Olympus Has Fallen (2013, Antoine Fuqua)
7 Temmuz 2024 Yazan: Editör
Kategori: Manşet, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
“Bizi sadece bir Tanrı kurtarabilir. Bu dünya artık üzerinde “insanların” yaşadığı bir yer değil.’’ (Heidegger)
Amerikan Başkanı’nın yakın koruma ekibinin liderliğini yapan Mike Banning (Gerard Butler) isimli gizli servis ajanı işinde olduğu kadar Başkan (Aaron Eckhart) ve ailesiyle olan ilişkilerinde de başarılıdır. Başkanla boks idmanı yapmakta, başkanın eşi ile şakalaşabilmekte, hatta başkanın oğlu tarafından, arabada babasının yanında oturmaya tercih edilebilmektedir. Başkanın eşinin öldüğü bir trafik kazasında Başkan’ın hayatını kurtarmış olsa da ekibin lideri olduğundan fatura Mike’a kesilir. Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır sözünü doğrularcasına kızağa çekilen Mike’ın karısıyla ilişkileri de eş zamanlı olarak bozulmaya başlamıştır. Kazanın üzerinden on sekiz ay geçmiştir ve her şey kötüye gitmekte, onunla karşılaşan çaylak gizli servis elamanlarının bile alay ettiği bir figür halinde gelmektedir. Bir gün başkanlık konutunun teröristler tarafından ele geçirilmesi ve başkanın esir alınmasıyla, Pentagon ve Amerikan Genelkurmayı’nın elinin kolunun bağlı kaldığı bir ortamda Mike sahneye çıkar ve herkese gününü gösterir. Konu artık mide bulandıracak kadar sıradan ancak filmde işlenen bazı temalar nedeniyle ve kadronun küçük çaplı bir yıldızlar geçidi oluşturması sonucu bu yazıyı yazmaya karar verdim.
Olimpos, Yunan mitolojisinde tanrıların mekânıdır. Rivayete göre Zeus’un, babasını yenmesiyle yeryüzünde titanların egemenliği sona ermiş, erkek tanrılar egemenliklerini belirlemek için kura çektiklerinde Zeus’a gökyüzü, Poseidon’a deniz, Hades’e ise yeraltının egemenliği düşmüştür. Zeus böylece, dünyanın, yaşamın ve insanın yaratıcısı olmadığı halde tanrıların tanrısı ve evrenin mutlak egemeni haline gelmiştir. Büyük bir kibir sonucu, başkanlık konutuna Olimpos denildiğine göre Amerikan Başkanının Zeus olduğu ima edilir ki, Homeros ve Hesiodos’un bölük pörçük yazılarının elden geçirilmesi sonucu ortaya çıkarılan Yunan mitolojisinin hâlâ yazılmaya devam ettiği görülür. Ayrıca Amerika’nın saldırıya uğramasının Ortadoğu’da kutlanması ile ne denmek istendiğini nasıl anlamak gerekiyor? ‘’Dünya Savaşı Z’’ (2013, Marc Forster) filminin Türkiye’deki dağıtıcılarına göre bu Ortadoğu ibaresi acaba İsrail anlamına mı gelmektedir, merak ediyorum.
Washington D.C. üzerinde -büyük olasılıkla ele geçirilmiş bir Amerikan uçağı- isimsiz bir uçak tespit edilir ancak hava kuvvetlerinin müdahalesi başarısız olur, hatta isimsiz uçağın ateş açması sonucu Güney Kore başbakanı ile görüşme halindeki başkana bir saldırı olduğu haberi verilir. Gizli servis ajanları başkanı korumak için hareket geçerler ve olağanüstü durumlarda işletilen protokolü devreye sokarlar. Bunun içeriğini bilmiyoruz ancak yönetim kademesinin çökmemesi ve zafiyet oluşmaması için başta başkan olmak üzere yardımcısının ve diğerlerinin mutlak koruma altına alınması demek olduğunu anlayabiliyoruz. Başkan -nedense- Güney Kore başbakanı ve ekibinin de protokol kapsamına alınmasını emrediyor. Asla değiştirilmemesi gereken kurallar, başkanın vermemesi gereken, vermiş olsa da uyulmaması gereken emri sonucu değişikliğe uğratılıyor. Böylece terörist ve ekibi, Amerikan başkanı ile aynı odaya girmiş oluyor ki, Kuzey Koreli olduğu söylenen Kang’ın (Rick Yune) bütün planlarını bu değişmez kuralların ‘’değişmesi’’ üzerine kurmuş olmasının filmin en büyük mantık hatası olduğunu söylemeliyim.
Amerika Birleşik Devleri bayrağı için sadakat yemini etmiş olmasına karşın ihanet eden gizli servis ajanı Forbes (Dylan McDermott), başkana, ‘’Bu ülkeyi benden çok önce sattın. Küreselleşme ve Wall Street… Bir başkanı satın almanın maliyeti ne bugünlerde?’’ diyerek ihanetinin ideolojik olduğunu dile getiriyor. Para için ihanet etmemesine karşın ölüm anında nedamet getirerek Mike’a yardım etmesi çelişkili bir tutum oluşturuyor. Kang’ın, ‘’Açlık çekmenin ne demek olduğunu artık Amerikalılar da öğrenecekler.’’ demesi filmin arasına serpiştirilmiş edinilmiş öfke kapsamında değerlendirilebilecek sözlerdir. Propagandanın dengelenmesi maksadıyla, edilgen konumdaki seyircinin arkasına yaslandığı koltuğunda, büyüsüne kapıldığı filmin tamamen nesnel olduğuna inanmasını sağlamaya yarayan edinilmiş öfke söylemleri Hollywood tarafından filmlerin doğasına eklemlenmekte, böylece olaylar ve olgular arasında sebep-sonuç ilişkisi kuramayan cahil beyinler tarafından peşinen lanetlenen eleştiri bir sömürü kaynağı haline dönüştürülmektedir. Kendini filmin kahramanı ile özdeşleştiren ve koşullandırılmış seyirci eleştirilerin doğruluğunu kabul ettiği an kendi esaretine katkıda bulunmuş olacağından, bunu daha baştan reddedecektir.
Hades’in yönettiği ölülerin bulunduğu yeraltının kapısında bekçilik yapan üç başlı köpek anlamına gelen ve nükleer silahların bertaraf edilmesinde kullanılan Kerberos sistemi de Yunan mitolojisinden alıntıdır. Ayrıca başkanlık konutu nasıl bir yer ki, başkanın yakın koruma görevinden uzaklaştırılan bir kişi on sekiz ay sonra bile bütün şifreleri biliyor, güvenlik seviyesinin durumunu düşünün… Başkanın şifresinin de cüzdanında bir kâğıt parçasında yazılı olduğunu bilmek şaşırtıcı olmaz.
Coğrafi keşiflerine eskatolojik bir anlam yükleyen ve İncil’in yeryüzünde yayılması yolunda, ‘’Allah beni yeni bir göğün ve yeni bir yeryüzünün elçisi yaptı.’’ diyen Kristof Kolomb, Paria Körfezi’nde gördüğü soğuk su kaynaklarının Eden bahçesini sulayan dört ırmaktan biri olduğuna ve ‘’yeryüzü cennetine’’ yaklaştığına inanıyordu. Ancak böyle düşünen yalnız Kolomb değildi. Amerika’ya ilk ulaşan öncüler kendilerini Kızıldeniz’den geçen İsraillilerle özdeşleştirmişler ve kendilerinin Allah’ın inayeti ile “tepe üstündeki site” kurmak için seçilmiş olduklarına inandıklarından, Batı’ya doğru güneşin yolunu takip etmişlerdi. Böylece protestan koloniciler arasında Amerika kıtasının yeryüzünde İsa Mesih’in ikinci geliş yeri olarak seçildiği konusunda tam bir inanç bulunuyordu. Bazı öncüler, Amerika’nın muhtelif bölgelerinde cenneti görüyorlardı. Meselâ, 1614’te John Smith, ‘’Gök ve yer, insan için bir barınak oluşturmak üzere hiçbir yerde asla bu kadar ahenkli olmamıştır. Biz Allah’ın böyle yarattığı bir ülkeye geldik.’’ diye yazmış, Filistin ile aynı enlem üzerinde bulunan Maryland ‘’yeryüzü cennetine’’ benzeyen tek yer olarak kutsanmıştır. Bazıları için Massachusetts, Rabbin ‘’yeni bir gök ve yeni bir yer” yaratacağı yerdir.
Amerikan Başkanları da bu inancı paylaşmışlardır. Wilson, ‘’Amerika’nın kendi ilkelerini bütün dünyaya yayma’’ görevi olduğunu, bu inancın hemen her Amerikan liderinde ve her Amerikalıda bulunduğunu, hatta bulunması gerektiğini söyleyerek, Tanrı’nın dünyayı yönetmesi için seçtiği ulusun, değerlerini tanrı adına yayması gerekliliğini dile getirmiştir. Amerikan ideallerini ve değerlerini tüm dünyaya yayma konusunda Jefferson, ‘’Amerika bütün insanlık adına hareket etmektedir.’’ derken, Truman ülkesinin ‘’bütün ulusların ve halkların kendi kendilerini uygun gördükleri şekilde yönetmekte özgür oldukları’’ bir dünya oluşturmak istediğini söylemiştir. Eisenhower, ‘’Tanrı özgürlüğün korunmasını zayıf ve korkağa vermemektedir. Liderlik bir ödüldür ve bundan Amerika’nın yararı, kendisine yardım etmeleri için diğerine yardım etme ayrıcalığıdır.’’ derken, Johnson, ‘’Amerikalıların hayatları, çok az tanıdığımız ülkelerde sona erecek ve hazinesi tükenecek ise, o zaman bu, inancımızın ve ebedî anayasamızın istediği bir bedeldir.’’ vurgusunu yapmış, Bush ise ‘’Amerika’nın Haçlı Seferlerine çıkmaktan’’ kaçınmayacağını söyleyerek son noktayı koymuştur.
‘’Hakkımızda iyi veya kötü şeyler düşünen her ulus bilsin ki, özgürlüğün yaşanması ve başarılı olması için her bedeli ödemeye, her yükü taşımaya, her güçlüğe katlanmaya, her dostu desteklemeye, her düşmana karşı koymaya hazırız.’’ (John. F. Kennedy)
Düşüş olmasaydı, kurtuluşa da gerek kalmayacaktı. Düşüş mitosu ve İsa peygamberin insanlığın günahları için kefaret olarak yeryüzüne indirildiği ve Mesih olarak yeniden dünyaya döneceği düşüncesi Hıristiyanlık için hayati öneme sahiptir. Amerikan başkanının esir alınarak ‘’düşmesi’’ dünya düzeninin yeniden oluşturulması için adımların atılmasına yol açacaktır. Başkan, ulusa sesleniş konuşmasında bunu şöyle dile getirir:
‘’Düşmanımız, sadece bizi ve sahip olduklarımızı değil, yaşam biçimimizi de yok etmeye, inancımızı yıkmaya, özgürlüğümüzü ayaklar altına almaya geldiler. Ancak bize en değerli hediyeyi, yeniden doğma fırsatı verdiler. Yenilenmiş, daha güçlü ve birleşmiş olarak tekrar yükseleceğiz.’’
Beyaz başkanı korumak için kendilerini mutlak ölüme atan korumalar başkanlık konutunun kapısından makineli tüfek ateşine atılmaktan çekinmezken Mike vekil siyahî başkanın (Morgan Freeman) emirlerini dinlemez, hatta küfürlü konuşmaktan çekinmez. Film boyunca ‘’siz vekil başkansınız’’ sözü o kadar fazla kullanılmıştır ki, haddinizi bilin, şu an için başkan olabilirsiniz ama ulusal güvenlikle ilgili konular görev alanınıza girmez denmeye getirilir. Kang bile ilk bağlantıda ‘’sayın sözcü’’ diyor ki, siyahî adamı başkan olarak ciddiye alan yok.
Yere yatırılmış ve boğazına bıçak dayanmış amiral gözlerini başkandan ayıramaz. Teröristlerin ölüm tehdidini umursamamaktadır. Başkan emretmezse şifreyi söylemeyecek ve ölecektir. Savunma bakanı da benzer bir durumla karşılaşmıştır. İkisi de başkanın doğrudan emir vermesi sonucu ‘’istemeyerek’’ ancak emri ikiletmeyerek kendilerine ait şifrelerini teröriste verirler. Başkanın emretse bile ölecek insanları ve vatan topraklarını düşünerek şifresini vermese teröristin elleri kolları bağlanacaktır ancak orası Olimpos ve emri veren de yeryüzünün tanrısı olduğuna göre onun emirleri asla sorgulanmaksızın yerine getirilmelidir. Özellikle amiralin boğazına bıçak dayanması ve benzeri sahneler akla İbrahim peygamberin oğlunu kurban etmesini getirir. İbrahim peygamber Allah’a iman etmişti. O’nun gücü her şeye yeteceğinden kendisinden yapmasını istediği (oğlunu kurban etmesi) eylemin üzerinde düşünmüyor, bunu bir ‘’cinayet’’ olarak değil iman etmesinin bir yolu olarak görüyordu. Film boyunca da ‘’beyaz’’ başkanın emirleri asla sorgulanmadan yerine getirilir.
Maddi başarıların arkasında ahlak aramadan edemeyen Amerikalılar atom bombasından güdümlü füzelere, gaz ve napalm bombalarından yıkım silahlarına kadar bütün silahları sonuna kadar, kayıtsız şartsız kullanmaya hakları olduğundan asla kuşkuya düşmezler; çünkü sıradan bir düşmanla değil, dünyayı tehdit eden ‘’kötülükle’’ savaştıklarını iddia ederler. Saddam’dan tutun da Kuzey Kore’ye kadar hemen herkes James Bond filmlerinde boy gösteren kötü adamlar gibi dünyayı ele geçirmek için hain planları olan mutlak kötülerdir. Winston Churchill, Almanların ‘’kanaya kanaya, yana yana ölmeleri gerektiğini’’ söylerken Japonlar için de, ‘’onları sileceğiz yeryüzünden’’ diyordu, ‘’tümünü, kadını, erkeği, çocuğuyla.’’ Tabii o zamanlar Kore, Irak, Afganistan gibileri henüz ortaya çıkmadığından onlar hakkında özlü sözlerini edememiş zavallı. Korumakla o kadar övündükleri ‘’medeniyet’’ hakkında Doğulu bir ses bakın ne diyor:
‘’Her yıl altı milyon çocuk kötü beslenme nedeniyle henüz beş yaşına gelmeden can veriyor. Hırsızlık, gasp, soygun, ırza geçme ve daha birçok suç türü ve ahlaksızlık aldı başını gidiyor. Uyuşturucu tüccarları ilköğretim çağını yaşayan çocuklar arasından kendine körpe müşteriler arayışına girişti. Peki, medeniyetler ne yapıyor? Medeniyetler, askerî harcamalar için her saat başı yüz milyon doları tanka, topa, tüfeğe ve mermiye harcıyor. Eğer medeniyet dedikleri buysa ben medeni olmaktan vazgeçtim. Olmaz olsun böyle medeniyet. Medeniyet intihar ediyor. Gümbür gümbür yıkılıyor medeniyet…’’ (İshak Haleva, Türkiye Musevileri Hahambaşı, 27 Eylül 2024)
Forbes’un ‘’ellerini kaldır’’ sözlerine karşı çıkan başkan çok yakın terörist tehdide rağmen teslimiyeti kabul etmemesine rağmen masum insanların acımasızca öldürülmesi karşısında ellerini havaya kaldırmaktan başka çıkar yol bulamaz. Böylece içerden dışarıdan gelen baskıları göğüsleyen ancak insan ölümleri karşısında ‘’geçici’’ olarak feragat ettiği makamını siyahî bir karakter doldurur. Bu sahne ile Başkan Obama’nın seçilme sürecinin kastedildiğini ve yaşanan durumun ‘’geçiciliğinin’’ vurgulandığı düşüncesindeyim.
‘’Bu kompleksin bir ayağında Pentagon, ikinci ayağında Boeing, Raytheon, Lockheed-Martin, General Dynamics, Bechtel gibi dev Amerikan silah şirketleri, üçüncü ayağında ise silah sanayinin yoğun olduğu eyaletlerin Kongre’deki temsilcileri yer alır. Buna ayrıca, çeşitli araştırma-geliştirme şirketleri, silah sektöründeki sendikalar ve bu şirketlere proje üreten bazı üniversiteler de eklenmektedir. Buradaki yapının özelliği Pentagon ile silah şirketleri arasındaki ilişkilerin niteliğidir. Çok sayıda emekli ya da görevinden ayrılmış Pentagon yetkilisi silah şirketlerinde çalışmakta ve aradaki organik bağı oluşturmaktadır. Bu bağların bir yandan ABD ordusunun silah alımı sürecini etkilediği, diğer yandan da Amerikan dış politikasını yönlendirdiği sıkça ileri sürülmüş bir husustur.
ABD’nin Soğuk Savaş döneminde izlediği SSCB karşıtı politikanın bu kadar katı olması, ülkede bir komünizm korkusu oluşturarak silahlanma harcamalarının yüksek tutulması, özellikle nükleer silah alanında ‘’overkill’’i yaratması (yani gereğinden fazla yok etme kapasitesine sahip olması), Vietnam savaşına neden olması ve savaşı uzatması gibi gelişmelerden bu Çelik Üçgen sorumlu tutulmuştur.’’ (İlhan Uzgel)
Askeri-Endüstriyel Kompleks kavramı ABD’deki silah sanayi, Pentagon, Kongre üçgeni içindeki bazı gruplar arasındaki çıkar ilişkilerini ve bunun dış politikadaki etkilerini anlatmak için kullanılmaktadır. Bazen ‘’Çelik Üçgen’’ olarak adlandırılan bu yapıyı ilk kez dile getiren, 1961’de görevden ayrılırken yaptığı konuşmada ülkede bir askeri-endüstriyel kompleksin bulunduğunu ve yönetimin kendisini buna karşı koruması gerektiğini söyleyen Dwight Eisenhower olmuştur. Olympus Has Fallen’ın (Kod Adı: Olympus, Antoine Fuqua) bu kompleksin ürünü ve Obama döneminin zorunluluktan kaynaklanan geçici bir ara verme yönünde bu komplekse bağlı insanları rahatlatmak adına çekilmiş bir film olduğunu düşünüyorum.
Salim Olcay
salimolcay@hotmail.com.tr
Yazarın diğer film yazılarına ulaşmak için tıklayınız.