Savaş Filmi mi, Savaş Propagandası mı?
18 Ekim 2024 Yazan: Editör
Kategori: Manşet, Sanat, Sinema, Türk Sineması, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Giriş
Yakın tarihteki münferit birkaç olayı yeniden-canlandırmanın tipik militer filmi olarak Nefes: Vatan Sağolsun (2009), Full Metal Jacket’tan (1987) bir sekansı (1) handiyse birebir alıntılayarak sözüm ona askerlik olgusuna salt askerlik olgusu olarak, dokümanterin anlatım stilinden yararlanarak da nesnel bir biçimde bakmak niyetinde gibi görünüyor. Elbette bu, tanrıbilici hüviyetindeki kameranın evrensel bir kayıt tutucu olarak işlevsel bir misyon yüklenmesi demektir. Çünkü Kubrick’in Full Metal Jacket’ı savaşı tüm çıplaklığıyla göstermeyi düstur edinmişti. Bu bakımdan iki farklı tematik düzlemden hareket etmiş, eni sonu birbirine içkin iki konuyu tek bir çizgide somutlaştırmıştı. Bu çizgi savaşın insanı insanlıktan çıkardığı düşüncesiyle paralel bir çizgide buluşur. Nitekim anlatının ilk bölümünde deniz piyadelerinin pedagojik formasyonuna odaklanılırken; ikinci bölümde doğrudan Vietnam’a, savaşa vizör tutulur. Amerikan deniz piyadeleri artık birer ölüm-makinesine dönüşmüşlerdir ve çekik gözlülerin kafalarını uçurmaya hazırdırlar!…
Nefes: Vatan Sağolsun, Full Metal Jacket bağlaşıklığını çabucak unutup rahatça egemen-söylemin içine saplanıyor. Temelde iktidarlarca sürekli vurgulanan hamasî edebiyatın karanlık kuyusuna yuvarlanarak yanılsamalı görevini ifa etmiş oluyor. Hâlbuki savaşa olgu olarak bakacaksanız eğer, temsil ettiğiniz kişiliklerin psikolojisine dolaysız olarak ışık tutmak zorundasınız. Hiç savaş sahnesi göstermeden bunu başarabilen filmlerle dolu sinema tarihi. Yanı sıra; mevcut sistemin kalıpsal formlarının da dışına taşarak savaşın insanlık dışı yanını vurgulamak zorundasınız. Savaşı yüceltemezsiniz. Sanat mı yapacaksınız, savaş sanatını mı öveceksiniz, bir karar vermeniz gerekir. Filmler hayatı değiştiremez belki, doğru. Fakat Guantanamo Yolu (2006, Winterbottom) gibi hümanist-evrensel yapıtların malum esir kampının kapatılmasında rolü olmadığı iddia edilebilir mi? Sanat öyle veya böyle güçlüdür. Eğer onu iktidar aygıtının kuklası haline getirirseniz nefes alamaz! Evet, Nefes: Vatan Sağolsun, henüz isminden başlayarak egemen-söylemin kucağına düşüyor. Burada egemen-söylemden kasıt, kuşkusuz hükümetler ve medya ile basın organlarıdır. Bu da sistemin ideolojik görüngüleri hakkında yeterince ipucu veriyor zaten.
Propaganda Sinemasının Elementleri
“Bir gösterimin gösterimi fazla ağdalı görünürse, sağ ideolojinin çok tutarlı olmayan olasılıklarla dolu bir söylemi sunduğunu unutmayın. Bu söylem çok büyük askerî ve toplumsal bedel ödemeden harekete geçirilemez niteliktedir.”
(Yalnızlık Sineması) (2)
Eisenstein’ın 1925’te çektiği Potemkin Zırhlısı en ilkel kapitalisti bile etkileyebilecek güce sahip filmlerdendir ve montaj sanatının nihaî zaferini Yurttaş Kane (1941, Welles) sahneye mührünü vurana değin ilan etmiştir. Eisenstein, Potemkin’de, Bolşevik iktidarın sermayesini kullanarak tüm zamanlar için harika bir görsel şölen yaratmıştı. Özünde Sovyet Marxizminin propaganda aracı olan film bütün ideolojik söylemi ve kodlarına rağmen sinema sanatı adına bir kilometre taşı, devrimsel bir olay olmayı başarabilmişti.
Geleneksel sorunlardan biri sinema sanatının nasıl ele alındığıyla ilgilidir. Nefes: Vatan Sağolsun filmi üzerinden mevcut durumu okuyabiliriz. Hemen söyleyelim: İnsanları tek ortak noktada sorunsuzca birleştiren yegâne sanat disiplini olarak çoğun müzik sanatı gösterilegelmiştir. Ama sinema, Lumierre Kardeşler’in icat ettiği bu sihirli oyuncak, tarih sahnesine çıkalı beri müziğin kuvvetli ortaklaşmacılık ruhuna son vermiştir. Bugün herhangi bir film, farklı ideolojik ve değişik ekonomik-sosyal sınıflardan özneleri aynı çatı altında toplayabilmektedir. Aynı sahneye zıt kutuplardan insanlar aynı anda gülebilmekte, hatta ağlayabilmektedir.
Levent Semerci’nin debü filmi Nefes: Vatan Sağolsun da tipik göstergeleri açısından mezkûr söyleme denk düşüyor.
İlk olarak;
Psikopat izlenimi veren Yüzbaşı tipolojisi, birçok Hollywood savaş filminde rastlayabileceğiniz karakteristik ve klişe bir profil çiziyor. Emri altındakilere verdiği nutuk, salt nöbet esnasında uyuyup uyumamak arasında kilitleniyor. Sahi, savaşlar böyle mi kazanılıyor? Yani ordu neferleri nöbette uyumaz iseler, her şey rayına girecek ve saygıdeğer medya da kendilerinden birkaç saniye bahsetmeyecek?! Bu da medya eleştirisi mi? Yıllar yılı süren iç savaşın sebebi ne, hiç kimse aklına bile getirmiyor.
Ekonomik-sosyal-tarihsel-sınıfsal-ideolojik-psikolojik hiçbir görüngü mevcut değil filmin önünde. Demiştik ya, “savaş salt bir olgu olarak” ele alınmaya çalışılıyor. Peki, savaşı yaratan nedenler her zaman ekonomik-sosyal-siyasal-ideolojik-psikolojik nedenler olmamış mıdır? 1984’ten beri kanlı çatışmalar var bu ülkede; halen de devam ediyor. Mehmetçik nöbet görevi esnasında uyudu diye mi savaş bunca yıldır sürüyor, ha Yüzbaşı? Ne kadar saf ve düzen yanlısı bir propaganda filmi olduğunu görüyorsunuz. Soruna dar bir mevziden, at gözlüğüyle bakmak bu olsa gerektir.
İkinci olarak;
Deniliyor ki bu film gerçek olaylardan esinlenerek çekilmiştir. Bu garip ülkede kurmaca (fiction) bir roman yazılır, Mevlâna ile Şems’in aşkı gündeme gelir, eşcinsel edebiyatı yapılır. Nobel alırsınız, Ermeni yanlısı olursunuz. Gerçek olayları mı anlatıyorsunuz, gerçeklerden mi esinlendiniz, aman ha, dikkat edin, elinizde patlayabilir! Bu bir yana, daha önemli bir sorunsal var. Şu: Sanat ile yaşamı ortak paydada buluşturmak neden? Sanat ve yaşam birebir aynı düzlemde buluşabilir mi? Sanat yapıtları öznesine göre anlam üretmezler mi? Sanat eseri sürekli bir oluşum içinde değil midir? Bunların halen tartışıldığını Roland Barthes duysaydı, kemikleri sızlardı. Madem gerçeklere ihtiyacınız var, Nadire Mater’in Memed’in Kitabı’nı salık veriyorum. Filmden daha gerçek! Aslında filmin arkasındaki kurmayların niyeti açık: Eğer gerçeklerden bahsettiğinizi dile getirir ve filminizi bu minval üzre reklamize ederseniz, kimse size yanaşmaz, dil uzatamaz. Üstelik gerçekleri dile getirdiniz diye herkes sizi alkışlar, övgüler düzer, ödüller verir. Baudrillard’ın simülasyon teorisine selam.
Üçüncü olarak;
Şehit olup olmayacaklarını tartışan neferler, karton-figürler olarak belki de en tehlikeli zemini iştigal ediyorlar. Arabesk söylem içre sıkıştırılmaları da biraz bundan. Öyle ya, askere giden bu bilinçsiz çocuklar, arabesk dinleyen, toplumsal konularda kesin ve anlamlı fikirlere sahip olmayan cahil gençlerdir. Ölürler ve vatan sağolur işte! Eğer savaşta ölen askerleri şehit yaftasıyla uğurlayacak, konuyu da hemen kapatacaksak; bırakalım yazı yazmayı, film çekmeyi.
Ağır çekimde Yüzbaşı’nın evini ve dul kalan karısını gözlemleyen kamera, trajediyi dramatize etmek dışında bir varlık gösteremiyor. Olan-bitene -seyirciye rağmen- duygu sömürüsü yaparak yaklaşırsak, sanatla göbek bağlarımızı kesmemiz gerekecektir. PKK ve Terör, Kürtler ve azınlık sorunları; ulusal güvenlik ve güvenlik politikaları konularına sıra bile gelmiyor bununla birlikte. Mevcut bütün tarihsel-sosyolojik sorunların orijini nedir, esamisi okunmuyor. Bir karton-karakter de ODTÜ’den çıkıp dağlara konumlanan bir Kürt elebaşı olarak beliriyor. Sadece telsizden işitiliyor sesi. ‘Öteki’ bir sesten ibarettir; zira olayları Yüzbaşı’nın gözünden (‘egemen-söylem’ biçiminde okuyun) izliyoruz. Bütün egemen-söylem ısrarı, Ergenekonları çoğaltmayacak mı? Bundan vicdan azabı duymayacak mısınız? Faşizme, militarizme kapılanmak neden? Bu indirgemeci/yapay katharsis oyunlarıyla çocuklarını yitirmiş Türk ve Kürt annelerin yüreklerini yumuşatabildiniz mi?
Dördüncü olarak;
Propagandist sularda yüzecekseniz gerçekle yüzleşmek için dokümanterin stil araçlarından istifade etmeniz yeter de artar. Ekip bunun bilincinde! Kurmaca-gerçeklik (vraisemblence) ile dokümanterin stil araçları kol kola veriyor ve al sana gerçekçi-toplumsal içerikli film. İdeolojinin kurmacasıdır bu aslında. İdeolojik olanın, egemen söylemin ortajen kodlarıyla sarmaştığı kurmaca. Mevcut yöntemin tehlikesi ise karakterleri derinlikli olarak ele alamamanızla eşanlamlıdır. Yazınsal ve sinemasal örneklerde, kısacası en iyi yapıtlarda figürler olumlu-olumsuz anlamda değişir/dönüşürler. Olması gereken de budur. Karakterler değişmez iseler, hele bir de detaydan yoksun iseler, tek-boyutlu biçimde kısıtlı uzamlarında kalakalırlar. Figür ve karakter arasındaki ucu belirsiz, ele avuca sığmaz fark da bu zeminde belirmeye başlar keza.
Popülist Bir Film
Tecimsel filmler için yaygın popüler terminolojinin uzantısı konumundaki logos şudur: Bir film salonları tıka basa doldurmuş ise başarılıdır! Hollywood’un en eski ideolojisidir bu ve dünyanın öteki yarısı gibi bu coğrafyaya da aynıyla nüfuz etmiştir. Bu, kalabalık salonlarda patlamış mısır eşliğinde izlenen görkemli (!) filmler tür olarak ya aksiyon, savaş ve bilimkurgu ya da komedi ve suç filmleri janrında düğümlenirler. Korku filmlerini de eklemek gerekiyor bu halkaya elbet. Nefes: Vatan Sağolsun da bu bağlamda popüler halkanın filmidir.
Amerika’da böyledir. Box-office’leri 13 ile 18 yaş arasındaki çocuklar, yeni yetmeler oluştururlar ve dünya kamuoyuna bu bir hadiseymiş gibi lanse edilir. Bakın, gişe rekorları kıran bir film; herkes sinemaya! Reklam endüstrisi de kapitalizm aracılığıyla sahte bir kalite anlayışı üretir. Değerler-eşitsizliği sonuna kadar desteklenir. Kural bu denli basittir. Eksiyi eksiyle çarparsınız ve bu rakam katlanarak büyür.
Nefes: Vatan Sağolsun’un izleyicileri de çoğunlukla askere henüz gitmemiş gençlerden oluşuyor. Sadece birkaç ay tartışılan filmler değil, gerçek sinema duygusu olan; eğer savaş ise söz konusu olan, hümanizmayı tabana yayan filmler kalır geleceğe. Herhangi bir ideolojiye yaltaklanmayan filmler uzanır geleceğe. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Yüzbaşı ne demişti Nefes: Vatan Sağolsun’da: “Birgün bu savaş bitecek.” Aynı sözü daha evvelinde Apocalypse Now’da (1979, Coppola) sörf hastası soğukkanlı Albay Kilgore söylemiştir! Vietnam Savaşı bitti belki; ama Afganistan talanıyla, Irak sömürüsüyle, Libya kasaplığıyla devam etti. Halen de devam ediyor. Ya Türkiye’de? Geleceği okuyamamak, haliyle mazi bataklığına saplanmayı gerekli kılıyor; bu da sinema için iki kere vakit kaybı demek.
Tekniğin Çöküşü
Türk sinemasının janr dışında ayırdına varamadığı bir nokta da teknik alanda düğümleniyor. Sinemasal akımları senkronik olarak dönüştürememesinin sancılarıdır bu. Her ekole, tarza, yeniliğe ya geç ihtiyaç duyan ya da söz konusu sinemasal geleneklerle derinlikli ve ciddi ilişkiler kuramayan bir sinema var önümüzde.
Elbette bu tekniğe de yansıyacaktı. Derin odak (deep focus), kaydırma (travelling), subjektif açı filan hak getire; en basit sahne planlaması bile yeterince üzerinde düşünülmeden kurgulanıyor; kadraj gereksiz ayrıntılardan arındırılmıyor. Kamerayı koy ve çek. Sinema duygusu/birikimi yeterince gelişmemiş kalabalık ise zaten bununla ilgilenmiyor. Perdeye bakıp da görmek istediği şey bu değil. Komedi unsurları ve trajik duygular iç içe geçmeli; gişe filmi budur aşağı yukarı! Nefes: Vatan Sağolsun bu formülü uyguluyor.
Sinematografik olarak leitmotive’lerden yararlanarak görsel dünyasını inşa etmeye çalışıyor film: kabaran bulutlar, sarp tepeler, Atatürk Heykeli vb.
Karakol baskını üzerinde duralım: Filmdeki karışık sahneleme, kurgudaki acemilik; bir film nasıl çekilir’i akla getirse de, Welles’in de dediği gibi, bir filmin temelini kurgunun oluşturduğu unutulmuşa benziyor. Karışık sahneleme, çatışmanın kaos ve kargaşasını sürekli kılmak ve vurgulamak maksadıyla başvurulmuş bir teknik olabilir; fakat gerilim nasıl ve hangi koşullarda yaratılır, sahneler nasıl planlanır, Deleuzecü anlamıyla imgenin hareketi nasıl sürekli kılınır ve daha bir sürü soru doğuyor ister istemez. En başta şu: Baskın gerçekleşiyor, bombalar yağmaya, kurşun sesleri vızıldamaya başlıyor. Açı-karşı açı tekniği, geniş plan çekimler filan hak getire; o denli sık kesmelere (cut) başvuruluyor ki sahnelerin etkileyicilik gücü azal(tıl)dığı gibi, olasılıkla yakalanmak istenen video-klip etkisinin de izleri siliniyor. Elbette bu bir ilk film; birçok zaafı da bünyesinde barındırıyor; fakat duygu yoğunluğunu yakalamak sinemada hiç kolay olmamıştır. Kaotik savaş atmosferi askerlerin ruhsal deformasyonuna koşut olarak yansıtılmak isteniyor belki. Söylemeye gerek yok ki, sinemada teori ve pratik, en iyi yönetmenlerin de sıklıkla ifade ettiği gibi, ancak çok düşük ölçekte kesişebilmiştir. Senaryo film değildir, sinema metnidir her şeyden önce. Godard’ın Le mépris (1963) filminde kendisini canlandıran Fritz Lang’ın senaryo ve film üzerine söylediklerini anımsayalım yeter.
Filmin ses kurgusu ise sadece gürültüden oluşuyor.
Son Söz
Rotha’nın yıllar önce bir başka film hakkında dediği gibi, “Bu film hakkında yapılması gereken en iyi şey onu unutmak.” (3)
Hakan Bilge
Yazarın diğer film yazıları için tıklayınız.
Notlar
1) Söz konusu sekans, askerlerin saç tıraşı edildiği sekanstır. Kışlaya adım atar atmaz bireysellikleri ve özgürlükleri ellerinden alınan genç insanların karşılaştıkları ilk şok da budur. Birileri sizden izin almadan ve size sormadan saçınızı keser, yeşil elbise giymenizi emreder, şu saatte kalkmanızı buyurur; yatar, kalkar, sürünürsünüz daha sonra.
2) Yalnızlık Sineması, Robert Phillip Kolker, Çev. Ertan Yılmaz, Öteki, 1. Basım, Kasım 1999, Ankara, s. 345
3) Sinemanın Öyküsü, Paul Rotha, İzdüşüm Yayıncılık, Çev. İbrahim Şener, 1. Basım, 2024, İst. s. 131
Kurtlar Vadisi Filistin (2010, Zübeyr Şaşmaz)
27 Kasım 2024 Yazan: Editör
Kategori: Manşet, Sanat, Sinema, Türk Sineması, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
İnsanlık tarihinin en bilindik hikâyelerinden birisi şöyle rivayet edilir. İsrail ve Filistin orduları karşı karşıya gelmiştir. Tanrının kendisine yardım edeceğinden şüphe etmeyen ve kendisine verilen zırhları giymeye gerek duymayan on dört yaşında bir çocuk olan Davud hiç kimsenin karşısına çıkmaya cesaret edemediği korkunç güçlere sahip Goliath’a meydan okur. Sapanıyla attığı taş Goliath’ın alnına saplanır ve Davud’un yere düşen Goliath’ın başını kesmesi üzerine kahramanlarının öldürüldüğünü gören Filistinliler korkarak kaçışırlar. Günümüzün Goliath’ı diyebileceğimiz İsrail’in tanklarına, helikopterlerine, teknolojik üstünlüğüne karşı Polat Alemdar çağdaş Davud rolüne bürünerek zırhsız çıplak vücudu ve Rus menşeli AK-47’siyle harekete geçerek Goliath’ı öldürmek üzere harekete geçiyor. Peki, kopardığı bunca patırtıya karşın başarılı oluyor mu?
‘’İsrail’e değil Filistin’e geldim’’ diyen Polat’ın bu sözlerini anlayabilmek için tarihsel gerçeklere kısa bir göz atmanın faydalı olacağı düşüncesindeyim.
“Arzı Kenan, Arzı Mukaddes” ya da Musevîlerce “Eretz İsrael” olarak adlandırılan Filistin bölgesi Finike, Yunan ve Roma dönemlerinde farklı isimlerle anılmışsa da bu alanı ilk işgal eden kavmin adına izafeten İbranilerce “Paleşteh” denildiği için bu adı çağrıştıran Filistin adıyla tanınır olmuştur. Asya ve Afrika kıtaları ile karadan irtibatı olan yegâne toprak parçası olan bu bölge Mısır’ı diğer diğerlerinden ayırarak Arap âlemini fiziksel olarak ikiye bölmektedir. Doğu Akdeniz’e olan sahili ve Süveyş Kanalına olan yakınlığı ile bu bölgedeki deniz ulaştırma yollarını da kontrol edebilmektedir.
Kudüs merkezli Filistin, M.Ö 2024 yılında Arap, M.Ö. 1800 yılında Hitit, M.Ö. 1286 yılında Mısır hâkimiyetine girmiş ve bunu takiben Hz. Musa öncülüğündeki İsrailoğulları bu bölgeye yerleşmişlerdir. Hz. Davud ve Hz. Süleyman’ın yönetimlerine sahne olan bölge, sürgünler ve savaşlarla geçen yıllardan sonra M.Ö. 64 yılında Roma İmparatorluğu topraklarına katılmıştır. Roma işgalinin ardından topraklarını terk etmeye zorlanan Yahudiler bu büyük göçü ‘’diaspora’’ olarak tanımlamışlardır. M.S. 395 yılında Roma İmparatorluğunun ikiye bölünmesi sonucu Doğu Roma sınırları içinde kalan Filistin 637 yılından sonra bütünüyle İslâm egemenliğine girmiş, Emeviler, Abbasiler, Fatımîler ve Selçuklulardan sonra 1516 yılında Osmanlı toprağı olmuş ve 400 yıl boyunca Osmanlı hâkimiyetinde kalmıştır.
Yahudilerin Filistin hayali tarihin hiçbir döneminde sönmemiş olsa da bu rüyanın gerçekleşmesi yolundaki ciddi adımlar 1896 yılından sonra atılmaya başlamıştır. Aslen gazeteci olan Theodor Herzl önderliğinde, dünyaya yayılmış Yahudilerin Filistin’de toplanıp bir devlet kurması maksadıyla 1897’de Basel’de toplanan Birinci Siyonist Kongre’de ‘’Siyonizm’in hedefi, Yahudiler için Filistin’de kamu hukukuyla güvence altına alınmış bir vatan yaratmaktır’’ kararı alınmış; bu hedefi gerçekleştirecek temel yöntemler tespit edilmiş, çeşitli örgütler kurularak fonlar oluşturulmuş ve toplanan paralarla Filistin’de yaşayan Araplardan geniş araziler satın alınmaya başlanmıştır.
Siyonizm ve Orta Doğu’da yarattığı sorunlar, gerek bölgede gerekse dünyanın diğer birçok ülkesinde tepkilere yol açmıştır. Bu tepkilerin en belirgin olanlarından biri BM Genel Kurulu’nun 10 Kasım 1975 tarihinde aldığı 3379 sayılı karardır. Bu kararda “ırk ayrımcılığının her türlü şeklinin yasaklanmasına” ilişkin 20 Kasım 1963 tarihli ve 1904 sayılı karara atıf yapıldıktan sonra “Siyonizm’in bir çeşit ırkçılık ve ırk ayrımı olduğu’’ denmiştir. Genel Kurulda 35’e karsı 72 oyla kabul edilen bu kararın ortadan kaldırılması için İsrail uzun süre mücadele etmiş, bu çabalarının ve ABD’nin desteği ile 16 Aralık 1991 tarihinde alınan 46/86 sayılı kararla 3379 sayılı kararı yürürlükten kaldırtmayı başarmıştır.
Herzl, 19 Mayıs 1901’de II. Abdülhamit ile yaptığı bir görüşmede, “Avrupa borsasını ellerinde tutan Yahudilerin Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün borçlarını ödemesi karşılığında Filistin’de bir yurt verilmesi” dileğini gizli kalmak şartıyla iletmiş, ancak padişah bu teklifi kabul etmemiştir. 1914 yılından sonra Yahudiler, bölgede yayılmak amacıyla Filistin’deki Araplardan toprak satın alma çabalarını yoğunlaştırarak Yahudi yerleşim faaliyetlerine de hız kazandırmışlardır. Bu gelişme aynı zamanda günümüze kadar uzanan Arap - İsrail sorununun da başlangıcını oluşturmuştur.
İngiltere’nin 1917’de “Balfour Bildirisi” ile Filistin’de ‘’Yahudiler için yurt’’ kurulmasını destekleyeceğini açıklaması üzerine 1918’de Araplar adına sözcülük yapan, daha sonra Irak tahtına geçen Faysal’ın, bir Musevi yurdu fikrini kabul ettiği ve buna karşılık olarak Arap ülkelerinin hepsinin bağımsızlıklarına kavuşması şartını koştuğu kaynaklarda yer almaktadır. Ancak o tarihte bağımsızlıkları verilmemiş olduğundan hareketle Araplar kendilerinin kandırılmış olduğunu ileri sürerek bu mutabakatı yok saymışlardır.
Museviler Filistin’de bir azınlık olarak yaşamayı istemiyor, Araplar ise onlara azınlık haklarından öteye bir hak vermeye yanaşmıyorlardı. 1936’da Filistin’deki Arap ayaklanması üzerine, İngiliz Hükümetinin tarafından Lord Peel bölgeye gönderilmiştir. ‘’Peel Raporu’’ adıyla bilinen belge, Filistinliler ile Yahudilerin bir arada yaşamalarının mümkün olmadığını vurgulayarak, bu küçük bölgenin Araplarla Museviler arasında bölünmesini tavsiye etmişse de hem Araplar, hem de Museviler tarafından reddedilmiştir. 1936-1939 arasında Araplara yönelik yoğun İngiliz baskısı gündeme gelmiş, 3000’den fazla Filistinli öldürülmüş, 2024 kişi yaralanmıştır. 110 kişi asılmış, 6000’den fazla kişi toplama kampları ve hapishanelerde öldürülmüş, binlerce Filistinli ile yüzlerce Yahudi ve İngiliz’in ölümüne neden olmuştur. II. Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine İngiltere bu planı rafa kaldırmış ve 1939’dan itibaren Filistin’e göç edecek Museviler için ve beş yıla yayılmak üzere 75.000 kişilik bir kota tanımıştı. Bir süre sonra Ben-Gurion başkanlığında bir Musevi heyeti, Koloniler Bakanını ziyaret ederek 100.000 mülteci için muhaceret sertifikası verilmesi talebinde bunmuş ancak İngiltere tarafından reddedilmiştir.
Musevilerin Filistin’de mücadeleye başlaması bu talebin İngiliz Hükümetince reddedilmesi üzerine olmuştur denilebilir. Bir taraftan Museviler Filistin sahiline yığılmağa başlarken diğer taraftan da Haganah, Palmach, İrgun Svai Leumi, Stern Gang gibi yeraltı örgütleri kurularak Almanlara karşı kullanılmak üzere İngilizler tarafından teşvik edilmiş, yetiştirilmiş ve silâhlandırılmış olan Museviler İngilizlere karşı mücadeleye başlamışlardı. Haziran 1946’da İngilizler büyük bir tutuklama hareketine girişince, bunun karşılığı, Temmuz’da Kudüs’deki King David otelinin havaya uçurulması oldu. 84 kişinin ölüp 46 kişinin yaralandığı bu olay İngilizlerin öyle kolaylıkla hakkından gelebilecekleri bir durumla karşı karşıya olmadıklarını ortaya koymuştur. Filistin’de meydana gelen bu olaylar bölgedeki Arap desteğini kaybetmek korkusuna düşen İngiltere’nin siyasetini değiştirmesine neden olmuştur. Tarih sayfalarına “Filistin Üzerine Beyaz Belge” olarak geçen ve İngiltere tarafından yayınlanan bir bildiri ile Filistin’in taksiminden vazgeçilerek, on sene içerisinde bu bölgede bağımsız bir Filistin Devleti kurulmasının öngörülmesi, Yahudilerin İngiltere’ye karşı olan güvenini büyük ölçüde sarsmıştır.
İkinci Dünya Savaşından güçsüz olarak çıkan İngiltere, bu bölgedeki görevini yerine getiremeyeceği gerekçesi ile çareyi ABD ve BM’yi devreye sokmakta bulmuş, 1947’de BM’de kurulan Filistin Özel Komitesinin çalışmaları neticesinde ortaya iki plan çıkmıştır. ‘’Çoğunluk Planı’’ denilen ilk planda Filistin, Arap Devleti, Yahudi Devleti ve Kudüs bölgesi olarak üçe bölünmekte, Filistin bölgesinin %42.88’i Araplara, %56.47’si Yahudilere veriliyor, Kudüs BM yönetimine bırakılıyordu. ‘’Azınlık Planı” olarak adlandırılan ikinci plana göre ise; Arap ve Yahudilerin bir arada yaşayacağı ve başkenti Kudüs olan bir federal devlet kurulması tasarlanmıştır. Arapların bütün itirazlarına rağmen sonuçta, 29 Kasım 1947 tarihli Birleşmiş Milletler (BM) kararı ile Çoğunluk Planı’nın uygulanması kabul edilmiştir.
Bu karar Yahudiler tarafından memnunlukla karşılanmakla birlikte, Araplar üzerinde olumsuz etki yaratmış ve bölgedeki diğer Arap Devletleri kararı tanımadıklarını beyan ederek, Yahudilere karşı mücadeleye başlamışlardır. Fakat mücadeleye birlikte başlama kararlılığı içinde olan bu devletlerin her biri, daha sonraları kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye başlayınca, dava üzerinde ortak hareket oluşturmakta başarılı olamamışlardır. Bu nedenle de, Filistin Araplarının geleceği Arap liderliğini elde bulundurmak isteyen devletlerin güç mücadelesi haline dönüşmüş ve konunun asıl kahramanı olan Filistin Arap Topluluğunun kaderi çoğu zaman olayların gelişimine bırakılmıştır.
2500 yıllık bir süreçten sonra kurulan ilk Yahudi devleti olan İsrail, 15 Mayıs 1948 tarihinde Tel Aviv’de ilân edilmiştir. Kuruluş bildirgesi, son İngiliz birliğinin bölgeden çekilmesinin ardından yayımlanmış ve bağımsızlık kararı derhal yürürlüğe konulmuştur. Filistinli Araplar, 15 Mayıs’ı “El Nakba” yani “Felâket Günü” olarak ilân etmişlerdir. Bağımsızlığını ilân eden İsrail devletinin ilk Başbakanı ve Savunma Bakanı Ben Gurion olmuştur.
İsrail Devleti’nin kurulmasının ilan edilmesini takip eden birkaç saat içinde, Mısır, Ürdün, Lübnan ve Irak kuvvetleri Filistin’e girmişlerdir. Özellikle Mısır cephesinde Mısır kuvvetlerinin hezimete uğraması neticesinde İsrail kuvvetleri Mısır topraklarına girmiştir. Bunun üzerine İngiltere devreye girmiş ve Mısır, BM’ye başvurarak ateşkesi kayıtsız şartsız kabul ettiğini ve İsrail ile mütareke için görüşmeye hazır olduğunu bildirmiştir. Mısır’ın 24 Şubat 1949’da mütareke imzalamasını takiben, Lübnan, Ürdün ve Suriye’de mütareke imzalamışlardır. İsrail bu savaşlarda 1947’de BM tarafından kendisine verilen toprakları genişletmiştir. İsrail Mısır mütarekesi 24 Şubat 1949’da, Lübnan-İsrail mütarekesi 23 Mart 1949’de, Ürdün-İsrail mütarekesi 3 Nisan 1949’da ve Suriye-İsrail mütarekesi de 20 Haziran 1949′da imzalanmıştır. Bu mütarekeler sonucunda Musevileri Filistin’den çıkarıp atmak isteyen Arap devletleri Filistin’in hemen tamamının İsrail’in eline geçmesini adeta sağlamışlardır.
Yapılan mütarekelerle ülkeler kendileriyle ilgili sınır düzeltmeleri yaparken, Filistin’le ilgili herhangi bir düzenlemeye gidilmemiştir. Ürdün ele geçirdiği bir kısım Filistin topraklarını ilhak ettiğini açıklamış, Gazze bölgesi de Mısır’a bırakılmıştır. Bu savaşlar ve mütarekeler sonucunda, İsrail bölgede yeni bir varlık olarak ortaya çıkmıştır.
‘’İsrail topraklarının Tevratsal sınırlarını (Biblical borders) gösteren farklı haritalar içinde en büyük sınırlara sahip olan versiyon su bölgeleri içine alır: Güneyde tüm Sina Yarımadası ve buna ek olarak Kuzey Mısır’ın Kahire’ye uzanan bir parçası; doğuda, Ürdün’ün tamamı ve Suudi Arabistan’ın kuzey bölgesi; Kuveyt’in tümü ve Irak’ın çok büyük bir bölümü; kuzeyde Lübnan ve Suriye’nin tamamı ve Türkiye’nin Van Gölü’ne kadar uzanan büyük bir parçası ve batıda ise Kıbrıs.’’ (İsrael Shahak)
‘’İsrail’in bugünkü haritası İngiliz manda yönetimi tarafından çizilmiştir. Yahudi halkının, gençlerimizin ve yetişkinlerimizin yerine getirmeleri gereken bir başka harita daha var. Bu harita Nil’den Fırat’a kadar olan bölgeleri kapsamaktadır.’’ (David Ben-Gurion, 1948, İsrail’in İlk Başbakanı)
‘’Bizler Tevrat’a sahipsek, bizler kendimizi Tevrat’ın halkı olarak görüyorsak, Tevrat’ta vaat edilen bütün topraklara sahip olmak zorundayız.” (Moşe Dayan, 1948, Genelkurmay Başkanı)
II. Dünya Savaşı’nın ardından alınan kararlar Araplar ve Yahudileri, İngiliz varlığı olmadan yüz yüze getirdiği için her iki taraf da silahlanmaya başlamış ve birliklerini seferber etmiştir. 1945 yılından itibaren Siyonist askeri şefler bir dizi plan geliştirmişlerdi. 1948 yılında uygulamaya konulan Dalet planı şu askeri operasyonları içeriyordu. Nachson Operasyonu; 1 Nisan’dan itibaren Tel-Aviv ile Kudüs’ü birleştiren ve tasarlanan Arap devletinin ana kısmını bölecek olan bir koridor oluşturacaktı. Harel operasyonu; 15 Nisan’dan itibaren Latrun yakınlarındaki Arap köylerine saldırılacaktı. Misparatim operasyonu; 21 Nisan’dan itibaren Hayfa işgal edilecek ve rap nüfus kaçmaya zorlanacaktı. Chametz operasyonu; 27 Nisan’dan itibaren şehri tecrit etmek ve fethi kolaylaştırmak için Yafa çevresindeki Arap köyleri tahrip edilecekti. Jevussi operasyonu; 27 Nisan’dan itibaren Kudüs’ü kuşatan Ramallah-Kudüs, Jericho-Kudüs, Bethlehem-Kudüs yollarını kontrol eden Arap köyleri çemberi tahrip edilecek ve böylece Kudüs’ün fethi hazırlanacaktı. Yiftrac operasyonu; 28 Nisan’dan itibaren Galile’nin doğu kısmı Araplardan temizlenecekti. Matatch operasyonu; 3 Mayıs’tan itibaren Tiberias ile Galile’nin doğu kısmını birleştiren köyler tahrip edilecekti. Maccabi operasyonu; 7 Mayıs’tan itibaren Kudüs’ün kuzeyindeki Ramallah bölgesinde ileri harekât devam ettirilecekti. Gideon operasyonu; 11 Mayıs’tan itibaren Beisan işgal edilecek ve yakınlarındaki bedevi kabilelerinin sürülmesine başlanacaktı. Barak operasyonu; 12 Mayıs’tan itibaren Bureir yakınlarındaki köyler tahrip edilecekti. Ben Ami operasyonu; 14 Mayıs’tan itibaren Acre işgal edilecek ve Galile’nin batısı Araplardan ‘’temizlenecekti.’’ Pichfork operasyonu; 14 Mayıs’tan itibaren Kudüs’ün yeni kesimindeki Arap yerleşim yerleri işgal edilecekti. Schfifon operasyonu; 14 Mayıs’tan itibaren Kudüs’ün eski kesimi ele geçirilecekti. Bu plan büyük ölçüde uygulanmış, İngilizler daha Filistin’i boşaltmadan saldırıya geçmişlerdi. 09 Nisan 1948 tarihinde Irgun ve Sern grupları Deir Yasin köyünün sakinlerini katletmişler; böylece sıranın kendilerine geleceğinden korkan yüz binlerce Müslüman Filistinlinin Lübnan, Mısır ve Batı Şeria’ya kaçmalarını sağlamışlardır.
Söz açılmışken 16-18 Eylül 1982 tarihlerinde, İsrail’le ittifak içindeki Falanjistlerin, İsrail birliklerinin kuşattığı Sabra ve Şatilla mülteci kamplarına girerek yüzlerce Filistinliyi öldürmelerinden bahsetmeden geçilemeyeceği kanaatindeyim. Sabra ve Şatilla katliamı, Orta Doğu tarihi boyunca meydana gelen en kanlı eylemlerden biridir.
Bitmek bilmeyen çatışmalar tarihte ‘’Altı Gün Savaşı’’ olarak bilinen savaşın çıkmasına yol açmıştır. İsrail’in hava baskınıyla başlattığı harekât 05-11 Haziran 1967 tarihleri arasında, Orta Doğu’nun çehresini değiştiren etkilere yol açmıştır. İsrail Ordusu (IDF) Mısır, Ürdün ve Suriye’den oluşan Arap kuvvetlerine karşı üstün bir başarı kazanmıştır. Mısır’ın kontrolündeki Sina yarımadasını, Gazze Şeridini, Suriye’ye ait olan Golan tepelerini ve Ürdün’ün elindeki Batı Şeria ile Doğu Kudüs’ü işgal etmiştir. Savaşın ilk günü İsrail, Mısır’ın güçlü hava filosunu harekete dahi geçemeden yerde imha etmiş ve çarpışmalar sonucu İsrail, denetimindeki topraklan iki kat genişletmeyi başarmıştır.
James Bamford Sırlar Evreni isimli eserinde İsrail’in, 5 Haziran 1967 günü saatler 07.45’i gösterirken tüm hava gücüyle Mısır hava sahasında saldırı başlatırken eş zamanlı olarak da basın aracılığıyla asılsız bildiriler yayarak Mısır’ın kendilerine karşı büyük bir saldırı başlattığını ve İsrail’in de kendisini savunmak zorunda kaldığını hatta Dış İşleri Bakanı Abba Eban’ın gerçek amaçlarının öteden beri olabildiğince toprak almak olduğu halde, İsrail’in niyetleri konusunda yalan söylemeye devam ettiğini yazıyor ve şöyle devam ediyor.
‘’İsrail’in savaşı başlatmasından üç gün sonra Sina’da Mısırlı esirler başa bela olmaya başlamıştı. Ne onları yerleştirecek bir yer ne de başlarında nöbet tutacak yeterli sayıda asker vardı ne de onları esir kamplarına götürecek araç vardı. Fakat onlardan kurtulmanın başka bir yolu vardı. İsrailli askerler savaş esirlerini sistematik olarak katledip kasabayı bir mezbahaya çevirdiler. El Arish Camii’nin gölgesinde, elleri arkalarından bağlı altmış kadar silahsız Mısırlı esiri sıraya dizdiler ve üzerlerine, solgun çöl kumu kızıla dönene dek makineli tüfeklerle ateş ettiler. Sonra da diğer esirleri kurbanları toplu mezarlara gömmeye zorladılar. İsrailli ordu tarihçisi Aryeh Yitzhaki’ye göre İsrail askerleri Sina’da bin kadar savaş esirini soğukkanlılıkla öldürmüştü. 1956 Süveyş krizi sırasında da 49 savaş esirinin öldürüldüğü de yakın zamanlarda kabul edilmiştir.’’ (James Bamford-Sırlar Evreni)
İşgal edilen Arap toprakları İsrail’e yeni pazarlar, ucuz işgücü ve önemli doğal kaynaklar sağlamıştır. Örneğin, Sina yarımadasındaki Abu Rudeis petrol kuyuları, İsrail’e ihtiyacının yarısından fazla petrol sağlamış, Golan Tepelerinin kontrolü ise, İsrail hükümetine Ürdün nehrinin sularını Galile gölüne aktarmasını sağlamış ve bu nedenle Chula vadisinde 12000 hektarlık yeni bir tarım alanı kazanılmıştır. Bu arada, savaş sonrası ekonomik gelişme ve büyüme sağlanmış, işsizlik oranını %3’ün altına düşürmüş, 1967 öncesi kötüye gidişi tüketim patlamasına dönüştürmüştür: 1967 yılındaki %1’lik büyüme oranı 1968 yılında %13’e tırmanmıştır.
“…1967 yılındaki şaşırtıcı zafer, İsrail ordusu ve askerlerindeki kendine güvenin tesisine katkıda bulunmuştur. Artık İsrail ordusundan (IDF) herkesin ortak beklentisi, gelecekteki herhangi bir savaşın kısa süreli ve az zayiatla olacağı şeklinde idi.’’ (Tümgeneral Avraham Adan, İsrail Tümen Komutanı)
Diğer taraftan soruna barışçı bir çözüm bulmanın, hem kendi ülkesi hem de Filistinli Araplar için en akılcı çözüm olacağını düşünen Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat, 19 Kasım 1977′de Kudüs’e giderek İsrail Parlâmentosunda bir konuşma yapmış ve tüm dünyayı şaşırtmıştır. Sedat 1973′teki Yom Kippur Savaşı’ndan dört yıl sonra İsrail’i tanıyan ilk Arap lider olarak ABD ile yakınlaşma siyasetine yönelmeyi ülke yararına gördüğünden Mısır ve İsrail, 1978 yılının Eylül ayında Camp David Mutabakatı’nı imzalamışlardır. Mısır- İsrail Barış Anlaşması 1979 yılının Mart ayında Enver Sedat ile İsrail Başbakanı Menahem Begin tarafından imzalanmıştır. Bu anlaşma ile İsrail’in 1967′deki Altı Gün Savaşlarında ele geçirdiği Sina yarımadası Mısır’a geri verilmiştir. Bunun üzerine Arap devletleri, İsrail’le kendi başıma anlaşma imzalayan Mısır’ı boykot etmişlerdir.
BM Güvenlik Konseyi 1967 yılında oybirliğiyle aldığı 242 sayılı kararıyla “savaş yoluyla toprak elde etmenin kabul edilemezliğini” vurgulamış, İsrail’e işgal ettiği topraklardan çekilmesi, savaş durumuna son verilmesi, bölgedeki her devletin, egemenlik, toprak bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığını tanınması çağrısında bulunmuştur.
Filistin Ulusal Konseyi, Kasım 1988’de, Cezayir’de toplanarak, BM Güvenlik Konseyinin 242 ve 388 sayılı kararlarını kabul ettiğini, terörizmi kınadığını, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde bağımsız bir Filistin Devleti’nin kurulmuş olduğunu ilan etmiştir. Arafat 18 Aralık 1988’de yaptığı açıklamada; 242 sayılı Güvenlik Konseyi Kararını kabul ettiğini, terörizmden vazgeçtiğini ve İsrail’in varlığını tanıdığını açıklamıştır. Arap devletleri, egemen olduğu bir toprağı olmamasına ve bir hükümeti bulunmamasına karşın, bu devleti derhal tanımış, İsrail ise reddetmiştir. Türkiye, Filistin Devletini ilk tanıyanlar arsasında yer almıştır. ABD, Tunus’ta FKÖ ile diyalog kurmuş ancak bağımsız Filistin devletini tanıdığını bildirmemiştir.
Bu kadar tarih dersinin yeterli olduğunu düşünerek filme devam ediyorum.
İsrail, tarihsel dönemdeki amansız düşmanı olan ve Tevrat’ın sert ve acımasız bir savaş emrettiği Amalek kavmine yönelik savaşını günümüzde Araplarla sürdürdüğü mücadelesiyle özdeşleştirmekte, İsrail’in yok edilmesini öngören tüm unsurlar Yahudi şeriatınca Amalek kavmi olarak görülmekte ve bunlara karşı savaşın dini bir gereklilik olduğu savunulmaktadır. İsrail sonsuz düşmanlarla çevrelenmiştir. Yahudi inancında Amalek, Yakup’un kavminin azılı düşmanıdır ve efsaneye göre şeytani görevini tamamlamak üzere her nesilde yeniden doğmaktadır.
‘’Şimdi git, Amaleklilere saldır. Onlara ait her şeyi tümüyle yok et, hiçbir şeyi esirgeme. Kadın erkek, çoluk çocuk, öküz, koyun, deve, eşek hepsini öldür.’’ (I.Samuel 15:3)
Zorunlu askerlik hizmeti bu gerekliliklerin başında gelenidir. Liseyi bitiren her İsrailli kadın ve erkek zorunlu askerlik hizmetine, ardından da yedek asker olarak emredilen askeri faaliyetlere katılmak zorundadırlar. Böylece muhakeme yeteneğinin gelişmediği genç yaşta ordu disiplini altına giren bireylerin ortak hedeflere yönlendirilmeleri ve ortak algılar etrafında kümelenmeleri sağlanmakta ve başbakanından başlayarak her bireyi askerlerden oluşan bir toplumun güvenlik ve terör algısı da doğal olarak aynı olmaktadır.
İsrail kendi sınırları içindeki bir tam ölçekli savaşa ya da kesintisiz devam eden bir çatışmaya tahammül edemez. Toprakları içinde devam eden düşük yoğunluklu bir çatışma toplumsal hayatın sonu, büyük bir savaş ise ülkenin varlığının sonu olabilecektir. İsrail toplumunu birlik beraberlik, kenetlenme ve ortak hareket etme motivasyonu etrafına toplayan unsur her zaman Filistin kaynaklı saldırı eylemleri olmaktadır. İsrail toplumu her eylem karşısında daha da radikalleşmekte ve barış yanlılarının tavırları etkisiz ve sönük kalmaktadır. Bu yönüyle saldırı ve terör eylemleri İsrail toplumunu mevcut bir düşmana karsı sürekli bir gerilim düzeyinde tutmaktadır çünkü barış rehavetine kapılan bir İsrail için yok olma tehdidiyle karsılaşması olasıdır.
Yine de, 1967 Altı Gün Savası’ndan toprak kazanımıyla çıkan İsrail uluslararası kamuoyunda işgalci etiketiyle anılmasının yanı sıra içte de işgale karsı duygular besleyen insanlar işgal topraklarında görev yapmayı reddederek seçici retçiler hareketinin 1970’lerin basında dogmasına neden olmuşlardır. Yesh Gvul ( Her Şeyin Bir Sınırı Vardır ) seçici reddetme oluşumu olarak ortaya çıkmıştır. 1982 Lübnan işgali sonrasında hız kazanarak ordunun vicdan muhasebesi görevini yerine getiren bir harekete dönüşmüştür. Nüfusun 6 milyon olduğu bir ülkede binlerle ifade edilen retçi kitle önem arz etmektedir. Ancak El-Aksa intifadası sonrasındaki kan davası tarzındaki şiddet sürecinde barış yanlıları güç kaybetmişlerdir.
Yesh Gvul hareketinden sonra Reddetme Cesareti, Pilotlar, Retçi Aileler, Yüksek Okul Öğrencileri grupları kurulmuştur. 25 Ocak 2024 tarihli Haaretz Gazetesi İsrail ordusundaki bir grup askerin işgal altındaki topraklarda görev yapmayacakları ve bunun bir ret hareketinin de ilanı olduğu duyuruyordu. Hareketin kurucularının ve devam ettirenlerin asker olmaları ordudaki ve dolayısıyla İsrail toplumundaki anlayış değişimini ortaya koymaktadır. İsrail gibi terör paranoyası yaşayan, bu paranoyayı ülke politikası olarak benimseyen bir yönetim altında, Filistinlilerin açık düşman kabul edildiği bir toplumda bu duruşa karsı gelmek ciddi bir toplumsal değişimin belirtisidir.
Barış yanlısı İsrail grupları söyle sıralanabilir; Peace Now, B’Tselem, Gush Shalom, Ev Yıkımına Karsı İsrail Komitesi, İşgale Karsı Yahudiler, İnsan Hakları İçin Hahamlar, Arap-İsrail Dostluğu, Filistin’de Adalet İçin Öğrenciler ve Uluslararası Kadınlar Barış Hareketi.
Barışın gerçekleştirilmesi görevinde başlıca önemi haiz olan şey, bilgi ve kavrayıştır ile olgun bir bakış açısıdır. Kurtlar Vadisi – Filistin filminde böyle şeyler göremediğimi belirtmek zorundayım. Film ‘’İslam barış dinidir’’ diyor ancak ‘’biz cephedeki çocuğu esirgeriz’’ söylevinden başka barışa yönelik hiçbir adım atmıyor ve militarizm güzellemesi yapmaya çalışan basit bir propaganda filminden öteye gidemiyor. Silahların susmadığı bir yerde barıştan nasıl söz edilebilir? İsrail içerisindeki barış yanlılarına bile el uzatmayı becerememesine karşın nasıl olup da barış dininin temsilciliğini yaptığını söyleyebiliyor. Kendisine silah çekene gül uzatması gerekirdi ki dünya kamuoyu dikkate alsın ancak amaç bir köşe yazarının da gururla yazdığı gibi ‘’ciğer soğutmak’’ değilse.
Barış nerede? Daha filmin ilk sahnesinde –kimlik kontrolü gibi sıradan bir işlem- adam öldürmeye başlamanın anlamı nedir? Burada ister silah çeksin isterse kimlik kontrolü yapsın suçlu suçsuz ayrımı yapılmadan tüm İsraillileri düşman gören ve öldürülmelerini isteyen bir yaklaşım göze çarpıyor. Hz. Ali’nin savaş meydanında tam öldürmek üzereyken yüzüne tüküren bir adamı affettiği, adamın niçin kendisini öldürmediği sorusuna Hz. Ali’nin ‘’az evvel seni Allah adına öldürecektim ama yüzüme tükürünce seni öldürme isteğime kişisel kinimin karışmasından korktuğum için vazgeçtim’’ dediği rivayet edilir. Kurtlar Vadisi Filistin filminde ise Türklüğü ve İslam’ı temsil ettiğini söyleyen birkaç tip önüne geleni öldürmekten başka bir şey yapmıyorlar, haklılık diye anlattıkları bireysel nefretlerinden öteye gitmiyorsa savunulacak bir yan göremediğimi söylemek zorundayım.
Yahudi adı; başlangıçta, on iki İsrail kavminden Yahudaoğullarını ve bunların şimdiki Filistin’in kuzeyinde kurmuş oldukları Yahuda Krallığı’na bağlı uyrukları, Babil sürgününden sonra ise İsrail oğullarına özgün dinsel kimliği benimseyen bütün inananları kapsamaktadır. Yahudilik kavramı, sadece bir dinî kimliği ifade etmemekte olup “Yahudi” yerine “Musevî” kavramını kullanmak aynı anlamı vermemektedir. Filmimizde Siyonistler ile Yahudiler ayrımının yapıldığı söylenmektedir ki tam olarak öyle olmadığı düşüncesindeyim. Polat ve adamlarının kimlik kontrolü yapan askerlere ateş açmaya başlaması, görevini doğru düzgün yapmayan bir görevliye haddini bildirmek midir yoksa zaten İsrail askeri olduğundan dolayı ölmeyi hak ettiği düşüncesini taşıdığından mıdır? Siyonist-Yahudi ayrımı yapmaya çalışılmışlarsa da, görünen, ellerine yüzlerine bulaştırdıklarıdır.
Kurtlar Vadisi Filistin şiddete şiddetle karşılık verilmesi gerektiği konusunda yanılgı içerisinde olduğunu düşünüyorum. Constantin Brunner “Yahudiler, Yahudi düşmanlarının ırkçı teorilerinden etkilenmişlerdir” derken çok doğru bir şey söylüyor. Bence filmin yapımcıları da Yahudi ve Filistin düşmanlarının, silah tüccarlarının, insanların sırtından çıkar sağlayan işbirlikçilerin hareketlerinden etkilenerek barış filmi yerine nefret ve savaş filmi yapma yoluna girmişlerdir. Çünkü şiddet ortamı İsrail toplumunun, kendisini Filistinlilerden farklı görmenin ötesinde onları tehdit olarak algılamasına sebep olmaktadır. Tehlike algısı ve dini yönlenme İsrail toplumunu kendi sosyal kimliğine daha fazla sahip çıkmaya neden olmakta ve ayrım yapmaksızın diğerlerini düşman kategorisine dâhil etmesi sonucunu doğurmaktadır. İsrail toplumu ve yönetimi kendilerine karsı yapılan her saldırıyı terörist girişim, kendileri tarafından yapılan her türlü güç kullanımını da meşru müdafaa olarak değerlendirme eğilimi göstermektedir.
‘’Yahudilerin çoğunun 2.000 yıl kadar önce İsrail toprağından atılmasıyla, onlar başka ülkelere dağıldılar; esas olarak Avrupa, Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerine. Asırlar boyunca, yakın ve uzak topraklarda birçok büyük Yahudi cemaati kurdular. O topraklarda, uzun refah ve büyüme dönemleri yaşadılar, fakat zaman zaman sert ayrımcılığa, vahşi pogromlara ve topyekûn veya kısmi ihraçlara da maruz kaldılar. Her zulüm ve şiddet dalgası “sürgünlerin toplanması” kavramına inançlarını güçlendirdi.’’ (İsrail Enformasyon Merkezi tarafından 2024 yılında yayımlanan eserden)
İsrail nüfusunun yaklaşık yüzde yirmisi büyük çoğunluğu Filistinli olan Araplardan meydana gelmekte olup Araplar Yahudi olmayan en büyük topluluğu oluşturmaktadırlar. Arapların hızlı nüfus artış oranı (Yahudilerin doğurganlık oranı 2,75 iken bu oran Araplarda 3,68’tir) nedeniyle 2024 yılına gelindiğinde ülkedeki Yahudi ve Arap nüfusunun eşitleneceği değerlendirmeleri yapılmaktadır. İsrail içindeki bu tartışmalar, İsraillilerin geçmişte kesinlikle kabule yanaşmadıkları Filistin’le “iki devletli çözüm” fikrini benimsemeye başladıkları bir süreci tetiklemektedir. Nitekim ABD’nin Annapolis kentinde Kasım 2024’nin son haftasında yapılan konferans, iki devletli çözüm için müzakerelere başlanması kararı ile son bulmuştur. Konferansın ardından İsrail’de yayımlanan Haaretz gazetesine açıklamalarda bulunan İsrail Başbakanı Olmert “günün birinde iki devletli çözümün çökmesi durumunda eşit oy hakkı için Güney Afrika benzeri bir mücadeleyle karşı karşıya kalacaklarını ve o gün geldiğinde İsrail Devleti’nin sona ereceğini” belirtmiştir. Duvarlar üzerindeki ‘’No War, UN?’’ Yazıları aslında pek çok şeyi özetliyor. Hatta Yahudi asıllı Amerikalı kızımızın Avi’ye ‘’artık İsrail devletini’’ tanıyorlar demesi, Kurtlar Vadisi – Filistin filminin kendi topuğuna kurşun sıkmasıyla eşdeğer. İnsana sormazlar mı, 1948’de tanımadıkları İsrail Devletini niçin şimdi tanıyorlar diye… Ve bu durum da İsrail’in yaptığı bütün politikaları, döktüğü kanları meşru hale getirmez mi? İlk anda İsrail’i tanımıyorlardı ama artık öyle değil demek İsrail politikalarını teyit etmek demektir. İki devletli çözüm olmadığı takdirde İsrail Devleti’nin yaşamasının zora gireceği Batı kamuoyunda dile getirilmişken burada Filistinlilerin acz içinde gösterilmesi acıklıdır. Eleştirmeye çalışırken övmek budur herhalde.
Polat’ın nefreti o kadar elle tutulur bir haldeydi ki, elinde imkânı olsa Moşe’nin dirilmesini ve ‘’bak seni öldürdüm, ben kazandım’’ demeyi isterdi diye düşünüyorum. Mavi Marmara baskını emrini veren komutanı öldürmek istiyorsa sorun ‘’münferit’’ diyebiliriz. Çünkü öyle değilse neden daha önce gelmediğini, yıllardır nerede olduğunu sorabiliriz? ”Görevli” olarak gönderilmişse –acaba kim göndermiştir- bu somut nefret neden? Neticede profesyonel bir adamın görevini yapması ve kendisine verilen emrin dışına çıkmaması gerekir düşüncesindeyim.
‘’Size bu toprakları kim vaat etti bilmiyorum’’ diyen Polat’ın veya Filistinlilere ‘’niçin kalmaya devam ediyorsunuz’’ diyen Memati’nin sözleri cehalettir. Memati bu sözleriyle Filistin davasına bağlı olarak bireysel mücadeleye atılmak amacında olmadığı, ‘’görev’’ maksadıyla orada bulunduğunu dile getirmiştir. Bu da senaryonun en büyük eksikliklerindendir. Amaç Filistin halkının direnişini göstermekse, bu sorular Amerikalı kıza sordurulabilirdi.
Amerikalı kızımızın yemek sofrasına oturmayarak, ikram edilen yemeği ‘’vejetaryen’’ olduğu gerekçesiyle reddetmesi beni düşündüren bir kaç sahneden biri olmuştur. Bu topraklarda her gün insan ölürken, siz Amerikalılar hayvanların öldürülmesine tahammül edemediğinizi söylüyorsunuz, bu ikiyüzlülük değil midir denmiş olabilir mi? Filmin bütününe bakınca derin anlamlar çıkarmak güç olsa da –hakkını yemeyelim- burada ciddi bir eleştiri getirildiği düşüncesindeyim.
Varoş, gecekondu yıkımları, bakımsız evler, estetikten yoksun yapılar, dışı boyasız hatta sıvasız evler, çöplerini konteynere değil de direk diplerine, sokak ortalarına atarak kedi büyüklüğünde farelerin dolaştığı mahalleler ile Filistin’de gösterilen yerleşim yerleri arasında bir fark göremedim. Bu göremedim kelimesinin yanlış anlaşılmasını istememem. Bununla anlatmak istediğim bu görüntüler yalnızca Filistin’de değil, gerek ülkemizde gerekse dünyanın pek çok yerinde bulunduğudur. Filistinlilerle kısmen aynı koşullarda yaşayan yoksul Mizrahi ve Haredi Yahudileri ile Kudüs’te ve diğer bazı merkezlerde yaşayan Hıristiyan dinine mensup Filistinlilerin durumundan da söz edilmemesi filmin eksilerindendir. Barış yanlısı olduğunu söyleyen film daha geniş bir pencereden bakmalıydı. Eldeki malzemenin iyi kullanılmadığını, çek gitsin yap gitsin zihniyetiyle filmin bitirildiğini düşünüyorum.
Oryantalizm Batı’nın bizlere baktığı gibi bakmaya çalışmak ve kendimizi eleştirmek demektir. Bu zihniyet genlerimize o kadar işlemiş ki artık kendimize başka türlü bakamıyor ve bunun sonucunda da başımıza gelenlerden kurtuluşu Batı’dan beklemekten asla vazgeçemiyoruz. Tur rehberi kızımız Yahudilere sınırsız destek veren ABD’yi simgelemektedir. Kızımızın gerçekleri görmesi aslında Amerika’nın gerçekleri görmesi demektir. Burada Amerika ve Batı’yı temsil eden kızımız bir kez Filistinlilerin yaşadıklarına tanık olsa, bir kez Siyonistlerin ‘’yalanlarından’’ fırsat bulunarak gerçekler dünya kamuoyuna anlatılabilse her şey yoluna girecektir.
Ziya Paşa ‘’Rüya’’ isimli yazısında, Yeni Osmanlılar hareketinin ağırlık verdiği siyasi yöntemi anlatıyordu. Buna göre en iyi yöntem, Padişah Abdülaziz’i sarayın bir köşesinde tek başına yakalayabilmekti. Bu şansa bir kez ulaşılabilse, padişaha, o zamana kadar etrafındaki hiç kimsenin dile getirmediği ya da getiremediği her şeyi yani bütün gerçekleri anlatılabilirdi. Yanlış ve çıkara dayalı bilgilendirmenin sonucunda Padişah’ın kafasında canlanmış tüm önyargıları yıkmanın yolu buradan geçiyordu. Bir kez olsun Sultan’ın kötü ‘’etraf’’ı değiştirilerek iyiler burada yer alabilse işler kendiliğinden yoluna girecekti. Çünkü iyiler kötülerin yerini almıştı ve Padişah doğal olarak iyilerin yanındaydı.
Kolunda Kabalacı olduğunun göstergesi olan kırmızı iplik bağlı olan Amerikalı kızımızın -senaryodaki tek tük inceliklerden bir tanesi- kurtuluşu Müslüman ve Türk Polat’ın kollarında buluyor olması ve Filistinlilerin yanında birkaç gece geçirerek hidayete ermesi komiktir. Hidayete eren genç kız rolüyle amaç Amerikan toplumunun gerçekleri görmesi midir? Niçin amaç dünya kamuoyunun gerçekleri görmesi değildir, niçin bir örgütlenme yaratmak değildir de en güçlünün görmesidir. Burada bir güce tapınma yok mudur? Böyle düşünenlerin aşağıdaki paragrafı okumalarını istiyorum.
“İsrailliler bağımsız değildirler. İsrail’i bağımsız kılan öğeler bir ölçüde, yirmi yılı aşan geçmişiyle içice oluşturulmuştur. Bütün İsrail hükümetleri İsrail’in varlığını ‘Batı’ya uyumlu’ olmaya dayamışlardır. Yalnız basma bu durum İsrail’i Orta Doğu’da Batı’nın karakolu yapmaya yeterli olmuş, böylece kurtuluşları için savaşım veren Arap halkları ile emperyalizmin (ya da yeni-sömürgecilik) arasındaki büyük çatışmaya karıştırmıştır.” (Isaac Deutscher)
Çatışmaların yalnızca Filistin topraklarında bulunan İsrail karakolları ve askerleriyle kısıtlı tutulması, Rus, Alman veya Avrupa’nın Yahudilere yaptığı katliamlardan bahsetmek yerine gariban Polonya adını zikretmek hak mıdır? Filmin Almanya’daki gurbetçiler tarafından izlenebilmesi için böyle denilmiş olduğu düşüncesindeyim. 1940’ler, Naziler, Auschwitz, Rusya, Pogromlar dururken 1640’lı yıllara girmek korkaklık mıdır yoksa oportünizm rüzgarına kapılmak mıdır? Filistin halkının yanında yer aldığını söyleyen ancak gerçeklerin bazılarını söylemekten korkan ve böyle yapan diğerlerini korkaklıkla niteleyen film ne yapmak istemektedir.
Kurtlar Vadisi çok uzun yıllardır ülke kamuoyunda büyük izlenme oranlarına sahip olmuştur, bu inkâr edilemez. Ancak bu durum beraberinde kaliteyi getirmemiş, içerik ve estetik olarak hayli silik kalmıştır. Bir bilinçlendirme, ortak bir hedefe yönlendirme konusunda adım atmak yerine kitap okumaktan, bir şeyleri öğrenme çabasına girmekten uzak ancak kahvede, minibüste, otobüste, maçta vatan kurtarmayı bir borç bilen ‘’bilgi sahibi olmadan fikir sahibi’’ olan insanımızın yumuşak karnına vuran, onların zaaflarına oynayan yapım olmaktan ileri gidemediği düşüncesindeyim.
Sinemanın propaganda yönü de sevdiğim bir alan olmasına karşın kör parmağım gözüne şeklinde yapılanları da hiç sevmem. Örneğin yönetmenlik, oyunculuk, sahneler, planlar, çekimler, müzikler konusunda Kurtlar Vadisi – Filistin’e her alanda fark atacak bir film olan The Hurt Locker da benim için aynı yolun yolcusudur.
Oyunculukların -diziyi izlemeyen benim için- ve yönetmenliğin çok kötü olduğu düşüncesindeyim. Uzun soluklu bir yapımda yer almasına karşın oyunculuğun bu denli kötü olması ya yönetmenlik başarısızlığıdır ya yeteneksizlik göstergesidir ya da paranın gücüdür ki her halükarda seyirciye saygısızlık vardır. Bu kadar çok silah sesi duyacağımı bilsem herhalde Shoot em Up filmini tercih ederim Silahların ağzındaki ‘’maytaplar’’ dikkat çekici. Namluların ucunda ‘’alev gizleyen’’ bulunmasına karşın gece, gündüz, sabah, akşam demeden ve tabanca olsun, tüfek olsun hepsinden alevler fırlıyor ki komik olmaktan çok sinir bozucu. Polat’ın stinger füzelerini ateşlerken yüzüne bakın, silah kendiliğinden ateşlenmiş gibi duruyor çünkü ortada bilinçli bir hareket yok. Kapı kilitlerine ateş etmekten silahında mermi kalmadığını çatışma anına kadar anlayamayan ve ilk ateşi edemeyen kişi nasıl bir komandodur? Aksiyon sahneleri bir süre sonra mide bulandırıcı bir hal alıyor. İsrail karakoluna baskın yaparak silahları ele geçirdiklerinde Polat’ın mermileri boynuna bir dolaması vardı ki bir an Death Wish’teki Charles Bronson gibi sokağa dalacağını düşünmedim desem yalan olur. Çekilen her tetik ve namludan çıkan her merminin bir alıcısı mutlaka var. Önce ateş ediliyor, mermi boşa gitmesin diye İsrailli merminin önüne atlıyor. Ayrıca adamlarımızın camın arkasındaki adamı camı kırmadan öldüren mermileri olduğu gibi İsraillilerin yerçekimine karşı koyan ve kurşunun vücuda girdiği yöne değil de tam tersine sıçrayan damar ve kan yapısına sahipler. Seyircinin pek çoğunun hayal kırıklığı yaşadığı, filmin hayranlarının bile beklentilerini karşılamadığını çok net olarak salon çıkışı gördüğümü söyleyebilirim.
Siyonizm ideali Nil nehrinden Fırat nehrine kadar uzanan çok geniş topraklan içeren ve “Arzı Mev’ud” denilen Orta Doğu’nun merkezî kısmında bir Yahudi devletinin kurulmasını amaçlamaktadır. Siyonizm hareketleri, dünya üzerinde farklı boyutlarda kendini göstermiştir. Bunlar; işçi Siyonizm’i, dinsel Siyonizm ve genel Siyonizm olarak üçe ayrılabilir. Hahamlar tarafından ortaya atılan ve geniş bir etki alanı bulan dinsel Siyonizm, Araplarla savaşmanın Allah’ın bir emri olduğunu iddia ederek bugünkü İsrail Devleti’nin yayılmacı ve işgalci tutumunu körüklemiştir. Yine de ‘’vaad edilmiş topraklara’’ dönüşün Mesih’in gelişinden sonra gerçekleşmesi gerekeceğinden bazı çevreler Siyonizm’in bu inancı istismar edebilmek için Mesih inancını yeniden yorumladığını söylemekte ve Ortodoks Yahudiler İsrail’in kurulusunu Tevrat’ta vaat edilen geriye dönüş olarak görmediklerini belirtilmektedirler.
1907’de Londra’da toplanan Britanya Sömürgeler Konferansında, 1869’dan itibaren işletilmeye başlanan Süveyş Kanalı’nın yakınında, eski dünyayı Avrupa’ya bağlayacak, yabancı, güçlü, bölge halkına düşman ancak Avrupa’ya bağlı ve onun çıkarlarını koruyacak bir güç meydana getirilmesi fikri İngiltere’nin dikkatini zengin petrol yataklarına sahip olduğu anlaşılan Ortadoğu, Filistin toprakları ve Yahudiler üzerine çevirmiştir.
İngilizlerin bu siyaseti ile Siyonist düşüncenin benzerliği görülmeye değer. Bununla ilgili olarak Kasım 1914’de Dr. Weizmann’ın İngiliz hükümetine yazdığı mektup şöyledir: ‘’…Biz makul bir şekilde diyebiliriz ki, Filistin İngilizlerin nüfuz alanına girmelidir ve bir İngiliz sömürgesi olarak orada İngiltere, Yahudi yerleşimini teşvik etmelidir; ta ki, yirmi ya da otuz yıl içinde bu bölgede bir milyon, belki daha da fazla bir Yahudi nüfusuna sahip olalım. Bu Yahudiler orayı kalkındıracak, medeniyeti geri getirecek ve Süveyş Kanalı için etkili bir koruma sağlayacaklardır.’’
Asırlardır bölgede var olan Filistinli Araplar yerlerinden, yurtlarından ayrılarak mülteci durumuna düşmüşlerdir. Bundan sonra Filistin meselesi bir mülteciler sorununa dönüşmüştür. İsrail Devletinin 1948 yılında kurulması ile Yahudilere bir yurt sağlanmış, ancak sorun bitmemiştir. Bu kez o topraklarda yüzyıllardır yaşayan Filistinliler, dünyanın dört bir yanına göç etmek zorunda kalmışlar ve gittikleri yerlerde kendi örgütlerini kurarak, kendilerine yurt edinme çabalarını başlatmışlardır. Aslında bu, yeni bir yurt edinmeden çok, kendilerine ait olduğuna inandıkları, toprakların yeniden kazanılması mücadelesidir. Böylece Yahudilerin yurt edinme sorunu Filistinlilerin yurt edinme sorununa dönüşmüştür.
Diğer Arap ülkelerine sığınan bu insanlar aynı ırktan olmalarına rağmen o ülkelerin nüfusunun içine karıştırılmamış, ayrı bölgelerde tutulmuştur. Arap devletleri bu şekilde hareketle, mültecileri uluslararası kamuoyunu etkilemek ve İsrail’e karşı bir baskı aracı olarak kullanmayı öngörmüşlerdir. Mülteci Filistinliler bundan sonraki günlerde, BM’in çeşitli forumlarında ele alınmıştır. Bu insanların nerelere yerleştirileceği üzerinde pazarlıklar yapılmış, ancak ciddi hiçbir sonuca ulaşılamamıştır. Yahudiler bölgedeki Arap nüfusu ortadan kaldırmayı devlet olabilme şartı gördüklerinden, Filistinli mültecilerin geriye dönüşünü engelleyici ne mümkünse yapmışlardır. Ayrıca bölgede kalma cesaretini gösteren Araplara da çeşitli kısıtlamalar getirerek, onlarında oradan ayrılmaları için baskı uygulamışlardır. Bu insanlar Lübnan, Suriye, Ürdün, Filistin Arap kesiminde, Gazze’de ve İsrail bölgesinde uygun olmayan şartlarda hayatlarını sürdürmeye başlamışlardır.
1949 yılında bölgeye bir inceleme gezisinde bulunmuş olan İngiltere Dışişleri Daimî Sekreteri Lord Strang yaptığı temaslardan edindiği izlenimleri “Home and Abroad” isimli kitabında yazmıştır. Yazdıkları günümüzde de değerini korumaktadır.
“Din, dil ve politik menfaatlerin desteklediği Arap Birliği, hanedanlar ve şahıslar arasındaki kıskançlıklar dolayısıyla sarsıntıdaydı. Irak ile Ürdün’de ayni hanedan vardı, fakat her ikisini de idare eden Haşimî hanedanı diğer Arapların çoğu tarafından sevilmiyordu. Mısır, Irak’ı kıskanıyor ve Haşimilere karşı olan Suudi Arabistan ile anlaşmaya çalışıyordu. Lübnan ve Irak’ta, Suriye-Irak ve Belki de Ürdün’ü toplayacak “Münbit Hilâl” taraftarları mevcuttu. Kral Abdullah, Ürdün ile Suriye’yi “Büyük Suriye” olarak birleştirmek düşüncesindeydi. Ayni fikri paylaşan bazıları ise Büyük Suriye’nin Haşimi Hanedanının idaresinde olmasına mutlak şekilde karşıydılar. Araplar arasındaki ayrılıkları gören Arapların konuştukları tek mevzu diğer Arap devletlerini eleştirmekti. O tarihlerde Arap devletleri İsrail’e karşı da tamamen ayni tutumda değildiler. Ürdün, Mısır ve Suriye, İsrail’in mevcudiyetini kabul etmemekle beraber, onunla geçici düzenlemeler yapmaya da karşı görünmüyorlardı. Irak, İsrail ile herhangi bir ilişki düşünmüyordu. Hiç bir Arap kalben İsrail’in mevcudiyetini kabul edemiyordu… Her şeye rağmen Arap devletlerinin İngiltere karşı itimatlarını kaybetmemiş olduklarını görmek enteresandı. ABD ve Rusya İsrail tarafındaydılar. Biz onların nazarında kötüler arasında en iyisiydik… Araplar bölünmüş oldukları için kaybetmişlerdi. İngilizler onları ihmal etmiş, Amerikalılar karşılarına çıkmış, Ruslar ise istismar etmişlerdi…”
İsrail Devleti’nin kuruluşuna karşı ret cephesi hareketinde lider olmak Arap devletleri aralarında büyük bir rekabete yol açmıştır. ‘’Filistin halkı’’ fikri olarak Arap devletleri arasında bölünmüş, mücadelenin Filistin’de yapılması gerekirken, diğer Arap başkentlerinden yapılmaya çalışılması, Filistinlilerin üstünlüğü ele alabilecek bir organizasyona sahip olmalarını engellemiştir. Arap ülkelerinin hemen hepsi Filistinlileri ya birbirlerine karşı kullanmışlar veya Arap liderliği yolunda onları bir basamak yapmak istemişlerdir. Bu durumun vahametini gören Filistinliler ‘’Filistin Kurtuluş Örgütü’’’nün (FKÖ) kurulması çalışmalarına başlamışlardır. Aslen Gazzeli ve örgüt ismi Abu Ammar olan Yaser Arafat gittiği Kuveyt’te ‘’ El Fetih’’ teşkilatını kurmuştur. Kurtlar Vadisi – Filistin filminin -belki de bilinçli bir şekilde- hiç değinmediği Filistin davasının ortak bir hedefe dönüştürülememesi ve aptalca bölünmüşlük harika bir film olan Life of Brian filminde mükemmel bir şekilde işlenmişken Kurtlar Vadisi Filistin bu konunun yanından bile geçme cesareti bulamıyor.
Filmle hiçbir anlamı olmayan zikir sahnesinin anlamını çözemedim. Müslümanlıktaki durumu tartışmalı olan tarikat ayinlerini İslam dinini temsilen göstermek ne derece anlamlıdır. Eğer bunlar örgütlü iseler niçin ortaya çıkmıyorlar. İnsan için en önemli şey özgürlüğüne sahip olmaktır. Her şeye çare bulunur ancak mücadele etmeden özgürlüğe kavuşulamaz. İslam Cuma namazı kılmak için Müslüman erkeğin hür olma şartını getirmiştir. Filistinli insanların açlığı, yokluğu, sıvasız evlerini değil özgürlük yoksunluğunu anlatabilmeliydi. Yoksa yurdumuzda aç, gariban, hasta, yiyecek bir film ekmek bulamayan, sömürülen, ilkel şartlarda yaşayan insan sayısı tüm Filistinlilerin sayısından fazladır.
Yahudi kimdir? Yahudi, bir Yahudi anası olan ya da, Yahudi din yasaları (Halaçah) uyarınca Yahudiliği kabul etmiş herhangi birisidir. Bu tanım bile ırkçılığı dışlamaktadır. Yahudilik ilkelerini benimsemiş kişiler bulmaya çalışmaz; ancak bu ilkeleri kabul edenler eşitlik esasına göre kabul görürler. En mümtaz ve saygı gören hahamların bazıları Yahudiliği sonradan kabul etmiş kişilerdir. Yahudi analar çocuklarını her Sebt günü ve tatil arifesi kutsarlar ve bunu yüzlerce yıllardan beri yaparlar. Çocuklar kızsa, kutsama “Allah seni Sarah, Rebeka, Raşel ve Leah gibi yapsın”dır. Bu anaerkillerin hiçbiri Yahudi olarak doğmamıştı; onlar Yahudiliği sonradan kabul edenlerdendi. Çocuklar erkekse, kutsama “Allah seni Efraim ve Menaşe gibi yapsın” biçimindedir. Bu ikisinin anası daha sonra Yahudi ve Yusuf’la evlenen Mısırlı bir kadındı. Gelmiş geçmiş Yahudilerin en büyüğü Musa bile daha sonra Yahudi olmuş Midyalı bir kadınla evlenmişti. Son olarak, Yahudilerin kutsal yazıları olan Tenaç, Ruth’un kitabını kapsar. Bu kadın, doğuştan Yahudi gibi, Yahudi halkının geleneksel düşmanı olan Moab’lılardan gelmedir. Bu kitap, Ruth’un Yahudiliğe geçişini betimler ve her yıl “Yasa”nın (Tevrat) vahiysini yaşatmak için kutlanan tatilde “Eski Ahd”in ilk beş kitabı olarak okunur. Ruth’un kitabı, hemen bitiminde adı geçenin Yahudilerin en büyük kralı olan Kral Davud’un büyükannesinin ninesi olduğunu anlatır. İşte gerçek Yahudi düşüncesi…
TORA’nın beşinci kitabı olan Devarim’in Şofetim Peraşasında şöyle bir pasuk vardır: ‘’Adaleti takip et; bu sayede yaşayacak ve Tanrın Aşem’in sana vermekte olduğu Ülke’yi miras alacaksın.’’ İbn Ezra’nın yorumuna göre ‘’Adaletten şaşmadıkları sürece, bu Ülke mirası gelecek nesillerin elinde kalmaya devam edecektir. Ama adalet eksikliği, bu mirası ellerinde tutmalarının önünde engel teşkil edecektir. ’’Hayatın boyunca adaletten hiç şaşma; her seferinde tekrar tekrar adaletin arkasında ol’’ diyen atalarının sözlerine uymadıkları sürece İsrailoğulları oturdukları topraklar üzerinde nasıl hak sahibi olduklarını iddia edebilirler?
İnsanlar kendi kin, öfke ve nefretlerinin neticesi olan öç alma ve cezalandırma isteklerini Tanrı vasıtasıyla gerçekleştirmek için cehenneme ihtiyaç duyarlar. Sözlerimi barışın egemen olması ve insanların birbirleri için cehennem yerine cenneti dilemeleri arzusuyla sona erdiriyorum.
Salim Olcay
salimolcay@yahoo.com
Yazarın öteki yazıları için tıklayınız.
Kaos GL Dergisi: 123. Sayı - Dosya Konusu: Milliyetçilik
“Milliyetçiler neden dönüp dolaşıp önce LGBT’lere saldırıyor?”
“Irkçılığa ve Milliyetçiliğe karşı mücadele etmeden, Homofobi ve Transfobiye karşı mücadelede başarılı olamayız” cümlesini bu sayımızda tartışmaya açtık.
Heteroseksizme karşı mücadelemizde “Homofobi/Transfobi kimin meselesi?” sorusunu sormaya başladığımızda yanıtı milliyetçiliği, ırkçılığı, cinsiyetçiliği ve militarizmi dert eden mücadeleler içinde bulmaya çalıştık.
Kaos GL Danışma Kurulu üyelerinden Prof. Dr. Selçuk Candansayar’ın da belirttiği gibi milliyetçilik bireylerin “ben” deme imkânını elinden alıyor ve bireyleri “biz” denen bir kalıba sokuyor. Kendimize ait hiçbir özelliğimizi “bana” bırakmıyor; “biz” denen üst bir kalıp ile sarmalayıp bizi esir alıyor. Peki, gerçekten bir “biz” var mı? “Ben”i bana rağmen saran, sarmakla kalmayıp ablukasına alan o “biz”in neresinde “ben” oluyorum, olabiliyor muyum? Yoksa “öteki” olarak hep “sevmediği için terk etmesi gereken” mi oluyorum? “Milliyetçilik düşmansız yürütülecek bir iş değildir” diyor Candansayar ve ekliyor: Peki, milliyetçiler neden dönüp dolaşıp önce LGBT’lere saldırıyor? O bizim mükemmel toplumumuzu çürüten, çokça iç düşman yaratmaktan geri durmayan iktidar, ardından toplumu o mikroplardan arındırmaya girişiyor. “Suçluları”, “fahişeleri”, “sapıkları” sağlıklı, güçlü ve iyi bireyler karşısında ayıklamak istiyor. Bu iyilerin “erkek”, “güçlü”, “sağlıklı” ve soyu devam ettirecek bireyler olduğunu biliyoruz! Ötekiyi kurma ve öteki üzerinden kendini tanımlama pratiklerinin ezilenler arasında da iktidar kurabildiğini ekleyelim…
“Esas oğlan her zaman Türk, Sünni, Müslüman ve heteroseksüel”
Kaos GL Danışma Kurulu Başkanı Prof. Dr. Melek Göregenli ise esas oğlanların her zaman Türk, Sünni, Müslüman ve Heteroseksüel olduğuna dikkat çekiyor. Homofobik olmayan bir milliyetçiliğin söz konusu bile olamayacağını belirten Göregenli, nefret siyasetlerinin yeşerdiği iklimi işaret ediyor: Milliyetçilik, ırkçılık, anti-semitizm, otoriterlik vb. bütün nefret siyasetleri genel bir muhafazakârlık ikliminde yeşerir ve bu iklim esasen homofobiden beslenir, genel olarak bütün beden kontrolüne dayalı siyasetlerden güç alır.
“Milliyetçiliğin Kapadığı Kapılar Nelerin Üstünü Örter?”
Milliyetçiler neden dönüp dolaşıp önce LGBT’lere saldırıyor… Ezilenler arasındaki iktidar ilişkileri neden ve nasıl tezahür ediyor… Homofobi ve transfobi karşıtı pratiklerde tezahür eden milliyetçililiğin çerçevelediği LGBT varoluşların kaygısı ne ola ki… Milliyetçiliğe karşı mücadele etmeden homofobi ve transfobi karşıtı mücadele neden başarılı olamaz…
Peki sizce milliyetçiliğin kapadığı kapılar nelerin üstünü örtüyor diye sorduk ve Milliyetçilik dosyamıza Armağan Öztürk, Güven Gürkan Öztan, Elif Kutlu, Ali Baydaş, Elif Ekin Akşit, Ferhat Özgür, İlkay Kara, Ahmet Yavuz, Tuba Emiroğlu, Tunca Özlen, Eren Barış, Osman Bulugil, Yigilante Kocagöz ve Ramazan Kaya çağrımıza kulak verdi ve yazılarıyla desteklerini esirgemedi.
Söyleşilerimiz bu sayıda da rengarenk, Pantomim sanatçısı Janset Karavin ile Buket Korkmaz, AGOS gazetesinden Rober Koptaş ile Emre Terekli, American Idol’ın süperstarı Adam Lambert ile de Cenk Erdem görüştü.
Ömer Akpınar kendi tabiriyle “şu meşhur Amerikan gençlik dizisi” Glee’yi yazdı. Kitaplık köşemizi bu sayıda Kıvılcım İlbaşı hazırladı. Hakan Bilge Hitchcock’un Rope filmini eşcinsellik açısından okudu.
123. sayının kapak konuğu Erinç Seymen; UMUM konuğu ise Ferhat Özgür oldu.
Gelelim bir sonraki sayımıza… 124. sayımızda “Sınır”ları tartışmaya açıyoruz. Yazılı ve görsel katkılarınızı dergi@kaosgl.org adresi ile 5 Nisan’a kadar paylaşın lütfen!
Mayıs’ta Buluşmak üzere…
Geçmişin Belirsizliği
2 Şubat 2024 Yazan: Editör
Kategori: Araştırma Kitapları, İnceleme Kitapları, Kitabiyat, Sanat
Tarih kitapları olayları anlatır. Bir biçimde, olaylar arasında bağlantılar kurarlar. Bizi de bu bağlantıları görmeye zorlarlar. Tarihçiler, geçmişi geleceğe aktarırken, genellikle ya devlet arşivlerini, ya da gazetleri kullanırlar. Yorumlar ise bazı temel kavramlar üzerine döner. Günümüz tarihyazımında ise, ulusal kimlikler bir hayli fazla yer etmektedir. Ancak, yazılmış şeyler üzerine yorumlanan geçmiş, ne kadar tutarlı ve doğru bir geçmiştir? Özellikle konu ulusal kimlikler olunca, eylem aktörlerinin, yani insanların, ne gibi güdülerle hareket ettiğini kim söyleyebilir ki? Eylemlerin ve kavramların anlamlarının ne olduğu ise başka bir çetrefilli sorundur. Ben bu yazıda, ulus için Benedict Anderson’un söylediklerini ve karşı kutbunda yer alan, Anderson’un kozmopolit aydınlar dediği, postmodern düşünürlerin düşüncelerini ortaya koyup, anlamlı birkaç örnekle, her tarih anlatısının tahrip demek olduğunu iddia edeceğim. Temel düşüncem şudur ki, “öteki” ve “biz” zıtlığı üzerine kurulu tüm anlatılar, zaruri olarak, gerçeğe hasar verir ve metinlerarası tüm ilişkiler zıtlıklar üzerine kurulu olduğu için, taraflardan bağımsız olarak, hasar kaçınılmazdır. Geçmiş ise her zaman belirsizdir.
Benedict Anderson ulusların hayal edilmiş bir cemaat olduğunu yazar. Ancak bu hayal edilmişlik “uydurma” veya “sahici olmayan” anlamlarını içermez (21). “Hayali cemaat”, birbirini hiç görmeyen, tanımayan insanların bazı özel alanlarda birbirleri ile bağlarının varlığını hissetmeleri durumudur. Anderson özellikle homojen ve içiboş bir eşzamanlılık kavramının ortaya çıkması ile, birbirlerini hiç tanımayan insanlar arasındaki bağı açıklar. Matbaanın ortaya çıkışı ve ardından gazetlerin yaygınlaşması bu eşzamanlılığı ortaya çıkaran şeydir. Örneğin herhangi bir gazetedeki üç bağımsız olayın, aynı sayfada bulunuyor olması, bu haberleri, homojen içiboş bir zaman tassavuruna bağlı kılar (50). Okuyucu aynı anda başkalarının da bu haberleri okuduğunu bilir.
Yeni bir zaman tassavuru tarih ile de yakından ilişkilidir. Gazetelerin ve kitapların olanca hızıyla yayıldığı dönemde, yeni bir tarihin (tarihlerin) de yazılması kaçınılmaz olur. Bir yandan, matbaa sektörünün yayılabilmek için dili tekleştirme itkisi, diğer yandan da içi boş ve homojen zaman tasavvuru, çoğunluk haline gelen dillerin konuşucuları için, ortak bir geçmişi “hayal” etmeyi mümkün kılar. Anderson’a göre bu ortak geçmiş, nefret ile değil sevgi ve dayanışma ile örülüdür. Bu bulgusunu açımlarken “ilerici kozmopolit aydınlar” dediği bir gruba nazire edercesine şunları yazar:
“İlerici, kozmopolit aydınların (özellikle Avrupa’da mı acaba?) milliyetçiliği nerdeyse patolojik olan doğasını, köklerinin Öteki karşısındaki korku ve öfkede yattığını, ırkçılıkla akrabalığını vurguladıkları bir dönemde, ulusların bir sevgiyi, sık sık da ok fedakar bri sevgiyi esinlediklerini hatırlamak yararlı olur. Milliyetçiliğin kültürel ürünleri – şiir, düzyazı, müzik, görsel sanatlar – bu sevgiyi binlerce farklı biçimle açıça ifade ediyorlar.” (159)
Anderson’un açıkça karşısında konumlandığı iki felsefik paradigma var. Birincisi Levinas ve Derrida, ikincisini ise Lacan ve Badiou olarak yorumlayabiliriz. Derrida’nın “Öteki”’si ile, Lacan’ın “Gerçek” kavramları, ulusların eylemlerindeki nefretin patolojik olmalarını açıklarlar. Anderson’un uzak durduğu alan tam olarak “eylem” ve “metin” veyahut “işlev” ve “metin” arasındaki uçurumun göz ardı edilmesinde yatar. Gazetelerin eşzamanlılığı sağladığını gösterirken, gazeteleri sadece bir medium olarak ele alır, içeriklerinden bahsetmez. Aynı şekilde şiir, düzyazı gibi kültürel ürünlerin içeriklerinden bahsettiğinde de, bu ürünlerin nasıl ortamlarda dile geldiğini hesaba katmaz. Örneğin onuncu yıl marşı sözleri itibari ile başarıya, yardımlaşmaya ve birlikteliğe vurgu yapar; ancak Ahmet Kaya’yı kovalarken söylenir. Radikal gazetesinin 20 ocak 2024’deki haberleri eşzamanlılığı gerçeklese de, eşzamanlılıktan öte bir “süzgeç” ile yanyana gelir.
Derrida’ya göre dominant bir kültürde pozisyonlandığımızda, kendimizi, tarihsel olarak mutlak Öteki olarak inşa ettiğimiz yabancılar üzerinden tekrar tekrar yeniden yapılandırırız (Carlson 259). Lacan ise Öteki’ni “gerçek”te olmayan bir bütünlük olarak ifade eder. “Algı ‘Öteki’nin konumlandığı, bilinç ise ‘ben’ kelimesinin kurulduğu yerdir” (Lacan 45). İlkinde “şey” Öteki’nde toplanırken, ikincisinde “gerçek”tedir. Derrida tüm gerçekliğimizi Öteki üzerinden yorumlar, Lacan ise “gerçeğ”i algılayış biçimimizde. Fakat tüm bu nüanslara rağmen, her ikisi de, kendimizi Öteki üzerinden tanımladığımız konusunda birleşirler.
Hayali cemaatler anlayışının es geçtiği, öteki üzerinden kurgulanan “biz” algısı, tarihyazımlarında da yer bulamaz. Gerek resmi tarih yazımı olsun, gerekse de radikal tarih yazımları, “ulusal kimliğin inşası” konulu hemen tüm metinler, “biz” kimliğinin metinlerarası okumalarını gerçekleştirirler. Mesela, Reşat Kasaba ve Sibel Bozdoğan’ın derlediği, Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik kitabındaki tüm makalelerde, ulusal kimlik belirli politikalar ile oluşturululur. Bu politikalar, modernleşmeyi getiren aktörlerin bilinçli bir biçimde kurguladıkları, ideolojik aygıtlar ile yürürlüğe soktukları, mimari ile sembolleştirdikleri ve ekonomik kararlarla destekledikleri uzun boylu prejeler gibi aktarılmaktayken, bu planların kendilerini “biz” içerisinde gören bireyler tarafından nasıl algılandığı ve eylemlerin ne yönde olduğu ise dışarıda bırakılmaktadır. Bu dışarıda bırakma sürecinin kendisi, ulusal kimliğin tarihyazımını oluşturur.
Öteki meselesi belki de en iyi 1889 Paris Evrensel Sergisinde algılanabilir. Serginin önemi, yaklaşık olarak otuz iki buçuk milyon ziyaretçisinin olmasıdır (Palermo 285). Bu sergide, Fransa’nın tüm kolonilerinden insanlar getirilip, Eyfel Kulesinin dibindeki ana mekanda, canlı olarak gösterime sunulmuştur. Aralarında okyanuslar olan tüm kültürlerin, tek bir yerde toplanışı, mutlak bir öteki algısında önemli bir rol oynar. Ayrıca kolonilerden getirilen kültürlerin şehir mimarisindeki gelişmeleri ile sıralanması, kültürler arasında bir hiyerarşi oluşturur. Fransızlar ise bu hiyerarşinin en tepesinde var olurlar.
Şekil 1. L’exposition Universelle de Paris.
Yukarıdaki resimden izlenebileceği gibi, Fransızlar Eyfel Kulesi’nin tavanındaki mutlak “gözlemleyici”dir. En soldaki tavanı düşük barakalarda siyahlar, sağa doğru ise Kuzey Afrika ve Asya sergileri sıralanmıştır. Serginin çıkışında ise Fransa Savaş Bakanlığı yer alır (294). Palermo’ya göre, Edward Said’in gözleyen-gözlemlenen ikilisinin büyük çapta vuku bulduğu belki de ilk organizasyon budur (292). Kendini Fransız olarak adlandıran vatandaşlar, Fransız’ın içini, burada “gösterime sunulmuş olmayan” olarak doldurur. Fransız’ın ilk tanımı kendini bu şekilde gösterir: Öteki olmayan.
Tarihyazımında böylesi bir sergi, tam olarak Anderson’un da yorumlayacağı gibi, “biz” olarak ifade edilenin, sergiyi düzenleyenler tarafından inşası olarak görülür. Halbuki inşanın kendisi, “biz” olanın algısında başlar. Algıda birey, kendi dışında olarak kabul ettiği her şeyi ve herkesi, bir bütün olarak görür, ve tek tek hepsinin özelliklerinin tersi olarak kendini hayal eder. Kendinde gördüğü tüm kötülükleri, algıdaki “öteki” üzerine yansıtıp, bilincindeki “biz” kavramını bu yansıma üzerine kurgular. Bireylerin, Ötekini bir ayna gibi kullanması, Ötekine göre kendini konumlandırması ve eyleme geçişi, tarih yazımında yer bulmaz.
Tarihyazımlarında yer alan, homojen olan zamanda, “biz”in tepkileridir. Olay örgüsü, karşılaşılan şeylere tepkiler olarak kurulur. Fakat bu eşzamanda, Öteki’nin tepkisi yoktur. Öteki sadece yapar. Ulusal kimlik ise buna tepki verir. Yine Ahmet Kaya’nın magazinciler derneği gecesindeki yaşananların anlatılaşmasını örnek verebiliriz. Star yazarı Kudret Köseoğlu, Ahmet Kaya’nın ölüme nasıl gittiğini anlatırken şöyle başlıyor söze:
“10 Şubat 1999’daki MGD gecesini herkes hatırlıyor… Ahmet Kaya o gün ödülünü alırken “Önümüzdeki kasetimde Kürt asıllı olduğum için Kürtçe bir şarkı söyleyeceğim ve Kürtçe bir klip yapacağım” demişti…Ve bu söz üzerine salonda bir linç atmosferi doğmuştu” (http://www.birikimhaber.com/Haber/Gundem/15022010/Ahmet-Kaya-adim-adim-olume-nasil-gitti-.html)
Geceyi anlatırken, yazar Ahmet Kaya için “demişti” diyor, bu söz sonrasında ise bir linç atmosferinin oluştuğunu söylüyor. Olayın yakın tarihine bakarsak ise, olayın ertesinde medyanın, olayı nasıl manşete taşıdığını görebiliriz. Hürriyet gazetesi “Ahmet Kaya yuhalandı” diye manşet atmış. Ama yuhalayanlar kim belli değil. Yuhalamanın kendisi zaten, birinin eylemi üzerine yapılan bir tepkidir. Posta’da ise Ayhan Kimsesizcan imzalı haber başlığı ‘Kaya şov yaptı, ortalık karıştı’ şeklinde. 14 Şubat 1999 Hürriyet’in manşeti: “Ayıp ettin ‘gözüm’ ”. Yine edimleyen, Öteki olmuş. 20 Temmuz 1999’da Hürriyet “Vay Şerefsiz” diye manşet atmış, altbaşlağında Ötekinin hakaret ettiğini yazmış. Sabah gazetesi “Kaya yine kin ve küfür kustu” diye haber yapmış. 14 Şubat 1999’da Ertuğrul Özkök, Ahmet Kaya’nın densizlik yaptığını söylemiş. (Tüm haber manşetleri şurdan alınmıştır: http://fotogaleri.ntvmsnbc.com/hayat-karartan-mansetler.html?position=6) Örnekler çoğaltılabilir. Fakat tüm örneklerin ortak noktası, anlatının Ötekini edimleyen, “biz” denilenin tepki veren olarak kurgulamasıdır.
İlginç olan, bugünün gazetelerinin de yine böylesi bir anlatı şeması kurmasıdır. Değişen, taraflardır. Ntvmsnbc, birilerinin hayat kararttığını söyler. O birileri bütün bir Ötekidir. Gazateciler derneği akşamında yaşananlar, tarihe geçerken, bahsi geçen Öteki ve “biz” zıtlığı üzerinden yazılır. Dışarıda bırakılan yegane şey ise, heterojen olan bireysel yaklaşımlardır. Zıtlık bu heterojenliği tahrip eder, ve “biz” ile Öteki arasında, edimleyen ve tepki gösterenlerin başından geçenleri anlatılaştırır.
Sonuçta, ulusal kimliğin anlatısı kabul edilebilecek tüm tarihsel metinler, gerek gazete, gerekse de kitaplar, zıtlıklar üzerine kurulu bir anlatıdan ibarettir. Tarafların kim olduğu önemli değildir. Hem “biz” hem de Öteki, tahrip edilerek (farklılıklarından arındırılıp, bütünleştirilerek), geleceğe aktarılır. Bütünleştirme sırasında dışarıda bırakılan farklılıklar, ve zıtlıklar inşa edilirken farklılaştırılan benzerlikler, tarihyazımının tahrip ettikleridir.
Kaynaklar
Anderson, Benedict. Hayali Cemaatler, Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması. Çev. İskender Savaşır. İstanbul: Metis Yayınları, 2024.
Carlson, Dennis. “The Border Crossed Us: Education, Hospitality Politics, and the Social Construction of the ‘Illegal Immigrant’”. Educational Theory. 59.3 (2009) 259-77.
Lacan, Jacques. “Of the Network of the Signifiers.” The Unconscious and Repetition. İstanbul: CULT 525 Ders Notları, 2024.
Palermo, Lynn. “Identity Under Construction, Representing the Colonies at the Paris: Exposition Universelle of 1889” The Color of Liberty: Histories of Race in France. Londra: Duke Üniversitesi Yayınları, 2024 285-301.
Sibel Bozdoğan ve Reşat Kasaba, der. Rethinking Modernity and National Identity in Turkey. Washington: Washington Üniversitesi Yayınları, 1997.
eminsaydut@sanatlog.com