1984, 1949′dan 2024+X’e

George Orwell’in “1984″ adlı distopik romanını (1) “2000+X”i yazmaya başlamamdan 14, kitabın başlığındaki yıldan 28, yazıldığı yıldan 63 yıl sonra okudum.

Kitabı okumadığım, filmini (2) izlemediğim halde hakkında epey bilgim vardı. “Büyük Birader” herkesin bildiği bir terim olmuştu. Ayrıca Gerçek Bakanlığı üzerinde de genel bir izlenim edinmiştim.

sanatlog.com-sinema-sitesi

“1984″ romanını 2024′de okumanın anlamı nedir?

İlk notum her yerde herkesi gözetleyen büyük ekranların günümüz dünyasında artık pek de öyle büyük bir yenilik sayılamayacağı olacaktır. Şanslıyız, bunlara artık sahibiz. Yüksek çözünürlükteki kameralar ve casusluk araçları yalnızca istihbarat örgütlerine değil, önem verdikleri, kıskandıkları veya nefret ettikleri kişileri gözlemeleri için bireyler için de çalışıyor.

İkinci nokta kitabın gücüdür. İlk yayımı bir dünya savaşından sonra, Birleşik Devletler ve Sovyetler Birliği arasındaki soğuk savaş döneminin başladığı yıllarda yapılmıştı. Avrasya ve Okyanusya duvarların çöküşünden önce getirdikleri çağrışımları bugün okuyanlarda yaratamayabilir.

Üçüncü ve son olarak, Winston ve Julia’nın öyküsünde kalıcı bir değer olduğunu hissediyorum. Aralarındaki sıradışı aşk öyküsü nedeniyle değil, zor koşullardaki insan davranışını bir psikolojik derinlik düzeyiyle yansıttığı için. II. Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşen pek çok değişiklikten sonra onlara bugünün dünyasından bakmak farklı bir perspektif yaratmaktadır.

michael-radford-filmleri-sanatlog-sinema-sitesi

Orwell “1984″ romanında iyimser görünmemektedir. İyimser olmak için bugün de daha fazla neden bulunmasa da temel insan değerleri hâlâ geçerli kabul edilebilir. Ayrıca kentler, duvarlar, pencereler daha az tozludur, genel görüntü de yazarın 1949′da II. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra çizdiği kadar karanlık değildir.

….

Romanlar zihinlerde görüntüler ve anılar yaratır. Bunlar berrak ya da bulanık olabilir. Birçok durumda yazarlar genel okunabilirliği sağlamak için yüksek bir açıklık düzeyi kullanırlar. 1984 romanında gelecekteki bir dünyadaki karanlığın kesin bir resmi vardır, ama karakterlerdeki insan özellikleri, günlük yaşam, toplumsal organizasyon, teknoloji, ekonomi ve politika yüksek tanımlama düzeyinin altında tutulmuştur. Bu özelliğin gelecek için yazılan bir kurgu yapıtta kritik olduğu söylenebilir.

1903′te doğmuş, yaşam süresinde iki dünya savaşına tanıklık etmiş, 1921′de imparatorluk polisine (Burmese Indian Imperial Police) katılmış biri olarak Orwell daha sonra şunları söyleyecektir: “Emperyalizmden nefret etmek için onun bir parçası olmanız gerekir.” Beş yıl sonra yazar olmak için işten ayrılmıştır. Bunu yapmış olmasa da emperyalist sistemin yapısını anlayabilirdi. Ancak yaşamını büyük olasılıkla deneyiminin sonuçlarını bırakamadan tamamlamış olurdu.

Yaşadığı dönemde dünya savaşlarında ve iç savaşlarda insanların çekmiş olduğu acılar düşünüldüğünde niçin bir ütopya değil de distopya yazdığını anlamak zor değildir.

….

Kitap için yazdığı sonsözde Erich Fromm 1984′ü bir ruh durumunun ifadesi ve bir uyarı olarak tanımlamaktadır. Durumu insanın geleceğine ilişkin bir umutsuzluk, uyarıyı da insan değerlerini yitirme riski olarak belirtir.

michael-radford-1984-film-sanatlog-blog

Orwell’in kötümserliğinin ardındaki nedenleri şöyle açıklar:

1. Barış ve demokrasi uğruna savaşma görüntüsü altında Avrupa güçlerinin bölgesel hırsları için milyonlarca kişinin öldüğü I. Dünya Savaşı.

2. Stalin’in tepkisel devlet kapitalizmiyle sosyalist umutların uğradığı ihanet.

3. Yirmili yılların sonundaki ağır ekonomik kriz.

4. Kültürün dünyadaki en eski merkezlerinden biri olan Almanya’da barbarlığın zaferi.

5. Otuzlardaki Stalinist terörün çılgınlığı.

6. Savaşan ulusların I. Dünya Savaşı’nda yine de biraz var olan etik değerlerini tümüyle yitirdikleri II. Dünya Savaşı.

7. Hitler’in başlattığı, Hamburg, Dresden ve Tokyo gibi kentlerin yıkımıyla ve Japonya’ya karşı atom bombası kullanılmasıyla sürdürülen sivil kitlelerin sınırsızca yok edilmesi.

8. Nükleer silahlarla uygarlığın yok olma riski.

Orwell’in bu konuda yalnız olmadığını belirterek Yevgeny Zamyatin’in “Biz” (1924), Aldous Huxley’in “Cesur Yeni Dünya” (1932) ve Jack London’ın “Demir Ökçe” (1908) yapıtlarını negatif ütopya, distopya listesine ekler. 1984′ün özgün katkısının “İnsan doğası nasıl değiştirilebilir?” sorusunda bulunduğunu söyler.

….

“1984″, Yenidil (Newspeak, yeni konuşma biçimi, kitaptaki dünyanın üç ana bölümünden biri olan Okyanusya’nın resmi dili) ilkeleri için bir ek içeriyor. Burada dil ve düşünce arasındaki ilişki analiz ediliyor. Bağımsızlık Bildirgesi Yenidil’de ifade edilmesi neredeyse olanaksız olan metinlerin bir örneği olarak veriliyor.

Winston 1945, Julia 1958 doğumlu. 1984′te ikisi 39 ve 26 yaşlarında. Orwell (1903–1950) kitabı 1949′da yazmış.

Kitap hakkında önceden duyduğum epey bilgi olmasına karşın okumadan önce Julia’yla karşılaşmamıştım. Benimle aynı yıl doğmuş olan Julia romanın ana kadın karakteri. Michael Jackson ve Madonna’yla da hiç karşılaşmadım. Onlar da 1958′de doğmuş. Doğum günü bizimle aynı olan insanlara kendimizi yakın hissediyoruz. Aynı yıl doğmuş olmak da önemli bir ortak yan. Çin takviminde 1958 bir köpek yılı.

Çin takviminde yılların 60 yılda bir tekrarlanan adları var. Birlikte kullanılan iki bileşenleri bulunuyor. İlk bileşen bir “Kutsal Gövde” (1:jia 2:yi 3:bing 4:ding 5:wu 6:ji 7:geng 8:xin 9:ren 10:gui), ikincisi bir “Dünya Dalı” (1:zi(fare) 2 chou(ox) 3:yin(kaplan) 4:mao(tavşan) 5:chen

(ejderha) 6:si(yılan) 7:wu(at) 8:wei(koyun)  9:shen(maymun) 10:you(horoz) 11:xu(köpek) 12:hai(domuz) olarak tanımlanıyor. Altmış yıllık döngünün ilk yılı jia-zi, ikincisi yi-chou, üçüncüsü bing-yin. (3)

İçinde bulunduğumuz altmış yıllık döngü 2 Şubat 1984′te jia ziyle, bir fare yılıyla başlamış.

….

Kitabı okurken not aldığım bazı noktalar var. Bunların seçiminde kullanılmış nesnel kriterler yok, ancak kitapta sözü edilen ya da çağrıştırılan düşüncelerden bazılarını hatırlamak, tartışmak için ipuçları verebilirler.

“Üretim ve tüketimin birbirine yöneldiği kendini kapsayan ekonomilerde, hammaddeler için rekabet ölüm kalım sorunu olmaktan çıkarken önceki savaşların temel nedeni olan yeni pazarlar için yayılma olgusunun da sonu gelmiştir. Üç süper gücün her biri öylesine geniştir ki gerek duydukları malzemelerin neredeyse tümünü kendi sınırları içinden elde edebilmektedirler. Savaşın dolaysız bir ekonomik nedeni kaldıysa, bu artık emek gücü için savaştır.” (Sayfa 166)

Burada günümüzdeki otomasyon olgusunun bu öngörüyü biraz değiştirmiş olduğunu söylemek istiyorum. Çin ve Uzakdoğu şu an için düşük işçilik ücretlerine sahiptir, ama belirli bir sürede otomasyon ve özel nitelikli emek ihtiyacı bu resmi değiştirebilir. Bu konu henüz açıklığa kavuşmuş görünmemektedir. Bir bakıma, otomasyon insan gücüne olan ihtiyacı ortadan kaldırmaktadır, ancak ekonomiler yine de birçok alanda insan etkinliklerine gerek duymaktadırlar.

1984-film-george-orwell-sanatlog.com

“Piramidin tepesinde Büyük Birader vardır. Büyük Birader asla yanılmaz ve mutlak güce sahiptir. Her başarı, ulaşılan her hedef, her zafer, her bilimsel keşif, tüm bilgi, tüm akıl, tüm mutluluk, tüm erdem onun liderliğinden ve verdiği esinden kaynaklanır.” (Sayfa 185)

Bu resim evrensel bir ruh adına mutlak otorite kullanan tutucu bir lideri çağrıştırmaktadır.

“Onun altında nüfusun muhtemelen yüzde seksen beşini oluşturan prol olarak adlandırdığımız aptal kitleler gelir.” (Sayfa 85)

Aziz Nesin toplumun yüzde yetmişinin aptal olduğunu söylemiş, daha sonra bunu düşük bulup değeri yüzde doksan olarak düzeltmişti. Onun sayılarının ortalaması yüzde seksen. Kitapta verilen değerse yüzde seksen beş.

“Şair Ampleforth ayaklarını sürüyerek hücreye girdi.”

“Bir satırın sonunda ‘God’ (Tanrı) sözcüğünün kalmasına izin verdim.”

“Dilin tamamında ‘rod’ (değnek) için yalnızca on iki uyak olduğunun farkında mısınız? İngilizce şiirin tüm tarihi İngilizcede uyak olmamasıyla belirlenmiştir.” (Sayfa 205–206)

“Seni kim ihbar etti?” diye sorar Winston. “Küçük kızımdı” der Parsons ve ekler: “Aslında onunla gurur duyuyorum. Onu doğru yetiştirmiş olduğum görülüyor.” (Sayfa 208)

“Kendi acımı iki katına çıkararak Julia’yı kurtarabilecek olsam bunu yapar mıydım? Evet, yapardım.” Ama bu yalnızca alması gerektiğini bildiği için almış olduğu entelektüel bir karardı. Gerçekte böyle hissetmiyordu.” (Sayfa 212)

“Dünyada hiçbir şey fiziksel acı kadar kötü değildir. Acı varsa kahraman yoktur, hiç yoktur.” diye düşünüp duruyordu, yerde acıdan kıvranıyor, kullanılmaz durumdaki sol kolunu umutsuzca kavrıyordu. (Sayfa 212)

“İtiraf bir formaliteydi yalnızca, işkence gerçek olsa da.” (Sayfa 214)

sanatlog.com-film-elestirisi

O’brien ortaçağdan, engizisyondan, Alman Nazilerden, Rus Komünistlerden söz eder. (Sayfa 226)

“Biz inanmayı reddedenleri bize direndikleri için yok etmiyoruz. Bize direndiği sürece onu asla yok etmeyiz. Onu dönüştürürüz, zihninin derinliklerini yakalarız, onu kendi yanımıza getiririz. Öldürmeden önce onu bizlerden biri yaparız.” (Sayfa 227)

“Başkalarının iyiliğiyle ilgilenmiyoruz, yalnızca güce ilgi duyuyoruz.” (Sayfa 234)

“Alman Nazileri ve Rus Komünistleri yöntemlerinde bize çok yaklaştılar ama hiçbir zaman kendi gerçek nedenlerini kabul edecek cesareti gösteremediler. Gücün amacı güçtür.” (Sayfa 235)

“Eski uygarlıklar sevgi ve adalet üzerine kurulduklarını öne sürdüler. Bizimki nefret üzerine kuruldu. Çocuk ve anne baba, erkek ve erkek, erkek ve kadın arasındaki bağlantıları kestik.” (Sayfa 238)

Kadın ve kadın arasındaki bağlantının da ortadan kaldırıldığına ilişkin bir bilgi göremedim. Bu bir amaca dayanmayıp yalnızca atlanmış olabilir. Kadınların kendi aralarındaki etkileşimin dikkate değer bulunmadığı da düşünülebilir.

“Çocuklar doğduklarında annelerinden alınacaktır. Cinsel içgüdü yok edilecektir. Orgazm ortadan kaldırılacaktır. Nörologlar şu anda bu konuda çalışıyorlar. Aşk olmayacaktır, Büyük Birader sevgisi dışında. Sanat, edebiyat, bilim olmayacaktır. Artık bizim gücümüz her şeye yetmektedir, bilime ihtiyacımız yoktur. Güzellik ve çirkinlik arasında bir ayrım olmayacaktır.” (Sayfa 238)

Bunlar, tam bir mekanikleşme sağlamak için insan özelliklerinin yok edilmesine yönelik sistematik müdahalenin parçaları olarak değerlendirilebilir.

“Geleceğin bir resmini istiyorsan bir insan yüzünün üzerine sonsuza dek basacak bir çizmeyi gözlerinin önüne getir.”

Kuşkusuz bu iyimser bir görüntü değildir. Ancak yaşadığı dönem ve yaşamı düşünüldüğünde Orwell’den iyimserlik beklemek de zordur. Kötümserlik distopyaların gerekli bir özelliği olarak kabul edilebilir, ancak siyahların yerine beyazı koyan düzeltici bir filtreyle bakıldığında görülebilecek aydınlık bir resmi de içerirler.

Winston “Beni seni sevmekten vazgeçirebilirlerse gerçek ihanet bu olacaktır.” (Sayfa 147)

Sevgi muhtemelen herhangi bir bireyin en insani parçasıdır. İnancı, umudu, varlığın nedenini kapsar. Sevgi öldüğünde bu yaşama gerçek bir ihanet olacak, tüm olumlu yanlar da solacaktır.

john-hurt-sanatlog.com-sinema

“Aldatmaya, şekillendirmeye, şantaja, çocukların zihinlerini dağıtmaya, bağımlılık yapan ilaçları yaymaya, fahişeliği özendirmeye, cinsel hastalık bulaştırmaya, moral bozukluğu yaratacak ve partinin gücünü zayıflatacak ne gerekiyorsa yapmaya hazır mısın?”

“Evet.” (Sayfa 147)

Bu kara tablonun, genelde dünyanın ve uluslararası hareketlerin, özelde sosyalist ülkelerin sorunlarına tanık olduğu uzun yıllardan sonra herhangi bir olumluluğa inanıp peşinden gitme cesareti kırılmış Orwell’in umutsuzluğunun bilinçli bir ifadesi olup olmadığından emin olamadım.

“Siz, ikiniz, ayrılmaya ve birbirinizi bir daha hiç görmemeye hazır mısınız?”

“Hayır!” diye kesti Julia. (Sayfa 153)

Tepki Julia’dan gelir, Winston’dan değil. Bu durum kadını daha duygusal gören genel bakışın bir yansıması olabilir.

“Alışılmış anlamda bir örgüt olmadığı için kardeşlik yok edilemez. Onu bir arada tutan hiçbir şey yoktur, ortadan kaldırılamayacak bir düşünce dışında.” (Sayfa 156)

Bu ifadeye karşı gelen örnek, ideolojilerin ve dinlerin mekanizmaları olabilir. Her ikisi de tartışmayı ve esnekliği reddeder, her ikisi de insanları düşünceler ve kavramlar çevresinde bir arada tutar, her ikisi de bireysel ve özgür iradelerle tartışılamaz.

Julia: “Eğer kendi içinde mutluysan niçin onların Büyük Birader, Üç Yıllık Planlar, İki Dakikalık Nefret ve diğer tüm kanlı çürümüşlükleri için heyecan duyasın ki?” (Sayfa 120)

“İnsanlar insan kaldığı sürece ölüm ve yaşam aynı şeydir.” (Sayfa 120)

Julia: “Bu benim, işte bu benim elim, işte benim bacağım. Gerçeğim, varım, yaşıyorum. Bundan hoşlanmıyor musun?” (Sayfa 120)

“Bir roket bombası epey yakına düşmüş olmalıydı. Birden Julia’nın birkaç santim ötede duran tebeşir kadar, ölüm gibi beyaz yüzünün farkına vardı. Dudakları bile beyazdı. Ölmüştü.” (Sayfa 114)

O’Brien: “Biz ölüyüz. Tek gerçek yaşamımız gelecektedir.” (Sayfa 156)

“Julia’ya ihanet etmedim.” dedi. Onun hakkında bildiği ne varsa anlatmıştı. Yine de, sözcüğü kullandığı anlamda, ona ihanet etmemişti. Onu sevmekten vazgeçmemişti. (Sayfa 244)

“Zihin tehlikeli bir düşünce kendini her gösterdiğinde bir ölü bölge oluşturmalıydı. Süreç otomatik, içgüdüsel olmalıydı. Bunun Yenidil’deki karşılığı Suçkesici’ydi.” (Sayfa 248)

“Ona boyun eğmek yeterli değildir, onu sevmek zorundasın.” (Sayfa 251)

“Son adım. Büyük Birader’i sevmelisin.”  (Sayfa 251)

“Onların bir insanın ne zaman çaresiz olduğunu anlamada şaşırtıcı bir zekâları vardır.”

Yukarıdaki cümlede geçen “onlar” Winston’ın tükenmiş gücüne indirilen son bir darbeye, en büyük korkusu olan farelere karşılık gelmektedir.

1984-richard-burton-sanatlog-sinema

Sanatlog’daki bir yazısında Büyük Birader örneğinden de söz eden İrem Aydın, Orwell’in kitabının savaştan kaçınmak için kurulan totaliter rejimin tek bir yöneticinin, bir “egemen”in, bir “leviathan”ın omuzlarında yükselişini, distopik bir biçimde anlattığını belirterek insanların sürekli bir savaş durumu nedeniyle otoriteye haklarını teslim edip boyun eğdiğini söylüyor. (4)

….

20. yüzyıl, yaşanan tüm acılara karşın umutların yükseldiği bir dönem olmuştur. Ne yazık ki istenenler gerçekleşmemiş, özgürlük ve eşitlik amaçları görünür bir yakınlığa gelememiştir. Bu durum insanın bugünkü durumunun, varlığının yeniden sorgulanmasını, yorumlanmasını, yanlışlarının düzeltilmesini gerektirmektedir. (5) Hangi inanç ve görüşten olursa olsun bencillikte, çıkarcılıkta, dar görüşlülükte buluşmakta pek becerikli olan insanın yeni bir aşamaya geçebilmek için değişmesi artık yaşamsal bir önem taşımaktadır. 21. yüzyılın yeni insanı doğmazsa, 20. yüzyılın insan kalıntıları insanlıkla birlikte yok olacaktır.

….

Distopyalarda, yaratılan sistemlerdeki ışığı ve umudu bulmayı güçleştiren çok fazla karanlık bulunduğunu düşünüyor, ancak yine de yapıtlarda betimlenen tünellerin sonunda biraz ışık görmeyi bekliyorum. 1984′te böyle bir iyimserliğin izlerini bulmak zor olabilir, ancak insan değerlerini yitirmenin /bsonuçlarına ilişkin çok güçlü bir uyarı olduğuna kuşku yoktur.

NOTLAR

1. George Orwell, 1984, Plume, 1983

2. Michael Radford, Nineteen Eighty-Four (1984), 1984, http://www.imdb.com/title/tt0087803/

3. The Chinese Calendar, http://www.webexhibits.org/calendars/calendar-chinese.html#anchor-count-years

4. İrem Aydın, Leviathan’daki Merkezi İktidarın Modernizm ile Parçalanışı ve Büyük Birader Örneği – http://sanatlog.com/manset/leviathandaki-merkezi-iktidarin-modernizm-ile-parcalanisi-ve-buyuk-birader-ornegi/

5. Mehmet Arat, Doğanın En Büyük Yanlışı: İnsan, http://blog.milliyet.com.tr/doga-nin-en-buyuk-yanlisi-insan/Blog/?BlogNo=352989

Mehmet Arat

mehmetarat@ymail.com

Yazarımızın diğer yazıları için tıklayınız.

The 49th Parallel (1941, Michael Powell & Emeric Pressburger)

5 Ocak 2024 Yazan:  
Kategori: Klasik Filmler, Manşet, Modern Klasikler, Sanat, Sinema

“Savaş bütün kötülüklerin ve ahlaksal bozulmanın kaynağıdır.” Immanuel Kant

“Savaş, büyük öneme haizdir, bu yolla insanların ahlaksal sağlıkları korunur… Ulusların bozulması “sürekli barış” sonucudur.” G.W.F. Hegel

“Savaşa yöneticiler değil, halk karar verir.” Immanuel Kant

“Yalnızca Monark silahlı güçlere emir verir, savaş ve barış yapar, her türlü anlaşmaya varır ve dış ilişkileri yürütür.” G.W.F. Hegel

Giriş, Sinema ve Sanat Arasındaki Bağlantı

“The 49th Parallel” Michael Powell ve Emeric Pressburger ikilisinin hem prodüktörlüğünü yaptığı hem de yönettiği ilk filmdir. Efsane ikili bu beraberliğin alamet-i farikası olarak “Stairway To Heaven” ve “Black Narcissus” gibi klasikleri yedinci sanata kazandırmışlardır. Bu filmlerin her biri sanat ve sinema arasında yeni bir bağlantıyı muştular. “The 49th Parallel” sadece sanat filmi olmayıp daha çok firar etmiş Nazileri konu alan bir thriller niteliğindedir. Ziyadesiyle Nazizmi lanetleyen, masum bir tabirle demokrasi aşkına, faşizme ve onun iddialarına karşı ortaya konulmuş bir çalışmadır. Bu minvalde film, özellikle de Amerikan seyircisine tarafsızlık diye bir şeyin varolmadığını anlatır.

Her ne kadar mütevazi artistik amaçları olsa da, “The 49th Parallel” kendi zamanına kadar çekilen hemen hemen bir çok filmden daha fazla, İngiliz Film Endüstrisini değiştirip dönüştürmüştür. Bu film aynı zamanda Powell’ın ilk dönemdeki çoğunlukla düşük bütçeli gerilimler ile daha olgun dönemlerini yansıtan (seyirci ve film yapımcılarına meydan okur niteliklere haiz olan) sanat filmleri arasındaki stilistik ve sinematik bağlantıyı temessül eder. Bununla birlikte, Powell ve Pressburger’in “composed film” olarak nitelediği, müzik ve görsel imgelerin tekil bağımsız bir bütüne dönüştüğü bir tarzın ilk adımlarını oluşturmaktadır bu film. Powell’ın “Magnum Opus’ları olarak kabul edilen “Black Narcissus”, “Red Shoes” ve “Tales of Hoffman” filmleri de “composed film” olarak nitelendirilebilir.

Nevi Şahsına Münhasır Bir Propaganda Filmi, Karakterler, Savaşsız Bir Dünya İllüzyonu

Tabi ki filmin İngiliz hükümetinin talebi üzerine propaganda amaçlı çekildiği bir gerçek olmakla birlikte (müspet ya da menfi buna alet olmuştur Powell) esas amaçlardan birisi, çekildiği dönemde tarafsız olan Amerika’yı galeyana getirip İngiltere safhında savaşa sokabilmektir. Filmin mekanlarının muhtelif olması, Vancouver’den Kanada’ya ya da Kuzey Kutbu’ndan Amerika sınırına, hatta hatta en tenhada yaşayan ve kökenine uzak kalmış Alman göçmenler olsanız bile savaşın küresel bir hal aldığını ve bundan kaçmanın imkansız olduğunu ifade eder. Aynı zamanda filmin ilk sahnelerinde gördüğümüz kuzeye doğru yelken açan Alman U-boat ve denizaltlarındaki simüle edilen Alman subayları filmin propaganda niteliğini dikkate değer anlamda belli eden sahnelerdir. Bu filmde de Powell’ın 1930’ların sonlarına kadar çektiği konusu savaş olan düşük bütçeli thriller’larından izler bulunmaktadır. Powell mezkur birlikteliğe kadar 30’larda 17 başarılı düşük bütçeli film çekmiştir. 1937’de “The Edge of the World” (on location çekimler ile yapılan basit gerçek temelli bir drama) isimli düşük bütçeli filmi ile dikkate değer bir başarı yakalamıştır. 1939’a doğru ise Powell’ın “The Lion Has Wings” isimli filmi vizyona sokulmuştur ki açıkçası bu film Alexander Korda tarafından Churchill’e söz verilmiş olan bir propaganda filmidir. Moral yükseltici bir film olmakla birlikte yarı gerçekçi yarı atmasyona dayanmaktadır. Bu arada filme adını veren 49. Paralel, Kanada’nın doğu kıyılarına tekabül eden, ileri bir karakol vazifesi gören bir mevkidir.

Powell’in Pressburger ile ilk filmi olan “Spy in Black”, 1939 Ağustosunda İngiltere’de sinemalarda gösterilmeye başlanmıştır. Film gerçek hayatta karşılaşabilecek bir hikayenin, gösterdiğinin çok çok ötesinde bir önemde olduğunu kısa sürede kanıtlmıştır. Film, Scapa Flow’daki İngiliz filosuna bir saldırı için görevlendirilen Alman Kumandan Captain Hardt’ın Orkney Island’a demir atması ve o adada yaşadıklarını konu alır. İşin ilginç tarafı aynı yılın 17 Aralık tarihinde (film 20 Ağustos’ta piyasaya sürülmüştür) U29 kumandanı Otto Schuhart tarafından düzenlenen saldırı ile HMS Courageous adlı İngiliz uçak gemisinin batırılmasındaki rastlantıdır. Bu İngiltere’nin savaştaki ilk büyük kaybıdır denebilir. Olaydan 3 yıl sonra Alman subayı Günter Prien’in yönetimindeki bir U-47 vasıtasıyla, Orkney adasındaki İngiliz savaş gemisi HMS Royal Oak batırılmıştır. 1939’da çekilen “Spy in Black” filmi döneminin denizaltı savaşlarını konu alan ilk filmlerden biridir ve İngiltere’de yılın en popüler filmi olmuştur.

49th parallel filminin çıkışı, 1940 yılında çekilen “Contraband” isimli filmin çekildiği zamana denk gelir. O zaman Denham Film Stüdyoları’nın yöneticisi Powell ile bağlantı kurarak İngiliz “Ministry of Information”ın savaşa dair mücadeleyi destekleyen prodüksiyonlarda daha aktif olacağını ve bu filmlere gereken yardımı yapacağını belirtir. Bu olayın gerçekleşmesinden iki ay sonra Powell bakanlığın film bölümünün başkanı olan Kenneth Clark ile görüşmüştür. İlerleyen dönemlerde ki özellikle bu dönem Almanya’nın Fransa’yı işgal dönemine (Almanların Dunkerk’e çıktığı zamana) tekabül eder, “Ministry of Information” bakanı Duff Cooper ile filmin seneryosunu oluşturmuşlardır. Bakanlığın filme prodüksiyon desteği vermesindeki amaç Amerika’da bir kamuoyu yaratarak Amerika’nın savaşa girmesini sağlamaktır. Filmde yer alan ve o dönemde ünlerinin doruğunda olan Raymond Massey ve Laurence Olivier gibi aktörler de alabilecekleri miktarın yarısını talep ederek filmin finansmanına katkıda bulunmuştur.

Filmin ilginç ve önemli, aynı zamanda eleştirmenler tarafından en çok kemal-i ihtimam gösterilen noktalarından birisi, filmde Almanlara karşı direkt bir saldırı ya da politik anlamda çok ciddi boyutlarda bir eleştiri olmamasıdır; sadece olanlara şahit oluruz!. Hatta filmin bu güne kadar ulaşmasını sağlayan en önemli özelliğidir. Hayali ya da kukla düşmanlar yaratarak eleştirmek yerine bir çeşit yabancılaştrırma tekniği kullanmış ve kitleleri harekete geçirmiştir. Lakin bu yönü bazı eleştirmenleri de rahatsız etmiştir. Filmin ilerleyen sahnelerinde Almanlara karşı bir hayranlık bile ortaya çıkmaya başlar neredeyse. Fakat filmin 1940 yılında çekildiği unutulmamalıdır; 1940 yılında bir çok insan Nazizm ve Hitler’in tam olarak ne anlama geldiğini bilmiyordu.

En önemli karakterlerden birini canlandıran Laurence Olivier, film içindeki stratejik anlamda konumlandırmış komedi anlarını ifade eder. Laurence Olivier’in filmde ilk defa göründüğü sahne; John Huston’un Key Largo filmindeki Edward G. Robinson karakterinin sahneye ilk girişini hatırlatmaktadır. Her ne kadar Johnny rolü biraz abartılı olarak görülse de Laurence Olivier’in her zamanki gibi başarılı olduğunu söylemek mümkün. Bu rolün aksanını tutturabilmek için Fransız Kanadası’ndaki Corporeal ile 1 hafta çalışmıştır. Lakin aksandaki abartılı detaylar eleştirmenlerin gözünden kaçmamıştır.

Film mekan olarak 2. Dünya Savaşı’nın tüm karmaşası ortasında etraftan tecrit edilmiş bir yere, izole bir Eskimo köyüne ve orada yaşayan insanlara odaklanır. Powell ve Pressburger bu yalnızlık ve uzaklık hissini yaratabilmiş, Eskimoların yaşadıkları yeri 2. Dünya Savaşı’nın kargaşasını hissetmeyen, ücralarda bir yer olarak değerlendirmişlerdir.

Johnny’nin ise savaşın varolduğuna dair bile bir bilgisi yoktur. Yılın hemen hemen tamamına yakın bir bölümünü bu Eskimo köyünde geçirmektedir. Film özellikle Kuzey Amerika’da yaşayan insanların sahip oldukları güvenlik duygusunun sadece bir illüzyondan ibaret olduğu üzerinde durur. Johnny aslında savaşın varolduğuna inamak istemez, hatta hatta Kanada’nın “bunch of poles” için savaşa girebileceği fikrini reddeder, bu fikirle dalga geçer (Bu durum bana Voltaire’in Fransa’nın Kanada’daki toprakları için söylediği sözü hatırlatır: “quelques arpents de neige”. Voltaire Kanada’nın bu kâr getirmeyen kolonyal macerasını küçümsemekte ve birkaç dönüm kar için fazlalıkla zarara girdiğini vurgulamaktadır. Lakin bu bakış açısı salt ekonomik açıdan temellendirilmiştir).

Powell’ın ana amacı Kanadalılara sesini duyurabilmek olsa da, asıl hedefinin Amerikalılar olduğu şüphe götürmez. Kanada 1940’ların ortalarına kadar bu konuda gereken hassasiyeti pek göstermemiş ve İngilizler’e gereken desteği vermekten kaçınmıştır. Dönemin Amerikan filmlerinde de bu tema işlene gelmektedir; insanları bir çeşit “tarafsızlık”a yönlendirme. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra Wilson İlkeleri’ni dikkate almayan Avrupa Devletleri nedeniyle Amerika, iki dünya savaşı arasındaki dönemde tarafsızlığa sürüklenmiştir. Savaşa katılmakta yaşanan tereddüt bir noktaya kadar anlayışla karşılanabilir.

Alman Ekspresyonizmi ve Inhuman Politicos

Johnny, Finlay Currie karakteri ve Eskimolar’ın Naziler’le ilk karşılaştıkları sahneyi, içerdiği sembolizm nedeniyle biraz irdeleyeceğim. Bu sahne Powell’ın expresyonist özelliklerinin ortaya çıkmaya başladığı sahnedir. Penceredeki yüzün oluşturduğu gölge bunun en güzel örneklerinden birisidir. Filmin bu sekansının tamamı Powell’in ”Spy in Black” isimli filminden kalmış olan oldukça hareketli ve odaklanmış bir kamera kullanımını yansıtsa da, özellikleri itibariyle oldukça “Germanik”tir. Yönetmen olarak Powell’ın en önemli özelliklerinden biri de aktörün gözlerinden filmi anlatabilmesidir; bu da “Dışavurumculuk” temelli bir yöntemdir. Zaten aktörün gözünün içinde baktığınızda bunu anlayabilrsiniz. Eric Portman bu konuda oldukça başarılıdır; bunun için Powell’in kendini neden bir sessiz film yönetmeni olarak addettiğini daha rahat anlayabiliriz. Aslında bu ifade ettiğimiz karakteristik yani aktörün yüzünün ifade ettiği anlamın filmi anlatabilmesi, Valerie Hobson, Conrad Veidt, Niall Mcginnis ve Eric Portman gibi oyuncular ile çalışan bir yönetmen için sıra dışı bir olay değildir.

Filmin devamında da Naziler’in Eskimo’ya uyguladıkları şiddet sahnesi ile karşılaşırız; İdeoloji adına her şeyi yapabilmektedirler. Bu durum onlarla doğal adam arasında konulması gereken bir sınırı ifade eder. Zihni ideoloji ile bulanmamış insanı bu “Inhuman politicos”un pisliklerinden sanitize eden George Orwell’da daha belirgindir (gerçi Orwell bunu işçi sınıfına uyarlar, lakin bu filmde biz bunu Eskimo’ya uyarlayabiliriz):

“The common man is wiser than the intellectuals, just as animals are wiser than men. Any intellectual can make you out a splendid case for smashing the German Trade Unions and torturing Jews. But common man, who has no intellect, only instinct and tradition, knows that it is not right” Complete works vol XII

Aslında bu Johnny açısından oldukça sıkıntılı bir durumdur; kötü olduğuna inanmadığı Almanlar ve o hiç inanmak istemediği savaş ona gerçeği anlatmıştır. Burada Eskimo imajı ve bu imajın konumlandırılması filmin Amerikan versiyonunda kesilen 18 dakikalık kısım için oldukça mantıklıdır. Eskimonun sindirilmesinden sonraki sahnenin devamında Eric Portman’ın ırk üzerine yaptığı yorumlar kesilmiştir. Bu yorumlarda bilhassa zenciler, Yahudiler ve Eskimolar’a olan nefretini belirtir. Bu Hitler’in “Kavgam” isimli kitabında Eskimolar’ı, zencileri ve Yahudiler’i aşağılık olarak kabul ettiği bölümden bir alıntıdır.

Nazilerin Hudson Bay’a gelişiyle birlikte film propaganda filmi ve gerilim tarzı arasında bir dengeye ulaşmıştır. Bu minvalde Almanlar’ı komuta eden iki komutan hakkında genel bilgiler elde ederiz. Teğmen Kuhnecke ve Teğmen Hirth arasında da belirgin karşıtlıklar olduğunu görürüz. Teğmen Kuhnecke tıka basa yemekle meşgulken, Hirth Johnny ile ideolojik bir tartışmaya yelken açmıştır. Hirth zeki ve gözlemci bir kimliğe sahipken Kuhnecke hantal ve açtır. Filmdeki ilginç sahnelerden birinde Finlay Currie, Winnipeg ile VHF frekansı aracılığı ile santranç oynar. Evet Naziler buna izin vermişlerdir. Ama bir başka santranç Johhny ile Hirth arasında oynanır. Bu anlamda Olivier’in karakteri oldukça hareketli olmakla birlikte Eric Portman bu durumda pasiftir. Fakat soğukkanlılığını korur.

Çökertilen Übermensch Kavramı

Film çekildikten hemen sonra sağladığı popülariteyle birlikte bazı Hollywood yapımcılarının dikkatini çekmiş ve Raoul Walsh tarafından “Northern Pursuit” ve “Desperate Journey” adı altında tekrar çekilmiştir (Bu arada “Desperate Journey” isimli filmde Raymond Massey’in oynadığını da ayrıca belirtelim; Powell’ın son filmlerinden biri olan Peeping Tom’da da kızı Anna Massey oynayacaktır). “49th Parallel” ile bu filmler arasındaki farklar bariz bir şekilde belli olmaktadır. Bu bilhassa Olivier’in özgürlük üzerine verdiği kişisel söylev ve Portman’ın Hitler’in kaderi üzerine yapılan çıkarım sonucu aşırıya kaçmayan bir şekilde verdiği tepki gibi dengeli konumlandırılmış ve abartıya kaçmayan sahnelerin, benzer konuda İngiltere hakkında aşırı teatral bir biçimde kameraya püsküren Eroll Flynn’in performansından hem daha etkili hem de daha inandırıcı olmasından kaynaklanmaktadırduğu bir gerçek. İlaveten filme hangi açıdan bakılırsa bakılsın Eric Portman, film içinde antagonistten ziyade bir protagonist olarak konumlandırılmıştır; her halükarda merkezdedir. Raymond Massey, Lawrence Olivier, Finley Currie, Leslie Howard gibi oyuncuların her biri her “act”da görünüp kaybolurlarken, ifade ettiğimiz gibi Eric Portman filmin her aşamasında merkezi konumdadır. Filmin maaliyeti açısından bakılıdığında aslında Powell’ın yapmaya çalıştığı oldukça mantıklıdır; rolleri belirgin bir şekilde yeterlidir. Hemen hemen her “act”da bir büyük yıldız görürüz.

Filmdeki en ilginç ve aslında seyretmekten pek hoşlanmadığım sahne Naziler’in Eskimolar’ı ve amfibik uçakla gelen iki kişiyi öldürdükleri, bir çeşit Eskimo kıyımı yaptıkları sahnedir. Bu sahne bana ağırlıklı olarak Renoir’in filmindeki “La regle du Jeu” filmindeki av sahnesini hatırlattı; bu sahne Renoir tarafından aslında metaforik olarak Nazilerin yaptığı kıyımı yansıtan bir öğe olarak kullanılmıştır. Filmimizde ise herhangi bir metafora gerek yoktur! Almanlar herhangi bir sembolizme kaymadan bu işi iyi becermektedir! Antonioni’nin de benzer bir tekniği olmakla birlikte onunki daha karmaşıktır. “L’eclisse” filminin bir sahnesinde zenciler ile dalga geçilerek yerin dibine batırılır, daha sonraki sahnede zencilerin hiçbir şekilde dalga geçilen insan gibi olmadıklarını görürüz.

Filmde değinilmesi gereken ilginç noktalardan birisi de amfibik uçağı ele geçiren Nazilerin fazla ağırlıktan dolayı kalkamamaları nedeniyle, uçağı hafifletmek amacıyla silahları attıkları sırada, içlerinden bir Nazi askerlerinin Eskimo tarafından keskin nişan alınarak öldürülmesidir. Bu sahne oldukça önemlidir; Powell burada Chaplin’in yaptığını yapmak istemiştir. Burada baş aşağı çevrilen bir “Übermensch” söz konusudur. (Unutulmamalıdır ki “Böyle Buyurdu Zerdüşt” Almanların sırt çantasında İncil ve Mein Kampf ile birlikte taşıdıkları üç kitaptan biridir. Zaten Eric Portman da İncil diye “Mein Kampf”ı çıkartmıştır.) Filmin sonunda Leslie Howard tarafından bu karşıtlık şu şekilde belirtilir: “One armed superman aganist one unarmed decadent democrat”. Nazilerin zannımca en nefret ettikleri şeylerden biri de budur: “Mein Kampf”da aşağılık ırk ve yarı maymun kategorisinde görülen bir ırk tarafından öldürülmek. Bu noktada, Chaplin de benzer bir tersyüz etmeyi “The Great Dictator” filmindeki Yahudi berber karakteri ile yapar. Yahudi berber aynı zamanda Sevgili Führer’in doppleganger’idir. Aslında komik olmaktan ziyade düşündürücüdür. Çünkü Chaplin’in hemen hemen her sahnesinde anlam kaynamaktadır. Fakat aynı sahnede bir Eskimo bile bir Nazi’yi öldürürken, Fransız Kanadalıların ya da İngiliz Kanadalıların oldukça pasifize ve Almanlarla savaşmakta başarısız olmaları ilginç değil midir? Bu arada uçaktan silahları atarken ölen Nazi olay örgüsünün işleyişi açısından da oldukça gereklidir. Çünkü uçağın kalkması için gerekli olan ağırlıktan kurtulmuşlardır. Bu sahne bir başka anlamda da yukarıda ifade edilen “übermensch” kavramının çökertilmesine hizmet eder; bu minvalde sahnede Nazi’nin öldürülmesi çifte işleve haizdir.

Naziler de İnsandır!

Johnny’nin ölüm sahnesinde, karakterimizin son sözünün “we will send missionary” olduğunu işitiriz. Bu, filmin daha önceki sahnelerini tekrar okumamızı gerektiren bir cümledir. Daha önceki sahnede Malotte isimli karakterin onlar arasında yaşadığını ve kendisinin bir Alman ajanı olduğunu, Naziler için harita yaptığını anlarız. Malotte sahnesi “49th Parallel”in Amerikan versiyonu olan “The Invaders” filminden çıkarıldığı için film hafızasının bir kısmı alınan Amerikalılar bu sahne ve referans verdiği nosyonu anlayamamıştır. Bu sahnenin sonunda Nial McGinnis’in ölmek üzere olan Johnny’ye tesbih verdiğini ve ardından da duvara Svastika çizdiğini görürüz. Bu hareket, karakterler arasında içsel anlamda bir farklılaşma olduğunun belirtisidir daha doğrusu öngörüsüdür. Aslında bu karakter oldukça ilginçtir. İlerleyen sahnelerde ondaki değişim ve dönüşümü yakından göreceğiz.

Uçak sahnesinde Hirth ve Kuhnocke’nin arasındaki diyalog iki komutan arasındaki eski sürtüşmeleri gün yüzüne çıkartır. Lakin Kuhnecke’nin ifade ettiği sadık Nazi partisi üyeliği, insan doğasının yargıcı, pilot, mühendis ve fotoğrafçı özellikleri uçağın düştüğü sahnede yerle bir olmuştur. İnsanları analiz eden birisi olarak başarısızdır, pilot olarak ise tam bir felakettir ve parti üyeliği ise tamamen bakış açısını kapatmış, onun düşünmeden karar almasına neden olmuş ve arkadaşlarının hayatını tehlikeye atmıştır. Genellikle bu tip filmlerde bilhassa Hollywood yapımlarında düşmanlar çoğunlukla “aptal” olarak değerlendirilmişlerdir; fakat burada herhangi bir mizah söz konusu değildir. Almanlar’ın bu şekilde tasavvur edilip gösterilmesi oldukça bilinçlidir; uçak düşmeden önce paniğe kapılmışlar, kalkmadan önce hesaplama hatası yapmışlardır. Bu çeşit bir dokunuş Almanları her şeyden önce insanlaştırmaya yönelik bir düşüncenin ürünüdür. Antinazi propagandası amaçlanan filmlerde olmayan karakteristiktir bu; bundan dolayı Powell ve Pressburger’ın Almanlara sempati beslediği iddia edilmiştir. Aslında bu her Alman’ın Nazi olmadığı gerçeği üzerine temellendirilen bir fikirdir ve oldukça da makuldur. Acaba her ne kadar bir propaganda filmi olsa da, bu muğlak imajda dönemin (tekrar hatırlatalım yıl 1941) kafa karışıklığının izlerini bulabilir miyiz?

Hutterite Komünitesi ve Elizabeth Bergner

Filmin 2. Act’ının başlangıcı, uçağın düştükten sonraki sahnede Naziler’le Hutterite topluluğu arasındaki macerasına denk gelir. Genellikle 2. Act’ta kullanılan aktörler sinema seyircisine pek aşina suratlar değildir; bu oldukça bilinçli bir seçimdir. Aslında her ne kadar seyirci büyük starları görmek istese de bir o kadar da yeni yüzlere ihtiyaç duymaktadır. Konumuza geri dönelim, Hutterite’ler 20. yy başında Almanya’dan göç eden Hıristiyan Fundemantalistler’dir. Onlar Almanya’da yapılan dini baskı nedeniyle göç etmişlerdir. Kendileri daha çok “Amish”lere benzemektedirler. Onların alamet-i farikası ise tecrit edilmiş ve kendi kendine yeten bir topluluk olmalarıdır. Hutterite komünitesi çekiminde en dikkate değer olaylardan biri de Elizabeth Bergner’in filmden ayrılması olmuştur. Normalde Elizabeth Bergner Anna rolündedir. Lakin filmde gördüğümüz gibi Anna roünde Glynis Johns oynamıştır.

Elizabeth Bergner’in filmden ayrılma nedeni, Bergner ve Hutteriteler arasında yaşanan bir olaydır. Hutteriteler’den bir kadın, Bergner’i kabinin dışında sigara içerken ve tırnaklarına oje sürerken görmüş, bunun üzerine çok sinirlenmiş, koşarak sigaraya vurmuş ve Bergner’i tokatlamıştır. Bergner ile komünite arasında arabuluculuk görevine Powell soyunmuştur. Hutterite kadınının bu kadar sinirlenmesinin ardında fikrimce Bergner’in eski bir Alman vatanseveri olması yatmaktadır. Bu gerginlik üzerine Bergner New York’a gönderilmiş, lakin Powell arkasından gittiğinde onu bulamamıştır. Daha sonra kocası Dr. Paul Zinner’ın yanına-Hollywood’a gittiği öğrenilecektir. Powell’ın kendisini arayıp çağırması üzerine hastalık bahane ederek dönmeyi reddetmiştir. Bu hadisenin ardındaki gerçek neden Bergner’in Nazilerin ölüm listesinde bulunmasıdır.

Hutterite komünitesinin sözkonusu olduğu sahne “49th Parallel”in en lirik sahnelerinden birini teşkil eder. Bu sahnede Almanlar’ı, hasatı kaldırmada Hutteriteler’e yardım ederken görürüz. Powell’in kariyerine bakıldığında bu hiç de sıradışı değildir. Kariyeri boyunca toprağı işleyen insanlar için özel bir sempati beslemesinin kökenini (“Black Narcissus” güzel bir örneğidir) çocukluğuna yapılan bir inceleme ile babasının şerbetçi otu üreten bir çiftçi olmasında bulabiliriz.

Bir İnsanlaşma Hikayesi: Fırıncı Vogel

Powell ve Pressburger’in Alman denizcilerin kötü durumunu anlatması ve Act 2’deki sempatik Alman denizci (Niall Mcginnis, Vogel) tiplemesi beraberinde derin tartışmaları da getirmiştir. Bu tip tartışmaları biraz olsun hafifleten olay ise Powell’ın, zamanın Ministry of Information’u Duff Cooper’a yaptığı, iyi Nazi’nin sadece ölü Nazi olduğu yorumudur. Ama daha ilginci ikinci sahne olan Hutterite sahnesinde Almanların ilk sahneye göre çok çok daha sempatik gösterilmeleridir. Ama bu sahnede bir değişim/dönüşüm durumu sözkonusudur. Bu sekansın dramatik amacı Vogel’in anti-Nazi’ye daha doğrusu insana dönüşümüdür. Bu ise bir revelasyondan ziyade bir hafıza yenilenmesi/ yeniden canlanmasıdır. Bu noktada tüm Almanların kafası karışıktır; ilk etapta lidersiz bir komünün işleyişindeki hariküladelik onları şaşırtmıştır. Salt bu da değil; Naziler’in etkisi altında o kadar fazla kalmışlardır ki sözümona Alman ırkının “Mein Kampf”da ifade edilenin dışında herhangi bir şekilde yaşama ihtimalini algılamakta zorlanmışlardır. Kuralsız bir kominitede yaşamanın rahatlığı, cezalandırmanın yoksunluğu, askeri disiplinin olmayışı bilhassa Vogel’i çok mutlu etmişe benzemektedir. Bu onun kafasındaki teorik zırvaları yok etmiş ve illüzyonu ortadan kaldırmıştır. Aynı zamanda Anna’ya gösterdiği sempati ile Alman arkadaşlarının saçma sapan sorularından ve grup tecavüzünden kurtarılmıştır diyebiliriz. İlerleyen sahnelerde Hutteriteler’in samimiyetine inanmamışlardır; Hirth dinin onlar için sadece bir kılıf olduğunu ifade etmiştir. Bu tavrı da yukarıda ifade ettiğimiz Inhuman Politicos’un uzantısı niteliğindedir. İdeoloji ile kirlenmiş insan sıradan insanın ya da doğal insanın verdiği insani tepkilerden çok daha farklısını verecektir.

Ikinci bölümün en dikkat çekici sahnelerinden biri Vogel’in fırıncıya yardım ettiği sahnedir. Filmdeki belki de en güzel ve neşeli sahnelerden biri olmakla birlikte Nazi denizcilerin körlüğünü göstermesi açısından dikkate değerdir. Hutterite topluluğu arasına girmek adına Vogel tarafından gösterilen samimi davranışların Hutterite Komünitesi içersinde bir nevi davranış tebdili olarak algılanması bu körlüğün ve ideoloji yönelimli bir zihniyetin vahim sonuçları olarak oldukça önemlidir. Ama bu sahne Powell’dan ziyade Pressburger kokmaktadır. Ekmek yapma bir anlamda Vogel için saflaşmanın ifadesidir; aynı zamanda insana özgü şeyleri yapmayı hatırlamıştır, “Bir kadını sevmek” gibi. Hitler’in iktidara gelmesinden önceki hayatına dönüşün ifadesi; bir insanlaşma hikayesidir.

Bu nedenle de Vogel Naziler tarafından kurşuna dizilerek idam edilir. Fakat iki kişi kalana kadar Almanların arasındaki disiplin kat’i surette bozulmaz. Her seferinde de kendi ideolojilerini yüceltirler ve Mein Kampf’tan alıntılar ile desteklerler. Amaç devletin korunması ve Monark’ın haklı gösterilmesi olunca birey ve toplum zorunlu olarak bir araç haline dönüşmektedir.

Beklenen Münazara ve “Batı Düşüncesi”nin Virüsü, Tarih Bilincinin Kötüye Kullanılması

Filmin esas beklenen sahnesi Eric Portman (Hirth) ve Anton Wolbrook (Peter) arasındaki münazaradır. Beklenen sahne sinematograf Freddy Younger’ın kurduğu oldukça hoş mizansen ve gök gürültüleri arasında gerçekleşir. Hirth’in ideoloji ile bulanmış “Hitlerizm”ine karşılık Peter’in Hitlerizm virüsüne karşı yaptığı saldırılar oldukça dikkat çekici olmakla birlikte bu münazaranın galibinin kim olduğuna dair herhangi bir şüpheye yer bırakmaz. Keza bu söylev Chaplin’in “Great Dictator” filminin sonundaki Führer kılığına giren Chaplin’in Naziler’e karşı verdiği söylevi andırmaktadır. Lakin Naziler’in her gittiği yerdeki insanları sindirmeleri, ideolojik olarak kendilerine bağlamaya çalışmaları ve aynileştirmeye dair çabaları (Leslie Howard örneği ya da Hutterite Komünitesinde yapılan ajitasyon) ister istemez batı düşüncesinin kökenlerinden de kaynaklanan bir temele dayanır; yıkımın kökenini sorgulayan Levinas’a göre us-merkezcilik ya da us-mantık, idea kavram ve içkin olanın tüm kategorileri, bir “savaş ontolojisi” yaratmıştır. Ego temelli us, karşılaştığı her şeyi egonun bir anına özdeşliğe indirger. Bu bütünleştirme, aynılaştırma ve özdeş kılma aynı zamanda bireylerin politik olarak da tüketici-emici bir totaliteryanizme indirgenmesidir. Batı düşüncesi kökeninde bir “egoloji”, “güç”, “adaletsizlik” felsefesi ve savaş ontolojisidir.

Nietzsche, tarih bilincinin kötüye kullanılmasından kaynaklanan ve batı kültürünün dünyayı hastalıklı bir yere çevirmesine yol açan üç önemli nokta saptamaktadır. Birinci saptamaya göre, yeryüzüne egemen olma tutkusu, özgür batı bireyinin tarih yazma ve geleceği biçimlendirmede tek egemen olarak kendini görmesidir. Tarihin tinsel açılımının yeri ve tarihsel hakikatın doğal sahibi olarak kendini gören Batı’nın yeni savaşı çözümsüzlüklere karşı savaşmak değil, tam tersine uğruna ölünecek değerler için savaşmaktır. Birinci saptamayı destekleyen ürkütücü ikinci sonuç ise, kendi doğasını saptayan ve doğanın sözde hakikatını merkeze alan insanın, artık gereksinim duymadığı Tanrı’nın yerine insan imgesi olarak yarattığı yanlış bir Tanrı’yı koymasıydı. Nietzsche “Tanrı öldü” dediğinde belki de insan imgesinin psikopatça tanrılaştırılmasından söz ediyordu. Hirth, “Mein Kampf” için şöyle demiştir “Mein Kampf is Bible (İncil)”. Geriye, bu Tanrı olma sanrısı ile, tarihi bir güç olarak kullanan (tarih zaten bu imgenin istencinin yansımasıydı) Batı toplumlarının savaşları kalıyordu. Kendi istencini gerçekleştirme ve bu istencin doğal sonucu hakikatin heryerdeliğini sağlamak için yeryüzünün batı bilincinin bir deney laboratuarına dönüştürülmesi kalacaktır. Kendi imgesine sıkışıp kalan bu son insan, yaşamın parçalanmış ve kavranılamaz özelliğini kabul edip kahramanca yaşamayı seçmek yerine, usun somutlaşan yönü, hakikati tüm evrende kabul ettirecek istenç gösterisi içinde tutsak olmayı seçmiştir. Tıpkı faşizm ve faşistlerin yapmaya çalıştıkları gibi.

Hirth ile Vogel arasında bir karşılaştırma yaparsak; Hirth Hitler’i önderi kabul edip tüm ilhamını ondan alırken, Vogel aslında kabus gördüğünü bundan yavaş yavaş uyanmaya başladığını söylemiştir (bu cevap Hirth’in Vogel’in kim olduğunu unuttuğuna dair sözlerinden sonra verilen cevap ile şekillenmiştir; aslında dediği gibi kim olduğunu hatırlamaya başlamıştır). Bu durum faşizmin psikopatolojisinin (Bertolucci tarafından “Il Conformista”da çok ciddi anlamda işlendiği gibi) sıradan bir adamı nasıl bir canavara dönüştüreceği üzerinde bir tefekkür de içermektedir. Vogel’in değişim-dönüşümü bunu kanıtıdır. Savaş yabancılaşmadır: İnsana olması gerektiğini unutturur savaş zamanında tüm ekonominin savaşa alıştığı gibi (Japonya’da görünen Panasonik marka silahlar bunu kanıtıdır) savaş da insana doğasını unutturur. Peter ile Vogel arasındaki konuşma aslında bir açıdan oldukça dikkat çekicidir. Bize ağırlıklı olarak “Le Grand Illusion” filmindeki askercilik oynayan çocukları hatırlatır (yaşlı Alman kadınların askerde talim yapan ergen Almanlara bakarak üzüldükleri sahne). İnsanı yabancılaştıran bir öğe olarak görülen savaş Elizabeth Bowen’in “Şeytan Sevgili” isimli eserinde derinden derine “yabancılaşma” açısından irdelenir. Karakterler (iki sevgili) arasındaki gerilimin asıl nedeni savaştır ve Londra’daki evin duvarlarındaki bomba izleri kahramanlarımızın ruhunda açılan izlerin sembolik göstergeleridir. Aynı zamanda sevgilisinin üniformasının düğmesi kadın kahramanın elini kesmiştir. Bu de sembolik anlamda savaşın insan ilişkileri üzerindeki tahribatını göstermesi açısından ilginçtir. Yabancılaşma insanların birbirlerine olan güvenlerini kaybetmeleri neticesinde meydana gelir (bu güvensizlik filmin başından sonuna kadar tüm Nazilerde başattır). Marx’ın terimleri ile ifade edersek yabancılaşma insanın kendi bulduğu şeyin onun arzu hilafında davranmasına neden olmasıdır. Tıpkı savaş gibi ya da Vogel’in fırıncılığı unutması gibi!

Leslie Howard’ın Trajik Ölümü, Korda’dan Sonra İngiliz Sinemasındaki Otorite Boşluğu

Biraz Leslie Howard’dan bahsetmek gerekirse; kendisi film çekildikten 2 sene sonra trajik bir kazada ölmüştür. Aslında buna kaza demek hata olur. Biscay koyunun üzerinden uçan ve Portekiz ile Lizbon arasında seferi gerçekleştiren sivilleri taşıyan uçak Alman Junkers’ları tarafından düşürülmüştür. Onun Lizbon’da bulunma nedeni British Information Service’deki görevidir; amaç Shakespeare hakkında bir konferans vermektir. Ölüm nedeni ise biraz karmaşıktır; aslında bu konuda oldukça fazla spekülasyon vardır. Biz en mantıklılarına değinelim. Menajeri olan Alfred Chenhalls’ın Powell’a göre Winston Churchill’e fiziksel olarak ciddi bir benzerliği sözkonusuydu. O şişman ve keldi hatta bu benzerliği kullanarak rol bile yapar ve aynı tip sigarayı içerdi. Powell’a göre Chenhalls, Alman bir ajan tarafından Lizbon Havalimanı’nda görülmüş, bunun üzerine İngiltere’ye giden ve içinde Howard’ın da bulunduğu teyyare Alman uçakları tarafından düşürülmüştür. Konu ile alakalı daha farklı spekülasyonlar da bulunmaktadır; Aslında İngiliz Gizli Servisi’nin Howard’ın uçağının düşürüleceğini önceden bildiği fakat “Enigma”nın İngilizler tarafından çözüldüğünün Almanlar’ca anlaşılmaması için herhangi bir önlem almadığı gibi… Bu fikre göre açıkça söylemek gerkirse Howard av olarak kullanılmıştır. Bir başka spekülasyona göre uçakta Howard’ın olduğu Almanlar tarafından biliniyordu zira Howard yurtdışında filmler hakkında düzenlediği konferanslar yanında müttefik devletlerin propagandasını da yapıyordu. Son olarak bir filmde onlarla dalga geçtiği için Gobbels’ların Howard’ı hedef olarak belirlemeleriydi (49th Parallel’de de Howard tarafından Nazilere yapılan giydirmeler sözkonusu).

49th Parallel, İngiliz sineması açısından, tekrar tekrar ifade ediyorum, bir miladı teşkil eder. O dönemde İngiltere’de “Thief of Baghdat” filminin prodüktörü olan Alexander Korda dışında Amerikalı prodüktörler ile yarışabilecek güçlü bir İngiliz firma yoktu. Zaten kendisi de bu filmin devam eden çekimleri için Amerika’ya gitmeye karar vermiştir. O dönemde İngiltere, özellikle Amerikan prodüksiyon şirketlerinin etkisindedir. Bu şirketler İngiltere’de dikkate değer birşey gördükleri zaman hep beraber hücum etmekteydiler. Bunun en büyük örneği Alfred Hitchcock’un David O Selznick tarafından Amerika’ya götürülmesidir. Savaşın patlaması ile İngiliz sinemalarında bir iktidar boşluğu ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine Korda bütün olanakları tüketmiş ve Amerika’ya gitmiştir. Bu aynı zamanda Amerika’daki prodüksiyon olanaklarının daha çok olmasıyla da alakalıdır. O dönemde Korda seviyesinde film prodüksiyonu yapacak hiçbir kişi ya da firma yoktu. İşte tam bu dönemde Michael Powell ortaya çıktı. Korda’nın savaştan önce İngiltere’de prodüktörlüğünü yaptığı son başarılı film üzerinde çalışmış ve düşük bütçeli B filmlerinden sonra başarılı çalışmalar da ortaya koymuştur. 1940’ın karanlık ve karışık günlerinde İngiltere’de hiç kimse film yapmayı düşünmüyordu. Onun zamanında çağdaşları küçük çaplı dökümanterler ya da moral yükseltici filmler çekmişlerdir. Onların bu filmleri çekerken içine düştükleri, İngiltere ve savaş hakkındaki sınırlı vizyondan Powell etkilenmemiştir. O aldığı devlet desteğiyle (her ne kadar propaganda filmleri olsa da) kendi ülkesindeki çağdaşlarında pek olmayan sinemaya dair bakış açısını genişletmiş ve tekniğini devlet desteği ile birlikte daha ileriye götürmüştür.

Demokrasi vs. Totalitarizm, Landmark Lokasyon: Hitchcock’a Selam

Değinmemiz gereken noktalardan biri de denizaltıdan kurtulan Naziler’den geriye kalan tek kişi olan Hirth’in nerede olduğunun sunucular tarafından duyurulmasıdır. Burada Powell’ın mizahı işbaşındadır. Sunucuların yaptıkları anonslar birbiri ile çelişkilidir; kimisi onları kahraman kabul ederken (ki bu Alman kanalıdır) kimisi (CBC ve NBC kanalları) ise sadece haberleri tarafsız bir şekilde yayınlamaktadırlar. Bu oldukça bilinçli düzenlenmiş bir sahne olmakla birlikte totaliterizm ile demokrasi arasındaki farkın yönetmen tarafından gösterilmesini terennüm etmektedir (demokrasi gibi yalancı bir kavramın goygoyculuğunu yapacak değilim; keza kendi fikirlerimden ziyade Powell’ın fikirlerini ifade ediyorum). Ama basının o kadar da masum olmadığını itiraf edelim çünkü çekilen film aslında bir propaganda filmidir. Medya bir savaşın meşrulaştırma aşamasında, öldürülen bebekler ve ırzına geçilen kadınlar olduğunu öne sürerek kaybedilecek zamanın olmadığına yer verir. Körfez Savaşı öncesinde, işgal edilen Kuveyt’te Iraklı askerler tarafından kuvözden çıkarılarak öldürülen bebekler hakkında ortaya atılan iddialara bir bakalım isterseniz; Olayı anlatan Nayirah isimli kızın, iddia edildiği gibi hastanede bir hemşire değil, Kuveyt’in ABD büyükelçisinin kızı olduğu ve bu olayın Hill and Knowlton adlı bir halkla ilişkiler şirketince düzenlendiği ortaya çıkmıştır. Bunun için bu tip propaganda filmlerinin medya tarafsızlığı gibi içi boşalmış kavramlarla tatlısu demokrasisini savunmasının 2024 yılından bakıldığında pek bir anlamı olmadığı kanaatindeyim.

Filmin sonuna doğru Niagara Şelalesi’ne yapılan çekimler oldukça dikkat çekicidir. Şelale aslında Amerika-Kanada komünitesinin bir sembolü olmakla birlikte, Powell’ın Niagara kelimesine duyduğu aşkla ilgilidir. Bununla birlikte Hitchcock’a sunduğu bir hediye olarak da kabul edilebilir; bu filmden 11 yıl önce Hitchcock ile Powell birlikte “Blackmail” filminde çalışmışlardır, Powell’ın müdahalesi ile filmin son mekanı değiştirilmiştir. Filmin son sahnesindeki kovalama sokaklarda yapılmak yerine, Powell’ın teklifi ile bir “landmark lokasyon” olan “British Museum”da yapılmıştır. Bu filmden sonra filmlerin “landmark lokasyon”larda bitişi bir Hitchcock özelliği olarak yer etmiştir (North by Northwest’in Mount Rushmore’da, The 39 Steps’in London Palladium’da bitişi örnek olarak verilebilir).

Sonuç olarak, iyi ya da kötü bir yana, hiçbirimizin kaçamayacağı bir fenomen olarak savaş varoluşumuzun karşısına düz bir duvar olarak çıkmaktadır. Bir insan bu konuda ne Kant kadar iyimser ve ilerlemeci ne de faşist ideolojiye giden yolun düşünsel temellerini atan Hegel kadar Alman devletçisi ve “Alman Devleti’nin Felsefecisi” kadar statükocu olamamaktadır. Geriye ise sadece “hayal kurmak” kalıyor, ideolojilerden ya da yuları devlet eline verilmiş “felsefeciler”den uzakta!

Kaynaklar:

-Doğu Batı Düşünce Dergisi - Savaş ve Barış - Sayı: 17 Doğu Batı Dergisi

(Kant, seçilmiş yazılar, Nejat Bozkurt, İstanbul: Remzi, 1984)

(Hegel, Essential Writings, Touchbooks, New York, Harpoer 1974)

(Emmanuel Levinas, Totality and Infinity: An essay on exteriority. Pittsburg: Duquesne University Press, 1969)

-Audio commentary by film and music historian Bruce Eder

-The 49th Parallel DVD, Criterion Collection

-George Orwell, Complete Works vol xii

-Saunders, Loraine. Unsung Artistry of George Orwell. Abingdon, Oxon, GBR: Ashgate Publishing, Limited, 2024.

-The Complete Works of George Orwell, 20 vols. ed. Peter Davison, asst. Ian Angus and Sheila Davison (London: Secker & Warburg, 1998).

Calderon de la barca

calderon@sanatlog.com

A Clockwork Orange (1971; Otomatik Portakal) - Stanley Kubrick

3 Aralık 2024 Yazan:  
Kategori: Kült Filmler, Klasik Filmler, Sanat, Sinema

İktidar Tandanslı Bir Okuma

Liberal sistemdeki suçlu ve kurban diyalektiği üzerine inşa edilmiş bir hiciv örneği olan A Clockwork Orange (1971, Otomatik Portakal), suçun orijinine inmek yerine sonuçlarını irdeliyor, eleştiri oklarını liberal düzene fırlatıyor. Modern dünyayı oluşturan dinamiklere (liberal, lümpen, kurulu düzene hizmet eden entelektüel tiplemesi, iktidar birey ilişkisi/çatışması, devlet erki ve hükümet mekanizmalarının tek tip birey yaratma uğraşlarının sonuçları, suç ve ceza, suçlu eğitiminin etiği, aile yaşamı…) sert ve eleştirel bir bakış atan A Clockwork Orange; fütüristik bir öngörü, pesimist bir yorum denemesi, sosyolojik bir saptama, olasılıkla kendi türünün başyapıtı. Bütün büyük yapıtlar gibi bir başkasına değil yalnızca kendisine benziyor.

Alex’in suç şebekesi sınıfsal olarak burjuva ve proleter ayırt etmeden önüne çıkan her şeyi yok etme psikolojisi içinde olan, (Söz konusu yıkıcı eğilim, kült roman “American Psycho”nun başkarakteri için de geçerli.) kendine has bir altdil ya da argo icat etmiş öznelerden oluşuyor. Yürürlükteki dilden sıyrılma çabaları düzen karşıtı eğilimlerinin bir dışavurumu, anarşistçe bir tavır. Aralarındaki egemenlik hesaplaşmasının bu küçük cemaati birbirinden kopardığına tanık oluyoruz. Bu cemaatin dağılması çok sonra iktidarın bekçileriyle -artık yalnız ve çaresiz bir birey konumuna düşen- Alex’i karşı karşıya getiriyor kaçınılmaz olarak. Başta pek de özdeşleşemeyeceğimiz saldırgan ve yıkıcı bir porte çizen Alex ile bu noktadan sonra özdeşleşmek (Stanley Kubrick’in mesafeli/soğukkanlı duruşu buna pek imkân tanımaz oysa.) durumunda kalıyoruz. Bu özdeşleşme A Clockwork Orange’ın aşağı yukarı finaline denk gelen kısmında gerçekleşiyor. Yani Alex başka çaresi kalmadığı için kendini iktidarın şefkatli (!) kollarına teslim ettiğinde, daha doğrusu iktidarın bekçileri/düzenin koruyucuları Alex’i kendi dünyasına aldığında.

Alex’i sindirme/asimile etme politikaları öncelikle eğitimci erkânın buyurgan/tepeden inmeci müdürünün ajitasyonlarıyla başlıyor. Herhangi olumlu bir sonuç doğurmayan bu girişimin ardından hapishane erkinin uygulamaları kendini gösteriyor. Kitab-ı Mukaddes eğitimi alan Alex kitabı kendine göre yorumlamakta geç kalmıyor. İşkence ritüelini andıran malum denemelerden sonra yavaş yavaş beyninin ele geçirilmeye başladığına tanık olsak da kolay kolay teslim etmiyor kendini Alex. Ta ki direnme odaklarını tükettiğinde yapacak bir şeyi kalmadığını anlıyor. Özellikle tektipleştirmenin boyutlarına getirdiği yaklaşım ve bunu analiz etme biçimi A Clockwork Orange’ı evrensel statüye konumlandırıyor.

Her çağın egemen düşünce sistemi kaynağını devlet otoritesinin örgütlenme modelinden alır. Devlet erki bürokratik araçlarını devreye sokarak bireyleri gereğinde yumuşatır, biçimlendirir, onlara çekidüzen verir. Düşünme biçimine/ideolojisine ters düşen mikropları sterilize eder, genel kamu huzurunu bozan girişimlerin önüne geçer. Varlığını tehdit eden oluşumlar üzerinde baskı mekanizmaları geliştirir. Farklı olanı –ötekini- kendi amaçları ve istekleri doğrultusunda asimile eder. Gerektiğinde şiddet kullanmaktan imtina etmez.

A Clockwork Orange’ın kesin ve net bir biçimde sorduğu sorular/çağrıştırdığı konular işte bu aşamada yüzeye çıkıyor. Ait olduğu sosyal sınıf gözetilmeksizin toplumu oluşturan ya da toplum dışındaki öznelerin düşünme kalıplarına, benimsemiş bulundukları kimliklerine dış ve kontrol edici bir tahakküm/müdahale gerekli midir? Bu tür bir müdahale nasıl sonuçlar doğurabilir? Dışarıdan müdahaleye maruz kalan bireyler ne kadar özgür olabilirler? Bu ve buna benzer uygulamalar devlet erkinin asal görevleri arasında kabul edilebilir mi?

Sinemanın yerleşik kalıplarının sınırlarını zorlayan bir sinemacı kimliğinin başat aktörlerinden olan Stanley Kubrick, A Clockwork Orange’da mesafeli duruşunu koruyan bir sosyolog edasına bürünüyor. Şu sözleri onun sinema anlayışını somutlayan birincil bir kaynak olma özelliğini taşıyor: 

“Filmin çekilmesi kolaydır, asıl zor olan neyin çekileceğidir.”

 

Bu mütevazı sözler Stanley Kubrick’in üslup ve biçimden çok konu ve içerik üzerinde yoğunlaştığını ifşa ediyor. İçeriğe fazlasıyla önem veren bu sinema devi A Clockwork Orange’ın her karesini iktidar sorunsalı üzerinden örüyor. İnsanlığı doğuşundan beri meşgul eden ve onun doğasına ışık tutan en önemli anahtar kelime olan iktidar sorunsalı üzerinden. Fütüristik bir tablo çizen A Clockwork Orange, bu bağlamda totaliter rejimlerin idari/yönetsel nüvelerini sorunsallaştırıyor. İktidarların şu veya bu biçimde varlıklarını sürdürebilmeleri için gerekli gördükleri icraatları bireyin özgürlüğü açısından sorguluyor.

Hakan Bilge

hakanbilge@sanatlog.com

Bu yazım Bireylikler Dergisi’nin 34. sayısında (Eylül-Ekim 2024) ve ayrıca şurada, şurada, bu adreste ve şu adreste yayımlanmıştır.