Sarah Waters’ın Ustaparmak Romanı
“O kaltak her şeyi biliyordu. Başından beri işin içindeydi.”
Daha önce söyledim mi bilmiyorum; kitaplara fazla düşkün bir insan değilimdir. Edebiyattan fazla anlamam. Büyük edebi eserler hakkında bilgim sınırlıdır. Öyle, bir duvar halısının sayfalarca tasvir edildiği kitaplar falan boğar beni. Kelime sanatları üzerime üzerime gelir, uzun kitaplar gözümü korkutur. Yine de diğer yazılarımda bazı romanlardan bahsettiğimi görmüşsünüzdür. Olabilir. Fazla kitap okuyor olabilirim. Fazla film de izliyorum ama bu beni sinema otörü yapmıyor di mi?
Neyse, okuduğum kitaplarda aradığım şey ilginçlik ve zekâ pırıltısıdır. Esprili bir yazı şeklinden de hoşlanırım. Arada bana bilgi de vermeli, okuduğum şeyden yararlanmam lazım. Son zamanlarda moda olan, hızla okunup bitirilebilen “Da Vinci Şifresi” benzeri kitaplardan bahsetmiyorum. Gerçek romanlardan bahsediyorum. Bence, bahsedeceğim “Ustaparmak (Fingersmith)” kurgusuyla, roman geleneğini özleyen okurun yüreğine su serpecek bir kitaptır. Bir önceki yazımda bahsettiğim “Onuncu Ev” ile bir bakıma benzeşiyor. Bir kere ortak çıkış noktaları olan Viktoryen era benim ilgimi çeken bir dönem. İkincisi; benzer kurguları var. Bir olayı iki karakterin bakış açısından ayrı ayrı okuyorsunuz ve bu heyecanı artırıyor. Ama benzerlikler bununla sınırlı…
Yazar Sarah Waters, İngiliz genç romancılar kuşağının en önemli temsilcisi olarak görülüyor. Lezbiyenliğini saklamayan ve bu yönünü romanlarında da belli eden yazarın Türkçeye çevrilen tek kitabı “Ustaparmak”; 3. romanı. Üniversite bitirme tezi olarak Viktoryen dönem pornografisini araştıran yazar, bu yönüyle bile gözümde birkaç basamak yüceldi. Tez araştırmaları sırasında ilk romanını da bitiren yazarın bu kitabının adı “Tipping the Velvet”; dönem argosuna göre kadınlık organını yalamak anlamına geliyor.
Zaten kadın Viktoryen döneme bir tarihçi gibi hâkim. Satır aralarında bahsedilen dönemin yaşantı tarzı ve modası, hoş teferrüatlar olarak göze çarpıyor ve romanın inandırıcılığını birkaç kat artırıyor. Araştırma konusundan da belli olacağı üzere yazarın dili oldukça keskin ve korkusuz. Edindiği konu dolayısıyla tehlikeli sularda yüzüyor ve işin altından alnının akıyla kalkıyor. Kolay değil, tarihi bir dönemin ikiyüzlülüğünü en çirkin haliyle aktarıyor; romanın konusu neredeyse sadece “saf kötülük”müş gibi geliyor. Atmosfer bakımından daha kıdemli olan “Oliver Twist” geleneğine göre, arka sokaklarda yaşayan fakirler ne kadar tekinsizse, zengin ve görgülü insanlar o kadar koruyucu. Sarah Waters ise daha gerçekçi takılmış. Onun romanında, hem sefil karakterler hem de sosyo-ekonomik düzeyi yüksek kesim, kötülük hislerinden eşit oranda nasiplenmiş. Bunun yanında aşk, güven, aile bağları (akrabalık olmasa bile), aidiyet duygusu gibi unsurlar, bu çok tabakalı romanın çaşitli temalarını oluşturuyor.
Konu kısaca şöyle:
1882 yılında Londra’nın arka sokaklarında hayat zordur. Kimin eli kimin cebinde belli olmadan yaşayan yankesiciler (bunlara racon gereği ustaparmak deniyor), romanın fonunu oluşturmakta. Tüm bunların ortasında 17 yaşındaki öksüz Susan (Sue) Trinder’ın belki ailesi yoktur ama bunun yokluğunu hissettirmeyen bir alternatif ailesi vardır. Kimsesiz bebekleri büyüterek geçimini sağlayan ve büyüyen çocukları kendi emelleri için kullanan anaç Bayan Sucksby, Sue’ya kol kanat germiş, onu bu kirli dünyadan uzak tutmuştur. Kadın kocası olmayan ama ortak çıkarları bulunan Bay Ibbs ile aynı evde, bir “haydut yatağında” kalmaktadır. İnlerine giren çıkan yankesici ve hırsızların haddi hesabı yoktur. Bay Ibbs getirilen çalıntı eşyaları, uygun fiyata alıp hızla işleyerek satabilecek hale getirmesiyle ünlüdür. Yanlarında ikamet eden ama akrabalık bağları olmayan ergenlikteki kız ve oğlanlarla (Dainty, John), bir komün hayatı yaşayan Sue’nun kaderi, bir gün eve gelen “Beyefendi” ile değişecektir. Beyefendi (Richard Rivers), genç ve yakışıklı bir adamdır ve azılı bir dolandırıcıdır. Zengin genç kızları ağına düşürüp paralarını ele geçirmekte, elindeki parayı hızla car çur edip tekrar genç kadınların peşine düşmektedir.
Fakat yeni planı büyük bir vurgundur. Londra’nın taşrasında büyük bir konakta, despot dayısının hâkimiyeti altında yaşayan Maud Lilly yeni kurbanıdır. Bu, dünya yüzü görmemiş, gözü açılmamış kızı yüklü bir miras beklemektedir ve Beyefendi’nin niyeti Maud ile evlenmektir. Fakat kızı ağına düşürebilmesi için konağa bir casus yollamaları gerekmektedir. İşte Sue burada devreye girecek ve Maud’un yeni hizmetçisi olacaktır. Yaşıt olan bu iki kızın hızla dost olması ve birbirlerine sırlarını açması işten bile değildir.
Sue bu planı bir şartla kabul eder. Mirastan uygun bir pay alacaktır. Bayan Sucksby’nin gözyaşları eşliğinde uğurlanan Sue konağa gider ve Maud ile tanışır. Bu melankolik kız ile hızla yakınlaşan Sue, daha büyük bir komplonun varlığını farkettiğinde iş işten geçmiş olacaktır.
Romanın ilk bölümü bu şokla bitiyor ve ilerleyen bölümlerde yavaş yavaş düğümler çözülürken daha da ilginç şoklarla karşılaşıyorsunuz. Benzersiz kurgusu ile heyecanı daima yüksek tutan romanda en dikkat edilmesi gereken şey, okuduğunuz her şeye inanmamanız. Yoksa en başa dönüp bazı bölümleri tekrar okumanız gerekecek. Bir olayın veya durumun değişik iki bakış açısından anlatılması benim son zamanlarda hoşuma giden bir şey.
Kitabın İngilizce aslından çevirisi (Figen Bingül) gayet akıcı. Ama benim en hoşuma giden şey kapak tasarımı (Utku Lomlu). Çok basit ve çok açıklayıcı bu kolajda genç bir kız (ki hangi kız olduğunu bilmiyoruz) bir sandığın üzerine uzanmış. Sanki kapalı kalması gereken bir şeyleri saklıyor. Başucundaki komodinin içinde beyaz bir eldiven (kitabı okuyanlar, Maud’un kullandığı bu beyaz keçi derisi eldivenin ne denli önemli bir obje olduğunu farkedecektir) hınzır bir biçimde yürüyor.
……….
Roman birçok ödüle değer görülmüş:
British Book Awards Yılın Yazarı, 2024
CWA Ellis Peters Historical Dagger Tarihi Suç Romanı Ödülü, 2024
Man Booker Roman Ödülü, 2024
Orange Prize Roman Ödülü, 2024Güzel bir kitap, edinin okuyun valla…
Ustaparmak (Sarah Waters) / Everest Yayınları: Aralık 2024
Yazan: Wherearethevelvets
Peri Fotoğrafları ve Ölümün Ötesi
Masada bekliyorum,
Ve sızlanan yabancıların ellerini tutarak,
Seni bekliyorum
Grubumuza katılmanı.
Def şıngırdıyor,
Medyum inleyip saçmalıyor.
Dâhil olamıyorum
Halkayı bozuyorum.
Şu an bu adamın
Gitmesini istiyorum.
Bir öpücükle
Anahtarı geçirdim
Ve dilini hissederek
Muzip ve teslim alan.
Tükürüğün
Hala dudağımdayken,
Suya daldın.
O ve ben odadayız
Bizimle birlikte olduğunu kanıtlamak için.
Sadece senin ve benim bildiğimiz bir kodu kullanıyor.
Onun bir becerisi değil.
Bu senin sihrin.
İnsan kuyruklarını yakaladım,
Seni gözleyen,
Yanlış bir şey yapmanı dileyen.
Herkes başaramayacağını düşünür
Ama her seferinde,
Kurtulursun:
“Rosabel inan,
Sonsuzluk bile
Houdini’yi tutamaz!”
“Rosabel, inan!”
Camın gerisindeki
Nefes alışını izledim.
(“Sonsuzluk bile- -“)
Bağlanmış ve boğulmuş,
Her zamankinden daha solgun.
(“- -Houdini’yi tutamaz!”)
Hayatın boyunca
Aklımda kalan tek şey- -
Seni sudan çıkardık!
(Houdini!)
Sen (“Hou-di-ni…”)
Ve ben
Ve Rosabel inanıyor.
(Çeviren: Wherearethevelvets)
Houdini’yi dinlemek için tıklayınız
…………………………………………….
Yazıya neden bir şiirle başladım? Aslında bu bir şiir değil; Kate Bush’un ünlü sihirbaz Houdini için yazdığı şarkının sözleri. Şarkıcı, kendini Houdini’nin eşiyle özdeşleştirip, onun ölümünden sonra gerçekleştirilen ruh çağırma seanslarında hissettiklerini anlatmaya çalışıyor.
Harry Houdini (gerçek adı Ehrich Weiss, 1874–1926), dünyaca ünlü, belki de tarihin en büyük gösteri üstadı. Açılması imkânsız kilit ve zincirlerle bağlanarak girdiği su dolu tanklardan, boğulmadan ve tüm kilitlerinden kurtularak çıkıyor; izleyiciler de küçük dillerini yutuyorlar. Bu gösteriyi yapan kişilere “kaçış ustası” (escapologist) denir.
Tabii işin içinde asla sihir yok. Tam bu sırada gösteriye sevgili ve biricik eşi Bess dâhil oluyor. Her tehlikeli gösteriden önce; eşini belki bir daha göremeyecek olan Bess, son bir öpücük istiyor. Ve işte bu öpücükle ağzındaki gizli anahtarı Houdini’nin ağzına geçiriyor! Bundan sonra Houdini’ye kalan, kısa bir sürede tüm kilitleri açarak boğulmadan tanktan çıkmak. Kate Bush, şarkısında bundan bahsediyor ve hatta albümünün kapağında da bu “anahtar geçirme” sırrı sahneleniyor.
Şarkıda bahsedilen başka bir husus var; galiba son gösteride işler pek yolunda gitmemiş! Bu gösteri sırasında hayatını kaybeden Houdini’nin otopsisinde ölüm sebebi peritonit (karın zarı iltihabı) olarak raporlanıyor. Çok garip, Houdini gösteriden önce bir gençle dövüşmüş ve bu esnada karnına sert bir yumruk almış. Bunun sonucu appendiksi patlayan Houdini, akut batın semptomları gösteriyor; ateşi 40 dereceyken gösteriye çıkıyor. Karısı üstüne düşen görevi yerine getirdiği halde kocası tanktan çıkamıyor. Panikle camdan tankı kıran görevliler, ölümün eşiğinde kendinden geçmiş sihirbazı çıkarıyorlar. Maalesef Houdini hayatını kaybediyor. 1953 tarihli Hollywood filmi “Houdini” (Tony Curtis, Janet Leigh. Yön: George Marshall) sihirbazın hayatı ve erken ölümü hakkındaki en iyi filmlerden biridir.
Peki, inanması istenen “Rosabel” kimdi? Bu aşamada Houdini’nin özel hayatına biraz daha değinmek gerek. Harry, ispiritizmacıydı (spiritualits), bu konuda yapılan çalışmaları yakından takip etmişti. Bununla ilişkili olarak ölüm sonrasıyla ilgilenmiş ve ruhlarla iletişime geçmek için çeşitli oturumlar düzenlemişti. Kendi ölümünden sonra da öteki dünyadan gelerek eşiyle bağlantı kurabilmesi için, henüz hayattayken bir parola bulmuşlardı. Eşinin onu tanıyabilmesi için “Rosabel, inan” diyecekti. Böylece Bess, seanslar sırasında medyumun ağzından çıkan kelimelerin gerçekten kocasının ruhuna ait olduğundan emin olacaktı. “Rosabel, inan!” sözcükleri anlamsızdı ve bir yazarın kitabından, gelişigüzel seçilmişti. Bu yazar, Sherlock Holmes karakterinin yaratıcısı ünlü Sir Arthur Conan Doyle idi!
Konuyu biraz farklı bir yöne çekmek istiyorum. Hem şarkı sözünü biraz olsun anlamlandırdık hem de Viktoryen dönem ve I. Dünya Savaşı esnasında popüler olan spiritualizme konuyu getirdik. Hazır buradayken, okuduğum ve çok beğendiğim bir kitabı tanıtayım: Onuncu Ev (In The Tenth House / Yazar: Laura Dietz — Doğan Kitap, 2024). Viktoria İngilteresi’nde geçen öyküde spiritualizm ve psikiyatri karşı karşıya getiriliyor. Dönemi ve dönem adetlerini oldukça ayrıntılı işleyen romanda, sosyetede hızla ünlenen bir kadın medyum ve onu bir vaka olarak tanımlayan ve hırsla tedavi etmeye çalışan genç bir psikiyatristin üzerinde yoğunlaşırken; zihnin, dinin ve bilimin sınırlarının daha da görünmez olduğu tehlikeli sularda dolaşıyor. Kâr amaçlı düzenlenen sahte seanslar, cemiyet kanunlarıyla hareketleri kısıtlanmış kadınların, bir anlamda kaçış yolu olurken; ablası ve annesini bu yolda kaybetmek istemeyen doktor, tüm bu safsataları nöroz olarak yorumluyor. Fakat psikiyatrinin henüz tam kuvvetlenmediği bir zamanda geçen roman, bu alandaki eksiklikleri çarpıcı bir şekilde sunarken; öteki âlemden gelen ruhlarla iletişimin telkine dayalı olması nedeniyle küçümsenmesini, nöroz tedavisinde de telkin yöntemini kullanan modern bir bilimin ikiyüzlülüğü olarak sorguluyor.
Teosofi, temelleri Helena Petrovna Blavatsky tarafından atılmış, dini felsefe ve metafizik kaynaklı, Viktoryen dönemde birçok yandaş toplamış bir doktrindir (Viktoryen dönem, başlıbaşına bir yazı çıkaracak kadar çok malzemeye sahip; bunu bir kenara not etmeliyim). Öteki âlemle iletişime geçen doğuştan yetenekli (!) medyumlar bir bir başgösterirken, bir yakınını kaybetmiş melankolikler veya içlerindeki boşluğu bu yeni inisyasyonla doldurmaya çalışan eli açık vatandaşlar evlerinde ruh çağırma seansları düzenlediler. Masaların altına kurulan düzeneklerle çeşitli telekinetik illüzyonlar sergilenirken, medyumlar gözlerini deviriyor, ruhlarla iletişim kurduklarını işaret eden titreme nöbetleri geçiriyorlardı. Fotoğrafın icadıyla birlikte, bu dünyaya ait olmayan cisimler, sözümona kanıtlarla seyirci önüne sunuldu. Bir aile fotoğrafına, yeni kaybedilmiş bir üyenin flu görüntüsü eklendi ve çeşitli oturumlarda sergilendi. Hatta Houdini’nin kendisi de bu “fotoğraflanan ruhlar”la ilgilendi.
Bunlara inanmak veya inanmamak size kalmış. Fakat dişil ışık tanrısı orijinine geri döndürdükleri Şeytan’a inanan Luciferciler; fotonu bedenin yapıtaşı kabul ettiklerinden, tinsel varlıkların bu ışıktan kaynaklandığını belirtmiş; bu gibi doğaüstü fenomenlerin gerçekliğinin altını çizmişlerdir. Bazı seanslarda, bilim adamlarını bile hayrete düşüren ektoplazma (medyumun veya inisyasyona geçmiş kişinin ağzından veya başın diğer deliklerinden sızdığına inanılan amorf madde veya homunkulus da denen ilkel insancık) aktivitesini doğrulayan Luciferciler, Viktoryen dönemin değil, modern dünyamızın bir ürünüdür. Modern insan her türlü inancın karşısında objektivitesini korumalıdır; benim hiçbir şeye inancım olmadığından problemim de yok tabii.
Bu paranormal aktivitelere inanan bir kişi daha konumuz dâhilindedir: Sir Arthur Conan Doyle. Eşini, oğlunu, yeğenlerini ve kardeşlerini kısa aralıklarla ard arda kaybeden yazar, yoğun bir depresyona girmiş ve kurtuluşu ispiritizmayla bulmuştur. Erken kaybettiği sevdikleriyle, ruh çağırma seanslarında iletişim kurarak yüreğini ferahlatmış; kendisi gibi ispiritizmacı Houdini ile de yakın arkadaş olmuştur.
Sihirbazın ölümünden sonra, eşi Bess ile seanslar düzenlemiş, Houdini’nin ruhunu çağırmışlardır.
Olay, 1917’de 16 yaşındaki Elsie ve 10 yaşındaki Frances’in başının altından çıktı. Kuzen olan bu iki küçük kız, Elsie’nin babasının fotoğraf makinesiyle perilerin resimlerini çektiklerini söylediler. Beş fotoğraftan oluşan bu serinin ilk fotoğrafında Frances dans eden perilerle, ikincisinde Elsie bir bahçe ciniyle görüntülenmişti. Frances ve zıplayan peri, Elsie’ye çiçek veren peri ve güneşlenen periler diğer fotoğrafların temasıydı. Elsie’nin annesi Polly, ki kendisi de okült bilimlere meraklıydı, bu fotoğrafları 1919’da bir Teosofi toplantısında sundu. Fotoğraflar 1920’deki Teosofi konferansında fenomen haline geldi. Küçük kızlar bu perileri, yaşadıkları kasaba olan Cottingley’de gördüklerini söylediklerinden fotoğraf serisine “Cottingley Perileri“ adı verildi.
Sir Arthur Conan Doyle, katıldığı konferansta gördüğü bu fotoğraflara derinden inandı. Sherlock Holmes öykülerinin de yayınlandığı Strand Magazine’de bu fotoğraflara yer verdi. 1921’de “The Coming of the Fairies” adlı bir hikâye bile yayınladı. Maalesef, kızlar 1981’de fotoğrafların sahte olduğunu itiraf ettiler ama perileri gördükleri konusundaki ısrarlarından vazgeçmediler. Günümüzde şehir efsaneleri, periler ve öteki âlemle ilişkileri hakkındaki inanışları hâlâ taze tutmaktadır; arka bahçesinde garip şekilli yaprak grupları bulan kişiler, paranormal konuları işleyen dergilere vaka olabilmektedir.
1997 tarihli “FairyTale: A True Story” (Yön: Charles Sturridge) adlı film de bu iki kızın sırrını keşfetme peşine düşen Arthur Conan Doyle (Peter O’toole) ve Harry Houdini (fizik olarak da Houdini’ye benzeyen Harvey Keitel)’yi anlatıyor.
Ama benim asıl değinmek istediğim ve yazımın gerçek amacı olan, aynı tarihli başka bir film:
Photographing Fairies (Peri Fotoğrafları)
Yön: Nick Willing
1997 İngiltere
Oyn: Toby Stephens, Emily Woof, Ben Kingsley…
“Ölüm sadece mevcut durumun değişmesidir. Ruh, özün canlı bir ifadesidir. Ölüler toprak olmaz. Sadece bir adım ötededirler.”
1910’larda geçen hikâyede Charles Castle ve taze eşi Anne-Marie’yi, İsviçre Alpleri’nde balayılarını geçirirken görürüz. Bu mutlu tablo, korkunç bir gürültü ile kesilir. Yerdeki kar kitlesinde koca bir çatlak oluşmuştur. Anne-Marie bu yarığa kayar ve kocasının gözü önünde düşerek karanlıkta kaybolur. Olay o kadar ani olur ki Charles (ve biz izleyiciler) derinden sarsılır. Yoğun bir aşkla bağlı olduğu eşini kaybetmenin travmasını atlatamayan genç adam derin bir melankoliye kapılacak, bu melankoli tüm film boyunca atmosferden taşarak bizim de sırtımızda ağırlığını hissettirecektir.
Charles, I. Dünya Savaşı esnasında fotoğrafçılık yapar. Dönem acı kayıplar dönemidir, aileler oğullarını genç yaşta kaybetmektedirler. (İşte insanları saçma davranışlara sürükleyen şey buydu; sevmek ama buna rağmen kaybetmek. İnsan doğası ölümü tam olarak açıklayamadığı sürece, ölümden sonra kaybedilene kavuşma arzusu, önündeki tüm setleri yıkacak ve bu yoldaki herşeyi mübah kılacaktır. Teknik olarak hızla gelişen fotoğrafçılığın alanı fotomontaj sayesinde daha da genişliyordu. Ailelerin savunma mekanizmalarına cevap veren fotoğraf tekniği bir sihiri gerçekleştirircesine ölümden sonra teması gerçek kılıyordu). Bu konuda kendisini geliştiren Charles; aile fotoğraflarına ölü gençlerin yüzlerini monte ederek onları bir nebze teskin eder. Sonuçlar ise çok gariptir; gözü yaşlı anne babanın ortasında bir gencin ölü yüzü.
Charles, Londra’da teoloji ve spiritualizmle ilgili bir kulübün toplantısına katıldığında, ünlü yazar Sir Arthur Conan Doyle ile karşılaşır. Toplantıda, etrafında perilerle fotoğraflanmış küçük kızların resimleri sergilenmektedir (Cottingley Perileri). Yazara göre öteki dünyadaki sevdiklerimizin bizle iletişim kurma yolu olan periler, sadece masum ve hassas kişilere görünmektedir. Bu kırılgan yaratıkları tespit etmek ve kanıtlamak imkânsızdır çünkü yapılan müdahaleler onları rahatsız etmekten başka işe yaramayacaktır.
Bu kulüp toplantılarında Charles, Beatrice Templeton adında bir kadınla tanışır. Beatrice kızlarının perilerle çekilmiş fotoğraflarını genç adama verir. Bir yandan da bu resimlerin gerçekliğini kontrol edecek profesyonel bir göz aramaktadır. Charles fotoğrafları inceler; küçük kızın gözünde perinin yansıması vardır. Fotoğraflar montaj değil gerçektir!
Ölü eşiyle iletişim kurma hayalleriyle tası tarağı toplayan Charles, nihayet içinde yanıp tutuşan cinlerini yatıştırabilecektir. Olayı incelemek amacıyla bir masal kitabından fırlamış gibi görünen kasabaya gelir ve Templeton’ların perileri gördüğü özel arazilerinde çalışmalara başlar. Burada Beatrice’nin kocası Nicholas (tutarlı ve sinsi oyunculuğuyla Ben Kingsley) ile tanışır. Ailenin iki küçük kızı vardır: Anna ve Clara. Bir de dadıları Linda (Emily Woof)…
Charles küçük kızlarla sohbetlere başlar, olayın gizemini öğrenmeye çalışmaktadır.
Fakat araştırmalar yavaş ilerlemektedir; çocuklar kendi özel dünyalarını, mantık sınırlarıyla kısıtlanmış erişkin dünyasına aktarmakta zorlanmaktadır. Neyse ki Charles’ın bir yardımcısı vardır; dadı Linda ispiritizmayla ilgilenmektedir ve doğanın gizli kuralları konusunda genç adama bazı sırlar verir.
Charles tüm bu olaylar esnasında, ensesinde bazı sinirli bakışları hissetmektedir. Nicholas, koyu bir hristiyandır ve karısını oldukça kıskanmaktadır. Charles’ın bilimsel kanıtlar elde edebilmesi için, perilerin sık görüldüğü bir ağacın (koca dev bir ağaç bu. Peri ağacı diyebiliriz) çevresine kurduğu ışık ve fotoğraf tesisatının etrafında didinmesini öfkeyle izler. Ona göre inancın kanıtlanmasına gerek yoktur. Bunu doğrularcasına ilk bulgular başarılı olmaz. Temiz bir fotoğraf elde edemez Charles, çünkü periler çok hızlı hareket etmektedir.
Linda’nın verdiği bir bilgiye başvuran Charles, peri ağacının dibinde yetişen bir bitkinin çiçekleri yendiğinde, periler daha görünür olacaktır. Çiçekleri deneyen genç adamın dünyası etrafında dönmeye başlar. Halüsinasyon görür gibidir; bir bara girer ve herkesin normalden daha yavaş hareket ettiğini farkeder. Daha önce, çok hızlı hareket etmeleri nedeniyle göremediği periler şimdi etrafında ışıldayarak dönmekte, genç adama uzun zamandır yaşamadığı bir mutluluğu tattırmaktadırlar. En önemlisi de Charles nihayet kaybettiği birşeye kavuşur: umuda. Periler dünyasına dâhil oldukça gerçeklikten elini ayağını çeken genç adam yaşadığı heyecanın tesiriyle, bir gece rüyasında tekrar kavuşur eşine.
Filmdeki yoğun aşkı yansıtan tek ve belki tüm filmin en güzel sahnesinde büyük bir aşkla sevişirler. Genç adam içindeki dayanılmaz mutluluğu yanağından süzülen gözyaşlarıyla atmaya çalışırken “Bu bir rüya” der. Çünkü herşey o kadar güzel olmamalıdır, bu ancak rüyadır. Fakat üzerindeki güzel kadın, aşığının yüzüne eğilerek fısıldar: “Hayır! Bu gerçek!”
Öteki dünyayla kurduğu her temas, Charles’ı yavaş yavaş yıkıma sürüklerken o bunu farketmez. Çünkü içindeki korkunç açlık doymuş, büyük boşluk nihayet dolmuştur. Dışarıdaki gerçek dünyada savaş vardır, insanlar ölmektedir; sevdiği kişi de ellerinden kayıp gitmiştir. Gerçeklere karşı kendini kabuğunun içine hapseden Charles bir istiridye içi gibi kırılgandır artık. Bunca zaman sonra nihayet ait olduğu yerdedir.
Ve olması gerektiği gibi kötülük gelip savunmasız Charles’ı bulur. Narin iplerle bağlandığı acımasız dünyada bazı ölümler olur ve oradaki tek yabancı olduğu için parmaklar Charles’ı göstermektedir. Tüm süreç boyunca zamanını bekleyen Nicholas akbaba gibi sahneye çıkar. Tüm yalanlara ve hor görmelere karşın Charles koyu bir suskunlukla bekler. Bir çeşit mesih gibidir şimdi. Kendini savunmaya yeltenmez çünkü periler dünyası onu çağırmaktadır.
Finaldeki sahnede Beethoven’in 7. senfonisi karanlık kreşendosuyla ilerler, filmin başından beri Charles’in spiritual ilerlemesine de usul usul eşlik etmiştir. Kurbanın gözünden yavaş yavaş karanlığa dalarız, müzik dayanılmaz dereceye yükselir, yüreğimiz ağzımızda tünelin sonundaki ışıltıyı görürüz. Bir peri yüzümüze gülümsemektedir…
Şamanizm, paganizm, animizm, halüsinojenler va parapsikolojiyi de içeren folklorik temaları başarıyla yansıtan bu etkileyici film, kesinlikle çocuksu bir peri masalı değil. Oldukça karanlık teması ve ısırırcasına dayattığı fikirlerle, izleyicinin sırtında beline doğru akan soğuk bir su damlası etkisi yapıyor. Tüm sahneler bir tabloyu saatlerce yakından incelemek gibi. Öykünün karanlık yapısına tezat oluşturan bu canlı görüntüler adeta ekrandan fırlıyor. Tek tezat bu değil, yoğun bir aşk öyküsü anlatıldığı halde, asıl kız filmin en başında ölüyor! Düşünmek istemediğimiz ve kafamıza girince kolayca söküp atamayacağımız düşünceleri veriyor, bize de ürpermek kalıyor film bittikten sonra…
Yazan: Wherearethevelvets