Mia aioniotita kai mia mera (1998, Theo Angelopoulos) – 4. Bölüm
20 Aralık 2024 Yazan: Editör
Kategori: Klasik Filmler, Manşet, Modern Klasikler, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Angelopoulos’un Sonsuzluk ve Bir Gün filminin 4. bölümünde filmin mitolojik bağlantılarını inceleyeceğiz. Filmin analizini yazmaya başlamadan önce; açıkçası analizin bu kadar uzayabileceğini tahmin etmemiştim. Filmin analizi bölümler halinde devam edecektir. Ne zaman biteceği konusunda hiçbir fikrim olmamakla birlikte filmin çok katmanlı yapısının bunu gerektirdiği inancına sahibim. Bu filmin ‘iyi bir filmi yazmanın imkânsızlığa dair çalışma’ olarak da okunabileceğinin altını çizmek istiyorum. Sürç-i lisan ettikse affola.
Toprağa düşen ilk Çağla’ya…
3
Yönetmenin bu filminde leitmotif olarak kullanılan 3 sayısı sürekli olarak karşımıza çıkar. Ancak kimsenin dikkatini çekmemiş olacak ki bu konuyla ilgili herhangi bir dokümana rastlamadım. Sürekli olarak bahsedilen ve anıştırılan bu sayının nerelerde karşımıza çıktığına bakalım. İlk olarak kimi yerlerde zorlama bir yorum olduğu kanaatine varılabilecek sahneleri de ekleyerek bunu okuyucunun inisiyatifine bırakıyorum.
İlk sahnemiz bakıcının Aleksandre’nin yanında kaldığı üç yıl ve Aleksandre’nin yaşadığı evin üç katlı olması. Borkmayın burada Norman Bates’in evinin gizli motifi yok. Aleksandre’nin tamamlayamadığı son projesinin aynı şekilde üçüncü projesi olması. Arabasına aldığı çocuğu zengin ailelere satan kişilerin sayısı. Aleksandre’nin çocuğa anlattığı şairin hikâyesine koşut satın alınan kelimelerin sayısı, otobüs sahnesinde otobüsün arkasından giden bisikletlilerin sayısı, aynı zamanda otobüsün içine binen konservatuvar öğrencilerinin sayısı, anlatıdaki eski şairin virane olmuş mekândaki pencere sayısı, sürekli 3 sayısını gösterir. Elbette bunlar ilk bakışta görebileceğimiz imgelerdir. Somut olarak görebildiğimiz bu nesne ve benzetmeler dışında daha da önemli soyut ve gizli kalmış anlamlar da bulunmaktadır. Angelopoulos, bir söyleşisinde otobüsün arkasından giden üç bisikletlinin aslında mukadderat tanrıçalarını sembolize ettiğini belirtmiştir. Bu yönetmenin yorumu olsa bile bunu bir an için askıya alalım.
Öncelikle mukadderat tanrıçaları (Moira) kadındır ve arkadaki bisikletlilerin bunları sembolize ettiğini söyleyen yönetmenin; ‘’içerisinde en az mitolojik göndermenin yer aldığı filmim’’ diye terennüm ettiğini hatırlayalım; bunun yalan ya da yönetmenin bilinç dışında gerçekleşen bir şey olduğunun altını çizelim. Yönetmenin filmlerine baktığımızda neredeyse bütün filmlerinde karşılaşacağımız bir Aleksandre ismini buluruz karşımızda. Aleksandre ismi bir anlamda Yunan mitolojisindeki ‘Paris’in Latincedeki karşılığıdır. Evet, tam da burada yönetmenin diğer filmlerindeki Aleksandre ismini taşıyan karakterler olmayabilir ancak bu filmdeki Aleksandre Paris söylencesinin ipuçlarını verir. Paris söylencesinde bilindiği üzere yine üç tanrıça (Athena, Aphrodite, Hera), ellerinde bir elma ile çoban Paris’in karşısına dikilerek, aralarından seçeceği en güzel kadına elmayı vermesini isterler. Üç tanrıça da farklı tekliflerle Paris’i ayartmaya çalışırken Aphrodite, Paris için o yaşta en önemli olabilecek teklifi yapar ve hayatının aşkını sunacağını söyler. Paris bu teklif karşısında elmayı Aphrodite’in kendisine verir. Ancak diğer tanrıçalar hasetlerinden bir şey diyemeyecek durumda söylene söylene yeniden Olimpos’un doruklarına çıkarlar. Burada Paris’in, Helena aşkı için Truva’ya açtığı felaketleri dillendirmeyeceğiz. Burada esas problem Paris’in her halükarda bu üç tanrıça arasında kalması ve sıkışmasıdır. Elmayı hangisine verirse versin sonuçta büyük bir felaketle karşılaşacaktır. Bu onun ve her erkeğin yazgısı olarak çerçevelenir. Moira’lar bilindiği üzere yazgı ve zamanın ipliklerini eğiren varlıklardır ki tanrılar bile bu yazgının dışına çıkamazlarmış. Doğal olarak Moiraların kadın olması ve eğirdikleri iplikler sinemada farklı anlatılar bulur. Mitolojide de bu böyledir. Arachne olsun, Odysseus’un Penelope’si olsun eğirdikleri, dokudukları veya söktükleri bu iplikler her zaman erkeklerin kaderlerini tayin etme üzerine gergeflenmiştir.
Aleksandre üç kadın arasında sıkışıp kalmıştır, tıpkı yönetmenin kendisi gibi -ki Angelopoulos’un hiç evlenmemesine rağmen iki kız çocuğu vardır. Aynı şekilde kızı, karısı ve annesi tarafından hayatı boyunca onların eğirdiği ipliklerin üzerinde gelgitler yaşamış bir karakterdir ki, film boyunca bu kadın karakterlerin arasında gezinir. Bu kadınlar aynı zamanda yönetmenin kendine bile itiraf edemediği üç bisikletlinin Moiralar olduğu yönündeki tezini de çürütür. Angelopoulos bunu itiraf edemez çünkü bu onun ayrıca kaçmaya çalıştığı geçmişidir.
Doğal olarak sürekli tekrarlanan 3 sayısı aynı zamanda gücünü eril olarak dikte ettirmektedir. Tıpkı Hıristiyan dinindeki ‘teslis’ gibi. Baba, oğul ve kutsal ruh aynı şekilde tek bir figüre yani hem yönetmenin hem de karakterlerinin muzdarip olduğu eksik olan tek bir nesneye yönlendirilmiştir. Baba figürüne. Baba figürü her daim filmlerde eksik olan ve asla görünmeyen bir mekânda kalmıştır. Ulis’in Bakışı, Kythira’ya Yolculuk, Büyük İskender, Sonsuzluk ve Bir Gün, Arıcı… Bu filmlerde ilk olarak karşımıza çıkan şey karakterlerin kadınlar arasındaki bölünmüşlüğü ve sınırlandırılmışlığıdır. Her filmde sürekli tekrar eden bu iki ya da üç kadın teması, bizleri -tıpkı yönetmenin de yaşamında olduğu gibi- var olmayan ya da bir anda yok olmuş olan baba temasına götürür. Bu yüzden her daim görsel ve fiziksel anlamda karşımıza çıkan üç sayısı eril olarak vücut bulurken, anlatımın metafiziksel ve sembolik anlamında bu, dişil bir cenah bulmaktadır. Sonsuzluk ve Bir gün filminde bir üvey baba figürü bulunur ancak bu bizlere hiç gösterilmez. Bu sadece yüzeysel olarak çizilmiş, olmayan, gerçek babanın yerini tutmayan bir figür olarak kalır. Aleksandre’nin ileride çocuk ile gelişecek olan ilişkisinde de aynı şeyi söylemiştik. Aleksandre kendi çocukluğunu her daim eksik olarak yaşamıştır. Bu yüzden babası olmayan bir çocuk figürünü sahiplenerek kendisini filmin ve hayatın merkezine manevi bir baba olarak yerleştirecektir. Bu Bergman’ın Yaban Çilekleri’ndeki ayrımı çözmemize de yardım olan diğer bir ayrıntıdır. Örneğin Yaban Çilekleri filminde Borg’un çocukluğunu asla görmeyiz, o babasıyla birlikte balık avlamaya gitmiştir. Doğal olarak film boyunca hâkim olan duygu gerek metafiziksel gerekse maddi dünyadaki babadan bir kaçıştır. Bu filmde ise tam tersine gerek metafiziksel gerekse maddi dünya açısından bir tür baba arayışı bulunmaktadır. Bu iki filmi birbiriyle mukayese ederken dikkat edilmesi gereken şeyin bu olduğuna inanıyorum. Yapı açısından evet birbirlerine oldukça yakın yapıda duran bu iki film, tematik olarak zıt yönlere bakan Janus gibidir. Yaban Çilekleri’nde Borg geçmişe tıpkı Aleksandre gibi fiziksel açıdan değişime uğramadan gider. Her iki filmin fiziksel olarak karakterleri ve kurgusu birbirleriyle benzeşir ancak metafizik bağlamında Borg baskılanmış olanla, Aleksandre ise bir türlü hatırlanmayanın ve hatırlandığı anda her şeyin kozmosa karıştığı anılarla mücadele eder. Bir başka örnek; Borg’un sevgilisi Sara ile kuzeninin birlikte olduğu yaban çilekleri sahnesini hatırlayalım. Borg’un böylesine bir sahneye tanık olması mümkün değildir çünkü o esnada babasıyla birlikte balık yakalamaya gitmiştir. Burada Borg sahneyi kendisi inşa etmiş, hayal etmiş ve bastırmıştır. Daha sonra kendisi yaşamış gibi geçmişe bu sahneye gitmiştir. Bu onun inandığı gerçekliktir, yaşadığı değil. Aleksandre ise yine aynı şekilde geçmişe gider ancak onun geçmişe gittiği sahneler kendisinin yaşadığı ve diğer kişilerle paylaştığı bölümlerdir. Belki ilk geçmişe gitme sahnesini bunun dışında tutabiliriz. Her iki filmin ayrımında bu şeylerin olması doğaldır çünkü ana karakterlerden biri bilim adamı diğeri ise bir şairdir. Bir taraftan yaşamı fikir ve düşünce olarak ele alan Borg’un korkuları diğer taraftan Alexandre’nin düşleme açık duyusal fragman ve pişmanlıkları. Borg filmin sonunda kendine yalancı bir mutluluk seçerken, Aleksandre bunun mücadelesini vermeye çalışır. Borg, geçmişinden korku duyarken -gördüğü Strindbergvari sınıf kâbusunu hatırlayalım- Aleksandre geçmişi kabullenerek yaşamayı öğrenir.
Mitolojik bağlama yeniden dönecek olursak Aleksandre tıpkı Paris gibi aşkı seçer aslında. Karşımıza film boyunca baskın olarak çıkan tek kadın Aleksandre’nin ölmüş karısı Anna’dır. Burada yüceltilen duygu Paris’te olduğu gibi aşkın kendisidir. Ve Freud’un da altını çizdiği üzere bütün mit ve masallarda karşımıza çıkan da zaten budur. Diğer iki kadının aşk amacı uğruna geri çevrilmesi ya da kabul edilmemesidir. Bu temanın farklı bir şekilde ele alındığı eser Shakespeare’in Kral Lear eseridir. (Not: Filmin adı yine Shakespeare’in ‘Size Nasıl Geliyorsa’ adlı eserinden alınmıştır ayrıca.) Shakespeare, Goethe ve Dante teatral bir sunumla lirik eserler vermişlerdir. Aynı şekilde büyük yapıtlarının çoğunda mitolojiden ve kozmostan yararlanmışlardır.
Shakespeare’in yaşlılığa fiziksel anlamda bir yergi, manevi anlamda bir övgü olarak okuyabileceğimiz yapıtı olan Kral Lear karakteri gibi Aleksandre’nin kendisi de yaşlı bir karakterdir. Ve her iki karakterin ortak paydası aynı şekilde aralarında sıkıştıkları üç kadın temasıdır. Lear krallığının topraklarını bu üç kızı arasında paylaştırmasına rağmen son kızı, diğer iki kızından farklı olarak onun gözüne girmeye çalışmaz ve topraklar doğal olarak geriye kalan iki kızı arasında paylaştırılır. Sonsuzluk ve Bir Gün filminde aynı şekilde bu kadınların arasında kalmışlık toprak ya da ülke paylaşımı olmasa da sevginin paylaşılması sürecinde ortaya çıkar. Aleksandre sevgisini Lear’deki gibi paylaştırmak yerine onu kendisine saklar ve son olarak bunun vicdan muhasebesi altında ezilir. Lakin son günde farkına varacağı şey annesi ve kızı yerine kendisini bir ‘zaman’ olarak düşünürsek bunu karısı Anna’ya ayırmasıdır. Anna karakterinin diğer kadın karakterlerden daha baskın çıkmasının nedeni filmdeki sevgisizliğe ya da Aleksandre’nin deyişiyle ‘nasıl seveceğini bilmeyen insan’ın trajik yazgısının bir aynası haline gelmesidir.
Freud ‘üç kutu teması’nı genişleterek oldukça ilginç noktalara temas eder. Yazının ilk bölümlerinde belirttiğimiz ‘sabahyıldızı’ konusuna kadar ilerleyerek makalenin çapını büyüttükçe büyütür. Shakespeare’in Venedik Taciri oyununda Portia babası tarafından evlendirilmek suretiyle taliplerine altın, gümüş ve kurşundan yapılmış üç kutuyu sunmasını ister. Doğru kutu Portia’nın resminin içinde bulunduğu kutudur. Tahmin edeceğiniz üzere bu üç seçim arasında en alışılageldik olan şey, her zaman en değersiz seçeneğin seçilmiş olmasıdır. Sembolik olarak bakıldığında altın güneşi, gümüş ayı, kurşun ise yıldızı temsil etmektedir der Freud. Bu yoruma da Shakespeare’in, bu üç kutu temasını başka bir orta çağ oyunundan aldığını ileri sürer. Ama esas mesele buradaki kutuların aslında bir Estonya halk öyküsünden yola çıkılarak yazıldığıdır. Ve bu hikâyede güneş, ay ve yıldız delikanlılarından biri gelini alacağı yönündeki anlatıya dikkat çeker. Doğal olarak sonuncusu “Kutup yıldızının büyük oğlu” olarak imlenmiştir. (Sanat ve Edebiyat, Freud: 1999)
Buradaki yıldız teması, kurşunun soluk görüntüsü fiziksel görünüm açısından ölümü sembolize ettiği kadar aşkı da sembolize eder. Paris’in trajik yazgısına boyun eğmesini sağlayan şey bu aşk değil midir? Aşk ile ölüm arasındaki bağ ve karşıtlık bu açıdan önemlidir. Anna ölü bir kadındır. Aynı zamanda bir ölüm tanrıçasıdır. Diğer taraftan Alexandre’nin âşık olduğu kadındır, bir aşk tanrıçasıdır.
Filmin, daha önce de şairin düşlemselliğinden yola çıkılarak yazılabileceğini söylemiştik, burada düşlem mekanizması uyuma sonrasında oluşan düş görmeler değil daha çok anısal nitelikte hayal edilenlerin kurulduğu bir mekanizma olarak ilerlemektedir. Bastırılmış olanın değil, anıların yer aldığı ve korunduğu bir bilinçten çıkmaktadır. Düşler karakterin bengiliğinden fırlamış ve bütün evrenini kuşatacak şekilde bunlarla doldurmuştur.
Reik şöyle demektedir: “Belleğin işlevi izlenimlerin korunmasıdır; anı ise bunların parçalanmasını amaçlar. Bellek koruyucu, anı ise yıkıcıdır.”
(Pasajlar, Benjamin W. 2024 syf:235)
“Masallardan, sessizliğin ölümün temsili olarak anlaşılması gerektiğinin daha ileri kanıtlarını derlemek elbette olasıdır. Bu göstergeler bizleri diğerleri arasından seçilen üçüncü kız kardeşin ölü bir kadın olduğu sonucuna yöneltir. Ama başka bir şey de olabilir- yani ölümün kendisi. Ölüm tanrıçası…
…Ama eğer kız kardeşlerin üçüncüsü Ölüm Tanrıçası ise bu kardeşleri tanıyoruz demektir. Bunlar üçüncüsü Atropos yani, geri dönülmez olarak adlandırılan Yazgı Tanrıçaları, Moiralar, Parkalar ya da Norn’lardır.” (14)
(14) Sanat ve Edebiyat, Freud S. (Çev, Emre Kapkın, Ayşen Tekşen Kapkın) Syf: 226-27 Payel: İstanbul, 1999
Freud’un bu konuda yazdıklarına göz attığımızda gerçekten de buradaki 3 sayısının -ya da Üç Kutu Teması’nın- ve esas olarak filmin en doruk noktasını oluşturan anlarda ortaya çıkan Anna’nın bir nevi üç kadının ‘üçüncüsü’ anlamında algılanması gerektiğini ortaya çıkarır. Freud; Grimm masallarında, Shakespeare’de ve yahut mitolojik söylencelerde ortaya çıkan bu üç sayısındaki üçüncü kadın için özellikle ‘sessizlik’ adına sembolik bir ithafta bulunmuştur. Freud, sessizlikten yola çıkarak ölüme ulaşır. Esasen üçüncü seçilen kadın bir anlamda ölüm tanrıçasıdır. Aleksandre’nin hayatındaki kadınların ikisi halen hayattadır. Ölüm tanrıçası olarak karşımızda ise Anna yer almaktadır ki bu aynı zamanda aşk ve şimdiki zamanla ilgili bir temaya temas eder.
Bu söylemden hareketle Aleksandre’nin neden eşini seçtiği konusunda ve neden onu gördüğü zaman acı çektiğini görebiliriz ki –Proust’un da bu konuda “Sevdiğimiz insanı rüyada gördüğümüzde ancak bize çektirmiş olduğu acıdan anlayabiliriz.” sözü yeterince manidardır.
Anna karakterinin zaten ölmüş olduğunu ve yalnızca Aleksandre’nin kendi anılarına eklemlenmiş olduğunu fark ederiz. Anna artık bir ölüm tanrıçası şekline bürünmüştür çünkü sessizdir. Sessizdir çünkü Aleksandre tarafından seçilmiş olan yegâne kadındır. Aleksandre’nin annesini veya kızını seçme gibi bir durumu yoktur. Ancak kendi özgür iradesiyle yapacağı bir seçim sayesindedir ki o karısını sevmiş ve gönül bağı kurmaya çalışmıştır. Bunda başarılı olduğunu söyleyemesek de, kendisi de zaten bunun ağırlığını son gününde duyumsamaya başlamıştır diyebiliriz. Anna ile olan ilişkisinin film boyunca bu minvalde ele alındığını ancak şimdiki zaman değil şimdinin içindeki geçmiş zamanda yer bulduğunu görebiliriz. Ancak buradaki geçmişteki anıların işlevi aynı zamanda unutulmuş olanı ortaya çıkarmak değil aynı şekilde yaşamı geçmişe doğru yaşayarak hatırlayıp unutma şeklinde biçimlenir. Aleksandre burada hatırlayarak bir nevi unutur, çıkmış olduğu basamaklardan yeniden aşağı inerek kendi bengiliğine kavuşumunu tamamlamak için çabalar. Filmdeki çocuk aynı zamanda bu bengiliğin simgesel dışavurumu olarak ortaya çıkar.
Biraz konu dışına çıkmak istiyorum ve Odyseia destanındaki ipliklerin sembolik ifadelerini incelemek istiyorum. Madem filmlerini mitolojik değerlerden alan bir yönetmenin filmini inceliyoruz, diğer filmlerinde ortaya çıkan bu ip eğirme durumunu incelemekte beis görmüyorum.
Sonsuzluk ve Bir Gün filminin yapısı ile Odyseia destanındaki yapı birçok benzerliğe gebedir. İlk olarak filmde ‘zaman’ unsuru denilen şey sürekli açılıp kapanan bir akordeon gibi bir yakınlaşıp bir uzaklaşmaktadır. Ya da bir tırtılın sürünmesi gibi diyebiliriz. Nasıl ki tırtıl önce baş kısmını öne iter ve ardından kuyruğunun gelmesi için beklerken gövdesiyle bir boşluk oluşturursa, zamanda geçmiş ile şimdiki zaman arasında bir boşluk yaratır. Bu boşluk gerçek anlamda bir boşluk değildir. Boşluk tırtılın daha öncesinde başıyla sürünerek geçtiği yerde oluşur ve görünmeyen bir iz bırakır. Gövdesinin geri kalan kısmı ise bu boşluğu bir anlığına da olsa doldurur ve tırtıl nasıl ki dümdüz bir şekil alırsa ilerlemesi için yeniden bir boşluk oluşturmaya ihtiyacı vardır. Gelecek zamanın oluşabilmesi için şimdiki zamanın boşluğuna ya da kayıp izindeliğine mutlak surette ihtiyaç vardır. Zamanı yeniden mekâna iliklemiş gibi görünüyoruz bu durumda. Ancak daha dikkatli bakıldığında boşluğun kendisi bir mekâna ait değilmiş görünür. İşte tam da burada eğrilen iplikler Odyseia mitinde sürekli sökülür ve ertesi gün yeniden eğrilir. Hikâyemizi hatırlayalım. Penelope, taliplerin isteklerini geciktirmek için bir kefen dokur. Bu kefen Laertes’in ölürse giyeceği kefendir. İlk bakışta bir kefen dokuma gibi görünse de Odysseus’un memleketine dönmesiyle ilgili paralel bir anlam yaratır. Misal Odysseus ödünç aldığı rüzgârla İthaka’ya yaklaşır ancak bir anlık dalgınlığıyla uykuya dalar. Adamları rüzgârın olduğu tulumun içinde değerli bir şey olduğunu düşünerek tulumu açarlar ancak içindeki rüzgâr o kadar şiddetlidir ki tekrar başladığı yere geri dönerler. Penelope ise kefeni gündüz dokurken, gece yeniden söker. Böylece taliplerin isteklerini geciktireceğini düşünür. Penelope’nin dokuması ile Odysseus’un İthaka’ya varamamasındaki gerilimli koşutluk bir anlamda kadının kızgınlığına bağlı gibidir. Sanki Odysseus’un vatanını terk edip Truva’ya gitmesinin kötü kaderini bu ipliklerin dokuması tayin ediyor gibi görünür. Bu temada da yine dokuma ile erkeğin kaderi arasındaki ilişkiyi görebiliriz. Penelope’nin yanındaki hizmetçilerden biri durumu taliplere haber verir. Ve Penelope istemeye istemeye de olsa kefeni bitirir. Doğal olarak sonunda Odysseus binbir badireden sonra memleketine geri döner. Şayet hizmetçi kız Penelope’yi ihbar etmeseydi, Odysseus sonsuza kadar denizlerde dolanacak ve destan asla bitmeyecekti. Burada hizmetçi kızın yaptığı ihbarı bir tür ‘deus ex-machine’ olarak okuyabiliriz. Hikâyenin sürekliliği sağlanmış ve artık bir şekilde Odysseus’un İthaka’ya gelmek zorunda olduğu an gelmiştir. Penelope’nin mutlak kızgınlığı sadece savaşa giden kocasına değil, Truva dönüşünde arada diğer tanrıçalarla, büyücü kadınlarla birlikte olmasına, sevişmesine de bağlıdır. Angelopoulos’un filmlerinde sürgündeki karakterlerin tekrar geri geldiklerinde çektikleri cefalar, geçmişteki suçluluklarının meyvesidir. Ve tıpkı Odysseus gibi bu merhalelerden geçmek zorunda kalmaları anlamlıdır.
AŞK, ÖLÜM ve ÜÇÜNCÜ KADIN
Anna aşk ile ölümün bir arada olduğu bütünleştirici bir karakter olarak karşımıza çıkar. Anna ölmüştür ancak halen Aleksandre’nin tutunmaya çalıştığı aşkı da sembolize eder. Aleksandre’nin kızı zarfa koyulmamış mektubu okurken Aleksandre’nin gözü önünde hemen Anna belirir. Aleksandre odanın içindedir, Anna ise perdenin arkasında ve balkondadır. Bulundukları mekân kızlarının evi olan muhtemelen bir apartman dairesidir. Ancak burada bir zaman geçişi olur. Anna, mektubunu Aleksandre’nin uyumuş olduğu bir anda yazmıştır. ‘’Uyandığımda, sen hala uyuyordun. Nefes alışını seyrettim. Rüya görüyordun… Aleksandre? Beni arıyormuş gibi elinle hafifçe yokladın.’’ Bu sözler Anna’nın yazdığı sözlerdir. Ve bu sırada mektubu okuyan kızının sesi ile Anna’nın sesi birbirine karışacaktır. Bu diegetic-non diegetic ilişkisinin iç içe geçtiği bir sahnedir. Hem geçmişteki şimdiyi hem de şimdikiyi birbirleriyle kaynaştırarak filmin bundan sonraki bölümlerinde olacak olan sahneler arasındaki geçişi de sembolize eder. Filmin başındaki duyduğumuz müziğin sesi gibi. Burada bir anda Aleksandre geçmiş anısına Anna’nın yazdığı şeylerin hatırlattığı ‘âna’ geri döner. Burada dikkat edelim, Aleksandre geçmişe gidecektir ve Anna balkondadır. Bir anlamda Borg’un yaşamadığı, yalnızca kafasında kurguladığı şekliyle Sara’yı gördüğü sahne ile buradaki sahne arasındaki fark da buradadır. Eğer Aleksandre Anna’nın mektubu yazarkenki şimdisine gitmiş olsaydı o zaman Yaban Çilekleri ile ortak bir kurguya sahip olabilirdi. Çünkü Anna mektubu yazdığı sırada Aleksandre uyuyordu ve her şey onun hayali bir şekilde kurguladığı geçmiş ile özdeşleşecekti. Sadece hayal edilen ile.
Mektupta geçen bir cümle oldukça dikkat çekici: ‘’Göz kapakların kıpırdadı, sonra uykuya daldın. Gözlerinin arasından bir damla ter yuvarlandı. Yuvarlandı aktı.’’ Şimdi bu cümlenin yapısına ve şiiriyet duygusuna baktığımızda bir anda Japon kısa şiiri olan ‘Haiku’yu andırdığını görürüz. Haiku’nun mevsimsel temaları göz önünde bulundurulduğunda filmdeki mevsimsel ifadeleri gözardı etmek mümkün değildir. Lakin Anna’nın mektubundaki ‘gözyaşının akması ve yuvarlanması’ tıpkı bir Haiku okuduğumuzda beliren hissiyatı verir bizlere. Anlık oluşan ve bir anda patlayan (Satori) ve bu patlama anını fotoğraflayan gözün betimlemesidir. Bu patlama anı sadece kendisi ile iştigal şimdiki zamandan ibarettir. Ancak hissettirdikleri konusunda aynı şeyi söylemek mümkün değildir. An deneyimlenmiş olanın kendisini, sürekli kendisini çoğaltır. Barthes’ın da deyimiyle “Mantığı olmayan ama yine de mantığın yıkımı anlamını taşır, olmayan bir art arda geliş düşünmek gerekir.” (Romanın Hazırlanışı 1- Barthes R. 2024, S:78). Aynı şekilde Aleksandre’ın, Anna’yı bir yaz mevsimine benzetmesini buna ekleyebiliriz sanırım.
Beklenmedik eksiksiz göz kamaştırıcı mutlu anıyı betimler Haiku ve elbette okurdan, kendisini yaratmış olan anının aynısını yaratır. Kuşkusuz Proust’taki istemsiz anımsamayla ilişkisiz değildir (bu tema Proust’ta madlen kurabiyesiyle alegorileştirilmiştir.) Ama aralarında bir fark vardır; Haiku küçük bir satori’ye yaklaşır; satori bir yoğunlaşma yaratır… Proust; satori (madlen kurabiyesi) bir yayılım yaratır -Kayıp zamanın İzinde adlı romanı bütünüyle Madlen kurabiyesinden çıkmıştır. Tıpkı Japon çiçeğinin suda açılması gibi. Gelişme iç içe geçmiş anlatılar, sonsuz kez kat kat açılmalar. (15)
(15) Romanın Hazırlanışı 1: Yaşamdan Yapıta, Barthes R. (Çev: Mehmet Rifat, Sema Rifat), 2024, Sel: İstanbul
Aslında Barthes’ın deyişini Aleksandre’nin filmin başındaki ‘denizin tuzlu tadı’ ile Anna’nın yakalamış olduğu ‘gözyaşlarının yuvarlanması’’ arasındaki ayrımı inceleme açısından bizlere ipuçları verir. Aleksandre Proust’un ‘tatlı’ kurabiyelerinden fışkıran romanı gibi her şeyi zaman içerisinde yaşar.
Kızı mektubu okuduğu sırada Aleksandre hüzünlenir ve sanki bir şeyleri hatırlarcasına yürümeye başlar. Ancak bu hatırlamaktan ziyade geçmişte anlamadığı bir durumla ilgili gibidir. Sahne aynı anda şimdiki zamanını yaşarken, Aleksandre bir anda önünde Anna’yı görür ve şimdiki zamandan geçmiş zamana geçen bir kesme gerçekleşir. Bu sırada Aleksandre’nin kızının sesi zayıflarken, yerini Anna’nın sesine bırakır. Aleksandre Anna’yı önünde görür ve o sırada geçmişteki bir sahne canlanır gözlerinin önünde. Anna’nın varlığı Aleksandre’nin önündedir. Orpheus’çu tabirle arkasında bıraktığı geçmiş aslında yaşamı boyunca hep önünde başını indirdiği noktada oluşur. Aristo’nun zaman ile ilgili fikirlerinden yola çıktığımızda sürekli birbirini takip eden anların birbirlerine eklemlenmiş -devinen- olduğu düşüncesiyle karşılaşırız. Bu bizleri zamanın düzlemsel olarak varlığına ve doğal olarak üzerinden geçtiğimiz anların, geçmişte yani arkada belirdiğine dair bir bulgu sunar. Ancak geçmiş zaman hiç de arkada değildir. Geçmişi şimdiki haline getirmek geçmişi öldürmekten başka bir şey değildir. Orpheus da öyle yapmadı mı? Geçmişi bir an için arkasında bulacağını sanarak onu öldürmedi mi? Hâlbuki geçmişini önüne bakarak yaşasaydı aynı anda hem şimdiyi hem de geçmişi yaşamış olacaktı. Eurydice’siyle mutlu bir yaşam sürüyor olacaktı. Ve geçmişi sürekli başlarımız eğik bir vaziyette önümüze bakarak yaşamamız bundan değil midir? Arkada ölüm dışında hiçbir şey yok. Büyük bir boşluk var. Aleksandre, Anna’yı nerede bulur? Arkasında değil. Tam da önünde bir şair gibi, onu önünde ona bakarak hayal eder. Bu aşktır işte. Thanatos diğer tarafta kalmıştır. Başımız eğik bir şekilde üzerine düşündüğümüz fikirler ya da anılar geçmişte kalmış olabilir ama asla arkada değildir. Geçmişi düşünürken başımızı eğmemiz pişmanlıktan çok onları her an önümüze çıkacakmış gibi hissetme beklentisinden kaynaklanıyor gibidir. Pişmanlık kavramı ve sanatçı ilişkisini Mansfield’in Katıksız Mutluluk eserinde yazdığı şu alıntıyla noktalandıralım:
“Pişmanlık korkunç bir enerji kaybı ve yazar olmaya niyetlenen hiç kimse onun içine batmayı göze alamaz. Ona biçim veremezsin, onun üzerine bir şey kuramazsın; yalnızca içine dalıp debelenmeye yarar. Arkana bakmak ölümcüldür sanat için. Kendini yoksullaştırmaktır. Sanat asla yoksulluğa katlanamaz.” (16)
(16) Katıksız Mutluluk- Mansfield K. (Hakan Bilge’ye bu alıntı için teşekkür ederim ayrıca)
Aleksandre’in bir anlamda Orpheusvari bir şekilde Eurydice’sini cehennemden çıkarmaya çalıştığını görebiliriz. Mektubun okunduğu sahnelerde, Anna bir yandan gelen misafirleri, akrabaları ağırlamaya çalışırken dip class=”MsoNormal” style=”text-align: center;”ğer yandan mektubun okuduğu sesi ile Aleksandre’ye karşı olan hayal kırıklıklarını dile getirir. Bu sahnede görüleceği üzere Anna misafirlere Aleksandre’nin çalışma odasında olduğunu ve rahatsız etmemeleri gerektiğinin altını çizer. Anna daha sonra dışarıda tentenin altındaki yeni doğmuş kızlarını göstermek için herkesi dışarıya davet eder. Ancak bu çerçevede eksik olan biri vardır ki o da Aleksandre’den başkası değildir. Anna mektubu kendi sesinden okumaya devam eder:
‘’Kumlarda çırılçıplak yürüdüm. Rüzgâr esti. Bir tekne geçti. Sen uyandıramayacağım kadar uzaktaydın. Üzerimde hâlâ sıcaklığını hissediyorum. Beni hayal ettiğini hayal etmeye cesaret edemiyordum. Ah! Aleksandre. Bir an bile inanabilsem buna, koca bir çığlık oluverirdim.‘’
Anna’nın kaleminden dökülen bu kelimelere karşılık bir kesme ile yeniden şimdiki zamana geçilir. Aleksandre’nin bakışları kameradan gerisin geriye uzaklaşır. Ve ağzından ‘Anlamamıştım.’’ sözü çıkar. İşte tam da burada filmin sonraki bölümlerinde görebileceğimiz bir hesaplaşma ortaya çıkar. Aleksandre bu mektup sayesindedir ki, korktuğu, kendine bile söylemeye cesaret edemediği şeylerin farkına varır. Ancak çok geçtir.
Orpheus mitindeki bağlam, bu geç kalmışlık kavramına pekâlâ indirgenebilmektedir. Ancak bu geç kalmışlığın müsebbibi olan şeyin aşk span style=”font-size: 10pt; font-family: ‘Verdana’, ‘sans-serif’; color: #000000;”ın kendisinden başka bir şey olmadığını yeniden belirtmek gerek. Anna’ya olan sevgisini dile getiremeyecek kadar fikirlerine, duygularına, anılarına gömülmüş birisi olarak Aleksandre, karşılık olarak Orpheus gibi kadınlar tarafından parçalanır, yağma edilir.
Orpheus yanlışlıkla öldürdüğü, sevdiği kadını Hades’ten çıkarmak için bu ülkenin yolunu tutar. Bilindiği üzere bu ülkenin topraklarına ayak basmış çok az ölümlü vardır. İraklis, Theseus… Ancak Orpheus’un durumu biraz daha farklıdır. Kayıkçıya hiçbir ücret ödemeden karşıya geçmeye çalışır ve bunu Kayıkçıyı (Charon) eserleriyle, lirini çalıp etkilemeye çalışarak yapar. Aynı şeyi Hades ve Persephone’ye de yaparak; onları ezgileriyle, sözcükleriyle etkiler. Sonunda Eurydice’sine kavuşarak geldiği yoldan geri döner. Ancak tanrılar bir şart koşmuşlardır. Orpheus, Hades’in sınırlarına gelmeden asla arkasına bakmayacaktır. Eurydice, Orpheus’un arkasından gelir ancak Orpheus bir an için merakına yenik düşer ve arkasına bakar, tanrıların bu sözünü dinlemeyen Orpheus, Eurydice olmadan yeniden yeryüzüne çıkar. Oldukça trajik bir öykü. Ancak soru şudur ki, Orpheus neden arkasına bakmıştır? Sadece merak mıdır ki onu sevdiği eşinden alıkoyan?
‘’Hades’tekiler Oiagros’un oğlu Orpheus’u almaya geldiği karısının hayalini gösterdikten sonra, elleri boş geri gönderdiler, ancak tanrılar da ona karısını geri vermediler. Çünkü zayıf biri gibi görünmüştü onlara (ne de olsa çalgıcıydı) ve bir zamanlar Alkestis gibi aşk için ölümü göze alacak yerde sanatıyla Hades’e canlı girmenin yolunu bulmuştu. Bu yüzden cezaya çarptırılmasına ve kadınlar tarafından paramparça edilmesine şaşmamalı.’’ (17)
(17) Şölen- Platon 179 D=1 A 14 Aktaran: Sokrates’ten Önce Felsefe - Wilhelm Capelle (Çev: Oğuz Özgül), syf: 28 Pencere: İstanbul, 2024
Platon tarafından vurgulanan, Orpheus’un ölümü göze alamayacak kadar âşık olmadığı yönündedir. Doğal olarak diğer kahramanlar ölmek pahasına da olsa Hades’e girmeye çalışırlarken Orpheus’un sadece sanatıyla tanrıları büyülemeye çalışması bir nevi yazgısına dönüşür. En basitinden İraklis, Dianera’sı için ölümü göze almıştır. Burada ölüm kelimesini birebir ele almamak gerekir. Yoksa karşımıza bir başka soru çıkıyor. En nihayetinde Orpheus Hades’e girmeyi göze alarak bir nevi ölümü göze almamış mıdır? Görünen cevap, evet almıştır. Ancak Orpheus’un Hades’e girerken bir karşılık, bir bedel ödemesi gerekmektedir. Bu bedel soyut bir sanat eserini sergilemek değildir sadece, aynı zamanda bir eylemi ya da daha somut bir karşılığı gerçekleştirmektir. Her ne kadar Hades’e girmek için ölmek gerekmese de simgesel olarak ölümü yaşamak gerekir. İbrahim’in imanındaki gibi eylemi gerçekleştirmek, bıçağı oğlunun boğazına dayayıp kesme eylemini gerçekleştirmek gerekir. Bıçağın kesip kesmediği, keskin olup olmadığı ya da bıçağa ‘kesme’ emri verilmesi ondan sonra gelmektedir. Dolayısıyla Orpheus hiçbir zaman eylem kahramanı olmamıştır, fikir ve sanatçı karakteriyle ön planda olan bir kahraman olmayı seçmiştir kendine. Arkasına bakar çünkü bir an için kendi sanatı ile sevdiği eşi arasında bocalar. Daha önce düşünmediği şeyleri yol boyunca düşünür ve yeniden bakışlarıyla Eurydice’sini Hades’e geri gönderir. Platon’un yorumu ve Orpheus’u hakir görüşü (ne de olsa çalgıcıydı!) sanata karşı olan bakış açısı ile ilgilidir. Devletini kurarken, müziği ve sanatı bir anlamda dıştalarken eylemin kendisini bu soyut kavramlardan daha önemli bir yere oturtur. Ya da sanatı Devletin ilkelerine göre boyunduruğa alır.
Orpheus, kadınlar tarafından paramparça edilirken, aynı yazgıyı Aleksandre’nin yaşadığını görmek pekâlâ bizleri şaşırtmayacaktır. Sonraki sahneye dikkat edelim. Aleksandre’nin kızı, mektubu okumayı bitirdikten sonra, kızının kocası banyodan çıkar ve ‘Ona evi sattığımızı söyledin mi?’ şeklinde bir soru sorar. Aleksandre bir an için bu cümle karşısında şok olur. Anna ile birlikte yaşadığı, kızının doğduğu ve birçok anıya sahiplik yapılan bu ev artık satılmıştır. Aleksandre kızına eski anıları anlatarak serzenişte bulunur ama artık çok geçtir. Filmin sonralarında yine aynı şekilde hastanede ziyaret ettiği annesinden hiçbir tepki alamayan Aleksandre böylece seçilmemiş diğer iki kadın tarafından simgesel olarak parçalanır. Onun için geriye yalnızca Anna’nın hayaleti kalmıştır.
Evin satılması ise Angelopoulos sinemasında yurtsuzluk, evsizlik teması şeklinde ortaya çıkar. Kythira’ya Yolculuk filminde yine yıllar sonra evine dönen ana karakterimiz arazisinin satılması karşısında direnir, Arıcı filminde ana karakter sürekli kamyonuyla gezer ve otellerde kalır, bal yapabileceği bir kovanı bile kalmamıştır. Örnekler çoğaltılabilir, bu her şeyin parselleştirilmesi, ölçülmesi ve satılması Antonioni sinemasını andırmaktadır. F. Jameson üstadın üzücü ölümünden sonraki yazısının başlığında Angelopoulos’un son modernist olduğunun altını çizer. Modernizmin kendini var edebileceği bir ev bile kalmamıştır geriye. Olsa olsa modernizm tıpkı Kythira adası gibi soluk bir gölge ile sislerin arasına karışmış gibidir.
Filmin bu bölümünde bahsetmek istediğim ilk sahne (yukarıdaki sahne); mektubun okunurken Anna’nın kumsala indiği sahnedir ki burada Anna’nın siyah noktalı beyaz elbisesi ile denize doğru yürüdüğünü görürüz. Angelopoulos bu sahnede uzun odaklı bir objektif kullanır. Anna bir anlamda denize yaklaşırken kamera oldukça uzak bir mesafeden bir çekim yapmaktadır. ‘’Uzun odaklı objektif kumsal ve denizi iki yatay blok olarak gösterir.’ (Film Sanatı, Bordwell – Thompson, 2024). Angelopoulos’un bu sahnede yaratmak istediği olgu -filmin de asıl problematik olgularından biri- ‘sınır’ olgusudur. Bu sahnede sanki Anna karşısında iki boyutlu bir resim varmış gibi yaklaşır. Deniz ve kumsalı birbirinden ayıran yalnızca bir çizgi ya da sınırdır. Ancak biz Anna’yı arkadan gördüğümüz için sınırın her iki tarafında da mevcudiyetini gösterir, her iki alanı da işgal eden bir var oluşa sahiptir diyebiliriz. Denize baktığımızda Anna’yı görürüz, kumsala baktığımızda da Anna’yı görürüz. Anna için böylece bir sınır kavramı kalmamıştır. Kythira’ya Yolculuk filminde nasıl ki yaşlı çiftimiz denizde sınırı olmayan bir uzamda sislerin içine karışırsa Anna da sanki sınırı ihlal edercesine metafiziksel bir anlatımla hem yaşayan hem de ölmüş bir kadını sembolize eder ki; tahminimce kendisine hem bir Aşk Tanrıçası hem de Ölüm tanrıçası payesi vermemizi bir nebze de olsa haklı çıkarır. Gerçek anlamda Anna’nın neden öldüğü, nasıl öldüğü sorularının cevapsız kalmasını da bu sahne özetler gibidir. Bu sorular cevapsızdır çünkü Anna için yaşam ve ölüm temalarında bir sınır belirtilmemiştir. Sınır sadece iki eşdeğer boyutuyla karşımıza çıkmasına rağmen Anna bu sınırı ihlal edebilen yegâne varlıktır diyebiliriz. Anna’nın bu sekansına karşılık Aleksandre’nin aşağıdaki sahnesine bakalım:
Aleksandre’in bu sahnesini daha önce incelemiştik. Ourania’dan ayrılır, yanında köpeğiyle dışarı çıkar. Yol boyunca kaldırımda yürümek yerine kaldırımın kenarında yürümeye başlar. Ancak bu sahne ile Anna’nın sahnesi arasındaki kompozisyonun zıtlığını betimlemek için karakterlerin sahneyle olan bağlamlarına bakalım: Anna, sahnede rahatsızlık verircesine kumsal ile denizin bir ufuk çizgisi oluşturduğu alanda bedeni ile bu yatay çizgiye karşıt olarak dikey bir perspektifle karşılık vermektedir. Bedeninin yarısını deniz ile bütünleştirebilirken diğer yarısını kumsal ile bütünleştirmiştik. Aleksandre’nin sahnesinde ise Aleksandre ufuk çizgisi olarak tabir edebileceğimiz sınırın -kaldırım ile deniz- üzerinde bulunur. Bu sahne bizlere rahatsızlık vermez çünkü Aleksandre’nin ‘bedenine’ baktığımızda tamamının denizin kendisiyle özdeşleşmiş olduğunu görürüz. Burada sınırı işgal etmek, ortadan ikiye ayırmak yerine, bedenin uyumunu görebiliriz. Anna’nın sahnesinde diğer bir detay da Anna’nın denize doğru yürümesidir. Sırtı bize, yüzü de denize dönük bir şekilde denize doğru yürürken, kameradan uzaklaşır, ancak Aleksandre’in sahnesinde tam tersine Aleksandre ile kamera arasında paralel bir mesafe kullanılır. Ve bu paralellik Aleksandre yürüdükçe en tepe noktasına ulaşır. İklim koşulları olarak da, Anna’nın yer aldığı sahnede yaz mevsimi havası hâkimdir, ancak Aleksandre’nin sahnesinde puslu ve oldukça boğucu bir havanın; kış mevsiminin etkisi bulunmaktadır.
Bu iki sahneye baktığımızda Anna’nın sınırı parçalayan bedenine istinaden aşkıyla bu ‘kavrama’ saldırı mahiyetindeki karşı koyuşu, serzenişleri, Aleksandre’nin sınır ile uyumunu kabullenişini ya da ‘riyakâr bahar’’ olarak tanımladığı mevsimin mazisine bakışıyla birbirinin iki farklı portre çizdiğini belirtelim. Elbette filmin ilk bölümlerinde ele alacağımızı söylediğim sahneye henüz gelmedik ancak bu iki sahneye isnat ederek çözümleyeceğimizin altını çizelim.
Son olarak- umarım okuyucu bu amatörden beter çizilmiş; paint programıyla betimlemeye çalıştığım sahneler için beni bağışlar.
4. BÖLÜMÜN SONU
Orhan Miçooğulları
kusagami@sanatlog.com
Yazarımızın diğer film analizleri için tıklayınız.
Mia aioniotita kai mia mera (1998, Theo Angelopoulos) – 3. Bölüm
26 Haziran 2024 Yazan: Editör
Kategori: Manşet, Modern Klasikler, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
MODERNİZMİN SINIRINDAKİ FAUST
Yönetmenin sinemasına ayrıntılı bir şekilde baktığımızda genel itibariyle göreceğimiz ilk şey; karakterlerin modernizasyon karşısındaki yenilmişlikleri ve sürekli geçmişe olan özlem ve tutkularıyla, modern dünyanın sorunlarıyla yaşadıkları çatışmadır. Bu nedenle yönetmenin sinemasına hâkim olan ‘sis’in varlığı bir tür bu ikiye bölünmüş dünya arasında bağlarını koparmadan yaşamaya çalışan karakterlerin dünyalarını da ikiye ayırmıştır. Bu sınır görünür olsa da elle tutulmayan ama gözle görülebilen bir tür metafiziksel sınıra dönüşmektedir. Yönetmenin ‘sınır’ sorusuna verebileceği yegâne cevaptır. Bu haliyle bile sisin ardında kalan uzam görünmezdir, çünkü sis bu dünyaya ait değil, bireyin kendini kapattığı, kendisini içinde var edebildiği tek uzamdır/uzamsızlıktır aslında bir nevi. Tıpkı zaman gibidir/zamansızlıktır aslında bir nevi. Sınırsızlığın ifadesidir. Bu dünyanın korkusu ikiye bölünmüştür ama yine de yolunu kaybedebilir insan. Sisin içine girmek sınırı geçmek değildir. Gerçek anlamda sınırsızlığın kendisidir. Dışarıdan bakıldığında bir sınır, içine girildiğinde ise sınırı olmayan bir dünya, Angelopoulos sinemasında sınırsızlığın bir diğer ifadesine dönüşür. Maddi dünyanın buhranlarına karşı karakterlerin kendi içlerinde yaratmış olduğu bir dünyanın dışavurumu olarak kabul edebiliriz. Şiirsel gerçekçiler gibi bir kaçış değil, tam tersine bunu kabullenmenin verdiği bir elemdir. Modernitenin eritip geriye yalnızca posasını bıraktığı insanın aynı zamanda buna karşı direnç göstermesinden ve doğal sonucu itibariyle hem geçmişe duyulan özlem hem de şimdinin verdiği acziyet duygusunun birbirleriyle olan çatışmasıdır.
Açıkçası ilk bakışta zaman problemi olarak ele almayı düşündüğüz Goethe’nin Faust eserini burada Marshall Berman’ın “Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor” adlı eserindeki incelemeye yakın bir şekilde ele alacağız.
Öncelikle, Faust’un zaman yapısı ve izlekleri Sonsuzluk ve Bir Gün’ün zaman yapısı ile örtüşmektedir. Goethe’nin Faust eserinin ilk kısmında diğer çeşitlemelerdeki gibi kendini şeytana (Mephisto) satan bir öykü ile karşılaşırız. Ancak sonraki bölümlerde diğer Faust versiyonlarından farklı olarak kendini tıpkı bu filmdeki gibi iki dünya arasında bocalayan bir karakteri fark ederiz. Faust eserinde zamanı belirten bir ifade kullanılmaz. Bunun yerine geçmişteki toplumsal kültürün izlerine ait arkaik bir yapıyla karşılaşırız. Burada anlatı zamansal olarak bu karakterlerin isimleri ve konuşmalarıyla sınırlıdır. Eski toplumların inançları çerçevesinde bu tipler artık bir gölge haline gelmiştir. Geçmişin gölgesi haline gelen bu karakterlerin hepsi Faust ile konuşurlar. Ve dizimsel olarak bizlere somut bir zaman dilimi vermekten uzaktırlar. Bunlar yalnızca eski toplumların -özellikle Yunan- tapındığı mitolojik varlıklardır. Ancak modern dünyada bunların şekil değiştirmiş halleri bulunur. Nasıl ki Faust eserinde geçişler bu diyaloglar sayesinde zamanın sınırını siliyor ise Angelopoulos sinemasında ve özellikle bu filmde zamanın silinmesi/ortadan kaldırılması da aynı yapıda gerçekleşir. Sonraki bölümün nasıl gelişeceği veya hangi duruma geçiş yapılacağı bilinmemekle birlikte kurgusal anlamda hayal edemediğimiz, kurgunun dışına çıkan bir süredurum yaşanır. Süredurum en temel haliyle kişinin algıladığı zamanın kendisidir. Faust’un zaman evreninde gezinişleri gibi Aleksandre de aynı şekilde geçişler yaşayarak geçmişin kendisinde iz bırakmış olduğu hayaletlerle konuşur. Onları dinler, hatta yaşar diyebiliriz. Bu modernitenin aynı şekilde (Sanayi Devrimi) günümüzdeki izdüşümüdür. Misal Dante’nin İlahi Komedya’sındaki gibi zaman olayında karakter zamanın nasıl geçtiğini fark etmez. Bu zaman Faust eserindeki zamanın aksine silinmemiş, Cennet-Cehennem-Araf bölümlerindeki sınırlarla çizilmiştir. Zamanın nasıl geçtiğini bir bölümden diğer bölüme geçildiğinde duyumsarız. Zaman ya da halkaların arasında geçiş özellikle Cennet bölümünde ışığın artması ile sembolize edilmiştir. Ancak Faust’un gezintisinde bu şekilde belirtilen bir zaman dilimi yoktur. Bu nedenden dolayı Dante’nin tasavvur ettiği haliyle İlahi Komedya’da mekân biçimlenmiş halde bulunurken Faust ve filmimizde geçmiş daha çok içsel bir yolculuğun algılanmış ve yaşanmış bir zamanın ifadesiyle vuku bulur.
Yönetmenin günlük yaşamından çekip çıkardığı karakterleri bir bengiliğin içerisinde devinimlerini sürdürürler. Bu devinim Tarkovski filmlerindeki gibi -özellikle Stalker, Solaris- bilincin su yüzeyinde kalan katı bir düşünce şeklini alır. Yukarıda bahsettiğimiz bu iki dünya nasıl ki sis tarafından bölünmüş ise Tarkovski sinemasında bu ‘su’yun varlığı sayesindedir. Angelopoulos sinemasında da aynı şekilde bu metafiziksel ikilemi görmek mümkündür. Örneğin Ulis’in Bakışı filminde A.’nın (Harvey Keitel) Lenin heykeli ile yaptığı gemideki yolculuk ile Stalker’daki nehir sahnesi birbirine oldukça benzer metafiziksel bağlamlara sahiptir. Solaris’te ise aynı şekilde son sahnede gezegenin üzerindeki adada bulunan ev yine aynı şekilde suyun üzerinde yer alır. Bu nedenle buradaki bengilik yüzer bir halde bulunur. Burada metafiziksel koşullar ana rahmindeki fetüsün durumundan farklıdır. Bu tema Bergman sinemasında bulunur lakin Tarkovski ya da Angelopoulos filmlerinde ana rahmine dönüş asla gerçekleşmez, onun da ötesine geçerek var olan dünyanın ötesine geçme durumu bulunmaktadır. Ana rahmindeki fetüs suyun içindedir, yeniden ona dönme isteği var olan dünya koşullarının ağırlığı altında, varoluş bağlamında bir daha doğmama isteği, bir tür kaçıştır. Bu nedenle Bergman sinemasındaki benzer temalı film olan Yaban Çilekleri ile Angelopoulos filminde nerdeyse karşıt durumlar mevcuttur. Arayışın ve aranan şeyin bulunmaması dâhilinde gerçekleşen bir şeydir. Ancak Tarkovski ya da Angelopoulos filmlerinde ana rahmindeki suyun içinde bulunma isteği yoktur. Olsa bile bu yeni dönüş taşlaşmıştır, bir kalıntıya dönüşmüştür. Bu nedenle buradaki varoluş durumu suyun üzerinde yer almak zorundadır. Bu aynı zamanda, “Ruhsal anlamda öznenin kendini bir ideal haline getirmesi ve bütün nesneleri karşısına koymak yerine kendi bir nesne haline getirerek karşısına koymasıdır.” (Hegel söylemişti sanırım). Bunu arketip olarak Hz. İsa’nın suyun üzerinde yürümesi gibi ele alabiliriz. Angelopoulos’un Trilogia: To livadi pou dakryzei (Ağlayan Çayır, 2024) filminde suyun üzerinde yürüme sahnesini örnek gösterebiliriz. Aşağıdaki video linkinin 0.52 olan kısmında izleyebilirsiniz: http://www.youtube.com/watch?v=YA0ilstqvxo
Buna benzer bir sahneye aynı şekilde Sonsuzluk ve Bir Gün filminde, çok farklı ve şahsım adına yapılagelmiş en iyi sekanslardan birinde rastlarız. İleride buna yeniden döneceğiz.
Katı olan şeyin su üzerindeki hareketi iki türlü olarak varlığını sürdürür. Katı hareketlidir ve suyun akışına göre hareket eder. Diğeri ise durağan bir katıdır. Kendini yalnızca suyun üzerinde var eder ki Tarkovski’nin sinema anlayışı da budur. Angelopoulos sinemasında ise sürekli bir hareket vardır ve bu hareket ırmaklar sayesinde gerçekleşirken, Tarkovski sinemasında durgun su yüzeyi sayesinde elde edilir. Ahmet Vehbi Doğramacı’nın aşağıdaki görsel çiziminde bunu kolayca görebiliriz:
(Resim 1)
Tarkovski sinemasındaki katılık birlikten doğan bir katılıktır. Yani katı olan şey daha önce ilk formundan ikinci bir forma geçişi sembolize eder. Bu nedenle Tarkovski sinemasında bulacağımız şey iki ayrı hal durumu değil, bir birliğe aittir. “Bir damla bir damla daha iki damla etmez, daha büyük bir damla eder.” (Nostalghia, 1983). Angelopoulos sinemasındaki mizansen tamamen daha farklı bir tefekkürden yola çıkar. Angelopoulos sinemasındaki katı ve sıvı durumları tamamen aynı maddeden değil, farklı maddelerden yapılmıştır. Bu nedenle katı suyun üzerinde yüzer bir haldedir, aynı zamanda şimdiki üzerine binmiş bir geçmiş olarak kalır. Lenin heykeli gibi bir örnek bizleri şaşırtmayacaktır. Hâlbuki Tarkovski’de bir akışkanlık yoktur, tamamen durağandır, geçmiş zaman şimdiki zamanın üzerinde donuktur ve biraraya gelmiştir. Bu daha büyük bir şimdiki zaman yapar. Bu tam da ‘Transcendental’’ olarak algıladığımız şeydir, şimdikinin idealleştirilmesidir. Bergman’da ise bunu belirtme ihtiyacı vardır ve az da olsa filmlerinde parlayan bir ışık ya da metaforik olarak ‘ölüm’ ile gösterilir.
Tarkovski sinemasında düşlem; doğal olarak durgun ve hareketsiz bir biçimde askıya alınmamıştır. Buradaki durağan düşlem anlatısı uhrevi bir dünyaya geçişin, aynı zamanda sınırı geçmenin ve karşılığında bütün insani arzuların geride bırakılmasıdır -Stalker’daki Bölgenin sınırı gibi. Burada sınırı geçmek demek bütün arzularından ve keyfiyetinden vazgeçmek demektir; doğal olarak bu dünyada arzulayabildiğiniz her şeyin gerçekleşebileceği yer, bölgenin kendisidir. Bu her ne kadar arzu ve isteklerin gerçekleştiği bir uzam gibi görünse de Tarkovski İz sürücü için burayı tam tersine arzu ve isteklerden vazgeçilen, vazgeçilmesi gereken bir uzam haline getirir, sınırı geçmenin bedeli isteklerin gerçekleşmesi değil, isteklerin olmamasıdır (Bkz: Hz. İbrahim’in Koşulsuz İmanı). Ancak Angelopoulos sinemasında düşlem değil, sadece anılar vardır. Ve bütün karakterler sınırları geride bırakamadıkları anılarından dolayı sınırda kalmışlardır. Sınırı geçmek ve ilk adımlarını kaldırdıkları anda peşinen sonraki adımı atmaya cesaret edemeyeceklerdir. Bu bir nevi Araf’tır. Yönetmenin neredeyse bütün filmlerinde görebileceğimiz üzere nehirler tıpkı Mitolojideki Hades’in nehirleri gibidir. Karşıya geçebilmenin bedeli olarak bütün anıları geride bırakmanız, unutmanız gerekir. Lethe’nin sularından içerek sınırı geçebilirsiniz. Ama ya kendimizin var olduğunu hatırlatan anılar olmadan biz ne olacağız? Benliğimiz yok olduğunda ve geriye hiçbir şey kalmadığında yine aynı şekilde var olmamız mümkün müdür? İşte Angelopoulos’un karakterleri kendilerine bu soruyu sorarak kendilerini var ederler ve bu nedenle asla sisin içine giremez, Lethe’nin pınarlarından içemez ve aynı şekilde bir adımları havada düşünerek donmuş vaziyette kalırlar. To meteoro vima tou pelargou (Leyleğin Geciken Adımı, 1991), Sonsuzluk ve Bir Gün filmindeki sınıra yaklaştıklarında çocuğun belleğinde kalmış arkadaşlık anısını yeniden anlatırken tek ayağını kaldırması gibi buna benzer örneklerdir. Bu nedenden dolayı insanın bütün inşa etmiş olduğu kültürü bir çöp artığına çevirerek nehrin dibine atar Tarkovski. Angelopoulos ise bununla savaşmaz, ama atamaz da. Tarkovski’nin sınır ötesi Zizek’in de Kant’tan alıntıladığı şekliyle aşağıdaki gibidir gerçekten:
“Bu mekân Kant’taki ‘aşkın-schein’in mekanını andırır. Akıl idesi gerçeklik alanına mümkün deneyim alanına ait olmasa da alanını bütünleştiren, dolduran simgesel kapanım işlevini görür- gerçekliğin son sınırına kadar ilerlersek kendimizi aniden ‘öteki yaka’da, hiçbir gerçekliğin tekabül etmediği ideler içinde buluruz.” (10)
(10) Kırılgan Temas – Zizek S. (Çev: Birkan T.) Syf: 106, Metis: İstanbul, 2024
Modernizm yığınları arasında ve geriye hiçbir şey kalmadığında, gidilecek tek bir yer -ana rahmi de dâhil- olmadığında ne olur? Geriye ne kalır? Siyasi anlamda iktidarın bireyi bir öznelikten nesneliğe sürüklediği ve bireyin halen bir özne olduğunun maddi evrende halen bir parçasının kalabileceğini düşünerek anılarına, zamanına tutunmasını sağlayan şey nedir?
…Tıpkı Althusser’in ideoloji teorisinde ‘ideoloji içindeyim’’ sözcesinin ideolojinin kısır döngüsünden kaçmanın tek yolu olduğu gibi (ya da bunun Spinoza’daki versiyonunu hatırlayalım; Hiçbir şeyin zorunluluğunun pençesinden kaçamayacağının farkında olmak, gerçekten özgür olmamızı sağlayan tek şeydir.) (11)
(11) Kırılgan Temas – Zizek S. (Çev: Birkan T.) Syf: 99, Metis: İstanbul, 2024
Zizek, yukarıdaki ifadeyi Blade Runner (Bıçak Sırtı, 1982) ve Angel Heart (Şeytan Çıkmazı, 1987) filmlerinin ideoloji içerisindeki yerlerini tanımlarken kullanır. Sonsuzluk ve Bir Gün filmi ile tür olarak birbirleriyle uzak yakın bir ilişkileri olmamasına rağmen bana göre bu filmlerin bellek ve sınır açısından göbek bağı ile bağlı olduklarını düşünüyorum. Ancak karşıt olarak bu Neo-Noir filmler belleğin tamamen silindiği ve özbilincin tamamen yok edildiği, karakterlerin kendi özbilinçlerini yeniden keşfetmeleriyle oluşan kısa devrenin ardından oluşan sancılı var olma durumunun aksine Sonsuzluk ve Bir Gün filminde tam tersi bir anlamda daha karamsar bir dizge yer almaktadır. Bu karamsarlığın nedeni tam da kendini keşfetmekten çok zaten keşfedilmiş ve daha da duyarlılaşmış benlikten kaynaklanmaktadır. Örneğin Tarkovski’de bu çoğu zaman özbilincin farkına varma ve kendi var olan nesnelere bırakarak bir ide haline getirmekte iken, Bergman’da (Yaban Çilekleri), el eteğini dünyadan çekme ve insanları küçümseyerek kendi özbilincin üzerine -yapılan pişmanlıklardan ötürü- bir kabuk bağlamaktan kaynaklanır. Sonsuzluk ve Bir Gün’de ve diğer Angelopoulos filmlerinde dikkat edilirse her daim bir entelektüelite vardır. Bir şair, bir yönetmen, bir tiyatro oyuncusu olabilirsiniz bu filmlerde. Ancak bu entelektüelite karşısında her daim sürgün edilmiş ve yapılan başkaldırının sonucunda bireyin kendi özüne dönmesi ve kabullenişliği geçmişe olan bağlılıktan kaynaklanıyormuş gibi görünmektedir. Örneğin yukarıda geçmişteki anılardan bahsettiğimizde Angelopoulos elbette bu anıların hepsini karakterlerine unutturacaktır ancak bu kesinlikle izlediğimiz karelerde değil, filmin dışında gerçekleşecektir ve bu nedenle Angelopoulos’un filmlerinde asla nihai bir son olmaz -ki bunu aynı zamanda kendisi de belirtmektedir. Bunun bir diğer ifadesi de bütün karakterlerinin isimlerinin Alexandre olmasında da yatar. Ulis’in Bakışı filminde ana karakterin adı A. nın imlediği de aynı zamanda bu isimdir. Eğer okuyucu dikkat etmişse zaten Proust’un Bergson’da karşı çıktığı fikir, Bergson’un ölümden sonra da bilincin devam ettiği yönündeki düşüncesidir. Bu nedenle yönetmen de filmlerini Proustvari bir yapı ile harmanlayarak filmin nihayete ermesi yerine -çünkü filmlerin sonu bellidir ve bu son ölümden başka bir şey değildir-, anıların yok olmasıdır.
Faust:
“Bir isteğin, bildiğin varsa
Ötekini öğrenmeye kalkma sakın.
Göğsüme yerleşen iki ruh var,
Ötekiden ayrılmak isteyen biri
Biri de atak bir sevgi tutkusunda
Kenetlenmiş dünyaya tüm öğeleriyle,
Öteki var gücüyle sıyrılıp sıkıntıdan
Atalar yurduna yükselmek istiyor.” (12)
(12) Faust – Goethe J.W (Çev. İ. Zeki Eyüboğlu), Syf: 62, Sosyal: İstanbul, 2024
Filmimize dönecek olursak, Aleksandre’nin yanında sürekli bir siyah köpek görürüz. Bu aynı zamanda Faust eserinde Mephitopheles’in kılığına büründüğü bir hayvandır. Burada Aleksandre’nin yanındaki köpeğin Mephisto olduğunu değil, ona dair bir anıştırma olduğunu söylemeliyiz. Doğal olarak Aleksandre ile Faust’un gerek fiziksel açıdan gerekse kültür ve entelektüelite açısından benzer yanları vardır ve her ikisinin şairane konuşmaları birçok noktada örtüşmektedir. Bu filmin varoluşçu eksende değerlendirilmesine neden olabilir. Berman’ın Faust incelemesinde, Faust’un tam da intihar etmek üzere iken duyduğu ilahinin onun bir an için eylemini askıya almasını sağladığını ifade eder. Ancak bu varoluşçu açıdan değil, çünkü burada ilahi aidiyet ya da kutsiyet de aynı şekilde askıya alınmıştır burada Berman’ın da belirttiği gibi, ‘’Goethe’nin Faust’unu kurtaran İsa değildir; kulağına çalınan sözlerin apaçık Hristiyan içeriğine güler geçer. Onu etkileyen başka bir şeydir.’’ (Berman, 2024, Syf: 70)
“Gençliğimden beri tanış olduğum bu tını
Beni şimdi yaşama geri çağırıyor.”
Faust (Nihat Ülner çevirisinden Berman, 2024, Syf: 70)
Burada söz konu olan şey tam da filmdeki gibi ilahi bir çağrışım değil aynı şekilde çocukluktan gelen bir tınıdır, göstergedir. Örneğin filmde daha önce vermiş olduğumuz çan sesleri bir kiliseden gelmesine rağmen filmde Faust eserindeki gibi bir kutsallığı imlemekten çok sadece kalan zamanını hatırlatma açısından belirtildiğini görebiliriz. Aynı şekilde yukarıda Aleksandre’nin bir an için yaşadığı esrime ile denizin kenarındaki yürümesi ile kamera hareketinin yürüdüğü yeri göstermemesi onun tıpkı Hz. İsa gibi su da yürüyormuş gibi görünmesine neden olur. Bu dinsel bir mucize gibi görünmesine rağmen aslında Aleksandre’nin tıpkı Faust’un ilahiyi duyması gibi içinde yaşadığı duygulanımdan kaynaklanmaktadır. Filmde Aleksandre’nin birlikte olduğu ve yolculuk yaptığı çocuğu düşündüğümüzde bunu aynı zamanda Aleksandre’nin çocukluğuna dair bir simge olarak görmek mümkündür. Film boyunca bu çocukla yapacakları yolculuk mekânları aslında Aleksandre’nin de bir zamanlar yaşadığı gerek siyasi gerekse uzun zaman önce hatırlamayı bıraktığı ya da hatırlayamadığı anıların uzamlarıdır. Filmdeki çocuk ünlemi aynı şekilde Faust’un da duyduğu çanların ilişkisini düşündüğümüzde daha farklı bir alana taşınırız: Bengilik. Buradaki bengilik gerçek anlamda Nietzsche’nin ileri sürdüğü gibi bir über-mench kavramına bağlanmış değildir. Tam tersine insan olma yolunda atılmış bir kendine yolculuk henüz kendini tanıma, kendinin farkına varma aşmasında kalmıştır. Bunun için de geçmişe, çocukluk anılarına, çocukluk göstergelerine ihtiyaç vardır. Kubrick’in pekâlâ Beng-i dönüş macerası olarak tanımlayabileceğimiz 2024: A Space Odyssey (2001: Bir Uzay Macerası, 1968) filminde kozmik olarak zamansal sıçramalar sayesinde böyle bir yorum çıkarılabilir çünkü zaman geçmişe ilga etmemekle birlikte, burada zaman sürekli bir noktadan sonraki, gelecekteki bir noktaya sürüklenir. Ve en nihayetinde yıldız çocuk yalnızca bir bireyi sembolize etmektense bütün insanlığı sembolize eder. Bunun nedeni yine aynı şekilde filmin başındaki primatların sahnesidir ki böylece bir özneden yola çıkarak değil, bir türden yola çıkarak nihai bengiliğe ulaşılmış olur. Sonsuzluk ve Bir Gün filminde, ayrıca Faust’tta bu nasıl gerçekleşir? Elbette bu geçmişteki tam tersi olarak çocukluk anılarından alınan ışık ve hale ile birlikte kişinin kendini bulma amacı güdülür. Faust’ta bunu daha içsel anlamda bir yazım düzeyinde olduğundan dolayıdır ki onun içsel dünyasındaki sıkıntılar ve buhranların yol açtığı tahribat ve karamsarlığın bir çıkış noktası olarak yine aynı şekilde içinde yaşayan çocukluk anılarından bu desteği alması ile sağlanacaktır. Fakat Aleksandre ise bunu görsel bir uzam ve daha çok sembolize edilmiş bir çocuk figürü ile yaşamının son gününde sanki kendi çocukluk anılarına sığınarak yapmaktadır.
“(Çanlar)…Faust’un çocukluğunun yıkılıp gitmiş yaşamı ile bağlantı kurmasını sağlar. Anılarının setleri yıkılır, yitik duyguları dalga dalga gelir -aşk-arzu-acı-birlik ve yetişkin yaşamı onu unutmaya zorladığı çocukluğunun derinliklerine gömülür. Kendini akıntıya teslim etmiş boğulan bir adam gibi varlığının yitik boyutuna elinde olmadan açmış ve böylece onu yenileyecek enerji kaynaklarıyla bağlantı kurmuştur.” (13)
(13) Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor – Berman M. (Çev, Bülent Peker, Ümit Altuğ), Syf: 71 İletişim: 2024, İstanbul
Burada Freud’un çocukluk ve düşlemler üzerine söylemleri üzerinde durup konumuza devam edeceğiz. Aleksandre’nin çocuk ile olan ilişkisinin kendi çocukluğu ile olan ilişkisi olduğunu söylemiştik. Film nasıl ki onun çocukluk anıları ve söylemleriyle başlıyorsa ve film boyunca geçmişe gidilen zamanda bu çocukluk anılarına vurgu yapılıyorsa, Aleksandre’nin de aynı şekilde bu çocuk ve düşlemlemelerinden kopuk bir şekilde yaşadığını ya da bunun sadece yaşlı adam-çocuk ilişkisi olabileceğini düşünmek oldukça abes olacaktır. Yaşamına yön veren şeyi o halde çocukluk anılarında aramak -Angelopoulos’un bir nevi yansımasıdır Aleksandre- aynı zamanda sanatçının da çocukluk sanrılarına, hezeyanlarına ve umutlarına da ulaşmak anlamına gelecektir. Filmde Aleksandre çocuk ile bir oyun oynar ve bu oyunda anlatılan öyküye göre -siyasi alanını ileride genişleteceğiz- sürgünde kalmış bir şairin kendi dilini unutması ve ülkesine geri dönerek halkının mücadelesinde onlara yardım edebilmek, halkından kendi dillerine ait kelimeleri satın almaya çalışması olan bu oyun düzeneğinde çocuk da aynı şekilde Aleksandre’ye kelime satacaktır. Burada çocuk ile kurulan oyun ilişkisinde Aleksandre’nin anlattığı öyküdeki şair bilfiil kendisidir. Kendisini yaratmış olduğu fantezi dünyasında geçmişinden uzaklaşarak uzlaşma yoluna gider ve çocuğa bildiğimiz yukarıdaki öyküyü anlatır. Ancak neden böylesine bir öyküyü anlatır? Bunun en güzel yanıtını yine Freud verir:
“Bir çocuğun oyunu isteklerle belirlenir: gerçekte tek bir istekle- kendisinin büyümesine yardım eden bir istek- büyük ve yetişkin olma isteğiyle. Her zaman ‘yetişkin olmayı oynamaktadır ve oyunlarında büyüklerin yaşamına ilişkin olarak bildiği şeyleri taklit eder. Bu isteği gizlemesi için nedeni yoktur. Yetişkin söz konusu olduğunda durum farklıdır. Bir yandan kendisinden artık oynamayı ve düşlemlemeyi sürdürmemesinin ama gerçek dünyadaki yerini almasının beklendiğini bilir.” (14)
(14) Sanat ve Edebiyat, Freud S. (Çev, Emre Kapkın, Ayşen Tekşen Kapkın) Syf: 129 Payel: İstanbul, 1999
İmdi burada karşımıza çıkan olgu elbette Aleksandre ile ilgili asla büyümediği ya da yetişkin olmasına rağmen kendi yaşamına paralize etmiş olduğu anlatıdaki şair ile olan ilişkidir. Burada şairin kendisi bir kelime satın alma oyunu oynamaktadır. Bu oyunun yaratılmasındaki temel sebep aynı şekilde kendi tarihi ve ülküsüne karşı olan karamsar bir bakış açısıdır. Ola ki Aleksandre’nin geçmiş yaşamında olduğu gibi anlattığı öykü, aslında geçmişe ait değil, kendisinin şimdiki zamanına ait bir öyküdür. Aleksandre’nin böylece bu oyunu oynamaktaki amacı, şimdiki zaman sayesinde geçmişe sarılması ve şimdiki zamanda düşmüş olduğu çaresizlikten, yakında öleceğini bilmesinden kaynaklıdır. Freud’un düşüncesindeki gibi, Aleksandre düşlerine, kelimelerine, şiirine vurulmuş prangalardan dolayı ızdırap çeken, kendi dilini unutmuş bir şairin sığınacağı yegâne zaman olan çocukluk zamanına sıkışıp kalmıştır. Böylece bu şekilde yetişkin olmayı reddettiğini görebiliriz -ki filmin başında söylenen çakıl taşlarıyla oynayan bir çocuk mecazının verilmesinde de bunun büyük bir payı olduğunu görebiliriz. Zamanın -bir anlamda çocuğun- oynadığı çakıl taşları aynı zamanda şairin satın aldığı ve kelimelerle oyun oynayışında ortak bir amaç vardır. Bu amaç karakteri gerçek dünyadan soyutlayarak onu zamansız bir ortamda serbest bırakması, onun bağımlılığından kurtulması anlamına gelir. Bunu sağlayabilecek en temel şey de yine çocukluk anıları, çocukluğun kendisidir.
Aleksandre çocuğu bıraktıktan sonra kızının yanına gider. Kulağımıza eşlik eden sonat ile birlikte kızının yaşadığı yerin tipik üst sınıfa ait bir yer olduğunu anlarız. Burada orta üst-sınıfa ait olan mekânın soğukluğu, sarı tonlamalı ışıklandırmaya rağmen oldukça baskındır. Bu aynı şekilde uyumsuzluğu belirtir -ki Aleksandre’nin üzerindeki palto ve yaşlılık da aynı şekilde buradaki modernist olarak addedebileceğimiz mekânın atmosferiyle taban tabana bir zıtlık teşkil eder. Aleksandre’nin zaten buraya ait olmadığını, doğal olarak modern dünyaya ait bir birey olmadığını görebiliriz. Eşinin mektuplarını kızına vermek amacıyla gelir Aleksandre ve biraz da köpeğini bırakabileceği bir yer olduğunu düşünerek… Aleksandre’nin kızı ona halen 19. yy’da yaşamış diğer bir Yunan şair olan Solomos’un yarım bıraktığı şiiriyle uğraşıp uğraşmadığını sorar. Aleksandre’nin kızının dediğine bakacak olursak Aleksandre’nin 3. projesi olan Solomos’un yarım kalmış şiiri olan ‘Özgür Tutsak’, tıpkı daha önce yarım bıraktığı ya da tamamlamış olduğunu sandığı hayatındaki izleri de verir bizlere. Burada daha önce 3 sayısına bakmıştık. Bakıcısı 3 yıl hizmetinde çalışmış, bu sefer de karşımızda Aleksandre’nin 3. projesi olduğunu öğrendiğimiz Solomos’un projesini duyarız.
3. BÖLÜMÜN SONU
Orhan Miçooğulları
kusagami@sanatlog.com
Yazarın diğer yazılarına ulaşmak için tıklayınız.
Mia aioniotita kai mia mera (1998, Theo Angelopoulos) – 2. Bölüm
19 Haziran 2024 Yazan: Editör
Kategori: Manşet, Modern Klasikler, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
ZAMAN ve BELLEK
Filmin başındaki çocuğun iç sesine geri dönecek olursak, anlatılan efsanedeki kayıp adanın yeryüzüne çıkması ve yalnızca ayda bir görünmesi bizleri mitolojiye götürür. Angelopoulos bir röportajında, hatırladığım kadarıyla, bu filmde çok fazla mitolojik ögeye yer vermediğini söylemiştir. Şahsım adına yönetmenlerin kendi sinemaları ya da filmleri üzerine olan yorum ve söylemlerine asla inanmam. Ve okuyucudan istediğim şey, aynı şekilde inanmamalarıdır. Yönetmenler filmleri üzerine konuşurken yalan söyleyen insanlara dönüşürler. Filmdeki mitolojik ve tarihi figürasyonları ortaya çıkardıkça bunların hiçbir zaman Angelopoulos sinemasında yok olmadıklarını ve her filmde başka bir şeye nasıl dönüştüğünü yazının ilerleyen bölümlerinde yeniden göreceğiz.
‘Ada’nın gerçek anlamda birebir olarak Angelopoulos sinemasında pek fazla bir yeri olmamasına rağmen daha çok var olmayan, efsanevi, mitolojik olarak bir çıkıp bir battığını görebiliriz. Örneğin Taxidi sta Kythira (Khythira’ya Yolculuk, 1984) filminde Kythira adası her ne kadar coğrafi anlamda bir ada ise de aynı zamanda, “Venüs’ün tapım merkezlerinden biridir.” (Ovidius – Aşk Sanatı, 2024, Syf: 31)
Kythira adası, aşk tanrıçasının tapım merkezlerinden biri olması ve Angelopoulos filmlerinde sevgiye, aşka duyulan özlem böylece filmde ana karakterin eşiyle birlikte filmin son sahnesinde salın üzerinde sınırsızlığın ve sonsuzluğun sembolü olarak vuku bulur. Kythira, Sonsuzluk ve Bir Gün filminin başında ise bu anlamda çocukluğa ve çocukluğun anılarına duyulan aşk, sevgiliye duyulan özlem ve aşk olarak okunabilir. Ancak bu aşkın varlığının elde edilmesini sağlayan şeyi unutmadan geçmemek gerek. Bu aşk olgusunun yeşermesini sağlayan şey hasret, özlem, sürgün, sınır kavramlarıdır. “Sabahyıldızı bile durur ve bu adayı yeryüzüne çıktığı anda izlemeye doyamazmış ve o anda zaman dururmuş.” Bu özlemin yol açtığı zamanın durması, durağanlığı, donukluğu veya zamanın nasıl geçtiğinin farkında olmamak aşk göstergelerinin bir ifadesi değil midir? Marcel’in, Guermantes konağındaki yemekten önce sanat eserlerinin olduğu odaya girmesi ve bu sanat eserlerine bakarken zamanın nasıl geçtiğinin farkına varamaması gibi bir olayla karşılaştırabiliriz. Proust’un karakteri gibi bu sabahyıldızının da aynı şekilde sürekli geçen zaman içerisinde- adanın yeryüzüne ayda bir çıkması gibi- bir arayışta olması ve aşk nesnesini bulduğu anda ona takılıp kalması, bir nevi zamanın durmasından çok zamanın nasıl geçtiğinin farkında olamamasıyla açıklanabilir. “Zaman geri alınamaz, ortadan kaldırılır. Zaman’ın ve onunla birlikte ölümün geri alınışı, anlatıcı kütüphaneden çıkıp da konuklara katılınca gerçekleşir.” (Proust, Beckett, S. 2024). Bu kayıp zamanın izindeliğinden sonra bulunan kayıp zamanın kendisidir. Tim Burton’ın Big Fish (Büyük Balık, 2024) filmindeki repliği hatırlatmakta fayda görüyorum:
“Hayallerinin aşkıyla karşılaştığında zamanın durduğunu söylerler. Bu doğru; ama söylemedikleri bir şey var. Zaman tekrar akmaya başladığında aradaki farkı kapatmak için çok daha hızlı ilerler.”
Alışılageldik sinemadaki kurgu biçiminden azade olarak Angelopoulos sinemasındaki kurgu biçimi de zamanın mekâna içkinleştirilmesi değil, mekânın belleğe içkinleştirilmesinden, algılanmasından ve onun ‘an’ olarak zihinde iz bıraktığı anılardan oluşmaktadır. 360 derecelik kamera hareketleri böylece bu anların arasındaki algılanan zamanın sınırlarını siler. Aristo’nun zaman ile şu görüşlerinden yola çıktığımızda buna ulaşmak mümkündür; ancak bir fark vardır:
“Zamanın bir parçası var olmuştur (artık) yoktur. Öteki parçası ise olacaktır (henüz) yoktur. Hem sınırsız zaman hem de alınan her zaman bu parçalardan bileşiktir. Ne var ki var olmayanlardan bileşik olan bir şeyin varlıktan pay alması olanaksız görülse gerek.” (6)
(6) Zaman Kavramı (Aristo, Augustinus, Martin Heiddeger), Babür S. Syf: 39 İmge: İstanbul
Aristo’nun görüşlerine dayanarak bir çıkarsama yaptığımızda, zamandan parçalar ele alındığında zamanın kendisinin varlığını kabul edebiliriz. Geçmiş zaman olmadığına göre ve gelecek zaman henüz olmamış olduğuna göre bizlerin, zamanı yani var olmayan bir şeyi var olan bir varlığa dönüştürmemiz olanaksızdır. Angelopoulos’un zaman-kurgusu da aynı şekilde olmayanın izini sınırlar, olmadan kesme/zincirleme gibi kamera hareketleri olmadan tek bir pan hareketiyle gerçekleştirir. Biraz da Aristo’nun tanımına karşı çıkış olarak da kabul edebiliriz bunu. Yönetmenin zaman kavramı zaten hiçbir şekilde geleceğe yönelik bir anlatıyı kabul etmez. O yalnızca gelecekte gerçekleşecek olayın geçmişteki bağlamlarına, yaşantılarına temas ederek zamanda bir aidiyet duygusu oluşturmaya çalışır. Aidiyet zaten bu sinemanın tözünü oluşturur. Tam da bir yere, bir zamana ait olamamanın yergisidir bu. Bu yüzden yönetmenin filmleri bu arayışın içerisinde sürüklenen karakterler, filmler ise yolculuk filmleridir. Angelopoulos böylece Aristo’nun sınır olarak ilan etmiş olduğu ‘an’ın kendisini karşıt olarak, sınırsızlık olarak ele alır. An sınırsızlığın içerisinde gerçekleşen bir devinimdir. Devinimin var olmasını sağlayan şey bir mekânın varlığı değildir sadece, eğer bunu bu şekilde ele alırsak en saf haliyle mekânın içine yerleştirdiğimiz fiziksel devinimler belli kural ve yasalara karşı bağımlı kılınır ve en nihayetinde yukarıda karşı çıktığımız sinema fiziğindeki determinizm ilkesine çarparız. Angelopoulos sinemasında ise fiziksel devinimler değil algısal devinimler vardır. Bergson’un örneği bu açıdan oldukça önemlidir. Bergson A ile B noktaları arasında yapılan bir devinimden bahseder. Elimi A noktasında. B noktasına götürdüğümde fark edeceğim ilk şey A noktasında iken elimin kımıltısız olduğu ve B noktasına vardığında ise yine kımıltısız olacağıdır. O halde hareketin kendisi ‘kımıltısızlıktan kımıltısızlığa’ bir geçiştir. Burada dikkat etmem gereken şey bakışımın bu hareketi nasıl algıladığıdır. Doğal olarak A-B arasındaki yol çizgi ve bu çizginin sonsuzca bölünebilir nitelikte algılanabilir durumudur.
“Bu ise hareketi benim dışımda beliren bir imge ya da kendi kendime gerçekleştirdiğim bir edim gibi tahayyül etmeme bağlı olarak ya uzamın içinde ya da zamanın içinde tahayyül etmemle ilgilidir. Bununla birlikte her türlü basmakalıp fikri bir yana attığımda bir tercihim olmadığını, benim bakışımın A’dan B’ye hareketi bölünmez bir bütün olarak kavradığını ve eğer bir şeye bölünürse bunun kat edildiği varsayılan çizgi olduğunu, yoksa kat eden hareket olmadığını çabucak fark ederim.” (Madde ve Bellek – Bergson H., 2024)
Yukarıdaki örneği insanın elinden saat kadranları için kullanabiliriz. Saatin en hızlı parçası olan saniyeyi gösteren kadran bizlere Bergson örneğindeki gibi bir ikilemde bırakır. Bir noktadan diğer noktaya giderken kadranın aldığı mesafeyi göremeyiz ama hareket ettiğini görebiliriz lakin burada bizim algıladığımız değeriyle kadranın bir noktadan diğer bir noktaya hareketi olarak algılamamızın nedeni aldığı yolu bir çizgi ya da bir yörünge olarak algılamaya çalışmamızdır. Bir nevi yeniden zamanı mekâna hapsetmemiz kadarıyla zamanın geçtiğini görebiliriz. Daha basitçe söylersek bizler zamanı saate bakarak anlamaya çalıştığımızda saatin kendisinin mekânın bir parçası olduğunu unuturuz. En nihayetinde kadranın kendisi uzama ait değil midir? Onun devinimi sayesinde bizler zamanı algıladığımızı düşünmez miyiz? Biraz daha öteye gidelim diyorum ve saatin bu saniye kadranını görmediğimiz yalnızca sessiz bir geceyi bölen sesinin rahatsızlığını ele alalım. Doğal olarak kadranın aldığı yolu göremem ama sesini işitebilirim. Bu onun hareketini görmememe rağmen onun hareketini algılamam sayesindedir ki, mekâna içkin bir halde algıladığım zamandan azade olarak beni rahatsız eden algıladığım zamanın kendisidir. Zamanın geçtiğini işitirim, duyumsarım ama onu görememek beni rahatsız edecektir. Bu rahatsızlığı gidermenin en kolay yollarından birisi de koyunları saymanın uyumak için iyi geleceği söylencesidir. Koyunları sayarken 1-2-3 şeklinde devam ederim ancak koyunları mutlak suretle bir mekana yerleştirmeliyim ki, zamanın nasıl geçebildiğini bu devinim sayesinde fark edebileyim. Yoksa koyunları bir uzamın içinde hayal etmediğimde geriye yalnızca beni rahatsız eden sayıların yani beni yeniden rahatsız edecek algılayamadığım zamanın kendisi kalacaktır. Zamanı mekâna atfederek bu kavramı kendimizden uzaklaştırmaya çalışırız. Uzaklaştığı zaman da zaten onu düşünmediğimiz için onun daha hızlı geçtiğinin farkına varmayız. Böylece zaman olgusunu kaldırmış olurum.
Yol, yolculuk yalnızca fiziksel anlamda değil, ruhsal anlamda da kendini bulma yolculuğuna benzer ancak bunu tam olarak karşılamaz. En azından Angelopoulos filmlerinde bu her daim öyledir. Bir arayış, sorgulayış veya bir amaç uğruna yapılmaz, yolculuk yaşamın bir parçası olarak görünür. Filmimizde de aynı şekilde bu yolculuk hatırlamanın, belleğin, Proustçu bir ifadeyle gayr-i iradi belleğin [memoire involontaire] hizmetindedir.
Filmin başında çocuk Aleksandre arkadaşlarıyla gün doğumunda denize giderler. Burada Aleksandre’nin giydiği kıyafetler beyaz, askılı bir kısa pantolon ve hemen onun altındaki mavi çizgili kolsuz tişörttür. Askılar çapraz bir şekilde mavi beyaz çizgili tişörtün üstündedir. Ve dikkatle incelendiğinde bunun sembolik olarak bir Yunan bayrağı olduğu aşikârdır. Bu bir milliyetçilik hezeyanı ile düşünülmüş değildir. Daha çok, ileride göreceğimiz gibi sürgün yemiş bir şair olacak olan Aleksandre’nin çocukluğuna, vatanına olan özlemini imlemektedir. En nihayetinde yaşlanmış ve son gününü yaşamakta olan bir adamın çocukluk anısına bakıyoruzdur. Aynı şekilde bu renkleri evin önündeki verandanın üzerindeki örtüde de görürüz. Siyasi anlamda bir metafor olarak algılanabilir ki zaten karakterin yaşamını- aynı zamanda yönetmenin yaşamını- bu siyasi dalgalanmalardan bağımsız düşünmek olanaksızdır.
Çocuklar denize girer. Ve bir kadın, “Alexandre” diye seslenir. Burada bir geçiş vardır. Çocukluktan yaşlılığa Aleksandre’nin aslında bütün bu anıları hatırlanmasından başka bir şey olmadığını görürüz. Ancak bu hatırlama anı yine sabahın olduğu bir ana tekabül eder. Filmin kendisi de zaten Aleksandre’nin yaşamının son gününü anlatır. Ancak sonsuzluk dediğimiz kavram da bu bir gün içerisinde gerek gayr-i iradi belleğin gerekse de hatırlanmak istenen anıların iradi bellek ile uyumluluğundan kaynaklanır. Bazen ne kadar istesek de hatırlayamadığımız şeylerin, sonrasında bir anda karşımıza çıkıvermesi gibi, kimi zaman da hatırladığımız anıların muğlâklığı filmin zaman ve bellek üzerine kurulmuş iskeletinin üzerini sarmalar. Bizim için geçmişte kalan güzel anıların ya da tıpkı başkasının içine girmesini istemediğimiz odanın içindeki eşyaların geçmişteki manevi değerini yüceltmek ve üzerini örttüğümüz beyaz örtünün bu anıların eşyaların şeklini alması gibidir. Bizler bu örtüleri bu manevi hatıraların üzerini örtmek için kullanırız ve bu hatıraları bu şekilde saklarız, örtüyü kaldırmaktan korkar, bu anılara zarar gelmesinden ya da zarar verebileceğimizi, belki de tam tersi olarak onların örtülerini kaldırdığımızda, bize büyük bir keder ve acı vereceğinden korkarız. Ancak ne kadar bundan korkmuş olursak olalım, yine de örtünün altındaki bu anılar ve nesnelerin nasıl bir şekle sahip olduğunu örtünün şeklinden çıkarabiliriz. Örtü onların şeklini almıştır. Filmdeki sis de öyledir bir nevi. Ve yönetmenin sinemasındaki sis-pusun kullanımı bu alana hizmet eder. Anılar sislerin içindeki bir gölge gibidir; bu sisin ardındaki şey her zaman çok uzun bir geçmişte saklı olan anıların gölgesi belirsiz ve donmuş şekilleridir. Tıpkı sınırda tellerin üstünde donmuş vaziyetteki insanlar, Kythira adasına giden yaşlı çiftin sislerin içinde kaybolması gibidir.
Gayr-i İradi Belleğin var olmasını sağlayan, geçmişteki anılarımızın yeniden zuhur etmesini sağlayan ve bu anı-nesnelerin bir anda karşımıza çıktıklarında üzerine yüklediğimiz anlamların billurlaşması, sanki –mış gibi yaparak onları yeniden deneyimlememizi, deneyimlediğimizi sanmamızı sağlayan etken bu nesnelerle ilk karşılaşmamızda bilinçsizliğin vermiş olduğu keyfiyetin bir şekilde yeniden ortaya çıkması ve kedere dönüşmüş olduğunu fark etmemizdir. Nesnenin ilk keyfiyeti ve sonraki karşılaşmada kedere dönüşen duygulanım çaresizlikten kaynaklanır. Tıpkı Proust’un eserindeki göstergeler gibi, bir madlen bisküvisi, kaldırım taşları ya da Balbec’teki kilisenin çanları gibi… Bunlar çoğu zaman Proust’un eserinde bir hale işlevi görür. Eserin tam kapanacağı sırada ortaya çıkar ve yeniden hatırlamayı sağlayarak üzerine eklenmiş diğer anıların da çözümlenmesini sağlar. Beckett’in da yazacağı gibi, “Proust’un bütün dünyası bir çay fincanının içinden çıkar gelir.” (Proust, Beckett S., 2024 Syf: 38).
Alexandre’nin dünyası da bu anlamda denizden, denizin içinden çıkar. Nasıl ki Proust’un bütün evreni bir çay fincanının içinden çıkıyor ise Alexandre’nin yaşamının son günü bu belleğe kazanmış ilk hatıradan arkadaşlarıyla denize girdiği zamandan çıkar. Ki Alexandre bakıcısına gözleri kapalı bir şekilde, “Tuz tadı var… Ağzımda tuz tadı var.” derken yine aynı duyu organına hitap eden bir söyleme tanık oluruz. Madlen’in tadı, Sonsuzluk ve Bir Gün filminde denizin tuzlu tadına eşlik eder.
“Ne var ki, uzak bir geçmişten geriye hiçbir şey kalmadığında, insanlar öldükten, nesneler yok olduktan sonra, bir tek, onlardan yoksun, daha sürekli, daha sadık olan koku ve tat, daha çok uzun bir süre, ruhlar gibi, diğer her şeyin yıkıntısı üzerinde hatırlamaya, beklemeye, ummaya, neredeyse elle tutulmayan damlacıklarının üstünde, bükülmeden, hatıranın devasa yapısını taşımaya devam ederler.” (7)
(7) Swann’ların Tarafı - Proust M. (Çev: Roza Hakmen), Syf: 53 Yapı Kredi: İstanbul
Marcel Proust’un ve Theo Angelopoulos’un çıktıkları yol hali hazırda aynı durumdan kaynaklıdır. Her iki sanatçı da göstergelerini bu çocukluk anılarından elde ederek genişletirler. Ve elde edilen bu çocukluk sanrısına baktığımızda karakterlerin bu anı bir hatıraya ya da anıya dönüşmeden önce farkında olmadıklarını ve bu anıların zamanla yaşantıların, seçimlerin ve daha birçok duygulanımın ötesinde yer edindiğini görüyoruz. Bu çekirdek anılar zamanla yaşamın diğer anılarının içine sirayet ederek onların renklerini değiştirirler. Bunlar aynı şekilde kendilerinden sonra gelen diğer yaşantıların hangi yönde ilerleyeceğini belirlerler ve onlardan bağımsız olarak hatırlanırlar; bu kimi zaman bir esrime kimi zaman da bir patlama halinde gerçekleşmektedir. Bu patlamaları ileride Aleksandre’nin diğer bir çocukluk anısı olan, arkadaşlarıyla birlikte yüzdükleri koydaki tepeye diktikleri anıt-taş sembolüyle işleyeceğiz. Bu birdenbire canlanan anılar ya da hissedilen duyumlar (Madlen’in tadı, denizin tuzu) kişinin kendini yeniden bulması, hatırlayarak aynı zamanda unutması ve bir tür yenileniş olarak okunabilir. Edip Cansever’in deyişindeki gibi, “İnsan, kendine yaptığı yolculuktan yeni bir haberle döner.” Bu aynı şekilde filmde son gününü yaşamasına rağmen geçmişin sürekli açılmasıyla bir tür sonsuzluğa dönüşen yaşamın kendisi de değil midir? Bu aynı şekilde öleceğini bilmesine rağmen kendini bilmeye devam eden öznenin, kendisiyle birlikte var olan nesneleri hatırlaması ve onlara tutunmaya çalışarak kendini var etmeye, yenilemeye, yeni bir haberle dönmeye çalışması değil midir? Bu aynı zamanda hakikatin arayışı değil midir? Belki de şunu sorabiliriz: Yaşamının son gününde halen bir şeyler arayan insan ya da hatıralarına sığınmaya çalışan bir özneyle karşılaşmamız gerekmez mi? Ancak bu sorgulama mekanizması daha çok geçmişte yaşanmış ve yaşatılmış pişmanlıklardan kaynaklanır; yanlış yaşanmış bir yaşamın ya da öyle olduğu düşünülen bir yaşam sorgulanmasıdır bu. Tıpkı Ingmar Bergman’ın Smultronstallet (Yaban Çilekleri, 1957) filmindeki İsak Borg (Victor Sjöström) karakteri gibi. En nihayetinde her iki film ne kadar birbirine benzese de özellikle bu türden hataların yapılmaması için özellikle özel bir başlık altında her iki filmi de karşılaştırmalı olarak inceleyeceğiz. Konumuza geri dönelim:
Sonsuzluk ve Bir Gün filminde yaşamın sorgulanması konusunda anıların değeri yadsınamaz. Özellikle Aleksandre’nin karısı Anna ile olan ilişkisine baktığımızda pişmanlığın varlığını görür gibiyizdir. Ama şu sahne çok önemlidir: Aleksandre’nin geçmişe gittiği sahnelerin birinde karısından bir tepeye çıkmak için izin ister. Böylece filmde bir tür geçmişin geçmişi olarak okuyabileceğimiz bir sahneyle karşılaşırız. Aleksandre karısını özlemiştir, onu hatırlamaktadır, onunla birlikte kumsalda yürümektedir; ancak yine de onu çeken daha başka bir şey vardır. O da çocukluk arkadaşları ile birlikte diktikleri anıt-taşı ziyaret etme isteğidir. Karakter bizim şimdiki zamandan, yaşamış olduğu geçmiş zamana, sonra da bunun sayesinde hatırladığı geçmiş zamandan daha eski bir geçmiş zamana yani çocukluğuna döner. Bu dönüş her daim bizleri bu anıt-taşa götürür. Tıpkı Citizen Kane (Yurttaş Kane, 1942) filmindeki Rosebud gibi. Ve şu noktaya dikkat çekmek isterim ki, sinefil arkadaşlar Avrupalı yönetmenlerin en sevdikleri filmlerin listelerine baktıkları zaman diğer Avrupalı yönetmenlerin yaptıkları filmleri seçerler, doğal olarak Amerikalı yönetmenler de ekseriyetle yine Amerikalı yönetmenlerin filmlerini bu listeleri koyarlar. Angelopoulos bir Avrupalı yönetmen olarak kendi listesinin en başına Amerikalı bir yönetmenin filmini koyar: Yurttaş Kane. Orson Welles filmine baktığımızda Angelopoulos’un bu filmi neden en başa koyduğunu artık biliyoruzdur. Yurttaş Kane filminde de aynı şekilde Rosebud imgesinden yola çıkarak geçmişin açılmasını sağlayan bir nesne olarak görülebilir. Ve filmin hepsi sürekli bu imgenin ya da göstergenin aranışından başka bir şey değildir. Ama aynı zamanda Kane’nin bütün yaşamındaki dönüm noktalarını, yaşantılarını da Rosebud sayesinde öğreniriz. Böylece bu çocukluk anılarını aynı yörüngeye sokabiliriz: Rosebud, Madlen, Taş anıt.
Kurgu olarak da bakıldığında bütün bu eserleri; Kayıp Zamanın İzinde, Angelopoulos filmleri, Citizen Kane sürekli bir nesnenin etrafında dönen ancak bunu hatırlama, bellek ve sürekli geçmiş içinde geçmiş, anı içinde anı olarak görüyoruz. Ancak şimdiki zamandan geçmişe gideriz, gelecek vardır ancak gelecek, hatırlanan geçmişten sonraki gelecek olarak kurgulanır. Yoksa şimdiki zamandan sonraki bir gelecek zaman olarak değil. Bu da ilk yazdığımız gelecekle ilgili bilim-kurgu filmlerinin kurgusundan bağımsız olarak işleyen bir kurguya götürür bizleri. Gelecek sadece geçmişin içinde kendine bir yer edinir.
Aleksandre’nin hayalleri sabahın ilk ışıkları ile birlikte yanında üç yıl boyunca onun bakımını üstlenmiş Ourania’nın sesi ile dağılır. Burada mitolojiye ve filmdeki ikamesine göre yorumlanacak diğer bir karakter de Ourania karakteridir. Sadece filmin başında birkaç sahnede görünmesine rağmen filmdeki göstergelerin tamamlayıcısı olarak yerini alan Ourania karakteri, Aleksandre’nin son gününü yaşadığına dair bir kanıttır. Ourania, Yunan Mitolojisindeki 9 esin perisinden biridir. Gökbilimle ilgili esin veren bir peri olmasına rağmen başka kaynaklarda karşımıza Aphrodite olarak da çıkmaktadır. Ancak filmdeki kullanım amacı aşkın kendisi değildir, çünkü Aleksandre ile olan ilişkisi yalnızca onu son gününe hazırlamaktır ve Aleksandre yolculuğuna başlamadan önce Ourania ile vedalaşır. Bu filmdeki diğer metafiziksel bağdaşıktır. Aleksandre daha sonra teybi açıp kapatır. Karşıdaki evden de yine aynı şekilde ona karşılık verilir. Aleksandre karşıda kendisine karşılık veren kişinin kim olduğunu hayal eder. Bilmek, öğrenmek yerine sadece kendini hayal etmekle meşgul eder. Tıpkı bütün yaşamında olduğu gibi. Sürekli hayal etmekle geçirilmiş yaşamın muhasebesi yerine hayal ettiği şeyleri hayal ederek kıyıda donmuş bir manzaranın içinde köpeğiyle birlikte yürür. Aleksandre’nin bu yaşam yürümesi aynı şekilde yaşamının geri kalanında kalan gerçeğe ulaşma amacı olarak kullandığı hayal ettikleri bizlere bir şairi hatırlatır. Bilmek yerine yalnızca kelimelerle oynayarak hayal eden, belirlenmiş olanın peşinde koşmak yerine belirsizliklerin peşinde koşan bir şair gibidir aslında Aleksandre. Film boyunca konuşma şekli bile bizlere hep bir şairane bir biçimde sunulur.
“Gerçekleri istediğimizi farz edelim. Peki, ama neden gerçek olmayanları tercih etmiyoruz? Ve belirsizlikleri? Hatta bilgisizlikleri? Gerçeğin değeri problemi çıkıyor karşımıza -yoksa bu problemin karşısına çıkan bizler miyiz? Hangimiz Oedipus bu arada? Hangimiz Sfenks?” (8)
(8) İyinin Kötünün Ötesinde – Nietzsche F. (Çev: Arzu Yarbaş), Syf: 15–16 İlya: İstanbul
Aleksandre’nin köpeğiyle yürüdüğü sahneden başlamak üzere başlayan ve açıldıkça açılan dış dünyanın mevsimsel gerçekliği tema olarak da Angelopoulos’un filmlerinde sıkça kullandığı işlevsel bir durumdur.
Bu filmde ise farklı olarak mevsimsel etkiler bireyin yaşlanmışlığını ve son günü olduğunu altını çizen diğer bir olgu olarak karşımıza çıkar. Kış mevsimi, puslu dış dünya kimi yerlerde ise karlı ve soğuk bir hava, hepsi karakterin yaşlılığını imleyen sembollerdir. Ve insanlık tarihinden beridir, insan kendi yaşamı içerisinde geçirdiği evreleri yine aynı şekilde döngüsel olarak bu mevsimlerle ilişkilendirmiştir. Aleksandre’nin üstündeki palto bir diğer yaşlılık motifidir. Palto aynı şekilde yaşlılığı anlatan birçok filmde ön plana çıkan bir giysidir. Vittorio De Sica’nın Umberto D. (1952), Akira Kurosawa’nın Ikiru (Yaşamak, 1952), Ingmar Bergman’ın Smultronstallet (Yaban Çilekleri, 1957) filmleri buna benzer örneklerdir. Palto, özellikle Kurosawa ve De Sica’nın filmlerinde yaşlılığın yanında siyasi-sosyal açıdan farklı bir rolde oynamaktadır. Ancak Bergman ve Angelopoulos’un filmlerinde artık yaşlılığın, gençliğe ait o fiziksel enerjinin ve sıcaklığın tükenmişliğini hatırlatır. Filmde dikkat edilecek olursa yönetmenin diğer filmlerinden aşina olmadığımız bir yaz manzarası ile de karşılaşırız. Aleksandre’nin karısı Anna ile birlikteliklerinde geçmişe yaptığı hatıra yolculukları yaz mevsimleridir. Karakterin, “… [her şey] riyakâr baharın verdiği sözlere inanmaya itiyor.” sözleri aynı şekilde insan yaşamının mevsim ile ilgili metaforlarına itmektedir. Kierkegaard’ın son evresi olarak nitelendirebileceğimiz evrede -dinsel evre- bulunan Aleksandre, Kierkegaard’ın dinsel söylemine yaklaşmayabilir ancak kendini çaresiz ve sığınacağı son umut olarak atabileceği geride bırakmış olduğu anılar ve her şeyin şimdinin ve geçmişin de nasıl umarsızca kendisini terk ettiğini, zamanın kumlarının nasıl da elinden kaybolup gidişini izler. Sessizlik cevabı karakterin de sonunda ulaştığı bir durum olarak karşımıza çıkar. Zaman-çocuk-kumsal-çakıl taşı ilişkisi de bu minvalde genişletebileceğimiz bir tez olarak ortaya çıkar. Burada kaçırılan ayrıntı kumsalın üzerinde oturup var olan çakıl taşlarıyla oynayan bir çocuk (zaman) değildir. Kumsalın içinden çıkardığı çakıl taşlarıyla oynayan çocuktur. Doğal olarak zamanın kumları elinden kayarken geriye kalan irili ufaklı çakıl taşları bizlere geriye kalan bir anı(t) olmaz mı? Geriye kalan çocukluk anılarımız kumun süzüldükten sonra elimizde kalan çakıl taşları değil midir? Kumsaldaki taşların kendileri onları akıp giden zamanın içerisinde çıkarttığımız anılarımızdır her daim. Bu nedenle filmde de bunun karşılığı olarak Aleksandre çocukluk anısı olarak arkadaşlarıyla kumsalda bir taşa ya da gömülü olan bir kayanın başında bu geçmişi yâd etmeye çalışmaz mı? Proust’un kaldırım taşları gibi bunlar geçmişten avcumuzda kalan yegâne çakıl taşlarıdır. Böylece akıp giden zamanın (kum), içinde kaybettiğimizi düşündüğümüz, kaybolduğumuzu düşündüğümüz anda karşımıza çıkan şey de bu çakıl taşlarıdır. (Yakalanan zaman) Hadi biraz daha ileri gidelim: Şebnem Ferah’ın şu Çakıl Taşları parçasının sözleri bu duruma oldukça iyi uyan bir eserdir.
Filmde kullanılan diğer unsur çan sesleridir. Aleksandre’nin sahil boyunca yürüyüşünün sonunda kulağımızda yankılanan bu çan sesinin işitsel olarak Aleksandre’nin farkında olup olmadığını bilmesek de, Aleksandre bu çan sesinin farkına bir başka yerde varacaktır. Bu çan sesini dinleyecek ve içini geçirecektir. Burada yeniden Bergson’un algılanan zaman ile dış dünyadaki matematiksel (uzaysal) zamanı arasındaki ayrımı zikretmekte fayda görüyorum: Bergson, öznenin algıladığı zamanı, ölçülebilen, parçalanabilen ve anların içine sıkıştırılabilen zamandan ayırmıştır. Bergson burada “duree” kavramını öne atarak onu öznenin algıladığı zaman olarak tasavvur etmiştir. Bergson’da zaman ve mekân ayrı olarak ele alınmıştır. Aynı şekilde zamanın kendisi de bir şekilde ölçülebilen ve sınırsız zaman olarak ele alınmış ise de filmdeki bu çan sesleri Bergson’un ayırmış olduğu zamanın kendisini aynı hizaya sokar. Böylece Aleksandre hem ölümünün yaklaştığını içindeki zaman algısı ile kavrar hem de çan sesleri kendisinden bağımsız olarak zamanın ilerlediğini ve zamanın ölçülebilir bir devinim olarak kendisini var ettiğinin farkına varır. Angelopoulos, Aristocu devingen zaman ile sınırlamış olduğu ‘an’ın ötesine geçer, sınırlarını ortadan kaldırır hem de Bergson’un zaman ile ilgili söylemlerinden bağımsız olarak bu iki zamanı birbirinden ayırt etmez. Proust da buna benzer şekilde Bergson’un zaman ve bellek ile ilgili kuramlarından yola çıkarak bütünleştirdiği olguları çürütür.
“Onunla (Bergson) anlaşamadığım pek çok konudan sadece birine değineyim: Mösyö Bergson bilincin bedenden taştığını ve onun ötesine geçtiğini öne sürüyor. Bellek ya da felsefi düşünce söz konusu olduğunda elbette bu öyledir. Ama Mösyö Bergson’un kastettiği bu değil. Ona göre tinsel öğe fiziksel beyinle sınırlı olmadığı için ondan sonra da yaşayabilir ve yaşamak zorundadır. Ne var ki herhangi bir beyin travmasının sonucunda bilinç de zayıflar, dumura uğrar. Sırf bayılmak bile bilinci ilga etmek demektir. ‘Şu halde bedenin ölümünden sonra bilincin sürüp gideceğine nasıl olur da inanılabilir.’” (9)
(9) Proust, Beckett S. (Çev: Orhan Koçak), Syf: 11 Metis: İstanbul
Bergson’un süre kavramı ile söylemiş olduğu özne tarafından algılanan zamanın sınırsızlığı belleğin yitimiyle son bulmaktadır böylece. Bergson uzam ile zamanı ayırmıştır ancak zamanın gerçek anlamdaki sınırsızlığı ile matematiksel olarak sürüp gitmekte olan sınırlı zamanı ayırırken belleğin yitimi konusunda Proust’un da dediği gibi belleğin devamlılığını kabul görmüştür. Bergson’un buradaki ‘duree’ kavramını ele alışı öznenin algıladığı şeylerin sınırı olmayan bir zamandan ziyade zamanın olmamasına, zamansızlığa tekabül etmesi gerektiğini düşünüyorum. Yazının son bölümünde Heiddeger’in görüşleri çerçevesinde daha açıklayıcı bilgilerle bunu destekleyeceğiz.
Aleksandre daha sonra arabasıyla kırmızı ışıkta bir caddede durur. Arka planda ise duran arabaların camlarını temizleyen çocukları görürüz, sonrasında ise polislerin bu çocukları kovaladıklarını… Bir çocuk da aynı şekilde Aleksandre’nin arabasının ön camlarını silmek için yaklaşır ve camları temizlemeye başlar. Ancak arkadaşları bir önceki kırmızı ışık durağında polislerin önünden kaçarken, Aleksandre kendi arabasının camını temizleyen çocuğa yardım ederek onu arabasına bindirir. Angelopoulos’un filmlerinde tarih kendini bu türden sahnelerin ardında gizler. Tipik olarak polislerin çocukları kovaladığı sahne aynı şekilde tarihi siyasi-askeri anlamda çalkantılarla geçmiş bir ülkenin alegorisini sunar bizlere. Bu sahne oldukça basit görünmesine rağmen -ki filmin içerisindeki bütün renkleri kendi rengine dönüştüren bir anlama haizdir diyebiliriz. Bu sahne şimdiki zamanda gerçekleşmesine rağmen bizlere aynı şekilde Alexandre’nin geçmişinden bir kesit sunar. Nasıl ki geçmişte yaşanmış siyasi kırılma Aleksandre’yi ülkesinden sürgün etmiş ise ve yaşamının bir sonraki evrelerini buna göre şekillendirmişse filmdeki şimdiki zaman da aynı şekilde filmin bundan sonraki bölümlerinde gerçekleşecek kırılma anlarına gebe kalacağını söyleyebiliriz. Doğal olarak gönül rahatlığıyla şunu söylemek mümkündür: Aleksandre ve arabasına aldığı çocuk arasındaki ilişki gerçek anlamda biyolojik bir ilişki kadar geçmiş ve şimdikinin bir ilişkisi olarak da kendini sunarken Aleksandre’nin -dolayısıyla yönetmenin de- baba-çocuk ilişkisi nazariyatında bir ilişki yaşayacaklarını ve yahut daha da zorladığımızda, çocuğun aslında en saf haliyle Aleksandre’nin çocukluğu yani geçmişi olduğunu belirtmekte bir beis görmüyorum. Böylece geçmişini bir şimdiki zaman olarak taşıyan Aleksandre’nin film boyunca başından geçen tüm olay örgüsü aslında geçmişin getirmiş olduğu -dikkat, determinist olmayan- ‘yekpare’ bir andır. Bu an parçalanamayan bir bütün dâhilinde Angelopoulos’un da tüm derdini ifşa etmektedir. Aleksandre’in ölümüne bir gün kala karşısına çıkan çocuk onun yaşama değerlerini bir nebze de olsa daha değerli kılacaktır. Lakin o arabasına aldığı çocuk sayesindedir ki, geçmişini hem taşıyarak, yeniden yaşayarak kurtulacaktır. Yönetmenin babasının 1936 yılında yapılan bir askeri darbe neticesinde yakalanıp ondan haber alınamaması ve sonra da öldü denilerek umudun kesildiği anda yeniden dönmesi yönetmenin yaşamındaki ve eserlerindeki bir diğer konu olarak karşımıza çıkarken, Angelopoulos’un da bu film sayesinde kendine bir baba arayışının nihayete erdiğini söyleyebiliriz.
2. BÖLÜMÜN SONU
Orhan Miçooğulları
kusagami@sanatlog.com
Yazarın diğer yazılarına ulaşmak için tıklayınız.
Mia aioniotita kai mia mera (1998, Theo Angelopoulos) - 1. Bölüm
14 Haziran 2024 Yazan: Editör
Kategori: Manşet, Modern Klasikler, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Theo Angelopoulos’un 1998 yapımı Mia aioniotita kai mia mera (Eternity and a Day), Türkçeye çevirisiyle Sonsuzluk ve Bir Gün filmi bizlere bir romancının ya da düz yazının hiçbir zaman veremeyeceği bir şiir duygusuyla verilmiştir. Hiçbir zaman düz yazıya dökülemeyecek olanın imlenmesi, sembolize edilmesi, çağrışımlar yapması mümkündür ancak dediğimiz gibi düz yazıya aktarılması mümkün değildir. Bir sanat yapıtı üzerine düşünmek, onu bir bulmaca gibi çözümlemek, sahneleri, görüntüleri, imgeleri birbirine bağlamak her ne kadar bizleri sanat eserine yaklaştırsa da asla o sanat eserini anlamaya yetmeyecektir, ki sanat eserinin amacı da bu değildir. Bu söylem belki de kurguya değer veren kurgunun kendisini, yaşamın kendisini film şeridi üzerine aktararak film analizlerinin, eleştirilerinin yapılmasını; fikirlerin, rasyonalitenin oluşmasını sağlayabilir, bireyi farklı bir alanda yaratma adına bir eyleme yöneltebilir –ki sanat eserine biraz daha yakınlaşmayı sağlayan etken de budur. Ancak kimi zaman da sanat eseri bireyin kendisini bu fikirlerden ve iradeden bağımsız olarak seyretmesini, duyumsamasını, Goethe’nin bütün dünyayı bir çakıl taşından izlemesi gibi bir istekte bulunabilmektedir. Sinemada ise kuram olarak bunu aşabilen kurgunun kendisini dıştalayarak özne için bir çakıl taşı olabilme yetisine sahip çok az sanat eseri ve sanatçı vardır. Burada kurgunun dolaylı olarak ifade etmek istediği şeyi algılayıp bunu çözebilmek, bir Ariadne ipliğine sarılır gibi labirentin içinden çıkmanın verdiği hazzın kendisini kesinlikle bunun dışında tutmuyoruz. En nihayetinde sinemanın kendisine, sanatın kendisine değer kattıklarını düşündüğümüz kuramların her şekliyle var olduğunu ve gerçekten Godard gibi sinemanın ölümünü değil de henüz keşfedilmemiş alanlarının da olabileceğini yadsımak oldukça kötümser bir tavırdır. Bu bizleri sanat eserine yaklaştırmaz, tam tersine gelişime, üretime, çakıl taşının seyredilişindeki düşlemin bir kâbusa dönüşmesine neden olur ki, kâbus bile yine aynı şekilde aslında yaratımın, eserin de ortaya çıkmasını sağlayan bir diğer etken değil midir?
Sinema kuramlarına geldiğimizde, en basit haliyle ele alacak olursak, Rus kuramcıların izinden giden ve imgeyi bir laboratuvar ortamında yeniden yaratan, ona şekil veren, onu parçalayan filmlerin varlığı -ki bu işlemi bir Hitchcock filmine uygulayabilirsiniz ancak bir Tarkovski filmine uygulamanızın mümkün olmayacağını görebildiğinizin farkına varmanız işten bile değildir. Sanatçı bu türden filmlerini zaten izleyiciye bir ipucu vermesi için ya da onu düz yazılaştırabilmesi için vermez yalnızca, ondan ilham almasını sağlamak, onu farklı yaratımlara sevk etmek, ondan haz alabilmesini sağlamak ve öznenin kendini keşfedilmesini sağlamak için yaratır. Doğal olarak bu türden filmleri yazmak mümkün değildir ve hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Bu sanat yapımları üzerine okuduğumuz şeyler yalnızca yazarın coşkunluğu, paylaşımı ve kendi hissettiklerine dair bir süreçten başka bir şey değildir. Zihnin melekelerini genişletmek için okuruz, sanat yapıtının özüne ulaşmak için değil. Sanat yapıtının özüne ise zihinsel olarak değil, her daim duyumlarla ulaşırız. Doğal olarak burada ulaşacağımız nokta zihnin yetileri ile duyum yetileri arasındaki bağlantıdır. Burada uzun uzadıya bu bağlantıları irdeleyecek durumda değiliz –ki felesefe olsun, psikanaliz olsun ya da pozitivizm açısından ele alınmış olsun bu konu üzerinde oldukça derin tartışmalar ve yazılar bulunmaktadır. Biz daha çok bunların neticelerine incelemeye çalıştığımız eserin üzerinden yola çıkarak varmaya çalışacağız.
Angelopoulos sinemasının da bu açıdan yazılamaz özelliği şiirsel kavramlardan yola çıkarak yaratılmış bir sinema olmasıdır. Angelopoulos kendine has bir plan-sekans yaratır filmlerinde; bu plan-sekans kameranın 360 derece dönebilmesine olanak verebilen sahneler, bir tür zamansal yeniden yaratımlardır. Bu nedenle Angelopoulos ‘’zamanla bir çocuğun çakıl taşlarıyla oynaması gibi oynar.’’ (Herakleitos). Lakin bu 360 derecelik açı aynı zamanda bir çemberin bütün açılarının toplamıdır. Doğal olarak İlkçağ Yunan felsefecilerinin, özellikle Aristo’nun zamanın kurgulanış ve algılanışı üzerine söylevine yer verecek olursak:
“Zamanın kendisi de bir çember diye düşünülüyor. Yine bunun nedeni de şu; zaman bu tür yer değiştirmenin ölçüsüdür ve o böyle bir yer değiştirme ile ölçülür. Dolayısıyla nesnelerin oluşları bir çember oluşturuyor demek zamanın çembersel bir akışı var demektir. O çembersel yer değiştirmeyle ölçüldüğü için böyle.” (1)
(1) Zaman Kavramı (Aristo, Augustinus, Martin Heiddeger), Babür S. Syf: 39 İmge: İstanbul
Aristo’nun burada nesnelerin sürekli yok olması ve yeniden oluşması arasındaki nedene dayanarak ileri sürdüğü bu tez benzer şekilde Nietzsche’nin Bengi Dönüş kavramını hatırlatır (Filmimizin bağlamına oldukça uyar). Doğal olarak varlıklar kendinde olarak sürekli bir ‘dönüş’üm içerisinde varlıklarını idame ettirmektedirler. Ancak Aristo zamanın kendisini bir devinim olarak ele almaz, daha çok devinimin bir parçası olarak ele alır. Aynı şekilde burada ele almış olduğu üzere Zaman meselesini bir an olarak sınırlayarak ‘an’ın öncesi ve ‘an’ın sonrası olarak ikiye ayırırken böylece anın kendisine bir sınır koymaktadır. An sınırdır. Aristo böylece zamanı özneden bağımsız ele alarak yalnızca zamanın işleyişini, devinimini veya neye göre devindiğini ele alırken, öznenin algısının içine girmez. Zaman algısının öznede yaratmış olduğu devinimden çok, zamanın bağımsız işleyişini ve bunun yalnızca nesnelerdeki değişimin, dönüşümün nedenini, perspektifini izler. Ancak Angelopoulos sinemasındaki zamana olan yaklaşım karşıt anlamda ele alınır. Burada yanlış bir anlama olmasını önlemek için yukarıdaki çember örneğini yalnızca kamera hareketi örneğini pekiştirmek ve ‘dönüşümü’ sembolize etmek maksadıyla verdiğimi hatırlatmak istiyorum. Yönetmenin sinemasındaki zaman algısı nesnelerin değişimini değil, bunların özne üzerindeki etkilerini ve öznenin karar vermesindeki nirengi noktaların yerleşimini, hangi durumlarda hangi olayların öznede nasıl bir etki bıraktığı üzerinedir. Zamanın nesneleri nasıl değiştirdiği değil, öznenin algı olarak zamanın kendisi olduğunu Heiddegerci bir tavırla altını çizebiliriz. ‘’İmdi biz ‘an’ı devinimden önce ile sonra olarak ya da öncenin sonu, sonranın başı olan şey olarak değil de tek şey olarak algıladığımızda hiçbir zaman geçmemiş görünüyor, çünkü devinim de yok. Ama önce ile sonrayı algıladığımızda ‘zaman geçti’ diyoruz. Aslında zaman şu: Önce ile sonraya göre devinim sayısı.’’ (a.g.e: Syf:16)
Aristo’nun ‘An’ın sınırlılığı üzerine diğer bir karşıt görüşe Tanpınar’ın dizelerinden bakalım:
“Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare geniş bir anın
Parçalanamaz akışında.”
…..
(Ne İçindeyim Zamanın – Ahmet Hamdi Tanpınar)
Aristo’nun zaman algısı tıpkı Bergson’un daha sonra zamanı mekândan ayırmakta kullanacağı ‘süre’[duree], hareket, yörünge kavramlarına benzer. Burada öznenin algısı yukarıda dediğimiz gibi salt mekâna ya da nesnelere içkin bir şekilde ele alındığında, bellek, tin, öznenin dışarıda bırakıldığında gerçekleşen bir problemi karşımıza çıkarır.
Filmimize dönecek olursak: Filmin açılışı yeşil ağaçların arasındaki üç katlı bir beyaz ev sahnesi ile gerçekleşir. Mimari açıdan baktığımızda oldukça nostaljik bir havası olan bu evin etrafında artık budanmaya bile gerek duyulmayan neredeyse yaşamın bulunmadığı -insan yaşamı- sanısına kapılacağımız soğuk bir manzarayla karşılaşırız. Ve ardından Alexandre diye seslenen bir çocuk sesi bu soğukluktan bir nebze de olsa kurtarır bizleri. Ancak burada karşılaştığımız, duyduğumuz sesin sahne ile olan çatışkısıdır. Bu nereden kaynaklanır? Ses bize evin içinde oturan bir çocuktan mı yoksa dışarıdan içeriye söylenen bir ‘uyandın mı’? sözünden yola çıkarak mı söylenmiştir. Esasen her ikisi de değil. Buradaki çatışmanın esas meselesi tek bir uzamdan kaynaklı değil, uzam-zaman ilişkisi açısından bir karşıtlık oluşturmasıdır. Ses geçmişten gelen bir duyum niteliği olarak arzıendam eder. Başka bir deyişle, sesin sinemadaki diegetic ve non-diegetic formlarıyla karşı karşıya bırakılırız.
Diegetic veya non-diegetic formlar sinemadaki ses merkezinin neresi olduğuna ilişkin zihnimize saplanmış sorulardır. Diegetic ses formu daha çok sahneyi güçlendirmek, etkiyi arttırmak için kullanılan seslerden oluşur ancak non-diegetic tamamen sahneye ait olan, sahnenin içinden işitebileceğimiz her sesin duyulmasıdır. Bu konudaki ses malzemeleri leitmotif olarak karşımıza sıklıkla çıkmaktadır. Çocuğun sesinin nereden geldiğini pekâlâ filmi ilk defa izleyen bir seyirci algı olarak evin içinden geldiğini sanacaktır. Ve sahne aynı anda hem şimdinin hem de geçmişe ait olan bir anının bir araya getirilmesiyle oluşturulmuştur. Aynı şekilde bir başka örnek ise Alexandre karakterinin dinlediği müzik- Eleni Karandriou’dan Eternity and a Day- ilk başta bizlere sanki sahneye eşlik eden dışarıdan -filmin dışından- gelen bir ses olarak gelir, ancak karakterimiz gidip teybinin sesini kapattığında aslında müziğin bu teybin içinden çıktığını gördüğümüzde şaşırırız. Aynı şekilde non-diegetic olarak sandığımız bu ses aslında yine diegetic bir forma sahiptir. Angelopoulos’un tek sorununun bu olmadığı kanısındayım lakin burada yönetmenin sınır problemini müzikal açıdan da ele alınabileceğini düşünmek yeterlidir. Burada görüntünün sese mi hizmet ettiği yoksa sesin mi görüntüye hizmet ettiği belirsizdir. Çoğu zaman seyirciyi yanıltmak için kullanılsa da büyük sanatçılar bu kural-dışılığı daha çok karakter ya da kendi eserlerinin özüyle bir araya getirirler. Örneğin; ‘’Ayrıca konvansiyonel film tekniğinde diegetic ve non-diegetic seslerin arasındaki ayrım nettir. Fakat Otto e Mezzo’da Nino Rota’nın müziği oldukça bulanık kullanılır. Kaplıca sahnesinde müzik non-diegetic görünürken Fellini film karesine bir orkestra sokar ve müziğin diegetic olduğunu düşünürüz. İrrasyonel bir kronoloji oluşturularak yaratılan bu kafa karıştırıcı pasaj, bize Guido ve çevresindeki dünya arasındaki uyumsuzluğu gösterir.’’ (2)
(2) http://www.itusozluk.com/goster.html/otto+e+mezzo/@9873639
Bu filmde ise müziğin kullanımının sınırdan kaynaklandığını söylemiştik. Fellini örneği gerçekten önemli bir örnektir, aynı şekilde Guido ile Alexandre arasındaki benzerliği gösterdiğini söylemek de mümkündür. Ancak bu yeterli değildir. Filmdeki otobüs sahnesini hatırlarsak yeterli olacaktır. Otobüse binen üç konservatuvar öğrencisi filmin tema müziğini enstrümanlarla çalarlar ve bu diegetic olarak seyirciye verilir. Ancak belli bir andan itibaren müziğe başka enstrümanların da katıldığını duyarız, bir anda üç ses duymak yerine daha çok sesli bir eserle baş başa bırakılırız. Yani Fellini sahnesinde seyirciyi şaşırtan noktanın tam tersidir. Bu şekilde tersine çevrilen noktada yönetmenin sorununun Guido’nun sorunu ile ortak paydada alınamayacağı aşikârdır. Müziğin filmdeki sınırı silinerek diegetic ve non-diegetic problem ortadan kaldırılır. Amaç seyirciyi şaşırtmak ya da karakterin kafasındaki karmaşayı vermek değil (Guido), tam tersine daha önce bellekte var olan müziğin (sesin) hatırlanması ve bu hatıraların yarattığı kederdir. (Aleksandre)
Bu durum aynı zamanda Angelopoulos’un kamerasını zamanın merkezine yerleştirdiği duruma oldukça uymaktadır. Müzik böylece hem geçmişte duyulan bir anıyı harekete geçirerek o anın yaşamasını sağlayacak organik koşulları yaratır hem de şimdinin üzerine binerek onun gelişmesini, kök salmasını sağlar. Burada otobüsteki sahnede kullanılan müzik esasen karakterin geçmişte dinlediği bir müziktir ancak müzik gittikçe onu geçmişe götürür ve şimdiye ait bütün izleri siler. Böylece geçiş uzam açısından gerçekleşmek yerine yerini öznedeki zaman algısına teslim eder. Sınırlar silinir, geçmiş ve şimdi aynı anda hizaya gelir. Gezegenlerin aynı hizaya gelmesini sağlayan yörüngeye benzeyen bu durumda göreceğimiz tek şey algımızın nasıl ki bu gezegenlere bakarak onların ardıl bir şekilde dizinlenmesinin bizde uyandırdığı coşkunluk/keder/sevinç gibi duygulanımlardan hangi duygunun hangisinin ardında bilemeyeceğimiz/göremeyeceğimiz/duyamayacağımız halin tasavvurudur.
Filmin başlangıcındaki sahneler şüphesiz Alexandre’nin çocukluğuna götürür. Arkadaşı ona depremde denizin altına gömülen bir adadan bahseder ve şiirsel hale getirilerek bu adanın denizin dibinde uyduğunu, sadece ayda bir kere yüzeye çıktığını ve bu esnada sabahyıldızının bile yeryüzünü terk etmeyi reddettiğini, böylece zamanın bile durduğunu ifade eder.
Yönetmenin bütün filmografisine baktığımızda ‘zaman’ kavramının ‘ne’liği üzerine pek fazla bir anlam yüklenmemiş, yalnızca zamanın içerisinde sürüklenen karakterlerin film içindeki salınışlarını gözlemleyebilme imkânımız mümkün olmuştur. Yönetmenin zaman ile ilgi meseleleri bu filmin yalnızca adı ile ilgili değil gibi görünür. En nihayetinde birçok yazıda karşılaşacağımız altı çizilen nokta olarak bu filmin yönetmenin Otto e Mezzo’su olduğudur. Açıkçası bu kavramı kullanmanın ne kadar doğru olduğu tartışılır. En nihayetinde bu kavramın sık kullanılması neredeyse birçok yönetmen için geçerli bir neden oluşturması bakımından ve bunun yaratıcılık üzerine, yazma edimi üzerine bir fikri oluşturma üzerine birçok çeşitlemesini yakalayacağımız aşikârdır. Doğal olarak şunu dememiz mi gerekir? The Shining (Cinnet, 1980) filmi Kubrick’in Otto e Mezzo’sudur. Barton Fink (1991) Coen’lerin Otto e Mezzo’sudur. Bu bana göre düşülen diğer bir hatadır. Fellini’nin filmi bir sanatçının - kendisinin!- yaratıcı süreçlerine dair oldukça iyi bir eserdir. Yaratamamanın yaratıldığı bir eserdir. Yaratamamanın etki ve sonuçlarının değil. Lakin her yönetmenin bu konuda film çekmesi, bu konu üzerine eğilimleri, böyle bir kalıp koymamıza ve birçok açıdan hataya düşmemize neden olur. Çünkü verilen örneklerde olduğu gibi bu filmlerin ya da diğer filmlerin böyle bir kavramı ne kadar karşılayabildiği -aslında bu da önemli değil- muamma olmakla birlikte, böyle bir kavramı başka bir filme yakıştırmanın altında yatan yegâne gerçek film yazarının fikir üretmedeki kısırlığı olduğunun farkına varırız. Haliyle sinemada bir ilk olan Otto e Mezzo’nun ne olduğu gerçeğinden onunla ilk kez karşılaşan bir izleyicinin böyle bir filmi nereye koyacağını bilememesinden -ki bizler ilk kez karşılaştığımız bir şeyi mutlak bir suretle belli bir kalıbın içine sokarak onun daha anlaşılır bir şekilde kavranmasını sağlamak, kendimizde farkına vardığımız böyle bir eser karşısında aşağılanmışlık duygusunu, belirsizlik duygusunu yenebilmek için bu türden kolaya kaçma yollarını zihinsel olarak yaratmakta oldukça maharetli varlıklarız- kaynaklı olarak bu türden indirgemeci yaklaşımını diğer anlaşılması zor eserler üzerine yükleyecektir. Yönetmenin ‘zaman’ kelimesini dolaysız olarak kullandığı bu filmde -eğer başka bir filminde kullanmış ise okur yardımını esirgemez umarım- yönetmenin de bir tür yaşlanma etkisi ve bunun belirtileri ile başa çıkma yöntemi olabileceğini düşünebiliriz. Doğal olarak Angelopoulos’un filminin ana karakterinin bir yaşlı şair olması da tesadüf olmasa gerek.
SİNEMA KURGUSUNDA DETERMİNİZM İLKESİ
Bu bölümde uzun uzadıya sinema kuramlarından bahsetmek yerine Angelopoulos’un sinemasındaki ve bazı diğer filmlerdeki zamansal kurgunun nasıl işlediğine kısa bir anekdot düşmeyi düşünüyorum. Öncelikle bir filmin hayatın tamamını ele alması olanaksızdır. Ancak insanların başka yaşamlara, kültürlere, mekânlara vs. merakı bu sanatı bir tür edilgin voyuerism noktasına getirmiştir. Bunun en güzel örneğini Truman Show (1999, Peter Weir) filminde görmüştük. En basit haliyle seyircinin genel olarak bildiği kurgu zaman perspektifinden bakıldığında yaşamdaki birçok etkinliğin -ki bu aynı zamanda Alfred Hitchcock’un, “Film, hayatın sıkıcı anlarının kesilerek kısaltılmış halidir.” deyişini hatırlatmaktadır- gösterilmemesine ya da gösterilmeye gerek duyulmamasından kaynaklanır. Hitchcock’un yukarıdaki sözünü destekleyen bir diğer sözü yine, “İnsanlara bir dilim kek veriyorum.” şeklindedir. Burada gerçekten hayattaki fazlalıklardan ne kastedildiği muallâktadır. Çünkü her yönetmenin kurgu anlayışı bir insan yaşamını düşündüğümüzde bu yaşantının içerisinden kendilerine göre biçip kestikleri anların yansımasından başka bir şey değildir. (Andrei Tarkovski – Mühürlenmiş Zaman) Okuyucu şunu soracaktır hemen: Neden sürekli bir Hitchcock örneği verilmektedir? Elbette haklı ve yerinde bir soru olarak kabul edebiliriz bunu; lakin Angelopoulos’un sineması ile Hitchcock’un ve onun temsil ettiği sinemanın tamamen karşıt sinemalar olduğunun altını çizmeye gerek yok. Ancak beni bu örneklemeye yönelten şey özellikle Hitchcock’un söylemiş olduğu sözün kendisidir. Doğal olarak Hitchcock hiçbir şekilde uzun plan-sekanslara yer vermez. -Rope (İp, 1948) haricinde- ki bu filmde de bazı nesneler kurgu nesnesi olarak vazife görür. Aynı şekilde zaman kavramı genel olarak Angelopoulos sinemasında tıpkı Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’ki gibi bir Kayıp olan zamanın -Hitchcock’un kesin olarak reddetmiş olduğu haliyle sıkıcı olarak görülen yaşam parçalarının olmaması- bir tezahürü olmasıdır. Eğer Hitchcock’un bahsettiği bu hayattaki fazlalıklar yönetmen için bir önem atfetmiyorsa, bunun tam karşıtını aramak zorunda kalırız ki bu da Angelopoulos ve Tarkovski sinemalarıdır. Haliyle zaman-bellek kavramlarına burada girmiş bulunuruz. Bunlar tam da insan yaşamının kurgulandıktan sonra geriye çıkardığımız kalan anların kurgulanmış olan yapıya hizmet etmesidir ki, her iki kuram ya da anlayış da birbirini tamamlar niteliktedir. Sıkıcı görülen zamanlar insanın düşündüğü ve kayıp zamanlar olarak vakitte insanın öz niteliklerinin değişmeye, dönüşmeye başladığı anlardır.
Sinemada zaman filmlerinin her daim Hollywood sinemasının tekelinde olduğunun farkındayızdır. Ancak buradaki zaman kurgusu olayı ya da paradoksu daha çok geçmişe/geleceğe gidilen bir makine aracılığıyla sağlanırken kimi zaman uzamın bilgisayar teknikleri aracılığıyla değiştirilmesi sonucu da elde edilebilmektedir. Örneğin 1960 yapımı, H.G. Wells’in aynı adlı romanından uyarlanan The Time Machine (Zaman Makinesi) filminde zaman makinesi sabit bir alandadır. Kişi zaman makinesiyle belli bir zamana gideceği vakit yalnızca bu makinenin içine girer ve etrafındaki her şey kendi dönemini yansıtacağı şekilde şekillenir. 2024 yapımı Frequency (Frekans, Gregory Hoblit) ya da 2024 yapımı The Butterfly Effect (Kelebek Etkisi, Eric Bress & J. Mackye Gruber) filmleri yine aynı şekilde yalnızca uzam üzerinden yola çıkarak zamanda görülen etkiler bağlamında yapılmış filmlerdir. Zaman böylece mekâna içkin olarak devinimini sürdürür. Mekân zamandan bağımsız olarak var olamayan bir meta haline gelir ve mekanın içerisinde bulunan her şey determinist bir ilkeye bağlı olarak değişim geçirir. Bu tamamen maddesel bir uzam, dokunulabilen ve dokunulduğu anda da tüketime hazır bir şekilde sunulan kapitalist bir gereç olarak kullanılır. Tam tersi bir durum olarak zamanın kavranılmazlığı yalnızca mekânın değişiminden hareketle mevcut kılınır. Doğal bir güdüyle zamanı kavrayamama nedenimizi mekâna aktarırız ki bu bizi Bergsoncu kuramın izlerine kadar götürür. Filmlerde gördüğümüz bu uzamsal değişimin algısı sadece mekân olarak tasavvur edilse de, aşırıya kaçmamak kaydı ile zamanın değişimlerini gözlemleyebiliriz. Bu açıdan bir ‘zeitgeist’ kavramı mekânın ruhunu yansıtarak bizleri Proust’un belleğinin izlerini sürmemize yardımcı olur.
“İlim dışı şeyleri derinden incelemeğe girişirken mekân ve zaman unsurlarını biribirinden ayırıyor. Süreden sadece zamandaşlığı, hareketten sadece müteharrikin vaziyetini, yani hareketsizliği ele aldığını ispat ettiğimizi sanıyoruz. Burada mekân ile sürenin birbirlerinden ayrılmaları pek açık ve aynı zamanda mekânın menfaatine oluyor.” (3)
(3) Şuurun Doğrudan Doğruya Verileri, Bergson H. (Çev: Prof. M. Şekip Tunç), Milli Eğitim: İstanbul
Bergson’un yukarıdaki alıntısı birçok şeyi özetler nitelikte. O halde şunu sormak gerek: Gerçekten Hollywood’un zaman ile ilgili filmleri ‘zaman’ ile ilgili değil mi yoksa? Kesinlikle yakından uzaktan hiçbir alakaları olmadığını görebiliriz. Filmlerde görebildiğimiz tek şey mekânın değişimi olayıdır. Mekânın menfaati böylece zaman olarak algımızı bir yönlendirme vazifesi olarak işlev görmektedir. Bu işlev yalnızca zamanın değişimini vurgulamaz, zamanın değiştiği algısını çarpıtır, insan zihnindeki zamanı gerçek anlamda silerek yalnızca mekânın içerisinde vuku bulan olayları, değişimleri görmemize neden olur. Olay burada yine kurguya göre şekillenmektedir. Bu kurgu sinemadaki film kurgusundan çok insan zihnindeki kurguyla alakalıdır. Kurgulamaya hazır bir vaziyette olan bir insanın, bir sihirbaz karşısında illüzyon ile kandırılmaya razı olması gibi tüm bunları kabul ederek filmleri izleriz. Böylece ilk sahnede gösterilen bir zaman makinesi ritüeli sonrasında olayların gerçekleşeceği mekân her daim kafamızdaki kurgu sayesinde çift katmanlı olarak şekillenmeye başlar. Bunun nedeni de gerçek anlamıyla kavrayamadığımız zamanın kendisini mekânın içerisinde sermeye çalışmamız ve onu soyut ve şekilsiz bir evren olarak yeniden yaratmak zorunda kalmaktan, somut bir şekle indirgeyip onu anlaşılır, elle tutulur bir kıvama getirme zorunluluğundan kaynaklanır.
Şimdi Hollywood sinemasındaki pop-corn zaman anlatılarını ele alalım: Bu türdeki zaman anlatımları her şeyden bağımsız olarak öznenin nesnelerle olan ilişkisini, nesnelerin dönüşümüyle anlatır. Öznenin hayati olumsallığı bu nesnelerin değişimine bağlıdır. Şayet bu nesneler bizim algıladığımız hallerinden çok değişime tabi tutulurlar. Özne değişmez ve kalıcı bir biçimde bu nesneler tarafından kati suretle değişmeyen bir varoluşa itilir. Özne değişmez, nesneler değişir. Buradan yola çıktığımızda şunu sormamız gerekir: Nesneler neye göre değişmektedir? Öznenin algıladığı bir biçime göre mi yoksa yalnızca zamanın değişen durumlarına göre mi? Bu tür filmlerde adım atarken dikkat etmemiz gereken husus ve düşmememiz gereken hata, nesnelerin öznenin algısına göre değiştiğini vurgulamaktır. Doğal olarak nesneler yalnızca öznenin zaman içinde gezinmesiyle değişirken aslında gerçekten öznenin algısına bağlı bir sürece tabi olmaktan çok zamana bağımlı bir şekilde değişirler. Dolaylı olarak nesnelerin değişmesi sonrasında öznenin zihinsel faaliyetleri ve tepkileri ona göre şekil alır. O halde özne bu tür filmlerde edimi gerçekleştiren -fail- olmasına rağmen onun değişmesini sağlayan şey zamanın kendisi değil, nesnelerin değişimidir. En basitinden bir örnek vermek gerekirse: Back to The Future Part II (Geleceğe Dönüş 2, 1989, Robert Zemeckis) filminin ana karakteri Mcfly 2024 yılına gider ve Doktor özellikle ona hiçbir şekilde hiçbir şeye dokunmamasını tembihler. Ancak Mcfly hırsına yenik düşer ve 1985–2010 yılları arasındaki bütün spor karşılaşmalarının sonuçlarının yer aldığı almanağı alarak 2024 zaman diliminden kendi zamanı olan 1985 yılına gider. Karakter değişmemiştir, nesneler zaman sayesinde değişmiştir. Ancak nesneler haddi zatında dokunulduğunda ve yerleri değiştirildiğinde karakterin yani öznenin yaşamını ve doğal olarak determinist bir ifadeyle yaşamın bütün evrelerinin değişmesine neden olmuştur. En nihayetinde karşılaştığımız şey zamanda yolculuk temasının işlendiği ve bunun Hollywood filmlerindeki yansımasıdır. Zamanın uzamı belirlemesine göre şekillenmiş, var olmuş, değişmiş her nesne dolaylı olarak bu filmlerde öznenin yaşamındaki kırılmalara neden olacak değişimlere sebebiyet verir. Diğer bir anlamda durağan olan öznenin yaşamı devingen olarak kullanılan nesnelerin durumuna bağlanmaktadır. Lakin özne daha sonra bu değişen nesnenin zamandaki yeri neredeyse onu yeniden oraya koymak ya da geleceğin keyfiyeti açısından değişmesini engellemek zorundadır. Burada bizler determinist bir yapıtla baş başa bırakılırız. Maddenin kendisi gelecek ya da geçmiş ile ilgili olabilir, bunun değiştirilmesi ardından gelecek olan bütün yaşamın noktalarını düzlemsel bir şekilde değiştirmeye muktedirdir. Buna basit örnek olarak yine Geleceğe Dönüş filminin ikinci bölümünde Doktor Emmet’ın, Marty’e kara tahtada çizmiş olduğu gelecekten alınan nesnenin geçmişe götürülerek farklı ve daha kaotik bir geleceğin şemasının tebeşirle düz bir çizgi olarak çizilmesi ve bunun ana yoldan ayrılmış diğer bir tali yol olarak belirtilmesi oldukça önemlidir. Bununla ilgili son örneklerimizi verelim.
Bu örneğin henüz gelişmemiş, bir fetüs halini almış örneğini daha aktaralım: Terminator 2: Judgment Day (1991, James Cameron) filminde gelecekten gelen robot henüz oluşturulmamış ve gelecekte yapılacak devrimin ön ayağı olacak John Connor’ı öldürmeye programlanmış bir şekilde gelir. Ancak daha da ilginci aynı şeyi John Connor’ın kendi şimdiki zamanında gelecekten kendisini öldürmeye gelen robotların tasarımcısını ve buna neden olacak nesneyi yok etme bilincini kazandığı anlardır. Doğal olarak burada zaman filmleri kendisini tekrar eden, kendi kuyruğunu yiyen yılan misali sirküler bir paradoks zinciri içerisine mahkûm edilirler. Bu paradokstan kurtulmanın tek yolu mantık hatası olabilecek kullanılan bilinçli bir artı bilgi sayesinde gerçekleşir. Böylece seyirci izlemiş olduğu bu filmlerden zevk alarak, biraz da zihninin yorulmuş olduğu sanısıyla keyifli bir şekilde salondan çıkar.
O halde şu soruyu sormakta bir beis görmüyorum: İnsan neden bu türden filmleri izlemekten keyif alır? Çözebildiği için. Daha da derinleştirecek olursak, zamanı, yani kavrayamadığı şeyi bir çamaşır ipi üzerinde asılmış olarak görüntüleri düzgün bir sıraya göre dizebildiği, bunu anlayabilmek amacıyla zihnini yorup ve sonunda bunu başarabildiğini sandığı içindir. Hemen yakın bir dönemden örnek vermek istiyorum: Wachowski Kardeşlerin Cloud Atlas (Bulut Atlası, 2024) filmini izlemiş olan birçok seyirci ve yorumcu filmin bir daha görülmesi gerektiği konusunda ağız birliği etmişçesine bu söylemlerini dile getiriyor. Neden? Bu daha çok filmdeki kurguların ilk izleyişte bir araya getirilemeyişinden, görüntüler arasında bir bağlantı kurulamayışından kaynaklanıyordur. Çünkü insan zihninde var olan ve sürekli olarak tanımı yapılırken bir çizgi örneği verilen şu ‘zaman’ kavramını algılayamayışımız ve bunun çözüldüğü anda isteğimizin doyurulmuş olmasıyla birlikte gelen huzur ve mutluluğa olan ihtiyacımızdan kaynaklanıyor. Cloud Atlas filmini bu arada çok beğendiğimi ancak bu beğeninin kurgudan kaynaklı olmadığının altını çizmek istiyorum. Böylece Hollywood menşeli zaman kavramı üzerinde kafa yormamızı sağlayan şeyin yalnızca düz bir çizgi üzerinde algılamayı sevdiğimiz gidiş gelişlerden başka bir şey olmadığını görebiliriz. Kurgusal anlamda baktığımız zaman, ‘zaman’ kavramının mekâna içkin olduğunu, bu da algının kavranmayan zamanı mekânın içerisine yerleştirdiğini görüyoruz.
O. Henry’in Anadan Doğma Diktatör (Say Yayınları) adlı hikâyelerinin toplandığı kitaptaki bir öykünün adı Kader Yolları’dır. Henry’in bu öyküsünde genç bir şair! bir kavşağa gelir. Ve bu kavşak farklı üç yolun karşımıza çıkmasına, aynı zamanda her yolun hikâyesinin anlatılmasına vesile olur. Yazar her defasında farklı bir yol seçer, soldaki yola girildiğinde şair ölür, sağdaki yola girdiğinde, ortadaki yola girdiği zaman da aynı şekilde hazin sonla karşılaşır. Ve her defasında farklı olaylar aynı karakterlerin farklı rollerde olmasına rağmen her defasında ölür ancak ortadaki yola girdiğinde intihar eder. En nihayetinde farklı olay örgüleriyle, bir kurmaca ile bir araya getirildiğinde seçimin hangi yönde olduğunun bir önemi kalmamaktadır. Bergson’un aynı şekilde böylesine bir eyleme karşı çıktığını ve deterministlere bu alanda karşı çıktığını görmekteyiz. Pek tabi olarak fiziksel kanunlar yolu ile maddenin bir sonraki gelişimini ya da hareketini tasavvur etmek kolaydır lakin şuur halleri ya da Bergson’un deyimiyle psikolojik determinizm bundan çok daha farklı bir mecrada bulunmaktadır.
“Psikolojik determinizm, en sarih ve en son şekli ile ruhun tedaici bir telakkisini gerektirir. Bu telakki şimdiki şuur halinin önceki şuur halleriyle taayyün ettiğini tasarlar, bununla beraber burada kuvvetlerin muhassalası tarsında kesin bir zaruret olmadığı pekala sezilir. Çünkü birbirlerini kovalayan şuur halleri arasında bir keyfiyet farkı ve bu fark dolayısıyla bunlardan birinin diğerine sebep olduğunu a priori olarak çıkarmakta daima başarısızlığa uğranacaktır.” (4)
(4) Şuurun Doğrudan Doğruya Verileri, Bergson H. (Çev: Prof. M. Şekip Tunç), Syf: 143 Milli Eğitim: İstanbul
Bergson’un burada ortaya koymak istediği şey şuurun nesnelerden bağımsız olarak nesnelerin etkisi altında kalmadan belli bir şuur halinin de ardılı veya öncülü olacak şekilde kişinin ‘istemeyi isteyebileceği’ şeklinde de ortaya çıkabileceğini ifade etmektedir. Determinizmde ise daha çok dış mihrakların etkisi sebebiyle verilen kararların bir sonraki verilecek kararları nasıl etkileyebileceğini altını çizerek buna karşı bir savunma mekanizması geliştirmişlerdir ki bunun örneği Hollywood sinemasındaki zaman filmleridir. Ancak Angelopoulos filminde dayanağımızı ortaya koyabileceğimiz durumların farkı buradan fışkırır. Aleksandre (Bruno Ganz) evet belki de dış güçlerin baskısı nedeniyle harekete, devinime, sürgüne maruz bırakılmıştır ama pekâlâ annesini ziyaret ettiği sahnede sürgünün kendisinin seçimi olduğunu öğreniyoruz. Bu materyalist diyalektiğe bir karşı çıkış noktası bile kabul edilebilir, fakat burada ayırdına varmamız gereken nokta şuur hallerinin yalnızca öznenin şuuruna etki etmesi ya da bunun sonucundaki eylemler değil -ki insan bir makine, otomat değildir- kendi seçimlerinin özgür veya değil, olmasıdır. Bu biraz da bizleri Oblomov’a, Sisifos’a kadar götürecek, yaşamın evetlenmesi mi ya da olumsuzlanması mı sorusunu sormamıza ve en nihayetinde varoluş problemine dönmemize vesile olacaktır -ki filmin varoluşun kendisi ile hiçbir ilgisi ve alakası bulunmamaktadır. Nietzsche’de gerekircilik veya teleolojiye karşı savında buna hem Bergson’un hem de verdiğimiz örneklerin -ki Bergson’un karşı çıktığı İngiliz ahlakçıların başında gelen Mill’in görüşlerine de bir karşı sav olarak okunabilir:
“Bir şeylerin düzenli olarak meydana geldiği ve hesaplanabilir şekilde meydana geldiği gerçeğinden muhakkak meydana geldiği sonucu çıkmaz. Bir miktar gücün kendini her halükarda belirlemesi ve iletmesi onu ‘özgür olmayan istenç’ haline getirmez, onu ilk kez olayların içinde yorumlayan biziz. Olayların formüle edilebilir karakterini, olayların üzerinde hüküm süren bir gerekliliğin sonucu olarak yorumladık. Ancak belirli bir şey yapmakta olduğum gerçeğinden hiçbir şekilde bunu yapmak zorunda olduğum sonucu çıkmaz.” (5)
(5) Güç İstenci, Nietzsche F. (Çev. Nilüfer Epçeli) Syf: 360, Say: İstanbul
Sonuç olarak burada determinizm sonucun mutlak bir nedeni olması gerektiği inisiyatifinden yola çıkarak kaderci bir ağa yakalanmıştır. Burada amaç bunu nedensellikten kurtarabilmektir. Nietzsche de buna ‘Neden?’’ sorusunu ele alarak başlamıyor mu? Ya da ‘Amor Fati’nin karşılığına denk gelmiyor mu? Nedensellikten, determinist ve teleolojik bir anlayıştan azade bir ‘Neden?’ sorusudur bu. Tıpkı filmdeki Aleksandre’nin geçmişiyle hesaplaşmak ya da onu sorgulamak yerine onu olduğu gibi bırakıp geçmişini bir kendine yolculuk olarak algılaması ve yazgısını kabullenmesi [Amor Fati] demek değil midir? Ya da Heraklaitos’un da altını çizdiği, “İnsanın karakteri kaderidir.” sözü bunu yeterince özetlemiyor mu?
1. BÖLÜMÜN SONU
Orhan Miçooğulları
kusagami@sanatlog.com
Yazarın diğer yazılarına ulaşmak için tıklayınız.
Theo Angelopoulos’tan İnciler
“Mitolojiyi kendine miras edinmiş bir kültürün içinde yaşıyorum. Tarihe insanı bir boyut katıyorum, çünkü tarihi insan yapar, mitoslar yapmaz.”
“Tarihi insanlar yapmaz. İnsan tarihin bir aracıdır, tarih tarafından koşullandırılmıştır.”
“Bir film yapmak o kadar zor ki. İnsanın eline kâğıdı kalemi alıp yazmaya başlayası geliyor. Fakat ben bir sinema adamıyım. Benim için dönen kameranın sesi kadar tahrik edici bir şey olamaz.”
“Bugün dünyanın televizyon aracılığıyla bize sunduğu sinema ve dil ‘Hanedan’ dizisinin dilidir. Oysa biz akıntıya kürek çeken filmler yapıyoruz.”
“Benim sinemam epiktir; öyküdeki kişiyi tarihsel bir bağlama yerleştirir. Karakterleri hayattakinden daha büyük olan Bertolt Brecht’te olduğu gibi, tarihin ya da fikirlerin taşıyıcısı olan benim karakterlerim de analiz edilmezler. Bergman’ınkiler gibi işkence çekmezler. Çok daha insancıldırlar. Kayıp şeyleri ararlar, arzu ile gerçek arasındaki kopuşta kaybolmuş şeylerin peşindedirler.”
“Dört oda dolusu ödülüm var. Cannes’da ödül aldığımda da söyledim: En güzel ödül seyircinin alkışlamasıdır.”
“Ben tüm tarihin içinde tek bir kişinin tarihi ne önem taşır, bunu araştırdım.”
“Filmlerimde uzun, yavaş bir evrim olageldi. Ben de Ken Loach ile aynı konumdan yola çıktım –sol konumdan. Ama ben hem pratikte, hem teoride işlerin benim gençlik hayallerime ihanet eden bir yönde gittiğini gördüm. Siyasete inanırdım. Şimdi kendimi inançsız biri sayıyorum.”
“Türkiye’de beni en çok etkileyen şey, yolda gençlerin beni durdurup ‘seni seviyoruz’ demeleriydi. Böyle bir şey Yunanistan’da hiç olmadı dedim kendi kendime.”
“En sevdiğin yönetmenler: Orson Welles ve Carl Dreyer.”
“Hep demode filmler yaptığımı biliyorum. Ama bu filmler insanın kökenine dönen bir jesti, duyguyu yakalamaya çalıyorlar. Örneğin, 14 yaşındaki bir çocuğun aşkın ebedi olduğunu düşünmesi. Kendimi özgür hissederek gönlümün istediği filmleri yaptım.”
“Bugün hiç kimsenin ilerleme için önereceği bir şey kalmadı. Ortada dolaşan söylemler ekonomi ve teknolojiden ibaret.”
“Çalışmalarım üç döneme bölünmüştür, bir dönem batı Avrupa’daki genel ideolojik kargaşayla örtüşen tarihi, siyasi filmler dönemi; tarih ve siyasetin artık tuvalde yer almadığı ve karakterler üzerinde daha fazla odaklandığım filmler ve daha varoluşçu, insan kaderini daha bir odağa yerleştirmiş, dış ve iç sınırlar, kayıp bir merkez arayışı gibi temaların uzun, büyük ve acılı bir ağıtın parçaları gibi ortaya çıkıp durduğu üçüncü bir dönem.”
“Ben Jean-Luc Godard’ın Marksist sınıfsal tanımlamasını doğru bulmuyorum. Bir yazsonu, Yunanistan’da bir dağ tepesinde, izole bir köydeydim. İnsanlar koyun sürüsüyle ovaya iniyorlardı. Sadece bir kahve açıktı. Ben adamlarımla oraya gidince kahveci bir grup şehirlinin belirmesine çok şaşırdı. Yardımcım, ‘Büyük İskender’den beri pek değişmemiş bir köy.’ dedi. Biraz sonra kahveci ‘Sakın bana Angelopoulos olduğunuzu söylemeyin! Filmlerinizi şehirde gördüm.’ dedi. Çok şaşırdım. Beni başkasıyla karıştırdığını düşündüm. O yüzden, ‘Ben sadece film yapan Angelopoulos’um’ dedim. Yaşlı biri vardı, artık varolmayan bir dönemden kalma giysiler içindeydi. Kahveci bu adama dönüp, ‘İşte bu adam, izlediğimiz filmi yapan adam.’ dedi. Şaşkınlığım iyice artmıştı. ‘Peki, filmi nasıl buldunuz?’ diye sordum. ‘Çok iyi anlamadım. Ama anlattığınız bizden bir şeydi.’ diye cevap verdi. Adamın tavrı Godard’ın sınıf tanımlamasının dışına taşan bir şey. Hep çok ilginç şeylerle karşılaşıyorum.”
“Ben sınır kavramını coğrafi anlamdaki bölen, ayıran çizgiden farklı bir boyutta görüyorum. Ben insani anlamdaki sınırlardan bahsediyorum. Yaşam ve ölüm arasındaki sınır, insanlar arasındaki sınır, özel ilişkilerdeki sınır, farklı etnik kökenler arasındaki sınır… Bunlar iletişimi engelleyen sınırlar.”
“Bence göçün dışsal olduğu kadar içsel bir tarafı da var. Eskiden bir ülkenin sosyal, ekonomik ve politik yapısından dolayı göçler meydana gelirdi. Fakat şimdi içsel nedenlere dayanıyor. Gitmek bir ihtiyaç halini aldı.”
“Değişik bir sinema dili bulmak istedim. Böylece seyirci kendini kolayca tanıyamayacağı bir anlatım şeklinin karşısında buldu. Aktif katılacağı bir tarzdı bu. İlk dönemim tarih, politik tavır ve dil sorunlarını çözümlemekle geçti.”
“Costa-Gavras gibi direkt politik film yapabilirdim. Ama ben farklı bir yol seçtim. Godard’ın dedi gibi filmleri politik bir biçimde yapmak bana daha uygun geldi.”
“İlk filmim Yeniden Yapılanma bir gerçeklikten yola çıktı. Bir sanat eseri bir gerçekliğe sahip olmak zorundadır. Gerçeklikten yola çıkarak şiirsel bir dünyaya ulaşmanız gerekir. Belki ben duygunun belgecisiyim. Ama kesinlikle sıradan gerçekliğin değil. Ben gerçekliği düşsel gerçekliğe dönüştürmeye çalıştım.”
“Öyle bir dönem vardı ki ulusal sinema yapmak çok gözdeydi. Böylece çeşitli halkları tanımak mümkün olurdu. Şimdi sadece festivalde karşımıza çıkıyorlar. Sinemalarda hep Amerikan filmleri gösteriliyor. Geçen yıllarda birkaç Yunan filmi kendilerine yer buldular. Bir de moda olduğu için Asya’dan gelen birkaç film oluyor.”
“Leyleğin Geciken Adımı’nı çekerken aralıksız kendi kendime sordum. Çalışmanın dışında ne arıyorum ben? Sorumu yanıtladım: Ben dünyamızın yaralarına parmak basıyorum. Yokoluşlarla ve varoluşlarla iletişim kurmak… Bir filmi gerçekleştirirken onun içindeki soruları da kendime yeniden soruyorum. Sadece öğrenmek için sorulan sorular değil bunlar. Kesintisiz diyalogu sağlamak istiyorum. Bana kalırsa, dünyamız belirgin bir hüzün taşıyor.”
“Benim sinemam şiir ve sevgi yoluyla kendi kurtuluşumu amaçlıyor. İdeolojik anlamda da Nikos Kazancakis gibi düşünüyorum; hiçbir şeye inanmıyorum, hiçbir şey ümit etmiyorum, öyleyse özgürüm.”
Kaynaklar:
Göstermenin Sorumluluğu, Artun Yeres
Sinema Dünyası
…Ve Sinema
Sonraki Sayfa »