Özgürlük mü Annelik mi?
Oriana Fallaci’nin, feminist literatür için bir manifesto niteliği taşıyan, bir kadının bedeninde filizlenen küçücük canlıyla, onu karnında taşıdığı sürece yürüttüğü monolog Doğmamış Çocuğa Mektup, Can Yayınları tarafından yeniden yayımlandı. Fallaci’nin 1975’te yazdığı bu içdökümü, dil zenginliği ve sadeliği, akıcılık ve samimiyetinin yanı sıra savaş, para, özgürlük, ekoloji, aşk, toplumsal cinsiyet kavramlarına feminist bir bakış açısıyla yaklaşması ve bir kadının anneliği sorgulamakla kalmayıp babasız çocuk doğurma kararı vermesi dolayımıyla bir kült olmuştu. Dönemin feministlerince yargılanan anneliğe dair kuşkulu da olsa bir onaylama içindeydi Fallaci. Anlatıcısı aileye ve topluma karşıydı ama anne olmak onun için bir tür beden araştırması, bir parça ruh sağaltımı, annesinin yasını tekrar yaşaması ve doğanın düzeninin devamı adına bir zorunluluktu. Cinsiyetçiliği, cinsiyetçi sömürü ve baskıyı sona erdirmeyi amaçlayan feminizmin içinden konuşuyordu Fallaci, çocuğuna cinsiyetsiz olması gerektiği nasihatini verirken; ancak bu muhalefet içinde cinsiyetçi ve homofobik tutumundan kurtulamıyordu pek; eşcinsel ebeveynliği tümden hiçleyerek, “gelin hep beraber eşcinsel olalım” çağrısıyla, karşı cinsten çocuk doğurmaya övgüler düzüyordu. Bir erkekle birlikte yaşamadan, tek başına çocuk doğurmakta büyük bir özgürlük bulurken, çocuğuna özgürlük üzerine söylev çekiyordu kendi özgürlük tahayyülündeki çelişkinin farkında olmadan… Kadın özgürlüğü, erkekler olmadan doğurabilmekle tanımlanırsa o zaman bu, eğreti bir özgürlük olmaz mı? Eril cinsel partnerin yokluğu ya da süreksizliği söz konusu olsa da, bir çocuk doğurabilmek eril sperme bağlıdır. Onu üreten özneden ayrılmış bir meçhul spermle oluşan hamilelikten daha kötü bir doğalcılık yoktur Luce Irigaray’a göre:
“Kadınların doğalarıyla ve doğayla bağlantılandırılmasına coşkulu bir biçimde karşı çıkan bazı feministler, bu durumda erkekler topluluğunun yaptığı biyolojik betimlemeyle aynı şeyi dile getirirler: İncelikten yoksun doğa, dişil arzunun iğdiş edilmesi.”
Fallaci’nin kitabında da öne çıktığı gibi, erkeksiz çocuk sahibi olmak, bazı kadınlar için özgürlüğün tepe noktasını temsil edebilir. Ancak bu hâlâ kendini kendiyle değil, öteki cinsiyetle tanımlamak anlamına gelir. Luce Irigaray’ın Ben, Sen, Biz adlı kitabında vurguladığı gibi bu, kendini düşünmek, kendi için düşünmek, kendi dişil beni için düşünmek, biz kadınlar için düşünmek anlamına değil, öteki olmaksızın kendini düşünmek anlamına gelir: “Ataerkil evren, kadınları anneliğe indirgemiş olan bir evrendir. Kadınlar, karınlarıyla ilgilenmeyi sürdürdükçe, ancak karınlarıyla ilgileneceklerdir.”
Kurum ve deneyim olarak annelik
Hamile kalma arzusu, çocuk doğurma isteği, bir çocuk aracılığıyla toplumsal normlara karşı gelme erinci arasında, bu ağır seçimin sorumluluğunu üstlenir anne. Karnındaki bebeği dünyaya getirmekten, bedeninin, kimyasının, kariyerinin ve düzeninin değişecek olmasından hoşnut değildir; onu istemez, gereksinmez. Ama yine de doğuracaktır. Çünkü gövdenin içinde bir başka can saklamanın, bir yerine iki olmanın eşsiz bir görkemi vardır:
“Kimi zaman engin bir utku duygusu doluyor insanın içine ve bu utkuyla birlikte gelen dinginliğin içinde sana hiçbir şey dokunamaz. Ne çekmek zorunda olduğun fiziksel acı, ne feda etmek zorunda olunan özgürlük…”
Feminist hareketin ilk yıllarından bu yana, annelik ve özgürlük arasındaki bağ sorgulanmış, psikanalizin ‘içsel annelik’, ‘yeterince iyi annelik’, ‘imkânsız annelik’ kavramlarına kurumsal annelik, kamusal annelik, annelik rolü, annelik deneyimi, annelik etmek gibi tartışmalar eklenmiştir. Simone de Beauvoir’a göre, kadın bedenine özgü tecrübeleri, hamileliği, anneliği öne çıkararak cinsiyete dayalı kadın kimliğini olumlayan ikinci dalga feminist hareket, kadını yine ‘ikinci cinsiyet’ olmaya mahkûm etmektedir. 70’ler kadınların annelik konusundaki sosyal ve psikolojik baskıya direndikleri takdirde erkeklerin sahip olduğu kimi özgürlük ve kazanımlara sahip olabileceği temel savında birleşirken, yeni muhafazakârlığın yükseldiği 80’lerden itibaren annelik yine başköşeye oturtulur ve feminist yazında anneliğin zenginleştirici deneyimi önem kazanır. Bell Hooks, anneliğin feministler tarafından değersizleştirilmesine meydan okuyanların başında gelir. Beyaz üstünlükçü, kapitalist, ataerkil egemenlik kültüründe çocukların haklarının olmadığını düşünen Hooks’a göre çocukların erkekler ya da kadınlar tarafından, ataerkil egemenlik altına alınmasının sona erdirilmesinin tek yolu, aileyi çocukların sağlıklı ve özgür olabilecekleri, sevgiyi tanıyabilecekleri bir yer haline getirmektir. Cinsiyetler Siyaseti adlı kitabında Sylviane Agacinski, kadını geleneksel rolüne, eve, özel alanın boğuculuğuna geri göndermek, cinsel doğurganlığı içine hapsetmek yerine başka var olma biçimlerine dikkat çeker:
“Annelik, bir özgürlük ifadesidir, edilgen olmak anlamına gelmez. Dişiliği üstlenmek, öteki için kaygılanmak ve onun sorumluluğunu almak, kadının özgürlüğünün biçimlerinden biridir. Kadınların özgürlüklerini ifade etmek isteyecekleri tüm öteki yaratıcılık ve ifade biçimleriyle çelişmeksizin, bir yaratma modelidir.”
Luce Irigaray ise ataerkil, fallus egemen düzenin kısırdöngüsünden çıkmanın, kız çocuklarına bir düşünce ya da tin olanağını kazandırmanın çaresini anne-kız çocuğu ilişkilerinde arar. Kadınların içlerindeki ötekine saygı göstererek ve aynı saygıyı toplumdan isteyerek, kendilerini geçerli özneler, bir anne ve bir babanın kız çocukları olarak onaylamaları gerektiğini düşünür. Fallaci’nin anlatıcısı da kız olmasını ister çocuğunun… Çünkü kadınlık tüm zorluğa rağmen harika bir şeydir:
“Nasıl da cesaret isteyen bir serüven! Hiçbir zaman sıkıcı olmayan bir meydan okuma!”
Çocuğuna olan tutkusu gün geçtikçe güçlenirken bir yandan da çocuğun kendisinden, kendisinin de çocuktan özgürleşmesini arzular. Annelik özsel olarak baskıcı değildir, ama annelik deneyiminin özgürleştirici yanının annelik kurumunun hapsedici yanı tarafından sınırlandırılması anneliği baskıcı ve eşitsizlik üreten bir deneyim haline getirir. Of Woman Born adlı kitabında, kurum olarak annelik ve deneyim olarak annelik kavramlarını ortaya atar, Adrienne Rich. Annelik kurumu baskıcı bir pratik olarak kadını sistematik bir eşitsizliğin içine hapsederken, bir deneyim olarak annelik, annenin çocuklarıyla potansiyel ilişkisine işaret eder. Fallaci anneliğin kadınlara içkin olduğu (annesinden ona geçen) düşüncesiyle özcülüğe yaklaşsa da, çocuğa karşı beslenebilecek tek duygunun sevgi olduğu varsayımını yıkarak deneysel anneliği öne çıkarır metninde. Diğerkâm bir tutumdan sakınarak, sakıncalarını bilmekle birlikte zorlu bir yolculuğa çıkar anlatıcı. Nihayetinde bebek de ondan ayrılamayan anne de ölür. Direniş bireysel düzeyde annenin nasıl annelik yapacağına dair farklı kararlar alabilmesi, geleneğe, kurumlara ve standartlara direnebilmesiyle olur ancak, bebeğe kendi girdabında kaybolma gözdağı verdiği ânda özgürlükten söz etmek de imkânsız hale gelir. Hele ki yaşamın bir ölüme mahkûmiyet olduğu bir dünyada…
Yazan: Hande Öğüt
handeogut@gmail.com
Pan’ın Labirenti
Guillermo del Toro’nun El Laberinto del fauno’su (2006; Pan’ın Labirenti) karanlık imgeleri ve sürreal atmosferiyle İspanya’da 1937’den sonra dar bir alana sıkışan çatışmaları fon alıyor. Bu daha çok bir gerilla savaşı, bir yıpratma savaşı. Çocuk kahraman Ofelia’nın (Ivana Baquero) bilinçaltı silme sivil savaşla dolu gerçek dünyadan nasıl paralel evrenlere, Pan’ın (Doug Jones) karanlık labirentine açılıyorsa, karanlık labirent metaforu da, buna paralel olarak İspanya halkının yürüttüğü gerilla savaşına karşılık geliyor. Bir başka deyişle; Ofelia’nın zihnine açılan kapı, İspanya’nın kompleks savaş dünyalarına çıkıyor. Böylelikle savaş trajedisinine vizör tutulmuş oluyor: Faşizm ve libido arasındaki ince çizgi, otoritenin keskin yüzü, işkence, baskı ve direniş, alçaltılma…sinema için elzem birçok tema hülasa; karanlık fantezi, çocukluk imajları ve düşsellik kanalıyla işlenirken, korku unsurları da bu yapıtın bünyesinde buna paralel bir yanöykü olarak durma riski taşıyor. Kuşkusuz filmin evrenini işgal eden konu ve bunun çeşitlemeleri evrensel açıdan dikkat çekici; fakat korku motiflerinin azımsanmayacak ölçüde öykünün dramatik dünyasında yer edişi, filmi bakış açısı ile ikiliğe düşürüyor. Ofelia’nın yeraltına inmesi, bir tür görev bilinciyle donanması / donatılması / sınanması…dünya masal metafiziğinin belkemiğini oluşturan, sözümona kahramanın zorlu badireler atlattığı, mücadelelere göğüs gerdiği ve en nihayetinde de bunun karşılığında muayyen kazanımlar elde ettiği klasik epistemolojiyi oluşturuyor. Tabii bunun, bu korku motiflerinin masallara göndermelerle sunumunun, “sonu mutlulukla biten” kimi pembe dünyalara dair bir parodi niteliği taşıdığını da unutmamak gerek. Çünkü Guillermo Del Toro –senaryoyu da kendisi yazdığı için rahatlıkla söyleyebiliriz bunu–, o klasik masal metafiziğini yerle bir etmek için şiddetin nirengi noktalarını arşınlıyor, iyi ve kötünün alaşımı ucubeleri betimliyor. Bilindik, tanındık masal atmosferinden iyiden iyiye uzağa konumlanıyor. Şu: Dışarıdaki cehennemde savaş ve onun korkunç boyutları çığ gibi yükselirken, Ofelia ile birlikte klostrofobik labirente adım atıyoruz. Fantastizm ve realite sarmalı birbirinin içinde erimeye başlıyor. Bu seçimin Del Toro’nun sinemasal evrenini de oluşturduğunu düşünüyorum. Hanidir Del Toro’nun kamerası, fanteziye vizör tutma açısından hayli zengin. (1993 yılında çektiği Cronos filminde yine fantastik unsurlar devrededir. Burada da olayın gidişatında önemli rol oynayan bir çocuk kahraman vardır. Bu kez konu “ölümsüzlüktür.” El Espinazo del Diablo (2001; Şeytanın Belkemiği) adlı yapıtı da İspanya İç Savaşı (1939’lar) döneminde geçer. Burada da olaylar bir çocuğun vizyonundan aksettirilir. Masal atmosferi burada da egemendir.) Yönetmenin karanlık öykülere ilgisi büyük. Fakat bu film için denebilir ki, Del Toro’nun da aşama kaydettiği, yeni kulvarlara açıldığı, fantezi bahçesinde yeni şeyleri sınadığı bir deney alanı. Fakat bu deney alanı çok tehlikeli zeminleri iştigal ediyor. Sözgelimi, şiddetin karşısına yerleştirdiği çocuksu masumiyetin, saflığın iç ezici bir kontrast yarattığını imleyebiliriz.
Bunu çoğaltalım:
Bu tarafta General Franco’nun piyonu Faşist Yüzbaşı Vidal (Sergi Lopez’in canlandırdığı Faşist Yüzbaşı Vidal’in “erkek” çocuk düşkünlüğü, faşist ideolojinin kadını aşağıladığı gerçeğini bir kez daha hatırlatıyor. Bu minvalde Bernardo Bertolucci’nin Il Conformista [1970; Konformist] ve Ettore Scola’nın Giornata particolare [1977; Özel Bir Gün] filmleri akla gelen düzeyli sinemasal örneklerden bazıları.), çepeçevre kuşattığı cehennemde terör estiriyor. İnsanlara işkence ediyor. Masumları acımadan katlediyor. Tıpkı koşullandığı faşist ideoloji gibi “erkekçe” yaşıyor ve “erkek” çocuk bekliyor.
Bu tarafta özgürlük savaşçısı militanlar ve faşistler arasında olanca sıcaklığıyla bir hesaplaşma hüküm sürüyor.
Ve öte tarafta Ofelia, konuşamayan perilerin kılavuzluğunda, harikalar ülkesine ulaşan Alice gibi labirente yollanıyor. Pan’ın direktifleri doğrultusunda “Prenses Moanna”ya dönüşmeye çabalıyor… Bu iki kontrast, eşzamanlı olarak işleniyor… Ofelia, Pan’ın belirttikleri doğrultusunda, verilen 3 görevi yerine getirebilir ise “Prenses” olacaktır… Masallarda 3 sayısının ne denli çok referans gösterildiğini biliyoruz. Vladimir Propp, “Masalın Biçimbilimi” adlı yapıtında, masallarda kişilere ilişkin fonksiyonların süreklillik arz ettiğini, bu fonksiyonların sınırlı olduğunu, belli bir sıra izlediğini ve sonuç olarak masalların tümünün aynı yapıda olduğunu belirtir.
Vladimir Propp, masallardaki tiplemeleri de tasnif eder aynı yapıtta:
1. Kötü kişi (düşman)
2. Bağışçı (büyülü hediyeyi veren)
3. Yardımcı
4. Aranan obje (prens ya da babası)
5. Kahramanı sefere gönderen
6. Kahramanın kendisi
7. Sahte kahraman
El Laberinto del fauno’nun da bu tiplemelere başvurduğunu söyleyebiliriz.
İki dünya arasındaki kontrast gerçekten de çarpıcıdır. Dış dünyada, milliyetçiler ve özgürlük savaşçılarını ya da diktatörlükle demokrasi arasındaki kanlı hesaplaşmanın figürlerini takip ediyoruz.
Zaten o dönemde iktidarda bulunan kişi General Franco’dur. Diktatörlükle demokrasi arasındaki kanlı hesaplaşmada safını faşizmden yana tutan General Franco…
Şimdi yeraltına inebiliriz:
Evet, her masalda olduğu gibi, Ofelia’nın içinde yaşadığı masalda da kötü yaratıklar, canavarlar var. Yeraltının dibinde yaşayan “yeraltı canavarı” gibi. “Kör” yeraltı canavarı, sanki gerçeğe kör faşist Franco iktidarını temsil vazifesi görüyor.
Yiyeceklerden mahrum ediliyor Ofelia. Sınanıyor yine… Bütün bu açlık senfonisi, henüz bir iç savaş yaşamış ve 500 bin kişiyi kaybetmiş ve de yerle yeksan olmuş bir ülkedeki açlıktan ve bakımsızlıktan yaşamını yitiren çocukları anımsatıyor. Yeraltındaki süslü sofra, dış dünyadaki yoksullukla bir çelişki yaratıyor.
Bütün eylemlerin nihai ereği: Ofelia’nın “prenses” olup olmadığı sorunsalı üzerinde dönüyor… Abartı görünebilir ama bu eylem bile masal dünyasının klasik motiflerine karşı geliştirilmiş hamlelerden biridir. Masal dünyalarının reel gerçeklikten kopuş ideolojisi, –hele ki konu bir savaş trajedisi olunca– İspanya İç Savaşı devam ederken başta Fransa ve İngiltere olmak kaydıyla, birçok ülkenin tarafsız kalma kisvesi altında İspanya’yı yalnız bıraktığını düşündürüyor. Ofelia’nın, annesi Carmen (Ariadna Gil) ve evlendiği faşist Yüzbaşı Vidal’in yanında, bir odaya kapalı vaziyette, “dışarıda” olan biteni / savaşı / açlık ve sefaleti / işkenceyi / özgürlük aşkını / faşizmi…ne denli anlamlı yorumlayabilceği kuşkuludur. Bu yoruma ulaşmamın nedeni bu, diyebilirim. Ama Ofelia bir dönüşüm geçirir film boyunca. Pan’ı ve “dışarıdakileri” kendi fikrince anlamlandırmaya çalışır. Bir nevi, dış gerçeklik ve düş dünyasının çakıştığını / çatıştığını ve birbirine galebe çaldığını hissedersiniz. Hassaten, Pan ve Ofelia arasında hâsıl olan tenakuz, bunu daha da netleştiren örneklerden biridir.
Bu da El Laberinto del fauno’nun dramatik çizgisinde ulaştığı bir aşama olarak değerlendirilebilir. Film, safını belli etmiştir. Giderek, bütün düş dünyasının, iç savaşı anlatmak için başvurulan bir dekor olduğunu görürüz. Bu dekor, süslü çizilmiştir. Dış dünya ile olabildiğince zıt olması gerekiyordur çünkü.
Sonuç:
El Laberinto del fauno, İspanya trajedisine yeni bir yorum getirmiş midir, bu tartışmaya açıktır; ama biçemsel olarak yenilik peşinde koştuğu ortadadır. Öykünün gelişimindeki iki farklı düzlem, kendi içlerinde tutarlı mıdır ve/ya da filmin stil araçları bir trajediyi yansıtmada başarılı mıdır, asıl bu sorular yanıtlanmalıdır. Bütün bu sorulara verilecek yanıtların ise, özelde İspanya İç Savaşı’na ve genelde de bütün savaş trajedilerine bakışın anahtarı olacağını hissediyorum.
Yazan: Hakan Bilge
hakanbilge@sanatlog.com
Bu incelemem, Underground Poetix kitap-derginin 3. sayısında, İspanya İç Savaşı dosyası kapsamında, “sinefil78″ rumuzumla yayımlanmıştır. Yazıda herhangi bir değişiklik yapmadım; sadece notları yazının içine yerleştirmekle yetindim…
Kitaplarda Özgürlük
Seçenek mi Seçebilmek mi? Özgürlük Nedir? (1)
“Öz” olduğumuz gibi olmamızı sağlayan temel unsurdur. Özgürlük kelimesi bu bağlamda ele alınınca, “özün gürleşmesi durumun”u akla getirir. Batı dillerinde özgürlüğün karşılığı olarak iki farklı sözcük vardır. (ingilizcede) “liberty” ile “freedom”. Birbirlerinden farklı olmaları sizi şarşırtmasın, ikisinin de anlamı birebir aynıdır. “Freedom” sözcüğünün kökeni Avrupalı paganlara dayanır, “Liberty” latince kökenlidir. Şimdiye değin kullanımda, politik ve ekonomik özgürlükten kastedilirken “liberty” kelimesi daha çok kullanılmış, bireyin günlük yaşamdaki özgürlüğü anlatılırken “freedom” kelimesi tercih edilmiş. Ancak bundaki sebep aralarındaki anlam farkı değil, sadece kökenleri itibari ile yazarların kelimelere karşı tutunduğu tavırdır. Her iki kelime de bir yere bağlılığı veya yükümlülüğü olmayan kişiler veya şeyler için kullanılagelmiş, özellikle köle ve özgür insan arasındaki ayrımla doğmuş kelimelerdir. Bir anlamda özgürlük, kölelik kelimesinin karşı ucunda bulunan sözcüktür.
“Öz’ün gürleşmesi durumu” tanımı üzerinden gidersek, batı düşünüş tarihinde hasıl olan temel soruya varırız. Bu varış, kavramın kendisinde var olan uluslar arası bir önemi ve algılayışlardaki benzerliği de gösterir. Bu temel soru, bireyin potansiyelini ortaya çıkarırken, daha güçlü olmasının neye bağlı olduğunun araştırmasıdır. Yani potansiyellerin, olabildiğince fazla “ortaya çıkma seçeneğinin” olması mı önemlidir, yoksa özün kendisi için en iyi olan çıkışı bulması ve o yöne yönelebilme iradesinin olması mı? Bir benzetme ile şöyle göz önüne getirebiliriz durumu. Kapalı bir su deposu düşünelim. Mühim olan (suyun çıkışı için) bu su deposunda olabildiğince fazla musluk mu olmasıdır?; veyahut tek bir musluğun konumlandırılacağı en uygun yeri bulabilme ve onu kullanma iradesi midir? Birinci şekilde (çok fazla çıkış yeri olması) su her nereden çıkmak isterse istesin, ordan çıkma özgürlüğünü elde eder, diğer yandan ikincisinde “gür” akacağı en optimum noktayı seçmek ve oradan “çağlamak” özgürlüğünü bulur.
Isaiah Berlin bu soruyu cevaplamaya uğraşırken özgürlük kavramını anlamlı bir ayrımla ikiye böler. Aslında yaptığı, özgürlük algılayışını iki farklı scala üzerine oturtup en uç noktaları tanımlamak olmuştur. “Two Concepts of Liberty” adlı makalesinde, özgürlüğün bir negatif bir de pozitif boyutlarının olduğunu belirtir. Bu pozitiflik veya negatiflik olumluluk veya olumsuzluk manalarında değil, sadece farklı algılama boyutlarında olduğunu belirtmekle ilintilidir.
Negatif özgürlük, tüm seçeneklerin ulaşılabilir ve seçilebilir olduğu durumdur. Negatif özgürlüğü anlatmaya çalışırken kendisi uzun bir koridor örneğini verir. Bu koridorda sonsuzca kapı uzanmaktadır. Berlin’e göre bireyin ne kadar özgür olduğu, kaçını kullanıp kullanmadığından bağımsız olarak, kilitli olmayan kapılarla ilintilidir. Ne kadar çok açık kapı varsa, o kadar özgürüzdür. Yani seçip seçmememizden gayrı olarak, ne kadar çok seçeneğimiz varsa o kadar özgürüzdür.(2)
Pozitif özgürlük ise, seçeneklerin çokluğundan ziyade, seçimin efendisi olabilmekle ilgilidir. Seçimin kendisinde, potansiyelini tam anlamı ile gerçekleştirme ve bağlı bulunan zincirlerden bu yol ile kurtulabilmektir. Bu özgürlük algılayışı eski yunanın “bedeni” bir hapishane gibi gören anlayışıyla başlamış; Kant, Hegel, Marx ve sonrasında Frankfurt okulu ile sürekli geliştirilmiştir ve negatif özgürlüğe kıyasla anlaşılması daha zor ve uğraştırıcıdır. Negatif özgürlük ise, (belkide ilk defa) John Locke’un 1689’da yayınladığı “A Letter Concerning Toleration” adlı açık mektubunda ciddi olarak masaya yatırılmıştır. Sonrasında John Stuart Mill “On Liberty” ile bu görüşü iyice detaylandırır. Kapitalizmin “bırakınız yapsınlar” görüşüyle, aynı zamanlarda kök salar ve onla beraber büyür. Bizim için bu nedenle anlaşılması ve algılanması, pozitif özgürlüğe kıyasla daha kolaydır, zira halihazırda bu kavramın kurumsallaştığı bir dünyada doğduk. Pozitif özgürlük ise tassavuftaki, “hakikati bulmak ve asıl özgürlüğe kavuşmak”, budizmdeki “nirvanaya ulaşmak” ya da Platonun bahsettiği “idealara vakıf olmak” gibi zorlu bir uğraşı, öğreti gerektirir.
Modern düşünüş tarihinde, bu ayrımın tam anlamıyla oturduğu iki özgün yaklaşımdan bahsedilebilinir. Alman yaklaşımı ve İngiliz yaklaşımı. Bunlara ek olarak kimi araştırmacılar çok tutarlı olmasa da bir Fransız yaklaşımından bahsederler.(3) Ancak Nigel Warburton gibi yazarlar Fransız düşünürleri, kendilerine ait fikri farklılıkları gözden kaçırmayarak, pozitif eksenine oturtmayı seçerler. Bunun en açık sebebi Fransızların Descartes ve Rousseau’dan sonra, Sartre ve Foucault’ya değin felsefi açılımlara yön verememiş olmaları, ve bu nedenle kendilerine ait bütünlüklü ve ilerleyen bir fikri alan oluşturamamış olmalarıdır. Bundan dolayıdır ki (aynı zamanda yerin kısıtlı oluşu sebebiyle) bu yazıda özgürlük kavramı Alman ve İngiliz ekolleri üzerinden anlatılacak, belli başlı argümanlar tartışılacak ve belki de kişisel yaşamda uygulanabilir bir özgürlük anlayışı geliştirilecektir.
Pozitif Özgürlük; Plato, Kant, Marx, Marcuse ve Adorno
Alfred North Whitehead, “Tüm Batı felsefe tarihi Platon’a düşülen dipnotlardan ibarettir.”(4) der. Bir anlamda ya onun dediklerine karşı çıkarız ya da felsefesini geliştiririz. Kendisinin mağara metaforunu bilmeyen hemen yok gibidir. Ona göre biz insanlar bir mağaranın içinde duvara karşı oturmuş vaziyetteyizdir ve arkamamızda bir ışık vardır. Mağaranın dışında ise ideaların doğadaki formları gelip geçer ve biz ancak ve ancak onların, arkamızdaki ışık sayesinde önümüze vuran gölgelerini görebiliriz. Gerçek anlamda özgür olmak erdemle gerçekleştiğine göre ve erdemli olmak da hakikati bilmekle var olduğuna göre, özgür olabilmemizin tek yolu hakikata ulaşmaktır. Hakikat ise dil ile açıklanabilecek, günlük yaşamdaki formlara uygulanabilcek bir şey değildir, zira günlük yaşayış formlarımız ve kurguladığımız dil hakikatin kopyasının kopyasının kopyası üzerine kurulmuştur. Biz o mağaradan çıksak ve ideaların gerçek hallerini görebilsek bile, mağaraya dönüp onları anlatamayız. Bu da insan bilgisinin günlük yaşamda değersiz olduğunu gösterir ki bu bizi “daha iyi bir yaşamı” amaçlıyorsak, derin bir kısırdöngüye bırakır.
Kant, “What is Enlightenment?” adlı kısa makalesinde esas olarak, mağaranın dışına çıkıp görebilme seçeneğimiz olup olmadığından çok bir insanın aydınlanabilmesi ve özgür olmasını, o mağaradan çıkma kararı ve kararın başkasının rehberliği olmadan verebilmesi ekseninde açıklar. Kant’a göre bireyler olgun değildir ve bu olgun olmama durumu onları sürekli olarak başkalarının rehberliğine muhtaç eder. Aydınlanma bireyin bu olgun olmama durumundan, kendi iradesiyle çıkıp kendi düşüncesini kullanma cesaretini sergilemesidir. Bu cesaret ile özgürleşme olanağı sağlar. Marx ise emek kavramında, bireyin kendi potansiyellerini satışa çıkarması ile beraber özgürlükten vazgeçmiş olduğunu ve insan olmaktan çıktığını söyler.(5) Onun emek kavramı yunanlıların “askesis” kavramına dayanır. Yunanlılara göre “askesis” “psuche”yi geliştirir dönüştürür. “Psuche” ise insandaki potansiyellerdir. Yani “askesis” insanın kendi içindeki potansiyelleri kinetiğe (yani harekete) dönüştürme ve bu potansiyellerin kapasitelerini olabildiğince açığa çıkarma olayıdır. Bu insanın kendisi ile uğraştığı bir pratikler bütünü değil, pratiklerin diğer insanları, doğayı ve sonrasında evreni değiştirip dönüştürme dinamiğidir. Emeği bu kapsamda tanımlarsak, emek insanın kendi içerisindeki potansiyelleri ortaya çıkarması ve bu yolla olabildiğince kendini geliştirmesi, dönüştürmesi ve mükemelleştirmesidir. Mükemelleşme haline arete derdi eski yunanlılar. Kimileri bunu erdem (virtue), kimileri ise excellence (mükemmel olma durumu) diye çevirir. İşte bu hal özgürleşme halidir.
Kapitalizm ile beraber gelişen “her istediğini yapabilme” ve John Stuart Mill ile “zarar prensibine”(6) oturtulan özgürlük kavramı Marx’tan çok Frankfurt okulunun saldırısına uğrar. Herbert Marcuse “One-Dimensional Man” adlı kitabında insanların oldukça fazla seçeneklerinin olduğunu, ancak gerçekten neye ihtiyaçları olup olmadığını bilmediklerini vurgular. Ayrıca çok fazla seçeneğin olmasının sahici özgürlüğü kısıtladığını belirtir. Zira bir markete gidip on tane farklı marka arasından seçim yapmaya harcanan vakit, bireyi aslolan ihtiyacından uzaklaştırır ve onu reklamlara bağımlı, “istediğini yapar zanederken” başkalarının yönlendirilmeleriyle hareket eden birine dönüştürür.
Pozitif özgürlük kavramını daha iyi anlayabilmek için, bir Adorno anektodu anlatmak yerinde olur. Adorno’ya, gençlerin kendisinin özgürlük söylevleri üzerine sokağa döküldüğünü söyleyip, bohemleri gösterirler. Adorno ise “benim dediklerimin tersini anlamışlar” diye kısa bir cevap verir. Aslında Adorno ve diğerlerinin üzerinde durdukları şey, bireyin anlamlı seçeneği bulmak yerine, toplumsal hareketlerin, kitlesel yaklaşımların ve “kapitalizm çarklarının” esiri olmalarıdır. “Önemli olan istediğini yapabilmektir” anlayışı, her istediğini yapabilmek değil, anlamlı seçeneği bulma uğraşıdır ve bulunursa uygulamaktır.
Negatif Özgürlük; John Locke, John Stuart Mill, Isaiah Berlin
Isaiah Berlin “Two Concepts of Liberty” adlı makalesinde özgürlük kavramını ikiye ayırdıktan sonra, pozitif özgürlüğün ana paradoxunu çözümler. Ona göre kişi, anlamlı seçeneğin var olduğunu kabul edip onu en hakiki özgürlük olarak tanımladığında, kendi dışındakilerin bu bilgiyi hasıl olmadıklarını düşünür. Bir müddet sonra da onları özgürlüğe kavuşturmak adına, kendine onlar adına karar verme hakkı verir. Nasıl ki Platon yöneticilerin filozoflar olmasını gerektiğini söylüyorsa (çünkü hakikati bilen onlardır), hakikati bulduğunu sanan herkes bu duruma düşer. Berlin’e göre Sovyet Rusya statükosu, Alman faşizmi bu olgulara örnektir. Herhangi bir seçeneğin doğruluğu kabul edildiğinde ve bu doğruluk yayıldığında toplum her bireyinin “asılda” ne istediğini görmezden gelerek, “onun için en uygun olanı” zorlamaya başlar.
Berlin’in bu söylemi olgulara dayanır ve gerçekten de tarihte hep böyle olmuştur. Ancak olgulara dayanan ve aklen ispat edilemeyen bu gerekçe herhangi bir şeyi reddetmeye yetmez. Çünkü Berlin’in söyledikleri tarihte gerçekleşmiş olabilir, ancak her zaman böyle gerçekleşeceği iddiası yanıltıcıdır. Belki de böyle yapmayan insanlar veya toplumlar olmuştur ve biz bilmiyoruzdur, ya da gelecekte olacaktır. Totaliter rejimin kaynağı olarak gördüğü “pozitif özgürlük” her koşulda ve durumda totaliter rejimi sağlamaz. (en azından sağladığına dair herhangi bir akli ispatımız yoktur.) Yani “pozitif özgürlük her zaman totaliter rejim doğurur”, argümanı yanlıştır.
John Locke “A Letter Concerning Toleration(1689)” adıyla kilise yetkililerine ve topluma açık bir mektup yazar ve üç temel argüman ile din alanında tanınması gereken özgürlüğü tartışır. Birinci argümanı, incilden örnekler vererek, diğer dinlere karşı yapılan zulümlerin, hristiyanlıkta olmadığıdır. Çünkü hristiyanlıkta, zor ile değil sevgi ile anlatılan dinin işlerliği vardır. Eğer ki bu takipçiler zulmettiklerini değil, bataklığa düşmüş ruhları kurtuluşa erdirdiklerini düşünüyorlarsa, bu seferde samimiyetten uzaklaşırlar ve çelişkiye düşerler. Çünkü eğer amaçları bataklığa düşenleri kurtarmaksa, tüm enerjilerini hıristiyanlıkta tanımlanmış yedi büyük günaha düşenleri kurtarmaya vermeliydiler. Bu ikinci argüman (tutarsızlık), yeterince anlamlı olsa da, Locke çok daha güçlü üçüncü bir argüman ortaya atar(7): “Irrationality” yani akılsızlık argümanı. Ona göre inanç, içsel bir olgudur ve ancak içsel değişimlere bağlıdır. İnanmak istemek ile inanmak arasındaki fark burda yatar. Kişi işkence gördüğünde, işkence yapanların dinine inanmak isteyebilir, hatta bunu çok ister, fakat kendini istediği kadar zorlasın, inancını iradesiyle değiştiremez. Bu argümanlardan özellikle üçüncü olanı, kişilerin seçimlerine uygulanacak baskı konusunda genelleşetirilebilinir. Pozitif özgürlüğün savunduğu “rasyonel seçeneği seçebilmeye” karşı olan bu argüman, rasyonel olanın zorlanmasının da özgürlüğü kısıtladığını savunur.
Mill bu çerçevede, özgürlüğü “utility” (mutluluk/refah/“elde edilen”) kavramıyla ilişkilendirir ve insanların neyi seçip seçmediklerinin onların kararı olduğunu belirtir. Ona göre birey hangi seçenekle mutlu olacağını düşünüyorsa onu seçer ve bu seçimi kimse engellememelidir. Böylesi bir tanımdan sonra, herkesin her istediğini yapabilmesinin temel bir hak olduğunu, bu hakkın toplum (veya devlet) tarafından engellenmesinin ancak ve ancak istenilen şeyin bir başkasına zarar vermesinin engellemek amacıyla meşrulaşacağını belirtir.(8) Şu nokta önemlidir ki Mill devletin her zarar verene müdahele etmesi gibi bir görevinin olduğunu söylemez, onun söylediği devletin müdahelesinin tek meşru noktasının böyle bir durum olduğudur. Diyelim ki evinizde yatıyorsunuz ve biri gelip garajınızın önüne arabasını park etti. O gün o evden çıkmayı hiç düşünmüyor olabilirsiniz. Garaj kapısını kullanmanız gerekmeyebilir. Bu kullanımdan bağımsız olarak garajınızın önüne arabasını park eden adam özgürlüğünüzü kısıtlıyordur. Bu kısıtlamaya devletin (veya özgürlüğü kısıtlanan olarak sizin) müdahelesi elbette ki şart değildir, ancak müdaheleniz meşrudur.
Mill’in temel argümanı sorunlarla doludur, çünkü “zarar prensibi” çoğu zaman işe yaramaz. Birçok insan artık her edimin dolaylı olarak kendisini de etkilediğini bilir/inanır. Örneğin kapalı mekanda sigara içilmesinin yasaklanması, zarar prensibiyle açıklanabilinir. Kapalı mekandaki diğer insanlar da sigara dumanından etkileniyorlardır. Ancak sigara kullanımı sağlık masraflarını arttırır ve bu da ülkenin refahını düşürür. Refah düşüşü sigara içmeyeni de içeni de aynı derecede etkiler. Bu durumda sigaranın tümden yasaklanması gerekir. Aynı argüman hemen tüm edimler için yapılabilir. Mesela şöyle absürd örnekler verilebilinir: “çok koşma!” (oksijen tüketimin artar ve dünyadaki kişi başına düşen oksijen miktarı azalır); “pasta yeme!” (gün içerisinde sana yetecek kadar kaloriden fazla tüketmen aslında, başkalarının aç kalmasını sağlar) vs… Bu örnekler Berlin’in pozitif özgürlüğün kötüye kullanıldığına dair söylemlerinin negatif özgürlüğü de uygulanabilir olduğunu gösterir. Burda aksırdığımızda aslında Çin’de bir şeyler değiştirdiğimizi varsayan “kelebek teorisini” kullanıp, her hareketimizin olası bir “zarar verme” nedeni olarak takip edilmesinin gerekliliğini savunmak da mümkündür. Elbette bu noktada “zarar” derken Mill’in tam olarak ne kastettiği de önemlidir. Çünkü ona göre şiddet içeren oyunlar dahi serbest bırakılmalıdır, mühim olan oyuna katılanların (katılımcı veya izleyici) bu oyunun nasıl olası zararlar getirebileceğini bilmesidir. Böyle bir bilgi mevcut ise, isteyen gider oynar veya izler (reşit olmayan çocukların tüm özgürlüklerden muaf tutulması gerektiğini ayrıca belirtir).
İfade özgürlüğünü savunan argümanlar vardır “On Liberty” kitabında. İlkin hiçkimsenin “yanılmaz” olmadığını söyler Mill. Karşı çıkılan ve engellenmesi istenen fikir doğru olabilir, bu nedenle baskı görmemelidir. Diyelim ki fikir yanlıştır. Bu olasılıkta dahi fikir engellenmemelidir, çünkü yanlış fikirlerdir doğru fikri doğru kılan. Diğer yandan eleştirilmesine izin verilmeyen (yüzde yüz doğru olsa dahi) fikirler, (yanlış da olsa) başka fikirlere karşı kendini savunma ihtiyacı görmezse, “doğru” olan doğru olmaktan çıkıp “tartışılmaz” bir ölü dogmaya döner. Bu da dördüncü temel sıkıntıyı yaratır. Ölü bir dogma sadece bir inanıştır. Farklı deneyimlerde uygulanabilecek şekillerde derinleştirilemez ve geliştirilemez.
Yeni Bir Özgürlük Anlayışı
Bir yandan Amerikan tarzı tüm kapıların açık olduğu, ancak onca kapı arasında gerek hegemonya, gerek iktidar söylemleri gerek fırsat eşitsizliğinden ötürü, “özgürce” seçim yapamama özgürlüğü, diğer yandan en rasyonel seçimde kendini gerçekleştirme ve iradeyi eline alma, ancak seçenek çeşitliliğinden yoksun derviş özgürlüğü… Peki hangisi? Seçeneklerimizin fazla olması aslında birilerinin fazla para kazanma isteğinden doğuyor. Hem ekonominin birinci kuralı gereği (zaman ve mekan başta olmak üzere dünyadaki kaynakların kısıtlı olmasından dolayı), tüm seçenekleri edimlemek gibi bir şansımız yok. Kendimiz için en iyiyi seçememiz ise “yanılmaz” olmadığımıza, ve hegemonyaya kurban olduğumuza göre imkansız gibi bir şey. Bu ciddi bir sorun yaratıyor, çünkü yaşamın en güzel ve belki de en gerekli duygusudur “özgür hissetmek”. Peki hangisi?
Bu soruya cevap verirken unutmamamız gereken şey şu ki pozitif özgürlük anlayışı her zaman için seçeneklerin çok fazla kişiye ulaşabilir olduğu rafah dönemlerinde (negatif özgürlüğün zaten asgari düzeyde var olduğu dönemlerde) popüler olmuştur. Mesela eski yunan aristokratlarında, Yükselme dönemindeki Osmanlı entellektüel çevresinde, Habsburg hanedanının güçlü kolları arasında ve ikinci dünya savaşı sonrası Batı Avrupa ile Amerika orta kesiminde bu algılayış üzerine çok temel düşünürler çıkmıştır. Halbuki negatif özgürlüğün olmadığı dönem ve yerlerde pozitif özgürlüğün esamesi bile görülmez. Mesela eski yunanda kadınları ve köleleri, Avrupa’daki mülksüzleri, modern dünyanın az gelişmiş ülkelerinin biz garip insanları bu özgürlükten muafızdır. Kimi zaman da ekmek yerine “nirvana umudu” ile doyuruluruz. Peki “bizler için” hangisi?
Ferrariye sahip olamamışken “ferrarisini satan bilge” triplerinde dolaşmanın absürdlüğü aşikar. Bizim için en iyisi olabilecek seçeneklerin kapıları kilitliyken ve birçok alanda sınırlanmışken, kendi potansiyellerimizi ortaya çıkarmaya çalışmak “züğürdün tesellisi” olması kadar, imkansız da… Bu nedenle kanımca “hangisi?” diye sorarken bireyin ilkin kendi konumunu algılaması ve buna göre karar vermesi gerekir. Pozitif ve negatif özgürlükler boyutlarında nerede durduğumuzun bilincine varabilirsek, buna göre her iki boyuttan birinde veya ikisinde ilerlememiz gerekir. Yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu civcivden çıkar sorusundan çok tavuk muyuz civciv mi sorusu daha anlamlı. Civcivsek olabildiğince sınırlarımızı ve fikri ufuklarımızı geliştirmeye çabalamalı, tavuksak yaşantımızın getirdiği deneyim ve bilgelikte, elbette “yeni”yi unutmadan ve yeniyi arama çabasını tümden kaybetmeden, yoğunlaşmalıyız. Sonuçta özgürlük, dünyanın göreceli olduğunun farkındalığında yatar. Platon için mağaranın dışına çıkmak kendisine özgürlük sağlıyor (veya sağlayamıyor) olabilir, ancak “benim” için özgürlük fikirlerimi ne kadar rahat ifade edebildiğimde yatıyordur. Doğudaki kız için özgürlük akşam üzeri kapısın önünü temizledikten sonra merdivenlerde oturup çekirdek çitletmektir, üniversiteyi bitirmiş sizin için sevdiğiniz işe girebilmektir.
Hasılı özgürlük denilen şey nerde durup nereye baktığınıza göre değişir. Önemli olan özgür hissetmenizdir.
Yazan: Emin Saydut
eminsaydut@sanatlog.com
Dipnotlar:
(1) Resim http://kerembeyit.deviantart.com/art/Liberty-81958146 adresinden alınmıştır.
(2) Berlin, 1969, p. Xlviii
(3) Cohen, Paul M. Freedom’s Moment. University of Chicago Press, USA. 1997
(4) Platon. Sokrates’in savunması. Çev. Gören, Erman. Kabalcı yayınevi, İstanbul
(5) Bu konu için bkz. Preface to the Contribution to Political Economy. January, 1859
(6) Bu prensip kısaca “özgürlük başkasının özgürlük alanına girdiğimiz yerde biter” şeklinde çevrilebilir. Ancak ayrıntılar için bkz. Mill, John Stuart. On Liberty. Penguin, London: 1982
(7) Warburton, Nigel. Freedom. Routledge, London: 2024. 29
(8) Mill, John Stuart. On Liberty. Penguin, London: 1982. 67-68
Jean Renoir Klasikleri (2) - Boudu Sauve Des Eaux (1932)
Boudu Sauve Des Eaux (Boğulmaktan Kurtarılan Boudu), Fransız yönetmen Jean Renoir’ın 1932 yılında çektiği bir filmdir. Başrolünde Michel Simon oynamaktadır. Film 2024′te Gerard Jugnot tarafından Gerard Depardieu’nün başrolünde tekrar çekilmiştir.
Film, sokaklarda yaşayan “kokan adam” Boudu’nun hikayesi etrafında gelişir. Hayatına son vermek amacı ile nehre atlamaya kalkışan Boudu, bir (burjuva) karakter tarafından kurtarılır. Bu karakter (Mr. Lestingois) tarafından eve alınarak Boudu‘ya yardım elleri uzatılır. Film aptalca ya da sıradan bulunabilir ama biraz inclendiğinde öyle olmadığı ortaya çıkacaktır (Bununla birlikte Renoir bu konuda çok cesurdur). Boudu karakteri basit bir karakter olmakla birlikte karşıtlıkları kendi içerisinde barındıran bir karakterdir. Hem korkunçtur hem de sempati duyulabilen bir karakterdir. Boudu bir anlamda “özgürlük”ü, “anarşi”yi, istediğin gibi davranabilmeyi yansıtmaktadır. Fakat daha derin incelendiğinde bundan daha fazlasıdır. Renoir klasik Fransız geleneğinden gelir ve daha çok Yunan mitleri ile haşır neşir olmuştur. Biz ise bunların yansımalarını Renoir’ın filmlerinde görürüz.
Yunan dünyasının Nietzsche’ye göre Apollon ve Dionysos olmak üzere iki tanrısı söz konusudur. Apollon’un dünyası daha çok düzenin, aklın, entellektin, mantığın, ölçülülüğün, tutarlılığın dünyasını temsil ettiği gibi; Dionisos’un dünyası ise doğayı, tutkuyu, coşkuyu, yaşama arzusunu ve “naturel impulses”ları ve daha çok “kaotik” olanı ifade eder. Sanat, estetik, tabiat, tarih ve insan bu kutuplaşmaya tabi olarak değişir. Bundan hareketle, bu filmde bir anlamda düzeni simgeleyen burjuva (middle-class) dünya ile kaosu simgeleyen dünya arasındaki çatışma anlatılır; ama Renoir’ın tarafgir olduğunu düşünmüyorum. Dünya için ikisi de gereklidir. Kaos belirli zamanlarda dünyaya hakim olur ve her şeyi tersyüz eder. Dünya ise bu kaotik altüstler ile zenginleşir. Boudu bu dünyada daha çok kaosu simgeler; Mr. Lestingois’in düzeni simgelediği gibi.
Ama Boudu salt “kaos”tan ibaret değildir. O bir anlamda “mantıklı olmayı” da ifade eder. Kendi mantığı ile burjuva karakterlerin aklını karıştırır. Filmin başında kendisine beş frank veren çocuğun verdiği parayı, altında son model bir araba olan bir “mösyö”ye vererek ona ekmek almasını söyler. Bir başka sahne ise Boudu’nun Lestingois’lerin evinde yemek yerken masayı lekelemesi neticesinde evin hanımının bu lekeyi çıkarmak için tuz dökmesi ve ardından Boudu’nun şarabı tekrar masanın üzerine dökerek bu eylemi tuzu çıkarmak için yaptığını söylemesi bunun bir örneğidir.
Boudu bir açıdan bakıldığında “doğal adam”dır. (homme natural; 18. yy batı edebiyatlarında şumülli bir yer işgal eden “le sovage noble” kavramının bir yansımasıdır. Daha çok batıdaki gezginler yabanda gördükleri “bozulmamış adam”ın erdemleri konusunda övgüler düzmüşlerdir. Jean-Jacques Rousseau bu konudaki öncü yazıları ile sürekli dikkat çekmiştir). Bu doğallığı daha çok burjuvaların dünyasına ayak uyduramamasında ve sakarlığında ortaya çıkar. Filmin sonunda tekrar doğaya dönmesi ise oldukça manidardır. Boudu “self-destructive” özelliklere de sahiptir ki doğanın Dyonisyan güçlerinin bir özelliğidir. Hem kaotik olması hem de “self destructive” olması…
Bununla birlikte Boudu aslında burjuva değerlerine dair bir saldırı adamı olarak da görülebilir. Bu doğru olduğu gibi bunu filmin tümüne yayamayız. Nitekim klasik ahlaki değerler açısından yozlaşmışlık ifade eden bir karakter olmasına rağmen (Mr. Lestingois) Boudu’yu kurtarmıştır.
Belki de bu self-destructive özelliği yüzünden Boudu’ya kimse tahammül edemez. Sadece evin sahibi Lestingois “doğal adam’ın iyiliğine” olan inancından dolayı ona diğerlerinden fazla tahammül eder. Aslında Lestingois burjuva değerlerinin mahpusudur. Onlar ile sınırlandırılmıştır. Boudu’da aradığı ise budur. Bir anlamda Boudu, Lestingois’in sahip olmak istediği özgürlüğün vücut bulmuş halidir. Bunun tersi de Boudu için geçerlidir. Aslında bunlar hayatın farklı görünümleridir.
Filmin sonunda Boudu’ya yüz bin frank çıkar ve hizmetçi ile evlenir. Nehirde kayıklar üzerinde bir düğün yapılır fakat Boudu’nun içerisinde olduğu kayık devrilir; diğer karakterler kurtulur ve karaya çıkar. Boudu ise nehirde sürüklenir. İleride karaya çıkarak -bir anlamda- diğer karakterleri atlatır. Onlar ise Boudu’nun ölüp ölmediğini veya kaçıp kaçmadığını bilmezler. Ama bu son devriliş oldukça ironiktir ki Boudu’nun hayatındaki “değişim”i tekrar vurgular. Hayatın Dyonisosvari güçleri yeniden hakimiyetini kurar ki bu devrilme bunun bir anlamda sembolik bir ifadesidir.
Yazan: Calderon de la barca
Özgürlüğün Diğer Adı
Delilik; düşünce, inanış, davranış ve duygu açısından yaşadığımız toplumda farklı olma durumudur. Bu farklılık belki sorunlara bir çözüm, belki bir kaçış, belki de sadece her insanın içinde var olan ve uyandırılmayı bekleyen aslandır.
Hangi açıdan bakarsak bakalım kesinlikle kolay kolay ulaşılan bir mertebe değildir.
Bu mertebeye ya isteyerek, bunu bir kaçış olarak görerek ya da deli olmamaya çalışarak erişebiliriz. Bir kere karşılaştığımızda o sınırsızlık, sınırı geçme, kendi dünyamızı kurabilme ve yönetebilme özgürlüğünü tattığımızda vazgeçilemeyen, kurtulması zor olan duygu bizi esaretine çoktan almıştır.
Delilik sınırını aşanlara toplumda her ne kadar korkularak bakılsa da onlar yeni doğmuş bir bebek kadar zararsız ve masumdurlar aslında. Her ne kadar kötü algılansa da dezavantajlarının yanında bir o kadar da avantajları vardır deliliğin. Sonuçta deli özgürdür, kendi kurduğu, kendi yönettiği dünyası içinde yazar gibidir, yönetmen gibidir; oyununun, hayatının senaryosunu kendi yazar, oyuncularını kendi seçer, onları kendi istediği gibi konuşturur, oynatır. Bu fani dünyada hepimizin sadece izlemekle yetindiği bir tiyatro oyunundaki oyunun yazarı, kahramanı ve aynı zamanda yönetmeni de odur. Hayatta fark edilmeyen, istenmeyen biridir belki ama kendi iç dünyasında asıl karakter, ulaşılamayan, gıpta edilen sadece kendisidir.
Bilmem kaçınız farkındasınızdır, bu tür insanlar çocuklarla çok kolay diyalog kurarlar. Bunun nedeni onların da çocuklar kadar masum olmalarıdır. Şimdi çoğunuz düşüncelerimde bir çelişki olduğunu düşüneceksiniz belki de; çünkü daha önce onlar özgürdürler ve cesurdurlar demiştim ama saf, temiz ve masum olmadıkları şeklinde düşünülmemeli.
Sadece biz yetişkinler önyargılı yaklaşırız onlara, çoğumuz da yanımıza yaklaşmalarını bile istemeyiz. Çünkü biz büyüdük, akıllandık, kendimizi geliştirdik, hayatın gerçek ve acı yönlerini gördük ve bizler olgunlaştığımızı düşünürüz. Evet, olgunlaştık ama çocukken sahip olduğumuz saflıktan uzaklaştık. Bu olgunluk denen evrede çocukken bilmeden de olsa çok sevdiğimiz ve şimdilerde onlara deli diye tabir ettiğimiz insanlardan çekinmeye, uzaklaşmaya ve en önemlisi korkmaya başladık.
Hayatın tadını en iyi çıkaranlar onlardır; çünkü onlara ne yasalar işler, ne aile baskısı, ne toplum baskısı ne de başka bir şey. Onların sorumlulukları yoktur, yaptıkları tek şey günlerini en iyi şekilde geçirmektir. Şimdi delilerin bir günüyle kendi bir günümüzü karşılaştıralım; o, sabahın ilk ışıklarında belki çoğumuzun olmak istediği yerde güneşin doğuşunu izleyebilir hem de yanına kimseyi alma zorunluluğu hissetmeden, evdekilere ayıp olur diye düşünmeden. Özgürdürler, sınırları onlar belirler, başkalarının emirlerine boyun eğmezler, yönetilmezler; hatta deliliğin uç seviyesinde olanlar yönetilemezler, hatta yasalar bile onları korur.
Güneşin doğuşunu izledikten sonra öğle vakti martıların sesi, denizin dayanılmaz dalga sesleri insanı nasıl da boğazın serin sularına çağırır, yine özgürce tek kişilik hayatını yaşayan deli orada rahatça istediği vakte kadar dinlenir, keyfini bozacak bir şey yoktur. Akşam da kız kulesinin karşısına geçer, kim bilir. Gece de istediği yerde kendine bir yatak hazırlar ve derin bir uykuya dalar, yarının telaşı olmadan.
Sıkıntıları elbet vardır ama bu sıkıntılar bir elin parmağını geçmez; ya karnı acıkır, ya kış günü yatacak yer bulmakta zorlanır ya da giyecek konusunda zora düşer ama diğer insanlarla karşılaştırdığımızda görüldüğü gibi bu istekler devede kulak kalır. İstekleri çözülemeyecek şeyler değildir hem, düşünsenize ev kirası, borçlar, trafik derdi, okul sorunu, gelecek kaygısı… Bu gibi düşünceler olmadan her şeyden uzakta, özgürce, şu üç günlük dünyada dilediği gibi bir hayat geçirebiliyorsa biri delinin kendi sıkıntıları hiç mi hiç önemli değildir. Hem hangimiz böyle bir gün geçirebiliriz, kendimize bu kadar zaman ayırabiliriz? Etrafımızda bu kadar meşguliyet, yapılması gereken iş varken değil bir ömür bir gün bile bunu başarabilmemiz imkânsız. Bir günlük bile olsa sonucunda aksaklıkların, sıkıntıların ikiyle çarpıldığını şimdiden görebiliyorum.
Delilik, deli olmak özgürlüktür ve de cesaret ister; öyle ki hayatta önüne çıkanlara kader deyip boyun eğmek yerine sorgulayan, karşı çıkan, cesur biridir deli. Akıllı olanların, akıllıyım diye geçinenlerin aksine onlar kendilerini mahveden gerçekler üzerinde bile düşünmekten korkmazlar, belki bile bile meydan okumaktır bu ama bunu yapmak yürek ister, cesaret ister. Aklı başında olan, delilik duygusundan mahrum olan insan bunu belki yapamaz, harekete geçmek yerine düşünür fakat insanı harekete geçiren şey ise deliliktir; her insanda az da olsa olması gereken duygu.
Dünyadan kurtulmanın, her şeyden muaf olmanın tek yolu, özgürlüğün diğer adı işte budur. Her şeyin çoğu zarar azı karar derler ya işte delilik duygusu da böyledir; her insanın içinde olması gereken fazlasının deliliğe, delirmeye neden olduğu, yeteri kadar olduğunda ise delilik ve dâhilik arasındaki o ince ipte yapılan cambazlık sayılan erdemdir. İçinde azıcık da olsa delilik olan, bu cambazlığı başaran tüm dostlara saygılarla…
Yazan: Gamze Kuzu
GamzE@sanatlog.com