşk‘ının ardından, tüm incinmişliğine rağmen, bu büyük aşkı duyduğu erkeği de bir yandan anlamaya çalışır; ama tabii ki tüm bu mantıksal dayanak bulma, hayalkırıklığını anlamlandırma çabasına rağmen acısı dinmez. Bachmann; Kadın’ın Ivan’a anlatamadığı, anlayamayacağı için anlatamadığı; ‘konuşamadığı için sessizliğe bıraktığı’ aşkıyla var olma durumunu öyle güzel anlatır ki; hem teknik hem mana açısından Ivan’dan çıkan dış sesin Kadın’da yarattığı yankıyla, şiirsel bir iç konuşmayı, bilinçakışını, ruh konuşmasını bize duyumsatır. Bachmann’ın şair ruhu da tüm romanda olduğu gibi burda da bizi teslim alır:
”Ivan, benim ona ait olduğum gibi bana ait olamayacaksa eğer, o zaman günün birinde normal bir yaşamda var olacak ve bundan ötürü o da normale dönüşecek, kimse onun için şenlikler düzenlemeyecek ama belki de Ivan’ın istediği, sürdürdüğü yalın yaşamı; ve ben dilsiz bakışlarımla, açık seçik olan ayak uyduramayışımla, kırık dökük sözcüklerden oluşma itiraflarımla, bir avuç yaşamı onun için güçleştirdim. Ivan gülerek, ama yalnızca bir kez şöyle diyor: Beni yerleştirdiğin yerde soluk alamam, lütfen o denli yükseklere koyma beni, kimseyi havanın inceldiği yerlere taşıma, benden sana bir öğüt olsun bu, sonrası için bundan ders al! Şöyle demedim: Ama senden sonra kimi yücelteceğim ki? Herhalde senden sonra benim… Düşünmüyorsundur! Ben hâlâ her şeyi senin için öğrenmeyi yeğliyorum. başka hiç kimse için değil.”
Aşk ölmüştür.
Artık Kadın Macar Sokağı Ülkesi’nden taşınmalıdır.
Ama Ivan’ın olmadığı bir hayatta, aşkın olmadığı bir hayatta, o kadın duyarlılığının hat safhada yaşandığı Ben; var olamayacaktır.
Kadın; ”Ben, Ivan’da yaşadım, Malina’da ölüyorum.” der ve aylar öncesinde, Ivan’la ilişkilerinin ölüme doğru yavaş yavaş gitmeye başladığının izleri belirdiğinde, Macar Sokağı Ülkesi’ndeki evinin duvarında gösterdiği yarığa doğru ilerler. Artık yarık kocamandır ve kadın o yarığın içine girer.
Malina taşınılan evden ayrılırken kadın yarığın içinden şu sözü söyler: Cinayetti.
Bu harikulade, emsalsiz muhteşemlikteki özel eser için, gerçek ve gerçeküstü tüm benliğimizle, ruhumuzla teşekkürler Ingeborg Bachmannn…
Sinemasal not: Ingeborg Bachmann’ın Malina romanından; Elfriede Jelinek tarafından senaryolaştırılıp Werner Schroeter tarafından beyaz perdeye aktarılan, Kadın’ı Isabelle Huppert’in canlandırdığı 1993 yapımı Malina filmi de bu muhteşem kitabı okuduktan sonra izlendiği takdirde etkileyici ve özel bir filmdir.
Despina Yıldız Çağrı
inannasappho@gmail.com
Yazarımızın öteki yazıları için tıklayınız.
Pauline Marie Rosenau - Post-modernizm ve Toplum Bilimleri
4 Eylül 2024 Yazan: Editör
Kategori: İnceleme Kitapları, Kitabiyat, Sanat
“Toplum biliminin başında post-modernizm hayaleti var bugün: Post-modern yaklaşımlar, bazılarının akla yatkın bazılarının abes olduğu söylenebilecek birçok açıdan, anadamar toplum biliminin temelinnde yatan varsayımları ve son otuz yıldaki araştırmalarının ürünlerini sorguluyorlar. Post-modernizmin meydan okumadığı şey yok gibi. Epistemolojik varsayımları reddediyor, metodolojik uzlaşımları çürütüyor, bilgi iddialarına direniyor, hakikatin her türlü versiyonunu bulanıklaştırıyor ve politika önerilerini bir kenara atıyor.” Rosenau’nun eldeki çalışması, toplum bilimlerindeki “post-modern kaynaklı anarşiyi anlamlandırmamıza” yardımcı olabilir.” (Arka Kapak)
Post-modernizm ve Toplum Bilimleri adlı yapıtın önsözünde yazar, amacını, post-modernizmin temel temalarını iletebilmek ve insanların kafa karıştırıcı olarak bulduğu çoğu konunun anlaşılmasını kolaylaştırmak olarak açıklar.
Kitapta çeşitli bölümlemeler şeklinde, post-modernizmin toplum bilimleri üzerindeki etkileri incelenmektedir. Post-modernizme karşı yapılan karşıt düşüncelerin örneklenmesine gidilmiş, yazarın yorumlamaları ve özgünlüğü de çalışmada kendini var etmiştir.
Kitabın bölümlerine geçmeden önce, post-modernizmin temel kavramları sözlük şeklinde verilerek, okuyucunun yapıtta yer alan kavramsal belirlemeleri anlaması sağlanmıştır.
Bunalım, süreklilik ve çeşitlilik olarak belirlenen birinci bölümde yazar, toplum bilimlerinin temel yapısını ve yakın tarihte yapılan araştırmaları inceler. Modernist düşüncenin temel sistematiğine giriş yapıldıktan sonra, post-modernizmin düşünsel öncüllerinden, Nietzsche, Heidegger’den yola çıkılarak, günümüze kadar oluşan süreç özetlenir.
Olumlayıcı ve Şüpheci pos-modernizm alt başlığında, ayrılan özellikler ve uzlaşım noktaları açımlanır.
Yazarın terk edilmesi, metnin dönüştürülmesi ve okurun yeniden yönlendirilmesi adlı bölümde, yazar, metin ve okur arasında var olduğu kabul edilen ilişkinin post-modern bakış açısı ile nasıl görüldüğü incelenmektedir. Post-modern metnin açık ve nesnel bir içeriğinin olmadığı söylenerek, okurlara metnin anlamını tanımlama ve yaratma konusunda olağanüstü bir güç verildiği söylenmektedir. Çok çeşitli alanlarda (gazetecilik, uluslar arası ilişkiler, hukuk, siyaset bilimi) örnekler verilerek, her metnin post-modern bağlamada incelenebilir olduğu saptanmaya çalışılmıştır. Son olarak, post-modern metin ve okurun toplum bilimleri için yarattığı sonuçlar belirtilir.
Geleneksel toplum bilimcilerin metni, yazarın amacını keşfemek için okudukları söylenerek, metni yeniden yazmayı düşünen bir okuma gerçekleştirmedikleri vurgulanır. Ve toplum bilimcilerin genellikle, dil oyunlarını sınırlayan okurun ulaşabileceği olası farklı yorumlamaları baştan kısıtlayan bir metin ürettikleri söylenir. Post-modern okuma tarzının ise, toplumsal analize yeni bir odak oluşturduğu belirtilerek örnekler sunulur.
Metne ilişkin oluşan post-modern görüşlerin, toplum analizi, yaş, cinsiyet gibi değişkenlerden ve buna bağlı olarak tarihsel materyalizm ile Marksist iktisattan uzaklaşmış oldukları söylenmektedir.
Bu bölümde, genel olarak, metin, okur gibi modern kavramların, post-modernlerce yapılan yeni tanımlamaların, toplum bilimlerine doğrudan uygulanabilir oldukları açımlanmıştır.
Öznenin tahribi başlıklı üçüncü bölümde, insan bilimleri alanındaki post-modernistlerin öznenin ölümünden bahsetmelerine değinilerek, bunun sonucunda öznesiz bir post-modern toplum bilimlerinin fena halde kısıtlanmış olduğu vurgulanır. Şüpheci post-modernistlerin, bütünlüklü ve tutarlı bir özneye direndikleri söylenerek, öznenin özgür bir iradeye sahip olmasını sağlayan varsayımları ve öznenin varoluşunu belirleyen felsefi hümanizmi kabul etmedikleri gösterilir.
Toplum bilimlerinin, öznenin ölümünden çok, post-modern bireyin doğuşu ile ilgilendikleri gösterilerek, sosyoloji, psikoloji, antropoloji, siyaset bilimi ve kadın çalışmalarından örnekler verilir.
Sonuç olarak, öznenin post-modernizmin içerisinde birçok tartışma yarattığı gösterilir. Öznenin ölümü düşüncesinin toplum bilimlerinde, insan bilimleri kadar kabul görmemiş olduğu vurgulanır. Post-modernistlerin modern özneyi reddettikleri ancak öznesiz bir toplum biliminin hayatta kalıp kalmayacağının tartışmalı bir konu olarak kaldığı söylenir.
Dördüncü bölüm, Tarihin Burnunun Sürtülmesi, Zamanın Dönüştürülmesi ve Coğrafyanın (Mekanın) Tahrif Edilmesi başlığını taşır.
Klasik tarihe, çizgisel zamana ve öngörülebilir coğrafya ya da mekana karşı post-modern savların özetlendiği belirtilir. Post-modern bir yaklaşımda, tarihin çok düşük bir statüye sahip olduğu belirtilmektedir. Post-modernistlerin geçmişi bilme konusuna mesafeli yaklaştıkları ortaya konur. Şüpheci bir bakış açısıyla tarihi dün ile yarın arasındaki ‘an’ a yerleştirdikleri gösterilir. Zaman çizgisel bir şekilde değil, çok katmanlı ve hizası bozuk bir yapı olarak ele alınır. Post-modern hiper uzam yaratabilen ve yok edebilen şey olarak açımlanır. Post-modern planlamacılıktan, uluslar arası ilişkilerden, siyasetten, kent politikasından ve coğrafyadan örnekler verilmektedir. Bu bakış açısın da olan post-modernistlerin, toplum bilime bir meydan okumada bulundukları söylenir. Ele aldıkları savların tarihin sonu düşüncesi ile paralellik taşıdıkları üzerinde durulur.
Olumlayıcı post-modernistlerin, zaman, mekan ve tarihin daha baskıcı olarak gördükleri şeyleri dönüştürmek gerektiğine katıldıkları vurgulanır.
Özellikle Foucault’un tarihi post-yapısalcı açıdan ele almasına değinilir. Daha sonra, Jameson ve Derrida’nın düşüncelerine yer verilir. Toplum bilimci olan Giddens’ın post-modernistlerin ortaya koyduğu zaman ve mekan kullanımını yorumlaması ele alınır.
Sonuç olarak, post-modern tarihin zaman ve coğrafya görüşlerinin iç içe geçmiş olduğu belirtilir. Post-modernistlerin aydınlanma düşüncesinden kopmalarının çizgisel zamanının yeniden tanımlanmasıyla olan ilişkisi ortaya çıkar.
Teorinin Teorisi ve Hakikat Terörizmi adlı beşinci bölümde, teori ve hakikat kavramları üzerinde durulur. Post-modern tanımlamalar da teorinin artık masum olmadığı söylenir. Buna bağlı olarak gerçeğin, tarafsızlık ve nesnellik anlamında naif olmaktan çıktığı dile getirilir. Bu bölümde, kadın çalışmaları, sosyoloji, kamu yönetimi, siyaset bilimi ve psikoloji alanlarında, hakikat ve teori hakkındaki post-modern görüşlerin toplum bilimleri için yarattığı sonuçların incelendiği belirtilir.
Şüpheci post-modernistlerin hakikatı reddetmeleri üzerinde durularak Derrida’nın hakikat yoktur, söylemi açımlanır. Daha sonra gerçeklik konusuna radikal bir şekilde yaklaşan, Baudrillard ve Lyotard’ın düşüncelerine yer verilir.
Olumlayıcı düşüncedeki post-modernistlerin ise, hakikatı yeniden tanımladıkları söylenir.
Post-modernistlerin, “büyük” anlatıları, modernliği meşrulaştırmaya çalışan, hakikat, teori ve hegemonya laflarını benimseyen “üst” anlatıları ve bilimsel ve nesnel olma iddiasındaki anlatıları reddettiği üzerinde durulur.
Sonuç olarak, post-modernizmin hakikat ve teoriyi sorgulaması, modern toplum bilimine yönelttiği meydan okumanın boyutlarından sadece birini oluşturduğu söylenir.
Temsilin Reddi başlıklı altıncı bölümde, post-modern temsil anlayışı incelenmektedir. Post-modernistlerin modern temsili reddettikleri belirtilir. Şüpheci post-modernistlerin, temsilin, metodolojik ve tözsel olarak bir sahtekârlık olduğunu düşündükleri örneklenir. Lyotard’ın, en önemli şeyler asla temsil edilemeyeceği düşüncesi açımlanır. Olumlayıcıların da modern temsili kabul etmedikler, ancak epistemolojik temsil imkanını alıkoydukları çünkü onsuz bir şey yapılamayacağını saptamaları gösterilir. Bu bölümde, antropoloji, siyaset bilimi ve sosyolojide, temsilin bunalımına verilen yanıtların gözden geçirildiği söylenmektedir.
Öncelikle, Nietzsche’nin demokratik temsile karşı çıkma noktaları ele alınarak, daha sonra, Heidegger, Wittgenstein, Barthes, Foucault’un post-modern düşünce bağlamında temsilin reddedilmesi çözümlenir.
Temsil ve kamusal alanın çöküşü konusunda, Habermas’ın formüle ettiği biçim incelenir. Burada, bütün yurttaşların kamusal alana katılmaları ve temsil edilmelerinin şart olmadığı söylenir. Şart olanın kamuyu ilgilendiren konularda, ilgilenen herkesin genel bir konuşmaya katılabilmesi, bir konu hakkında mümkün olduğunca çok görüşün halkın önüne çıkarılabilmesi ve akıl yürütme kurallarının bilinçli olarak uygulanması olduğu belirtilir.
Habermas’a göre, yasama kurumları, propagandaların sunulması için platform yaratan tiyatrolara dönüşmüştür.
Bazı olumlayıcı post-modernistlere yakın olan Neo-Marksistlerin, öznelerarası iletişimin hala mümkün olduğu özerk kamusal alanlar yaratılması çağrısında bulundukları söylenir.
Yedinci bölümde, Epistemoloji ve Metodoloji: Post-modern Alternatifler başlığı altında, bu kavramlara ilişkin post-modern görüşler ele alınmakta ve post-modern yapıbozum ve sezgisel yorum yöntemleri betimlenmektedir. Bu bölümde hem şüphecilerin hem de olumlayıcıların, modern toplum biliminin, nesnellik, nedensellik, materyalist bir gerçeklik ve evrensel araştırma kurallarından yana olan versiyonlarına meydan okudukları belirtilir.
Bu bölümde, yapıbozumcu yöntemin temel ilke ve stratejileri ele alınarak, post-modernistlerin buna karşı getirdikleri eleştirilerine (Lyotard) yer verilir.
Sonuç olarak, modern toplum bilimin sunduğu analizin sınırlı kapsamda olduğu, getirdiği kanıtlar ve araştırma sonuçlarını değerlendirmek için getirdiği ölçütlerin çok dar olduğu söylenir. Basitleştirilmeyi gerektirir.
Buna karşın post-modernistlerin, başkalarını, kendi görüşlerinin en iyi, en doğru, görüş olduğu konusuna pek değinmedikleri ortaya serilir. Post-modernist toplum biliminin sorunu, istediğiniz her şeyi söyleyebilmeniz ve bunu yapma özgürlüğünün herkesinde yapabilmesidir.
Post-modern Siyasi Yönelimler ve Toplum Bilimi başlığı içerisinde, şüpheci ve olumlayıcı post-modernistlerin siyasi yönelimleri ve toplum bilimlerinin beklentileri açısından oluşan sonuçları tartışılır.
Şüphecilerin genel olarak toplumun değiştirilmesi konusunda kötümser oldukları vurgulanır. Siyasete katılmamanın post-modern çağda en devrimci tutum olarak niteleyen bazı isimler de örnek olarak sunulur.
Olumlayıcı post-modernistlerin ise, siyasi açıdan daha iyimser oldukları söylenir. Yeni oluşumları ve toplumsal hareketleri destekledikleri belirtilir. Ancak bazılarının sınırlı bir alanda olan ekoloji ve barış konularını destekledikleri ifade edilir.
Yapılan belirlemelerden sonra sonuç olarak, post-modernizmin her türlü siyasi yönelime uyabilecek kadar soyut ve bulanık bir şey olduğunun ortaya çıktığı saptamasında bulunulur.
Genel bir değerlendirmenin öğeleri başlığı altında önceki bölümlerde ele alınan konulara değinilerek okuyucuya yönelik bir değerlendirme yapılır.
Olumlayıcı post-modernistlerin düşünsel tutarlılık ve bağıntılılık arasında zor bir seçim yapmak durumunda oldukları belirtiliyor. Buna bağlı olarak, toplum bilimlerine yönelik post-modern yaklaşımın geleceği değerlendirilmektedir.
Post-modernizm ve toplum bilimleri adlı bu yapıt, post-modernizm alanında ortaya atılan düşüncelerin, sosyoloji, psikoloji, kamusal yaşam, siyaset, uluslararası ilişkiler, hukuk gibi alanlar ile olan ilişkisinin ayrıntılarını göstermesi bakımından önemli bir kaynak çalışma olarak nitelendirilmektedir.
Post-modernizm ve Toplum Bilimleri / Pauline Marie Rosenau / Çev: Tuncay Birkan / Bilim Sanat Yayınları / 2024 / 311 sayfa
SDÜ Güzel Sanatlar Enstitüsü Sahne Sanatları Ana Sanat Dalı Yüksek Lisans Öğrencisi
Eksik Olanın Arayışında Psikoanalizm
16 Şubat 2024 Yazan: Editör
Kategori: İnceleme Kitapları, Kitabiyat, Sanat
“Aşk, cinsellik ve hayat hakkında bilmek istemediğimiz şeyler” alt başlığıyla sunulan Bülent Somay’ın “Bir Şeyler Eksik” adlı kitabını ilk gördüğümde aklıma Woody Allen’in “Seks hakkında bilmek istediğiniz ama sormaya korktuğunuz herşey” filmi gelmişti. Gördüm ki Bülent hoca da aynı şeyi hatırlamış olacak ki, kitapta bolca Woody Allen’in filmlerinden sahneler ve durumlar kullanılmış.
Kitabın yazılma şekli, Wittgenstein’ın uydurduğu maddeler halinde tümcelerin oluşturduğu bağlar ve ispatlar silsilesi, ancak Bülent hoca tutarlı bir tümceler silsilesi kurmak yerine, paragraflar toplamı oluşturmuş. Bu sayede kitap daha okunur kılınmış. Bolca günlük hayattan durumlar barındıran ve bu örnekler herkese aynı olsun diye, çok izlenen, bilinen filmlerden örnekler sunan kitap, hepimizin hayatının “çok göstermek istemesek de” odak noktasını oluşturan konulara değinmiş, psikoanalitik çerçevede açıklamış ve olabildiğince “öğüt vermiş” gibi değil de “üçüncü yollar” olarak farklı bakış açıları önerilmiş.
Kitabın genel çerçevisini oluşturan “eksiklik” (ben olsam noksanlık derdim) hissinin teorik alt yapısı, “muzlar” filminden sahnelerle okuyucuya sunarak başlıyor, sonrasında da tek tek bu eksikliği doldurma çabaları soruşturuluyor. Bu çabalara herkesçe bilinen “beyaz atlı şovalye”, “cinsellik”, “arzu / tutku” kavramları üzerinden tartışma açılıyor ve yine bu eksiklikle bağdaşık “kıskançlık” durumlarına değiniliyor. En sonda ise “hakikatı arayış”, “gerçeklik” üzerine birkaç açılımla kitap bitiveriyor.
Kitabı okurken birçok yerin altını çiziyor insan. Mantıklı görünse de birçok konu “psikoanalistin görüş açısı” ile sınırlanmış gibi. Ama durun..! Eleştirilerden önce şunu demek gerekiyor, kitabın kendisi “eksik”!. Bence, ve kanımca yazara göre de öyle, çok mühim bu konular üzerine değinilip bırakılmış. Cümleler biraz değil fazlasıyla korkak. Her tarafa yaranır, lakin her bir tarafı da eksik bırakır gibi.. Tüm kitap boyunca motto halinde söyleneduran “tatmin olmak imkansızdır” tümcesini ispatlar gibi, kitap da sizi tatmin edemeden, yarım bırakarak bitiveriyor. Sonrasında da Bülent hoca sırtını dönerek “benden bu kadar” deyip kendi hülyalarına dalıyor. Siz de kendi tatminsizliğinizle kendi hülyalarınıza…
Bülent Somay’a göre “eksiklik hissi” anneyle bir olma durumundan, anneden ayrılma durumuna geçişte yatıyor. Sonrasında “baba”, “kardeş”, “dayı”, vs. gibi üçüncü kişilerce “anne ile kurulan ikili” ilişkinin kırılmasıyla güçleniyor. Bahsedilen ayrılık esasen, anneden gayrı bir “ben” oluşturabilmemizin temel kaynağı. Bu anlamda iyi bir şey. Zira bu olmasa “Psycho” filmindeki gibi psikomatik bir ruh haline geçmemiz çok olası. Ancak diğer yandan bizde “aslında halihazırda sahip olmamış olduğumuz” bir şeylerin eksikliğini bırakıyor. Bu eksiklik “anne ile bir olma durumu”, ile “anne ile kurulan dil öncesi ilişki / bütünlük” şeklinde ifade edilebilir.
Yukarıda anlatılan “anlatıyı” bir kez kurguladığınız an kıskançlık, aşk, cinsellik vs. gibi birçok konuyu, böylece yorumlayabilirsiniz(hatta amerika-ırak savaşı, şiddet, özgüven eksikliği, pısırıklık, barış vs. gibi diğer tüm konuları da). Bülent Hoca da aynısını yapmış. Ama anne-çocuk birlikteliği, bunların ayrılışı, sonrasında ikiliğin baba tarafından bozulması gibi anlamlandırmalar tamamen bizim görüş şeklimizle ilgili ve sadece bir kurgudan ibaret. Tüm bu her şeyi açıklayabilme durumu, bize bunun totolojik bir kurgu olduğu sinyalini veriyor zaten. Bir nevi “a=a” denklemine hapsediliyorsunuz. Ve bu a’dan kaçmanız imkansız çünkü o “a” sizsiniz.
Zaten kıskançlık bir sorunsa eğer bu sorunun kaynağı sizsiniz(sayfa 49: o zaman kıskançlık tek kişilik bir faciadır diyebilir miyiz?). Bu tek’e indirme saplantısı, tüm kitap boyunca sürmüş. Ve yazar fark etmeden “ötekine değer vermeye çalışırken dahi”, ötekini öldürmüş. Her şeyi “ben”de bulmanın zorunlu bir sonucu olarak, kıskançlık, aşk, “o”nu arama, hakikat tek kişilik bir yörüngeye indirgenmiş, ve yörüngeyi sağlayan / koşullayan öteki, zul ile intihar ettirilmiş / ya da kasti olarak öldürülmüş. Tam da bu noktada “hoşgeldin Descartes! Bye bye Marx / Heiddegger / Nietzsche / Derrida…” diyesi geliyor insanın!? (belki de Foucault’un bir etkisi de olabilir bu..)
Arzu üzerine toplumda var olan tutumlara da aynı gözlükle bakılmış. Gösterip ama vermemek, tehlikeli şeyin arzu edilmesi vs… Halbuki çok daha olgusal bir biçimde bakılabilirdi bu duruma. Benim düşüncem şu ki, “felsefe” gösteren ile gösterilen üzerine kurulu bir dil içerisinde olduğundan olsa gerek, sadece görseller ve sesler(sesler de sadece kelimeler nedeniyle hesaba katılmış) üzerine sonuçlar çıkarılmış, diğer üç duyu organı dışarıda bırakılmış. Örneğin arzu anlaşılır bir şey iken, arzu edilenden kaçınmak çelişkili gibi durur bu durumda. Tehlikeli şeyin arzulanması da böylesi bir çelişkiyi barındırır. Bu nedenle felsefe bu çelişkileri açıklayabilmek için görseller üzerine kurulu bir tümceler bütünlüğü yaratır(fallus meselesi gibi), ve her şeyi bu bütünlük ile açıklamaya girişir. Son yüzyılın en büyük dahilerinden biri olan Ludwig Wittgenstein da bu hataya düşmüştü. Ama sonrasında ‘hatasını fark etmiş olmasına rağmen’, işin içinden çıkamamıştı. Halbuki diğer duyu organlarında gelen algılar işin içine karıştığında, toplumdaki bu çelişkiler çok daha anlaşılır oluyor. Öncelikle şunu bilmeliyiz, duyu organlarımız farklı biçimlerde işlerler ve eşikleri farklıdır. Gözün eşik aralığı ile tenin eşik aralığı birbirini tutmaz. Göz için en düşük enerji seviyesi kırmızı iken, ten için bu en yüksek enerji seviyesidir. Sinemanın varolabilmesinin sebebinin gözümüzdeki kusur olduğunu hepiniz bilirsiniz. Bu kusur kareleri tek tek görmek yerine, beynin her bir kareyi mikro saniyeler süresince hafızaya alması böylece bir süreklilik oluşturmasıdır. Bu mikro saniyelerin ne kadar olacağı da gelen ışıkların enerji seviyelerine tabidir. Kırmızı, gözdeki “karanlık bölgeye” beyazdan daha düşük bir enerji seviyesi ile düşen ışıktır. Bu nedenle kırmızı karanlık bölgede, beyazdan daha kısa sürede durur. Göz bu görüntüyü yakalayabilmek için, kırmızı enerji seviyesinde ışık gönderen nesneyi takip etmek zorunda kalır. Bu nedenle sokağı izlerken kırmızı paltolu kadına takılır gözlerimiz. Beyazdan ise uzaklaşır. Çünkü onu halihazırda beyne gönderebilmiştir. Mavi ise tam ortadadır. Denize bakıp dalmamız(ama takip etmemiz değil, orada kalmamız), mavinin enerji düzeyinin gözün eşiğindeki yeridir. Dokunmada da belirli bir “sıcaklık aralığı” vardır. Bazı şeyler elimizi yakar, bazıları acıtır(soğukluğu nedeniyle), bazılarının ısısı ise tam yerinde olur. İlginçlik şurda başlar ki, elimizi yakan şeylerin saçtıkları ışığın enerji seviyesi elimiz için en yüksek değerdeyken, gözümüz için en düşük değerdedir, yani kırmızıdır. Gözümüzün takip ettiği şeyden, elimiz kaçınır. Gözümüzün “güçlü /enerjik” dediği beyaz, elimize güçsüzlük olarak yansır. Bir duyu organı beyne “takip et” komutu verirken(arzu et), diğer duyu organı “uzaklaş”(korun) komutunu iletir.
İşte çelişkinin başladığı yer burasıdır. Üzerine tat ve koku verileri de eklenir. Kırmızı olanı göz takip eder, ten kaçınır, koku(çoğunlukla) ister, tat ise kimi zaman tükürtür, kimi zaman yutturur. “Arzu” kelimesi gözün durumundan ortaya çıkar, ancak bu kelimenin contexti dokunma, tat ve koku durumlarına oturtulur. Duygu dediğimiz şeyi içgüdüden ayıran, duyu organlarımızın gönderdiği bu çapraşık verilerdir. Bu çapraşıklığın kompleksliğinin üzerine de rasyonellik tahta oturur. Evrim dediğimiz şey de biz zavallı “insanı” ortaya çıkarır. Ah.. pardon.. çok daha basit bir açıklaması vardı değil mi? “anneden kopartıldık ve hala onla olan birliğimizi arzuluyoruz”.
Kitabın ilk bölümünde aranan “beyaz atlı prens” fallus meselesi ile açıklanmışken, tasavvuf ehillerinin durumuna bu yakıştırma yapılmamış nedense. Halbuki durum aynıdır. Tasavvuf ehli, veya nirvanaya ermiş budistin söyedikleri “dil öncesi anne ve çocuk ikilisi”ndeki hale benzer. Hakikat orada bir yerdedir ve onun eksikliğini hep duyumsarız. Ona vardığımızda o durumu anlatamayız çünkü o bildiğimiz dilin dışındadır. Bu söylence, Bülent hocanın aşka getirdiği çözümleme ile de sorgulanabilir. Ama dediğim gibi, hocamız bu mevzuya dokunmamış.
Hasılı, kitap sizi eksik bıraktığı için olabildiğince düşünmeye itiyor. Bir nevi “mastürbasyon” yaparak kendinizi tatmin etmeye çalışıyorsunuz. Diğer yandan, Bülent hoca okuyucuya da alan bırakarak kitabı benzerlerinden farklılaştırmış oluyor. Normalde hep hissettiğimiz ama üzerinde düşünmediğimiz konuları tartışmaya açıyor. Sonuçta ortaya okunması gereken bir kitap çıkmış oluyor.
Yazan: Emin Saydut
eminsaydut@sanatlog.com