Madan Sarup’un Post-yapısalcılık ve Postmodernizm Adlı Yapıtının İncelenmesi
25 Haziran 2024 Yazan: Editör
Kategori: Araştırma Kitapları, İnceleme Kitapları, Felsefe Metinleri, Kitabiyat, Sanat
20. yüzyıldan başlayarak, post-yapısalcılık ve postmodernizm kavramları, felsefeden, sanata ve daha birçok disiplinde tartışılan bir kavram haline gelmiştir. 1960’’lı yıllardan günümüze değin yapılan bu çalışmaların düşünsel dünyaya yoğun katkıları olmuştur. Modernizmin sorgulanmasını sağlayarak, postmodern durumun göstergeleri, bireyin bilinçaltı, kapitalizmin değişen biçimleri, tüketim toplumu, çokkültürlülük vb üzerine geniş kapsamlı düşünceler ortaya çıkmıştır. Ancak bu kavramlar üzerine yapılan tartışmaların belirsizliği sürmektedir. Bu noktada oluşan bilgi yığılmasını sistemli bir şekilde çözümlemek adına, Madan Sarup’un Post-Yapısalcılık ve Postmodernizm adlı çalışması, bir nevi başlangıç kitabı olarak post-yapısalcılık ve postmodernizm akımlarına giriş niteliği taşımaktadır. Sarup, bu akımların öncüsü sayılan kişileri eleştirel bir açıdan bizlere sunmaktadır. Yöntemsel olarak Marksist bir bakış açısı ile değerlendirmeler yapılmıştır.
Madan Sarup, bu çalışmasında, 20. yüzyılın felsefi ve düşünsel yaşamına çok önemli katkıları olan (Lacan, Derrida, Foucault, Deleuze, Guattari, Cixous, Irigaray, Kristeva, Lyotard ve Baudrillard) gibi düşünürleri temel özellikleri ile incelemiştir.
Madan Sarup, giriş bölümde öncelikli olarak, yapısalcılık ve post-yapısalcılık arasındaki benzerlikleri ve ayırt edici özellikleri genel olarak karşılaştırma yoluna gider. Descartes’in “Düşünüyorum, demek ki varım” düşüncesinden yola çıkarak, özne ve birey konusuna değinir. Burada ‘ben’ özerk olmakla kalmayıp aynı zamanda kendi içinde ‘tutarlı ‘ olarak görülür. Bilinç ile çatışma içerisinde varolan, ‘ben’den ayrı bir başka zihinsel etkinlik alanı içerisinde açıklanamaz.
Sarup bu noktada, Levi-Strausse’un, insan bilimlerinin değişmez amacının insanı oluşturmak değil, onu çözüştürmek olduğunu ileri sürmesine değinerek, sonradan bu düşüncenin yapısalcılığın savsözü noktasına dönüştüğünü söyler. Althusser, Marksizmi yeniden yorumlama çabasına girerek, insancılık karşıtlığı çizgisi doğrultusunda ele alır.
Post-yapısalcılar özneyi çözündürmek istemişlerdir. Derrida ve Foucault’un bu anlamda bir özne konumuna sahip olmadıkları söylenmiştir. Sarup’a göre Lacan, bu konuda sıra dışı bir örnektir. Çünkü psikanalize yakınlığı nedeniyle özneye bağlı kalmış ve Hegelci felsefe yönünden biçimlenmiştir.
Her iki akımın ortak bir özelliği, tarihselciliğin eleştirisini yapmalarıdır. Düşünürler, tarihin içerisinde bir baştan öbür başa belli bir örüntü bulunduğu görüşüne pek sıcak bakmamaktadırlar.
Bu bağlamda ele alındığında bir ‘anlamın eleştirisi’ söz konusudur. Bu konuda ilk akla gelen, Saussure’ün gösteren ile gösterilen arasında çizdiği ayrımdır. Örnek olarak, ‘elma’ sözcüğünün bildirdiği imge (gösteren) elma kavramı da gösterilendir. Gösteren ve gösterilen arasında oluşan bu ilişki dilsel bir gösterge oluşturur ve sonuç olarak dil bu göstergelerden meydana gelir. Dilsel gösterge yasa tanımaz. Bu durum dilsel göstergenin bir şeyi, belli bir zorunluluk yoluyla değil uzlaşımla, ortak kullanım yoluyla temsil ettiği anlamına gelmektedir. Saussure, her gösterenin anlamsal değerinin, yalnızca yapısı içindeki konumuna bağlı olarak kazanıldığını da belirtmiştir.
Sarup, post-yapısalcılıkta genellikle gösterilenin öneminin azaltılarak gösterenin başat kılındığını söyledikten sonra Lacan’dan şu örneği verir. “Lacan, gösterilenin gösterenin altından hiç durmadan kaydığını yazmaktadır”. Bu konuda Derrida daha ileri giderek, dilin dışında, herhangi bir göndergeyle belirlenebilir bir ilişkisi olmayan, yalın bir gösterenler dizgesine inanmaktadır.
Yapısalcılık ile post-yapısalcılık arasındaki ayırt edici özelliklere örnek olarak şu verilebilir: Yapısalcılık, doğruluğu metnin “arkasında” ya da “içinde” görürken, post-yapısalcılık okuyucu ile metnin karşılıklı etkileşimini üretkenlik olarak görmektedir. Sarup’a göre, post-yapısalcılık, Saussure’ ün gösterge anlayışına son derece eleştirel yaklaşmaktadır.
Sarup, yapmış olduğu bu karşılaştırma sonucunda, alanında en önemli isimler haline gelen, Lacan, Derrida ve Foucault’u ele alır.
Lacan incelemesine 1968 hareketini ele alarak başlayan Sarup, bu gençlik ve özgürlük hareketinin sonucunda insanlar arası ilişkilerin her yönü ile radikal bir şekilde tartışıldığını ve cinselliğinde burada önemli bir yer tuttuğunu söyler. Yazar bu bölümde genel olarak Lacan ‘ın psikanalizi dilbilim üzerinden tekrar yapılandırmasını inceler. Lacan’ın Amerikan ego psikologları ile olan farkına değinir ve bu incelemecilerin Freud’u yanlış değerlendirdiklerini söyler. Lacan ile ilgili bu bölümün temel cümlesi; “Bilinçdışının da dilinkine benzeyen gizli bir yapısı olduğudur” buradan yola çıkarak Sarup, bir Lacan çözümlemesi yaparak son olarak feminist kuramcıların Lacan değerlendirmelerini yansıtır.
Derrida ve Yapısöküm olarak adlandırılan bölümde, kavramın tanımlaması yapılmaya çalışıldıktan sonra, Derrida’nın Yapısöküm ile kendisinden önceki tüm metafizik eleştiri geleneğini parçalayışı ele alınır. Derrida’nın yapısöküm yönetiminin oluşumunda, Nietzsche, Freud ve varoluşçu felsefenin en önemli ismi Heidegger’in önemi ortaya çıkarılır. Sarup, Derrida incelemesinde son olarak Marksizmi ve yapısökümü ele alır. Sarup’un değerlendirmesi bu noktada Marksist bakış açısı ile yapılan bir değerlendirmedir. Yapısöküme yapılan en önemli eleştiriyi ise Teryy Eagleton’dan alıntılayarak yapar. Bu bölümde ortaya çıkan sonuç ise, Derrida’cı yapısökümün aydınlanma eleştirisi yanında tüm geleneğin kökten bir şekilde tekrar değerlendirilmeye alınmasını sağlamasıdır.
Foucault ve Toplum Bilimleri başlığı altında incelenen bölümün girişi, Foucault’un dünyayı bütün yönleri ile açıklamaya çalışan küresel kuramsallaştırmaya karşı olması düşüncesi ile başlar. Focault’u ele alırken onun önemli incelemeleri olan, “Hapisanelerin Doğuşu”, “Deliliğin Tarihi”, adlı yapıtlarından yola çıkar. Sarup’a göre Foucault, tarihin örselediği konulara çomak sokarak onları ortaya çıkarmış. Bir nevi atılmış ve gizli kalmışın tarihinin sosyolojisini yapmıştır. Bu bölümde ortaya çıkan düşünce, Foucault’un tüm bu incelemelerini “iktidar” sorunsalı başlığı altında ele alarak incelemesidir. Sarup, Derrida incelemesinde olduğu gibi Foucault hakkında da Marksist bir yöneliş inceleyen değerlendirme yapmıştır. Bu bölümün sonucu olarak ortaya çıkan düşünce “iktidar” kavramının salt politik yanı ile varolmadığı, cinsellik, bilgi gibi konularda da önemli bir unsur oluşturduğudur.
Sarup bir sonraki bölümde, köklerini Nietzsche’den aldıklarını söylediği, Deleuze ve Guatttari’yi ele alır. Bu düşünürlerin aykırı düşünceleri olarak yorumlanan “şizo-analiz” düşüncesini açımlamaya çalışır. Her iki düşünürün en önemli yanı, iki farklı alanın isimleri olan Marks ve Freud’un “arzu, üretim ve makine” kavramlarını yeni bir düşünce etrafında bir araya getrime olarak belirtilir. “Bizler arzulayan makineleriz” bu düşünce sonucunda ortaya çıkan en önemli konu, libido ve siyasetin birbirine sızan alanlar olduğunun belirtilmesidir. Deleuze ve Guattari, toplumda iki tür arzudan söz ederler. Paranoid ve şizofrenik. Faşist ve devrimci tanımlamaları ile kendilerine sınır oluşturan iki insan modeli incelenir. Sarup, İki düşünür, kendi bilinçdışı tanımlamalarına değinerek şunları söyler : “Bilinçdışının aslında siyasal bir güç olduğuna, bu gücün kendine tarihin belli dönemlerini ya da belli başlı siyasal partileri mesken edinen faşizmi büyük oranda etkisiz kılacağına inanırlar.”
Sarup beşinci bölüm’de ‘yeni felsefeciler” olarak adlandırdığı isimleri tanıtmaya devam eder. 1968 yılında adından söz ettirmeye başlayan bir başka kavram ise feminizmdir. Bu bölümde üç Fransız kasın kuramcıyı (Cixous, İrigaray ve Kristeva) tartışır. Her üç kuramcı da, kadın sorununu, Lacan ve Derrida’nın ortaya attığı post-yapısalcı söylemler üzerinden geliştirmeye ve açımlamaya çalışır.
Cixous, toplumsal yapıda süregelen ataerkil yapının söylenlerini ortaya çıkarmaya çabalamıştır. Ve bunu göstermek için zaman zaman mitolojik unsurlara başvurmuştur.
Sarup, düşünürün tiyatro ile olan ilişkisini incelemeye alır. Cixous tiyatroyu, şiirin hala kamusal ve kuttörensel biçimler içerisinde yaşamını sürdürebildiği bir uzam olarak duyumsamaktadır. Tiyatronun geçmişine feminist bir okuma ile yaklaşır. Tiyatro tarihinin kadını sürekli nesneleştirmiş olduğunu vurgular. Oyunları genel olarak, temelde kadının ataerkil kültürle olan ilişkisi üstüne yoğunlaşmış olması yazarın feminist eleştirel yöntemi kullanmasının en önemli göstergesini oluşturur.
İrigaray’ın temel amacı da ataerkilliğin felsefeye olan yansımalarını araştırmaktır. Kristeva, kadına ve feminizme ilişkin konular dışında, cinsellik ve dişilik gibi konularla da yakından ilgilenmiştir. Ayrıntılı olarak incelendiğinde, çalışmalarının temel ilgisini dil, doğruluk, ahlak ve aşk konularının oluşturduğu görülür.
Sarup’a göre, batı feminizminin bu çözümlemeleri Aydınlanma’nın taşıdığı çelişkilerin mirasıdır. Aydınlanma değerlerinin kadınlara uygulanamayacağını düşünür.
Sarup altıncı bölümde, postmodernizm terimini ve Lyotard’ın postmodern durum olarak incelemeye aldığı temel savlarına açıklık getirmeye çalışır. Modernlik, postmodernlik, modernleşme, modernizm, postmodernizm kavramlarını ele alarak bu konuda oluşan kafa karışıklığını gidermeye çalışır. Postmodern durum olarak değerlendirilen konunun oraya çıkardığı, medya toplumu, gösteri toplumu, bürokrasi toplumu, sanayi sonrası toplum gibi terimlerin neler olduğunu açıklar. Bu incelemesini Lyotard’ın “postmodern durum” adlı dönemin en önemli yapıtını çözümleyerek sürdürür ve sonunda bu yapıta karşı oluşan eleştirileri ortaya koyar.
Sarup, yedinci bölümde ise, etkileri günümüzde hala sürmekte olan “simülasyon kuramı” nın sosyolojik bağlamda ele alan radikal düşünür Baudrillard’ı ele alır. Sarup, öncelikle düşünürün bir gösterge olarak meta saptamasını ele alır. Baudrillard kapitalist toplumun tüketim toplumuna dönüşümünü ve bunun sonuçlarını saptar. Marksizm eleştirisinde öne çıkan incelemesi ise “üretimin aynası” adlı yapıtıdır. Bu çalışmasında Baudrillard değişen üretim ve tüketim ilişkileri düzleminden sınıfsal belirlemelerin niteliğini ortaya koyar. Sarup daha sonra Baudrillard’ın medya ve kitle iletişiminin araçları üzerine eleştirilerini ele alır. Bunun sonucunda medya da yer alan bilgilerin gerçekliliğin sorgulanması gündeme gelir. Bölümün sonunda Sarup, Baudrillard’a yöneltilen kimi eleştirileri açıkladıktan sonra kendi Marksist eleştirel tutumunu sürdürür ve bölümü sonlandırır.
Sonuç bölümünde Sarup, ele aldığı kuram ve düşünürlerin ortak ve ayrılan yanlarına değinerek birbirlerinin etkileşimlerini gösterir. Sarup tüm kuramcılar ortak bir eleştirel yöntem ile yaklaşır. Genel olarak Marksist bir bakışın izlerini taşıyan bu son bölüm, yapıttaki tüm düşünürlerin aslında kendilerinin bir üst anlatı oluşturduğu ironik saptamasında bulunur. Ve tarihi ciddiye almanın gerekliliğine vurgu yapar.
Kitabın alanında önemli bir kaynak giriş kitabı olması dolayısıyla, yapılacak olan araştırmaların yönlendirme gücünü taşımaktadır. Kitapta günümüzün sanat dünyasında sürdürülmekte olan entelektüel çalışma ve yorumlamaların düşünsel kaynağı ortaya konmuştur.
Post Yapısalcılık ve Postmodernizm / Madan Sarup / Çev: Abdülbaki Güçlü/ Bilim ve Sanat Yayınları / 2024/ 278 sayfa
Serkan Fırtına
serkanfirtina35@gmail.com
SDÜ Güzel Sanatlar Enstitüsü
Sahne Sanatları Yüksek Lisans öğrencisi
Yazarımızın öteki yazılarını okumak için tıklayınız.
Postmodernist Kültür Üzerine Bir İnceleme
5 Nisan 2024 Yazan: Editör
Kategori: Araştırma Kitapları, İnceleme Kitapları, Edebiyat, Eleştiri, Kitabiyat, Sanat
Steven Connor, “Postmodernist Kültür - Çağdaş Olanın Kuramlarına Bir Giriş” adlı çalışmasının giriş bölümünde, Post sözcüğünün kavramsal kullanımına değinir. Kitabı yazmasının nedenini, postmodernizm biçimlerini ortaya çıkarıp betimleyerek, bu alandaki kafa karışıklığınının giderilmesine yardımcı olmayı hedeflediğini söyleyerek açıklar. “Kesim I Bağlam” başlığı altında öncelikle Postmodernizm ve Akademi arasındaki ilişkiyi açımlamaya koyulur. Postmodernizm 1950 ve 60 larda kullanılmasına rağmen, felsefe, mimari, sinema ve edebiyat alanlarında, akademik disiplin içersinde 1970 lerde kullanılmaya başlandığını açıklar. Ve Lyotard’ın “Postmodern Durum” yapıtı ile kavramın disiplinlerarası bir onay bulduğunu belirtir. Bu bölümde, postmodernizm tartışmalarının farklı alanlar arasında uygulanabilirliğinin sorunları ve sonuçları ortaya serilir. Bu incelemelerin girişinde Connor, Stanley Fish’in “Postmodernizm ne anlama geliyor?” sorusuna karşı “Postmodernizm ne yapıyor?” diye sormamız gerektiğini söyler.
Akademinin modernizmin özümlenmesindeki rolüne değinerek, Terry Eagleton’ın, eleştirinin doruğu, eleştiri etkinliğini bir konuşma biçimi olarak görmenin mümkün olduğu, uzlaşmazlıkların hala bir konsensüs ve özgür iletişim zemininde yer aldığı onsekizinci yüzyılın burjuva kamusal alanı olduğunu belirtmesi düşüncesini örnekler. Said ise, yirminci yüzyıl tarihini, sorunlardan gittikçe uzaklaşmanın ve bu tarz bir araştırmanın önünü baştan tıkamak için, bilgiyi özel uzmanlık alanlarına bölen bir sistemle giderek daha fazla uzlaşmanın tarihi olarak görür. Eagleton, akademik çalışmaları gerçek konulardan uzaklaşmasını ve profesyonelleşmesini bilinç olarak sürdürdüğünü açıklar. Akademik yaklaşımlara örnek olarak, Shakespeare üzerine yazılan makalelerin gereksiz fenomenlerden ibaret olduğu ortaya konur. Connor’a göre, ABD’ de insan bilimleri ile beraber gelişeni bankacılık, sanayi gibi ayrıcalıklı mesleklerin sonucu olarak, bunların doğrudan politik etkinlik gösterememeleri üniversite yapısına da etki eder.
Eleştiri, Manet’nin fırça darbelerinin kendinden geçmiş bir tavırla yakından incelemesinden uzaklaşmasının sonucu olarak, pornografi ve helanın göstergebiliminden söz etmenin önünün açıldığını belirtir.
Connor, 1960’lar ile beraber, Marksist ve Yeni Sol kuramın canlanmasının yanında, yapısalcılığın, Rus biçimciliğinin ve Amerikan Yeni Eleştirisinin ortaya çıktığını ve bunların kendi aralarında farklarının öne çıktığını söyler.
Yazar, “Kesim II Ardıllar başlığı altında ilk olarak, Postmoderniteler: Postmodern Toplum ve Hukuk Teorisi üzerine incelemelerde bulunur.
Bu incelemenin alanını kapsayan ve yapıtları toplumsal ekonomik ve politik postmodernite tartışmalarını doğuran “Lyotard, Jameson, Baudrillard”ın düşünce sistemlerine giriş yapar.
Lyotard’ın postmodernite irdelemesi “Postmodern Durum” adlı yapıtında ortaya konur. Connor’a göre, bu yapıtın özelliği, anlatının bilimsel söylem ve bilgi içindeki işlevi çerçevesinde döner. Lyotard, modern bilimin en başta, anlatıya dayanan meşruluk biçimlerini reddetmesiyle nitelendiğini söyler. Connor, bilimin temel anlatıları olan politik ve felsefi anlatıların kullanımını Lyotard’ın Fransız Devrimi ve Hegel üzerine yaptığı incelemeler ile örnekler. Ve Lyotard’ın üst anlatıların çöküşü üzerine ortaya attığı birçok düşüncenin sonucu olarak, kapitalist serbest girişim ruhunun önemi üzerine durur. Connor aydınlanma tartışması üzerinden, Habermas’ın yaptığı Yeni Muhafazakârlık eleştirisini tartışmaya açar.
Postmodern Durum adlı çalışmasından sonra Lyotard, The Differend (Ayrılık) adlı yapıtında bu sefer söylem çözümlemesine yönelir. Önceki çalışmasında sil oyunlarının çokluğu ve ölçekdeşsizliği konusundaki iddialarını derinleştirir. The Inhuman (İnsanlık Dışı) kitabında ise, insan doğasını ve çağdaş yaşam ve düşüncede onu aşan şeyi tanımlamaya çalışır.
Connor, daha sonra, Postmodernitenin toplumsal ve ekonomik koşullarının açıklaması olma yolunda Marksist bir eleştiri incelemesi ortaya koyan Fredric Jameson’ı ele alır. Connor, Jemeson’ın postmodernizm üzerine yayınladığı “Postmodernizm ve Tüketim Toplumu” sonraki geliştirilmiş hali olan “Postmodernizm: ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı” adlı makaleleri üzerinden incelemesini açımlama yoluna gider. Jameson’ın sistematiği Marksist eleştiri üzerinde olumsuz etkileri olan, sanayi sonrası toplumun dünyanın sınıf çatışmalarını bitirdiği tezini ele alması üzerine oluşur. Ve yaşanılan dönemi “Postmodern çokuluslu kapitalizm” olarak adlandırır.
Jameson’a göre, Postmodernitenin doğasını ve yönelişini belirlemek çok zordur. Bi yandan her şeyi ile ortaya çıkma özelliği gösterse de diğer yanıyla haritalara yakalanmaya karşı sonuna kadar direnir.
Connor son olarak Jameson’ın yapıtları üzerine, “postmodernist kültür ile sosyo-ekonomik postmodernite arasındaki eşitsiz ve güçlüklerle dolu ilişki konusunda en anlamlı açıklamayı ortaya koyar” saptamasında bulunur.
Hemen arkasından Baudrillard’ı inceleme altına alan Connor, yazarın Markiszmin eleştrisine dayanan “Üretmin Aynası” yapıtına değinir. Baudrilard ın bu çalışmasında, geleneksel Marksizmin her şeyi üretim kavramına dayandırarak, kültür ve anlamlandırma işlemlerini ekonomik etkinliğe bağımlı kıldığını söyler. Ve bunun eleştirisine yönelir. “Gösterge Ekonomi Politiğinin Eleştirisine Katkı”, “Simgesel Mübadele ve Ölüm” ilk dönem yapıtları olarak öne çıkar. Bu eserlerinde Baudrillard, baskıcı kodların istilasına karşı direnebilecek tel şeyin ölüm olduğunu söyler. Ve Göstergelerin egemenliğine direnme olanağına güvenini yitirir. Diğer yapıtlarında Connor’un dikkat çektiği özellik, kapitalist sistemin arzu kavramı ile zihinleri işgal etmeye başlamasıdır. Baudrillard, toplum bilimlerini eleştirisinde gittikçe ironik bir eleştiri tarzı ortaya koymaya başlar.
Connor ele aldığı üç düşünürün, postmodernite tanımını, toplumsal ile kültürelin birbirinden ayırt edilemez hale geldiği çoğul koşullar olarak yorumlar.
Connor daha sonra, Postmodern durumların ve postmodernist eleştirinin hukuk ve hukuk teorisinde güçlü bir konum elde etmesini sağlayan şeyin, modern anlamdaki toplumların biçimlenişi ile hukuk kurumunun Batı’da aldığı biçim arasındaki yakın ilişkide ortaya çıktığını söyler.
Hukuksal postmodernizm alanında, eleştirel hukuk araştırmalarında, Stlanley Fish’in pragmatik yaklaşımını, Costas Douzinas, Peter Goodrich ve Ronnie Warrington’un düşüncelerini açımlar.
Bu bölümün sonunda Connor, postmodern bir hukuk etiğinin Aristoteles’in Platon’a karşı önermesine uygun olarak, aynı zamanda bir postmodern hukuk estetiği olması gerektiğini söyler.
Mimaride ve Görsel Sanatlarda Postmodernizm başlığı altında, Connor, Charles Newman’ın postmodernizmi alayca bir üslüpla nitelemesini örnekleyerek konuya giriş yapar. Howe’ın postmodernizmi sinirlerin bir iflası olarak görmesine değinir. Ve “Post” önekinin, Toynbee’ den itibaren oluşan kullanımı örnekler. Bu ekin iki tür çağrışım alanın kesişmesi olduğunu söyler. Ve modernizm ile postmodernizmin arasındaki ilişkiyi incelemeye başlamak için en uygun olan alanın mimari olduğunu düşünür. Kökenlerini, Bauhaus okulunun yapıtlarında ortaya çıkmasını gösterir ve daha sonra Amerikalı mimar Lloyd Wright’ın modern yapının tarifi saptamasına değinir. Yeni mimarinin uluslararası stile karşı postmodernist bir tepki olduğunu söyler. Postmodernist mimari başka biçimlerin kendi arasına girmesine izin vererek, modernist mimarinin geometrik tek değerliliğinden uzaklaşmaya başlar. Bu konuda, Robert Venturi ve Charles Jencks’ın düşüncelerine atıflarda bulunur. Ve bu mimarinin modernizmden ayrılan en önemli yanı çoğulculuğun yanında geçmişe açık olduğunun saptamasını yapar.
Connor, mimaride olduğu gibi daha sonra “sanat” başlığı altında postmodernizmi inceler. Sanattaki postmodernizm teorilerinin, iki ana dalını açımlar, Charles Jenckes gibi “muhafazakâr çoğulcu” denilen çizgi ve Crimp, Owens ve October dergisinin başka yazarlarının temsil ettiği “eleştirel çoğulcu” denilen ikinci çizgiyi ele alır. Bu ikinci yaklaşımda bulunanları modernizmin ötesine geçmeye çalışanlar olarak nitelendirir.
Sanat alanında fotoğraf, resmin bütünlüğünü tehdit eden bir unsur olarak öne çıkar. Bu dönemin fotoğraf sanatçılarının en önemli çelişkisi, fotoğraf makinelerine sahip olanların sayısının her geçen gün çoğalması ve buna karşın kendi pratiklerini nasıl konumlandıracakları sorusu olduğu öne çıkmıştır. Connor, fotoğrafın önemini, kısıtlı modernist alan ile toplumsal bir pratik olarak beliren postmodernist genişlemiş olan arasındaki mücadeleyi açıklamak açısından önemli bir örnek olarak anlatır.
Postmodernizm ve edebiyat arasındaki ilişkide Connor, öncelikle Akademi dünyasının konuya yakaşımını irdeler. Postmodern fikrinin edebiyat araştırmalarında çok sağlam kökleri olduğunu ifade eder. Modernist sanat ve mimari hakkındaki teorilerin edebiyata aktarımını deşifre etmeye koyulur. Fütüristlerden başlayarak, Rus biçimcilerinin anlayışlarını irdeler. Biçimciler yapıtın maddi doğasından çok biçimine yani üslup konusuna vurgu yaparlar. Connor, 1960 ve 70’lerde ortaya çıkan Fransız post-yapısalcılığının modernizmin biçimselci açıklamasının bir onaylanması işlevini gördüğünü ve Joyce gibi önde gelen modernistlerin yapıtlarını incelediklerini söyler.
Postmodern edebiyat incelemelerinin en etkili savunucusu olarak İhab Hassan’ı da ele alır. Hassan, modernist edebiyatın karmaşık bir sessizliği yasa haline getirdiğini ve buna bağlı sessizliğin, tarihten, toplumdan, uzlaşım ve sanatsal biçimden bir yabancılaşma haline geldiğini söyler. Hassan’a göre, postmodernist edebiyat çağını başlatan Beckett’in kahramanca saçmalığı kutlanır. Bu özellik destanları bozma ile açıklanır.
Hassan estetik alanı diğer alanlardan ayırmaya çalışmıştır. Sade, üzerine yorumlamalarında bu bakış açısı ortaya çıkar. Connor, Sade’ın batı düşüncesi içerisindeki rolünü tam olarak kavramaksızın ve dili kendi kendisinin karşısına çıkaran ilk kişi olarak tanımlar.
Hassan’dan sonra, edebiyatta modernizmden postmodernizme geçişin bir başka yorumu olarak, Alan Wilde öne çıkar. Biri modernizme özgü olan ayırıcı, diğeri postmodernizme ait olan erteleyici ironi biçimi adı altında sınıflandırmalar yapar. Wilde Hassan’ın irdelemesine egemen olan aşkın edebiyat anlayışı fikri ile mücadeleye girişir. Connor ikisi arasında şu yorumda bulunur. “Hassan edebiyatı çatışmalardan korumaya çalışırken ve onu estetik olarak dünyadan uzaklaştırmaya çalışırken, Wilde’ın postmodernizmi, ebedi olanı basitçe dünyanın estetik olmayan ötekisi içine gömerek, çatışmayı göz ardı etmektedir.”
Connor edebiyat mekân ilişkisi bağlamında, Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde”, Eliot’ın “Çorak Ülkesi”, Joyce’un “Ulysses gibi modernizmin bütününde zamanla ilgili bir takıntı olduğunu vurgular. Yine, ontoloji ve üst-kurgu bağlamında ise, Ulysses’deki iç monolog teknikleri ve Robbe-Grillet’nin Yeni Roman’ının yapıları incelenir. Örneğin, Linda Hutcheon, postmodernist edebiyatın en karakteristik biçimin “tarihyazımsal üst kurgu” olduğunu söyler.
Connor, 1980’ler ile beraber bilimkurgu ve siberpunk diye bilinen tür gittikçe öne çıkmaya başladığını söyler. Postmodern medya, enformasyon ve biyo-mühendislik teknolojisiyle ilgilenen yazarların yapıtlarına eğilir. Bu tarz kurgulamaların, bir anlamda, karmaşıklaşan bir duyular dünyasında, git gide daha dolaysız hale gelen duygu uyarımlarını ve benzetilerin dünyasında, sözcüğün nihai çöküşünü işaret ettikleri belirtir. Jameson’da siberpunk kurgunun, postmodernizmin değilse geç kapitalizmin kendisinin en üst ebedi ifadesi olarak görür.
Connor, dramayı melez bir biçim olarak tanımlar. Teatrellik koşulunu postmodernizm tartışmasına girenlerin kafasını en meşgul en konulardan biri olduğunu söyler. Teatrellik, kendi dışında ya da kendisi olmayan koşullara bağımlı olan sanat ürünündeki kirlenmenin adıdır. Bu incelemesinde, Patris Pavis, Antonin Artaud gibi düşünürlerin fikirleri üzerinden tanımlamalara girişir. Artaud, tiyatronun metnin egemenliğinden sıyrılıp, asıl teatral olan ışığın, hareketin ve jestin öne çıkması gerektiğini savunur. Artaud’un gerek kuramsal gerekse uygulama alanındaki düşüncelerine karşı Brecht epik diyalektik tiyatro anlayışını ortaya koyar ve aslında modernist anlatı geleneğini devam ettirir. Robert W. Corrigan, postmodernist tiyatroyu, her türlü geleneksel dramatik tutarlılığı, coşku ile ortadan kaldırması ile açıklar. Derrida ise, Artaud ile başlayan teatral yönelişin ve vahşet tiyatrosunun gerçekte olanaksız olduğunu düşünür. Artaud üzerine Lyotard, onun kullandığı tiyatro etmenleri ile yapılacak olan bir sahnelemeyi savunur. Philip Auslander ise, geleneksel tiyatronun dil ve deneyimiyle basitçe ilişkisini kesen radikal bir tiyatroyu savunur.
Bu bölümde diğer alanlarda yapılan postmedernist eleştiri yöntemlerinin tiyatroya uygulanabilirliği tartışılır.
Daha sonra Dans konusunda Sally Banes’in dansın evrimini modernist ve postmodernist çözümleme paradigmaları ele alınır. 1960’larda New York’ta oluşan Avangard etkinleri örneklenir. Childs’in yer aldığı Judson Dans Tiyatrosu, modernist dans geleneklerinin dışına çıkarak, dansı farklı tarzlara doğru ele almaları anlatılır.
Connor, postmodernist dansın genel olarak postmodernizmle çağdaş bir şekilde ortaya çıkan, Sally Banes’in “Lastik Ayakkabılı Dans Perisi” adlı çalışmalarını postmodern dans olarak tanımlamaya çalışır.
Connor, sonraki başlık altında mim sanatını ele alır. Mim sanatının da postmodernist toplanmanın izlediği bir ritme katıldığını söyler. Sessiz mim gösterisinin tiyatro ile olan ilişkilerini analiz eder. Thomas Leabhart, postmodern mimin, bedeni dönüştürdüğünü ve söylememeyi tercih ettiği bir takım sözcüklerin imi ya da simgesi olarak söylemeyi tercih ettiğini söyler.
Müzik alanında Connor, öncelikle modernizmin başlangıçlarının, Wagner, Bruckner ve Mahler olduğunu belirtir.
Adorno müzik alanında yaptığı değerlendirmeler ile bu alanın diğer disiplinlerle olan ilişkisine yönelir. Adorno’ya göre, düzenlenmiş halde bulunan miziksel ses, çağdaş kültürün bütünü ile özümseyemeyeceği bir “gürültü” ya da “fazlalıktır. Connor daha sonra müzik alanında öne çıkan bir isim olan, John Cage’in çalışmalarını ele alır. 1960’lı yılların sosyo politik koşulları ile ortaya çıkan, Beatles, Pink Floyd, Dire Strais gibi gurupların Avangard bir yapıda oluşan postmodernist çözümlenmesine girişilir. Bu bölümde genel olarak Müzik alanın geniş ve yaygın etkisinden dolayı postmodernist değerlendirmeler konusunda önemli olduğu ortaya çıkar.
Connor, Postmodern Tv, Video ve Film, alanında ortaya çıkan değerlendirmeleri, Televizyonun yükselen bir etki oranına ulaşması ve bu televizyon eğlencelerinde gerçeğin parçalanarak çok çeşitli göstergelerle sunulmasının üzerinde durulması ile başlar. Daha sonra MTV gibi popüler müzik kanallarının müzik türleri üzerine nasıl bir bakış açısı olduğunu irdeler. Postmodern video üzerine Jameson’ bu tür araçların radikal özellikler taşımakla dilin egemenliğine meydan okuduklarını düşünür. Ona göre Video, geç kapitalizmin bir ürünüdür. Baudrillard televizyon ve kültür ilişkisi üzerine yorumlarda bulunur. Bu ilişkinin sanal bir değer yarattığını düşünür.
TV üstüne yayınladıkları çalışmalarında, Kanadalı sosyologlar, Kroker ve Cook, televizyonun popüler kültürün çürümüş merkezi oluğunu düşünürler. Çalışmalarında Baudrillard’ın etkileri görülmüştür.
Connor, modern elektronik medyanın etkileri üzerine en önemli kaynak yapıt olarak, Benjamin’in “Mekanik Prodüksiyon Çağında Sanat Yapıtı” adlı çalışmasını önerir. Daha sonra postmodern sinema anlamında çeşitli örneklendirmeleri sunar. Jameson bu tarz filmlere karakterini veren, farklı biçimlerde pastiş ya da tarz çokluğudur. Yıldız Savaşları, Potemkin Zırhlısı ve Örümcek Kadının Öpücü adlı filmleri örnekler.
Postmodernist sinema denildiğinde akla gelen en önemli isimlerinden biri yönetmen David Linch dir. Onun, Bulue Velvet filminin parçalı yapısı hakkında üzerine postmodernist eleştiriler yapılmıştır.
Postmodernizm ve Popüler Kültür bölümünde, Connor, ilk olarak, Rock müzik ve popüler kültür ilşkisini ele alır. Jameson, Beatles ve Rolling Stones gibi rock guruplarını “yüksek modernist uğrağının” örnekleri olarak görür. Genel olarak söylenenler, rock müziğin, postmodern kültür biçimlerinin en iyi temsilcisi olduklarıdır.
Connor, daha sonra moda konusunu ele alır. Modanın bir dil olarak işleyişini anlamak için, Roland Barthes’ın çalışmalarını başlangıç noktası olarak örnekler. Sonra Baudrillard’ın, “The Ecstays of Communication” adlı çalışmasında önerdiği terimlerle, modanın, sanatın ve edebiyatın görünmezliğe mahkum edilmeye karşı marjinal direnmesi durumuna değinir.
Kesim III Sonuçlar başlığı altında yer alan son bölümde, Postmodernizm ve kültür politikaları konusunda öne çıkan değerlendirmelerde bulunur. İlk olarak dikkatleri, Ludwig Wittgenstein ve Mikhail Bakhtin’in yapıtlarına çeker. Dil ve söylem teorilerini özetler. Sonra, “Postmodern dönüş” fikrinin en tutarlı savunucusu olan Ihab Hassan’ın “Orfeus’un Parçalanışı” adlı yapıtını örnekler. Connor bu çalışmayı, otoriter bir akademik bir çalışma olarak niteler. Hassan eleştiriyi yeniden kültürün bir ana akımı haline getirmeye çabaladığı görülmüştür. Hassan, dilde, zihinde ve her yerde, düşüncenin kimliğini bulduğu evrensellik modelleri hayal etmektedir.
Hebdige, popüler kültür, sokak kültürü ve altkültürler biçiminde ele aldığı konuları ele alarak toplumsak teori ve nesnesi arasındaki ilişkiyi kapatmaya çalışmıştır. Greg Ulmer’de “Postmodernizmin Nesnesi” adlı çalışması ile modern sanatın yıkıcı unsurlarını kullanarak bir eleştiriye yönelmiştir. Connor, Aavangard pratik eleştirisinin en çarpıcı örenği olarak, Derrida’nın “Glas” adlı çalışmasını görür.
Connor, Baudrillard değerlendirmesinde, onun çalışmalarını yanlış okumalar yaparak değerlendirenleri, onun neyle uğraştığını anlayamadıklarını söyler.
Jameson, postmodernist kültür politikalarının ele aldığı konu ve kavramların, sol bir kültür politikası için fırsat oluşturduğunu söyler. Foucault ve Pecheux gibi başka söylem kuramcılarıda, kültür politikası alanında değerlendirmelerde bulunmuşlardır. Baudrillard, kültür ve iktidar ilişkisi konusunda, devletlerin kendi karşıtlarını yok ederek sarmal bir yapı ortaya çıktığını vurgular.
David Harvey’de “Postmodernliğin durumu” adlı çalışmasında, postmodernitenin politik-ekonomik yapısını ele alır. Harvey, postmoderniteyi sermayenin aşılması olarak değil yoğunlaşması olarak görme konusunda Jameson ile aynı fikirdedir.
Connor, enformasyon çağı olarak nitelenen bu yüzyılın kodlamalarına değinir. (Bilgisayar, yazılımlar, video, programlar) çeşitli göstergeler olarak ortaya çıkar.
Connor, Posmodern Culture gibi dergilerin ortaya çıkmasıyla birlikte, siber-uzay ve sağladığı olanakların, postmodern kültür teorisi için kendini dayatan cazip bir konu haline geldiğini söyler.
Feminizm ve Postmodernizm arasında oluşan ilişki konusunda Conner, kadını, bedenin zihin, doğanın kültür, gecenin gündüz, deliğin akıl karşısında oluşan ataerkilliğinin ötekisi olarak ele alır. Jardine ve Kristeva feminist eleştirinin marjinalliğini savunurlar.
Daha sonra Connor, potmodernizmin evrensel anlatının egemenliğine son vermesine değinerek, Said’ın, batı imgeleminde doğunun tasvirine yer verir. Said’e göre Doğu, Avrupa’nın muhatabı değil, onun sessiz ötekisidir. Oryantalizm adlı çalışmasında esas olarak Batı’nın egemen bilgi biçimlerinin iç çelişkilerini vurgular. Gayatri Spivak’da benzer şekilde, tarih dışı farklılık kültürünün yeni bir sömürgecilik biçimi olabileceğine vurgu yapar.
Connor, son olarak, postmodernist sanat ve onunla birlikte postmodernist teorinin, modernizmin enerjilerinin kuramsallaştırılışına bir tepki olarak ortaya çıktığını söyler. Ve çalışmasını, kültür sonrası postmodern ekolojinin açımlamasını yaparak bitirir. Bu çalışma, Postmodernizmin kültürel alanda oluşan tartışmalarını çeşitli görüşlerle destekleyerek ortaya koyması bakımından öğrenciler ve bu alana yeni adım atmaya başlayan araştırmacılar için önemli bir kaynak olarak değerlendirilmelidir.
Steven Connor, Postmodernist Kültür, Çağdaş Olanın Kuramlarına Bir Giriş, Çev: Doğan Şahiner, Yapı Kredi Yayınları / Cogito Dizisi / 2024/ 420 sayfa.
serkanfirtina35@gmail.com
SDÜ, Güzel Sanatlar Enstitüsü Sahne Sanatları Ana Sanat Dalı Yüksek Lisans Öğrencisi
/p