Alfred Hitchcock Klasikleri (4) - Strangers on a Train (1951)
Eğer Hitchcock filmografisini ikiye ayırabilseydik hiç şüphesiz bunu 1950’den önceki Hitchcock filmleri ve 1950’den sonraki Hitchcock filmleri şeklinde ayırabilirdik.
Dikkatle incelendiği zaman 1950′den önceki yapımların baskın özellikleri arasında “şüphe”yi romans özelliklerle donatması, ahlaki ikilem içerisinde bocalayan karakterlere sahip olması, gerilim unsurunu daha çok arka fon olarak kullanmasını sayabiliriz. Ne var ki 1950′den sonraki Hitchcock yapımlarının karakteristik özellikleri arasında “gerilim” unsurunu ön plana alması, şüpheyi geri plana itmesi, ahlaki ikilemler arasında gidip gelen karakterler yerine gizli ve freudyen imgeler arasında sıkışmış karakterlere yer vermesini sayabiliriz.
Strangers on a Train (Trendeki Yabancılar, 1951) filmi, ciddi anlamda üstadın en sevdiğim filmlerinin başında gelir. Çünkü daha önce çekmiş olduğu -1950 ve öncesi- filmleri kendi potasında eritir, aynı zamanda sonradan gelecek olan -1950 ve sonrası- filmleri hakkında ipuçları verir; hatta genel anlamda baktığımız zaman sonradan gelecek filmlerin formülünü seyirciye sunar.
Strangers on a Train, Patricia Hingsmith’in aynı isimli romanından uyarlanmış. Romanın ismi bile yönetmenin ilgisini çekmeye yeterli sanırım. Trenler, Hitchcock filmlerinde en çok kullanılan ulaşım araçlarından biridir. Özellikle yönetmenin seyahatlerinde treni tercih etmesi ve bunu cinsel bir çağrışım olarak filmlerine yansıtması sanırım bunun için yeterli bir neden olacaktır. The Lady Vanishes (Kaybolan Kadın, 1938), filminin büyük bir kısmı trende geçmektedir. North By Northwest (Gizli Teşkilat, 1959) filminde Cary Grant’in kaçarak saklandığı yer yine bir trendir. Shadow Of A Doubt (Şüphenin Gölgesi, 1943) filminin son sahnesi tren kazasıyla sona erer. Stranger on a Train (Trendeki Yabancılar, 1951) yine aynı şekilde trende karşılaşan iki karakterin hikayesi üzerinedir. Cameo olarak yönetmeni yine bu ulaşım aracının içerisinde ya da binmeye çalışırken görmek mümkün. Tren’in ayrıca sinema sanatı üzerindeki etkisini unutmamak lazım. Lumiere Kardeşlerin elde ettikleri ilk görüntüler fabrika işçilerinin tren bekleme görüntüleriydi. Trenin istasyona girmesi esnasında salondaki seyirciler de bu gerçeklikten korkarak salondan kaçmışlardır.
Trendeki Yabancılar, iki adamın trende tanışmasıyla başlar. Bu iki adamdan Guy Hainess (Farley Granger) bir tenisçidir, diğer adam ise zengin ve varlıklı bir ailenin oğlu olan Bruno Anthony (Robert Walker)’dir. Bruno kendini, ismi ve soy ismi üzerinde yer alan kravatını göstererek tanıtır. İşin garip tarafı bu kravatın annesi tarafından verildiğini söylemesidir. Bu konuda dolaylı bir şekilde Freud’un Oedipus Kompleksi’ne bir gönderme yer almaktadır. Oedipus kompleksi aslında en basit Hitchcock filminde bile kendini gösteren, adeta film ile etin kemik üzerine kaynaşması gibi kaynaşan bir kavram. Psycho (Sapık, 1960) filmi bunun en iyi örneğidir. Bu kavramın kullanıldığı diğer filmlerden bazıları; North By Northwest, The Birds, Shadow Of A Doubt filmleridir. Daha önce bahsettiğimiz üzere Hitchcock sinemasında teşhirci bir cinsellikten bahsetmek mümkün değildir. Bu nedenle cinsellik, cinsel çağrışımlar imgeler üzerinden dolaylı olarak verilmektedir. Filmde aynı zamanda eşcinsel imgelere de rastlamak mümkündür. Karakterlerin birbirleriyle tanışmasına vesile olan şey ayakkabılarının uçlarının birbiriyle temas etmesidir.
Ayakkabılar acaba bir penis görevi görmüş olabilir mi? Acaba karakterlerin taksiden indikleri anda, kameranın, ayakları yakın çekime alması ve ayakların birbirine yanlışlıkla değmesi, karakterlerin tanışmalarına vesile olması cinsel bir çağrışım olabilir mi? Bu olayın trende yaşanması aynı zamanda cinsel bir çağrışım olmasın? Neden olmasın.
Birbiriyle sohbet etmeye başlayan iki karakterden Bruno kendi yaşamından bahsetmeye başlar; üç üniversiteden atıldığını ve başarılı olamadığını, babası tarafından bu yüzden nefret edildiğini anlatır. Evet Hitchcock ipucunu vermiştir. Baba figürü hiç şüphesiz komplekslerde, ikinci plana atılmış olmasına rağmen gizil bir figürdür. Bu nedenle baba tarafından gösterilen sevgi de gizil bir sevgidir.
Anne sevgisi ile baba sevgisi birbirinden tamamen farklıdır. Anne sevgisi hiçbir şekilde sonradan elde edilemez ve asla yok olmaz, sadece “var”dır. Ancak baba sevgisi tam tersine bir sevgidir. Çıkar ilişkisine dayalıdır; eğer çocuk babanın dediği şeyleri yaparsa bu sevgi var olur. Ancak babanın istediği şeyler yapılmaz ise bu sevgi yok olduğu gibi çocuk üzerinde nefrete dönüşür. Günümüz dini inançlarını dikkatle incelersek karşımıza bu hiyerarşi çıkar.
Ataerkil toplumlarda var olan inançlar yine aynı sirkülasyonu takip ederek devam eder. Tek tanrılı dinlerin hepsinde Tanrı bir baba figürü olarak tasvir edilir. Ve “O”nun istedikleri yapılırsa ödül verilir; ancak istedikleri yapılmadığı takdirde ceza bizleri beklemektedir. Özellikle bu konuda erkek çocukların annelerine olan düşkünlüklerini açıklamaya yetecek ölçüde kanıt vardır. Aynı şekilde Freud’un ileri sürmüş olduğu Oedipus kompleksi cinsel açıdan sadece ensestliği öngörmez, aynı zamanda babanın ölümünü ya da ölmesi gerektiğini öngörür (Oedipus’un hikayesine dikkat edelim). Bu nedenle çoğu erkek babasının ölümünü ister, bu şekilde sevginin, anne sevgisinin tamamına sahip olacaktır.
Bruno karakteri tam anlamıyla bu tanımın içinde var olan bir karakterdir. Babasının istediği şeyleri yapmadığı için babası tarafından nefret edilen ve istediklerini elde edemediği için (Anne Sevgisi) babasından nefret eden bir karakterdir. Bunu zaten filmde dillendirmekten de çekinmemektedir. Hatta yukarda bahsettiğimiz üzere “Onu öldürmek istiyorum!” cümlesi dişlerinin arasından dökülür.
Guy Haines karakteri ise yeni bir evlilik arifesindedir. Eski karısı bu evliliğe daha önce tenisçiyi aldatmış olmasına rağmen izin vermez. Evet bu konuda “erkekliği” zedelenmiş ve incinmiş tenisçimizin Bruno’dan bir farkı yoktur. Bruno, Heinas’a karşılıklı olarak nefret ettikleri insanları öldürmeyi teklif eder. Bruno’ya göre “iki insanın ölmesinin bir önemi yoktur.” Evet, izleyenler hatırlayacaktır, yönetmenin Rope (Ölüm Kararı, 1948) filmi yine bu minvalde seyretmekteydi. Ölüm Kararı’ndaki iki eşcinsel karakter öldürdükleri arkadaşları için bunun pek de mühim bir olay olmadığını ve bunun önemsiz bir ölüm olduğundan bahsediyorlardı. Bu filmin milat olması açısından ne kadar önemli olduğunu bir kanıtı diyebiliriz yeniden.
Guy, Bruno’nun “çapraz cinayet” teklifini reddeder. Bruno ise bu işin peşini bırakmaz. Guy eski eşinin yanına gider ancak eşi Miriam (Kasey Rogers) onun bu boşanma talebini yeniden reddeder ve eşini aldattığı adamdan bebek beklediğini ve bu bebeği ne olursa olsun doğuracağını söyler. Sonrasında gelen sahnelerde Miriam’ın lunapark’a iki erkekle birlikte çıktığını görürüz. Miriam’ı takip eden Bruno onları takip ederek eşlik eder. Lunapark’taki bir sahnede aşk tüneline geçer karakterlerimiz. Yönetmenin ışık-gölge oyunu sayesinde Miriam’ın hareketlerinden ve attığı çığlıktan cinsel bir anlam çıkarmak mümkün. Daha önce To Catch A Thief (Kelepçeli Aşık, 1954) filminde “çığlık”ın ne kadar önemli bir rol üstlendiğini anlatmıştık. Bu filmde Miriam’ın çığlığı seyirciye bir orgazmdan çok tehlikede olduğu sinyalini verse de, ardından gelen kahkaha ile seyirci rahatlar ve Hitchcock’un muzipliğinin tadını çıkarır. Ancak Miriam çok geçmeden Bruno tarafından soğukkanlı bir şekilde öldürülür. Ve az önceki çığlık belki de bunun bir habercisi niteliğindeydi. Şimdi sıra Guy’a geçmiştir. Bruno’nun babasını öldürmesi gerekmektedir. Ancak Miriam’ın öldürülmesiyle bir numaralı şüpheli durumuna düşen Guy bundan kurtulma çabasına düşer. Ve bir anda sıradan insanların başına gelen sıradan olmayan şeylerin odağına, hikayenin merkezine geçer. Böylece seyirci hangi tarafta olduğunu, hangi karakterle özdeşim kuracağını da bilir. Yönetmene ise koltuğunda oturup bu sömürünün tadını çıkarmak kalır.
Bruno karakteri sürekli Guy’ın peşinde ona babasını öldürmesi için şantaj yapar. Bu konudaki planlarını ise mektupla iletir. Ancak her şey istendiği gibi gitmeyecektir. Bruno, Guy’ın evleneceği Anna’nın kız kardeşini gördüğü zaman kısa süreli bir şok geçirir. Çünkü Anna’nın kız kardeşi Miriam’a oldukça benzemektedir. Vertigo (Yükseklik Korkusu, 1958)’daki Kim Novak’ın canlandırdığı çifte karakteri anımsamak bize bu konuda yardımcı olacaktır.
Gerilimin yavaş yavaş tırmandığı filmde Guy üstüne düşen görevi yapamayacak ve Bruno ona şantaj yapmaya devam edecektir. Bu konuda devreye girecek olan Macguffin (Filmde önemli olan anahtar nesne) Guy’ın çakmağıdır. Trende ilk karşılaştıkları anda Guy çakmağını trende unutur. Ancak Bruno çakmağı alır ve cinayet mahalline bu çakmağı koyarak Guy’ı katil konumuna sokmaya çalışır. Özellikle son sahnelerdeki paralel kurgu takdire şayandır. Çakmağı elinden düşürüp mazgalların arasına sıkışmasına neden olan Bruno’nun çakmağa yeniden uzanmaya çalışan elini yavaş, Guy’ın tenis maçını hızlı bir kurguyla veren yönetmen, adeta gerilim böyle yaratılır dercesine ders veriyor. Sonrasında olay mahalline dönen Bruno akşam olması için beklerken, diğer yandan Guy, tren ile hızla lunaparka gelmektedir… Düğümün çözümlendiği final sahnesinde lunaparktaki atlı karıncanın yerinden çıkması, aynı şekilde olayların da çığırından çıktığını işaret etmektedir.
“Tarafsızlık taraf tutmaktır.”
Kaynakça: Erich Fromm - Sevme Sanatı
Yazan: Kusagami