Tahsin Yücel’in “Yapısalcılık” Yapıtı Üzerine Bir Değerlendirme
21 Ocak 2024 Yazan: Editör
Kategori: İnceleme Kitapları, Kitabiyat, Sanat
Tahsin Yücel’in Yapısalcılık adlı çalışması, ana hatlarıyla, Dilbilim, Budunbilim, Göstergebilim konularını inceleme altına alır. Yücel giriş bölümünde, sanat ve düşün alanının doğasına ve tartışma alanlarına değinerek, farklı disiplinlerinde benzer tanımlanma ve değerlendirilme sorunları yaşadığını söyler. Yapılan tartışmaların yapısalcılığın ana ilkelerinden çok, bu bilim ile organik ilişkisi olan araştırma dallarının, göstergebilim, dilbilim, budunbilim alanlarında yoğunlaşmasına dikkat çeker. Yapısalcılık alanında araştırma yapan bazılarının çeşitli yanlış değerlendirmelere yol açmaları sonucunda, bu önemli bilimin neredeyse tanınamaz bir hale getirilmiş olduğu önemle vurgulanır. Kimi yazarların Sarte örneğinde olduğu gibi, yapısalcılığı felsefe kökenli bir sanat dalı olarak ele almış olmalarına değinir. Aslında yapısalcılığın karmaşık bir alan olmadığını söyleyerek, Saussure ve Greimes’ın yönelimlerine bir giriş yapar. Bunun sonucunda yapısalcı yaklaşımın, felsefi siyasal ya da sanatsal bir öğreti olmadığı amacının tutarlı bir çözümleme yöntemi olduğu ortaya çıkar. Kitabın, yapısalcı düşünceyi tanıtmayı amaçladığı ve tutumunun oldukça yalın olduğa vurgu yapılır. Yapısalcılığın, öncelikle ‘başkası’nı anlama ve ‘başkası’nı anlamanın nesnel koşullarını oluşturma çabası olduğu söylenerek kitabın bölümlerine geçilir.
1. Bölümde Dilbilim açımlanır. Dilbilim Devrimi başlığı altında, Yapısalcılığın tarihsel sürecine bir giriş yapılır. Strauus’un, Amerikalı düşünür, Franz Boas’ı yapısalcı düşüncenin başlıca ustalarından biri saymasını ya da kimilerine göre, Amerikalı dilbilimci Bloomfield’ın yapısalcılığın en önemli öncüsü olarak gösterilmesini örneklenir. Ancak ayrıntıların bırakılıp işin özüne inildiği zaman Ferdinand de Saussure’ün Genel Dilbilim Dersleri adlı yapıtının ana kaynak olarak ortaya çıktığı söylenir. Saussure’ün dönemin dilbilimsel yönelimlerini yetersiz bulmasına değinilerek, dil üzerine, herhangi bir araştırmaya girişebilmek için, öncelikle dilin ne olduğunu anlamak ve bunu sağlayacak temel kavramları belirlemek gerektiği düşüncesinin çalışmalarının merkezini teşkil ettiği vurgulanır. Cenevre Üniversitesi’nde yaptığı dilbilim derslerinin hangi ortamda ve döneminde nasıl değerlendirildiği söylenir. 1950’lerden sonraki çalışmaların Genel Dilbilim Dersleri adlı yapıttan yola çıkılarak gerçekleştirildiği üzerinde durulur. Saussure’ün dil olgusuna yaklaşımının temelini günümüzde yerini yapı kavramına bırakmış olan dizge kavramının oluşturduğu belirtilir. Çeşitli örneklendirmelere gidilerek konu açımlanır. Dili bir göstergeler dizgesi olarak tanımlayan Saussure’ün, ses ayrılıkları olarak değindiği tanımlamaya değinilir. Örnek olarak ‘ağaç’ sözcüğü ele alınarak, bu göstergede ‘ağaç’ sesinin gösteren, ‘ağaç’ kavramının ise gösterilen olarak tanımlandığı vurgulanır. Saussure’ün kendinden önceki dilbilimsel incelemelerden farklı olarak, dilsel olguları artsüremli olarak değil eşsüremli olarak ele aldığı ve tarihsel gelişiminde bu tutumu doğruladığı belirtilir. Sausure’ün, ileride yapılacak olan incelemelerin temelini attığı söylenerek, göstergebilimin ortaya çıkacağı saptaması yapmış olmasına yer verilir. Genel Dilbilim Dersleri’ nin yayımlanmasından on yıl sonra otaya çıkan, Prag Dilbilim Çevresi nin doğrudan doğruya Saussure’den esinlenmiş olduğu söylenerek, Dil ve Ses başlığı altında öncelikle bu konunun incelenmesine geçilir.
Prag Dilbilim Çevresi’nin de Saussure gibi dilin bir bildirişim dizgesi olduğu görüşünden yola çıkarak incelemelerini eşsüremsel çözümleme yöntemini kullanarak yaptıkları söylenir. Bu araştırmacıların en önemli yanının, Saussure’ün bile olanaksız bulduğu, sözsel yani, bireysel sesleri incelemekten öteye geçemeyen Sesbilgisini aşmış ve dilsel sesleri inceleyen sesbilimini kurmuş olmaları olduğu belirtilir.
Daha sonra, Prag Dilbilim Çevresi’nin verilerini takip eden ve Saussure’den esinlenen Kopenhag Okulu’nun öncüsü, Hjelmslev’in Genel Dilbilim İlkeleri, Trubetzkoy’un Sesbilim İlkeleri ve Jakobson’un sonraki sürdürdüğü çalışmaların özellikle sesbilime ve değişik dilbilim çalışmalarının yapısalcılığın en verimli yanlarını oluşturduğu söylenir.
Geleneksel dilbilimin, yapının varlığını benimser görünmekle birlikte, tekil öğeler üzerinde oyalandığı, yapısal dilbilimin ise, her öğenin yapı içinde bir işlevi bulunduğu varsayımında bulunarak öğeden yapıya ulaşmaya çalıştığı söylenir. Bu yaklaşımın temeli olarak eşsüremli bakış açısı öne çıkar. Örnek olarak Saussure’ün satranç benzetmesi verilir.
Sesbirimsel inceleme açısından, ‘yapı’ ya da ‘kapı’ sözcüklerinin çok değişik biçimlerde söylenebildiği ancak sözcüğün aynı dili konuşan başka bireylerce de anlaşılabildiği sürece, tüm değişik söyleyişlerin aynı biçimin değişkeleri olduğu vurgulanır.
Barthes’ın giyim düzlemi örneğinin gösterilmesinden sonra, Dil ve Anlam konusuna geçilir. Bu bölümde dilin sessel yapısını belirleyen temel bağların anlam düzleminde de geçerli olup olmadığı ele alınır. Andre Martinet’in bu sorunlara açıklık getirdiği, çift eklemlilik kuramı incele altına alınır. Sesbilimlerin düzenlenim kurallarıyla anlambirimlerin düzenlenim kuralları arasında bir koştuk bulunmasa bile, her iki düzlem açısından aynı türden bağıntının tanımlandığının otaya çıktığı söylenir. Gösterenleri ve gösterilenleriyle birinci eklenimin sunduğu birimler birer gösterge olarak saptanır. Daha sonra, Greimas ve Bloomfield’ın anlambilim konusunun değerlendirmelerine geçilir. Anlatım, içerik, biçim ve anlam terimlerinin Hjelmslev’in yapıtlarında yepyeni bir anlamlar kazandığı vurgulanır.
Söylem başlığı altında, tümcenin tanımlanması söylem kavramı açısından ele alınır. Marinet’in çözümlemesi örneklenir. Tümce ile söylemim özdeşleştirilmesi düşüncesinin anlaşılır bir çaba olduğu savlanır. Tesniere’ın Yapısal Sözdizimin Temel Kavramları adlı yapıtında, özne ile yüklem arasındaki karşıtlığın dilbilimsel açıdan belirleyici olamadığı düşüncesi örneklenir.
Bu konuda Jakobson’un bildirilerin iletilme süreci konusunda geliştirdiği çizgenin herkes tarafından benimsendiği dile getirilerek örnekleme yoluna gidilir. Jakobson’un bu gözlemlerinin dilin iki düzleminin, sözce ve sözcelem düzlemlerininin önemini ortaya çıkardığı söylenir. Sonuç olarak, ‘ben’ yerlemlerine göre anlamlandırmaların yapıldığı söylenerek, nesnel söylemin olmadığı yargısı belirir.
Bölümün sonunda, bu incelemelerin dili kendi öğelerinin bağıntılarıyla tanımlanan bir yapı biçiminde ele alındığı ve yöntemlerinin de, eşsüremlilik/arsüremlilik, dizi/dizim, dil/söz, gösteren/gösterilen, biçim/içerik gibi karşıtlıklar çerçevesinde ilerlediği düşünülür.
2. Bölüm Budunbilim başlığını taşır. Öncelikle Amerikalı dilbilimci Chomsky’nin üretici-dönüşümsel dilbilgisi yaklaşımı ele alınır. Bazı incelemecilere göre, bu kuramın yapısalcılıktan ayrıldığı bazılarının da örtüştüğü düşüncesi tartışılır. Yücel bu noktada yapısalcılığa yapılan, onun sadece dil konusunu ele aldığı diğer insan bilimlerini incele altına almadığı yönünde yapılan eleştirilerine karşı yorumlamalarda bulunur. Ülkemizdeki bazı yanlış değerlendirmelerin, Strauss dışında kalan tüm yapısalcıların, ele aldıkları konuları, toplumun yapısı ile dilin yapısı arasında herhangi bir fark yoktur diye düşünebildiklerini söyler. Daha sonra bu konuda Strauss ve diğer kuramcılar arasında oluşan yargıların nedenselliğine değinilir. Dil ve kültür ilişkisi bağlamında ortaya çıkan yapının analizine gidilir. Strauss’un ünlü çalışması Yaban Düşünce’den örnekler sunulur. Dilbilime yapılan bu budunbilimsel yaklaşımın sonucunda ekinsel olguları gösterge dizgesi oluşturduğu ve bunlarında tıpkı dil gibi bağıntılar demeti olarak işlevsel açıdan bir iletişim öğesi oldukları düşüncesi vurgulanır.
İletişimin her toplumda en az üç düzeyde gerçekleştiği belirtilerek, kadın iletişimi, mal ve hizmet iletişimi, bildiri iletişimi olarak saptanır. Kadın iletişimi al başlığı altında, Strauss’un yöntemi ele alınır. Akrabalık ilişkileri üzerinden evlenme konusu ve toplumların yapısı incelenir. Toplum içinde kadın dolaşımını sağlamanın biçimleri düşüncesi açımlanır. Yakın akrabalar arası cinsel ilişkilerin yasaklanması olgusu üzerinden toplum yapılarına göre çeşitli örneklendirmelere gidilir. İlkel toplumlar ile batılı yaklaşımın arasındaki çelişkiler ortaya serilir. Bu bağlamda tekeşlilik ve çokeşlilik olguları ele alınır. İnsanın en önemli uzlaşmasının doğa ile ekin arasında kurduğu uzlaşma olduğu vurgulanır.
Söylenler alt başlığı altında, doğa ile ekin karşıtlığının çözümlenmesine devam edilir. Strauss’un doğa/ekin, karşıtlığından sonra, ölüm/yaşam, yer/gök vb uzlaşmaz bir takım gerçek karşıtlıklarına yönelinir. Daha sonra, Strauss’un budinbilimsel uğraşının doruğu olarak nitelenen Mythologigues adlı çalışmasının ele alınmasına geçilir. Oedipus söyleni üzerine yaptığı işlemin örneklemesi yapılır. Bu incelemede ortaya çıkan sonucun artsüremli değil eş süremli bir okumayla anlam kazandığı belirtilir.
Tüm söylenlerin doğadan ekine geçişi ‘mutfak ateşi’nin bulunmasına ve besinlerin pişirilmesine bağlanır. Söylenlerin terimsel incelemelerine geçilerek sınıflandırmaları yapılır.
Biçim ve Anlam alt başlığı altında, ilk olarak Strauss’un, düşüncelerine karşı yapılan eleştirilerin değerlendirilmesi yapılır. Ona yapılan biçimci olduğu yönündeki eleştirilere örneklerle cevap verilir.
Strauss’un batılı düşünürlerin yapmış olduğu ilkel/uygar tanımlamasına olan karşı çıkışı önemli bir nokta olarak ele alınır. Bilimsel denilen yapının yorumlamalarına eleştirel yaklaşımını Yaban Düşünce’nin temel özelliklerinde dile getirmiş olduğuna vurgu yapılır.
Barbar ve Uygar alt başlığı altında bir önceki bölüme paralel olarak yine Strauss’a yapılan eleştiriler ele alınır. Strauss, yapılan eleştiriler karşı, ilerleme düşüncesini yıkmaya çalışmadığını, onu insan gelişimin evrensel bir ulamı halinden bizim toplumumuza özgü, özel bir varoluş biçimi düzeyine indirmeye çalıştım diyerek açıklar. Çalışmaları Avrupa toplumlarının modernist yaklaşımlarına karşı eşsüremli bir yaklaşım modeli ortaya koyar.
3. Bölümde Göstergebilim ele alınır. Öncelikle Amerikan Okulu olarak adlandırılan, yaklaşım incelenir. Peirce’in göstergebilim alanında Saussure ile olan öncelik durumları ele alınır. Peirce’in göstergebilimi, farklı alanlarda uygulama pratiğine almış olmasına vurgu yapılarak tüm bilgi nesnelerini göstergebilimin konusu haline getirdiği söylenir. Daha sonra Morris’in, Peirce’in dağınık ve değişken göstergebilim anlayışından uzak bir biçimde davranış kuramına dayanarak genel bir göstergebilim kuramı oluşturmaya çalışması ele alınır.
Daha sonra, Peierce’in göstergebilimsel çalışmalarının mantık kökenli olduğu belirtilerek, Avrupa’da göstergebilimin dilbilim kökenli olduğuna değinilir. Ve Avrupa’daki göstergebilim anlayışı açımlanır. Roland Barthes’ın göstergebiliminin konusunu anlam olarak kesinleştirip, gösterge dizgelerinin, yazın ve tiyatro yapıtlarının, birer anlamlandırma dizgesi oluşturduğu düşüncesi ele alınır. Bu saptaması ile Barthes’ın, dilbilimi göstergebilimin bir kolu olarak düşünen Saussure’ün görüşünün tersini savunduğu ortaya çıkar.
Bir sonraki alt başlıkta Rus Biçimcileri olarak adlandırılan, Moskova Dilbilim Çevresi ve Şiirsel Dil araştırmaları Derneğinin çalışmaları ele alınır. Saussure’a çok benzeyen bir yaklaşım ile nesnenin kendisini eşsüremlilik düzleminde ele almış oldukları söylenir. Bu incelemelerinde yazarın yaşamı, çağ ve toplum gibi kendi varlığının dışında kalan verileri ele almayarak, her şeyden önce yazınsallık vurgusunu öne çıkardıkları görülür. Propp’un Masalların biçimbilimi adlı çalışması ele alınarak metinlerdeki anlatı kurgusu deşifre edilerek Rus Biçimcilerinin değerlendirilmesi yapılır.
Göstergebilimsel anlam konusunda ise, genel olarak, Greimas’ın göstergebilim anlayışı incelenir. Göstergebilimin konusunun anlam olduğu düşünüldüğü için öncelikle anlamın ne olduğu sorusu tartışmaya açılır.
Göstergebilimsel dörtgen başlığı altında ise, anlamlamanın temel yapısı olarak nitelenen bağıntıların örneklenmesi olan göstergebilimsel dörtgen çalışmaları ele alınır. Örneklemeler sonucunda göstergebilimsel anlam çözümlemesinin, özelden genele, genelden özele, bütünden parçaya, parçadan bütüne doru sürekli bir açılım biçiminde eklemlendiği ortaya çıkar. Konuyu desteklemek için Strauss’un doğa/ekin karşıtlığı saptaması çizgileştirilerek verilir. Sonuç olarak, göstergebilimsel dörtgen uygulamasının yalnızca cinsel ilişkilerin ya da kişiler arası bağıntıların çözümlenmesinde değil, herhangi bir dizgenin temel anlam yapısından, değişik dizgelerin karşılaştırılmasına kadar tüm alanlarda yapılabileceği özetlenir.
Eyleyenler başlığı altında, göstergebilimsel incelemede yüzeysel düzeyin ele alınmasına geçilir. Propp, Greimas ve Tesniere’in bu konuyu açımlayan çalışmalarına değinilir. Propp’un izinden giden bir çalışma yapan, Etienne Souriau adlı Fransız yazarın, tüm oyunların altı ‘oyunsal işlev’ üzerine oluştuğu örneklendirmesi ele alınır.
Greimas’ın ayrıntılı çözümlemeleri ele alınarak, anlatı kavramını alabildiğince genişlettiği, yazınsal söylemden bilimsel söyleme, ekinsel uzamın kuruluşundan, sıradan bir eylemin hazırlanışına kadar her şeyi bir anlatı çizgesinde çözümlemeye çalışmasının nedenleri üzerinde durulur.
Koşullandırım Türleri araştırmalarında ise, Greimas’ın bu konudaki örnekleri inceleme altına alınır. Greimas’ın koşullandırmayı öznenin yüklem üzerinde gerçekleştirdiği bir değişim olarak tanımlaması gösterilerek örneklere devam edilir.
Çözümlemelerin, belirli bil dil ya da dil topluluklarının yapısına göre yapılmasının önemine değinilerek, bunun göstergebilim tasarısının zayıflığı olarak görülmemesi söylenir. Ve göstergebilimin sorunu olarak“insan için dünyanın ve insanın anlamı” olduğu belirtilir.
Özneler ve Öznellik Alanları başlığında ise, Yapısalcılığın ve göstergebilimcilerin özneyi ve öznenin alanları konusunda yaklaşımları incelenir.
Greimas’ın İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde verdiği derslerde temelinin atılmış olduğu söylenen göstergebilimin ana çizgileri ile nereden gelip hangi düzeye gelmiş olduğunun özetlenmeye çalışıldığı vurgulanır.
Çalışmanın IV. Bölümünde Sonuç başlığı altında, Yapısalcılığın sınırları, tarih çerçevesinde değerlendirilmesi ve kavram hakkındaki çekinceler dile getirilir. Yapısalcılığa yapılan eleştiriler ve ondan beklenenler somut olarak ortaya serilir. Toplum için önemli olanın neden yapı değil değişim olduğu ele alınır. Yapısalcılığın, bilimsel bir yöntem olduğu ve kendi kendini aştığı oranda kesinleneceği vurgulanır.
Tahsin Yücel’in ülkemizde alanında ilk olarak nitelen Yapısalcılık adlı bu çalışması, birbirinin iç içine geçmiş olan farklı disiplinlerin başlangıç aşamalarından hangi noktalara evrildiklerini göstermesi bakımından özellikle felsefe ve sanat öğrencileri için çok önemli bir kaynak kitap olarak değerlendirilmektedir.
Serkan Fırtına
serkanfirtina35@gmail.com
Yazarın diğer yazılarını okumak için tıklayınız.
“Yazın”ın Peşinde Yeni Bir Yaklaşım: Biçimcilik
1915 ile 1930 yılları arasında Batı Avrupa’da, sanatta “iyi nedir?” tartışılıyor, “estetik” ve “etik” denilen, anlamları “meçhul” iki kavramın ayrışması ile boğuşuluyorken; Sovyet Rusya’da her iki kavram da genç nesilden bazı araştırmacılar tarafından safdışı bırakıldı. Bu dışlama Rusya edebiyat dünyasında ses getirdi ve yeni yaklaşım her yönüyle eleştirildi. Eleştiri ve cevap diyaloğunda, genç neslin yaklaşımı “Biçimcilik” adıyla anılır oldu.
Rusya’da eleştiriler bitti bitecek denirken, Avrupa da işin içine karışmış bulundu. Biçimcilerin Avrupa’da yol almaya başlamasında, 1965 yılında biçimlerin ifadelerini Théorie de la littératrre adlı bir kitapta toplayıp Fransa’da yayınlayan Todorov etkili oldu. Yıllar geçti, Sovyetler yıkıldı. Ortalık duruldu derken, 1995 yılında Mehmet Rifat ve Sema Rifat ikilisi Todorov’un derlemesini esas alarak metinleri Türkçe’ye çevirdiler ve tartışmayı Türkiye’de de alevlendirmeyi başardılar. Zira Yazın Kuramı adıyla basılan kitabın baskısı 15 senede üç baskı yaptı.
Şurası açık ki, biçimcilerin edebiyat üzerine çıkardıkları sonuçları, kendi yaratımları olan biçimci yaklaşımları içerisinde ölçüp tartmak imkansız olmasa da, çok zorlu olacaktır. Dışarıda bıraktıkları, anlamları meçhul, imge, etik, estetik gibi kavramları, neden dışarıda bıraktıklarını sorgulamak ise günümüzde kifayetsizdir; çünkü bu tartışma biçimciliğin esas getirilerini yok saymaktan öteye geçmez, biçimciliğin sağladığı fırsatları görmezden gelmemize yol açar. Sonuçta, uzaya çıkan adama, “dünya varken neden oralara çıktın” diye sormak abesle iştigal olur. Bunların aksine, okuyucu, ilerleyen sayfalarda biçimciliğin genel ilkelerini bulacak ve bu ilkelerin çıkmazlarını tartışacak. Son bölümde ise, biçimci incelemeler sonucunda üretilen çıkarımlar, başka metodolojiler ile üretilmiş yeni bilgiler ile kıyaslanarak, teorideki açmazların sadece teoride kalmadığı, aynı zamanda incelemelerin ‘geçerli çıkarım’ları sağlamadaki başarızlığına da sebep olabildiği gösterilmeye çalışılacaktır.
Rus biçimciliğinde, sınırları belirli bir metodoloji yerine “birkaç kuramsal ilke” (Todorov 31) öne sürülür. Bu ilkelerin temelinde ise “‘güzel sorunu’, ‘sanatın anlamı’, sorunu gibi çok sayıdaki genel nitelikli sorunu bir yana bıraktıktan sonra, sanat yapıtının incelenmesiyle (Kunstwissenschaft) ortaya çıkan somut sorunlar üstünde” (33) yoğunlaşmak yatar. Sözü edilen temel, daha genel bir kuramsal çizgide “öznel estetik ilkelere karşı, olgular önünde bilimsel ve nesnel bir tutum” (36) olarak belirtilebilir.
“Olgular önünde bilimsel ve nesnel” yaklaşımı -“hakikatin deneme ve gözlemle elde edilebileceği görüşünde olan felsefi doktrin”e (Doğan 821)- olguculuğa, dayanır. Her türlü olguculuk, ceteris peterus, yani “diğer tüm durumlar sabitken” (A & Black Publisher 36), analiz biçimini de beraberinde getirir. Nitekim Eyhenbaum, “‘Biçimsel Yöntem’in Kuramı” adlı makalesinde biçimcilerin karşı çıktığı şeyin “yöntemlerin kendisi değil, farklı bilimlerin ve farklı bilimsel sorunların sorumsuzca birbirine karıştırılması” (Todorov 36) olduğunu açıkça belirtir. Ortaya atılan ilkenin kesin biçimi Jakobson’ın sözleriyle şudur: “Yazın biliminin konusu yazın değil, ‘yazınsallık’tır”. Kısaca diyebiliriz ki varılan nokta, diğer tüm her şey dışarıda bırakılıp (bir anlamda hepsinin sabit olduğu önvarsayımı ile), yazının kendisinin incelenmesi gerektiğidir (66). Her ne kadar ilerleyen satırlarda örneklerini vereceğim incelemelerde yazın dışında kalan her şeyin dışarıda bırakıldığına dair bir belirtme bulunmasa da çıkarılan sonuçların “bu dışarıda bırakma” ya da “geri kalan her şeyin sabit olması” üzerine kurulduğunu görmek zor olmayacaktır. Şimdilik, ceteris paribus analizinin tüme varırken yetersiz kaldığı noktaları örnekleri inceleme aşamasına bırakarak, biçimciliğin temel ilkelerininin genelgeçer bilgilere ulaşırken geliştirdiği, belki de eklediği, diğer iki ilkeyi gözden geçirmeliyiz.
Eyenbahum “‘Biçimsel Yöntem’in Kuramı” adlı makalesinde, Rus biçimcilerin olgucu yaklaşım ile vardıkları sonuçları bir anlatı halinde sunarken, “biçimselliğin kendi iç ilkeleri” dışında birbirine sıkı sıkıya bağlı iki temel ilkeye daha varır. Bunlardan ilki daha sonra Bakhtin, Buber, Rosenzweig gibi teoristlerin ayrıntılandıracağı dialogic sürecin en temel önermesidir. Bu dialogic sürecin ham önermesi Eyhenbaum tarafından şöyle dile getirilir: “Ortaya yazınsal yapıtın yalıtılmış bir olgu olarak algılanmadığı; biçimin, kendinde değil başka yapıtlarla ilişkisi içinde hissedildiği gerçeği çıkmıştı” (49). “Gerçek” olarak adlandırılan bu dialogic sürecin ilkesel önermesi, iletişim halinde olan ‘yazın’ların biçimlerinin diyalektiği ile dizildiğini söylemek için kullanılır (64-65) ve diyalektik de ilkeler kervanına katılmış olur. Bu noktada diyebiliriz ki diyalektik yaklaşım, olgucu yaklaşımlardaki tümevarım zorluğundan dolayı ortaya çıkar, ancak olgucu bir perspektifte kullanılması tartışmalıdır. Olgulara dayalı herhangi bir inceleme, doktrin gereği ancak ve ancak diğer her şey sabitken, şu şöyledir veya şu şuna bağlıdır (a, b’dir veya a, b’ye bağlıdır) gibi önermeler ortaya çıkarabilir. Evrenselliği ceteris paribus’a bağlıdır. Bu önermeler üzerine kurulu diyalektik çıkarımlar(veya başka rasyonel çıkarımlar) kimi zaman hakikate yaklaşır, kimi zaman ise sadece spekülasyon olarak kalır. Çıkarımların hakikat olup olmadığı ise olgular üzerine yapılan başka çalışmaların sonuçları ile bağdaşıp bağdaşmadığına bakılarak sürekli kontrol edilir. Bağdaştığı sürece evrenselliklerini korurlar, ancak bağdaşmadığına dair bilgi üretimleri arttıkça geçerliliklerini yitirirler. Böylesi bir kontrol için Eyhenbaum’un incelemelere dayanarak ortaya attığı aşağıdaki fikirler kullanılabilir:
“ Bir önceki gelenek kurallara bağlanıp benimsendiği an, alt katmanlar yeni biçimler üretirler: gençlerin çizgisi ‘yaşlıların yerini alır, vodvil yazarı Belopiyatkin, Nekrasov’da yeniden dirilir (O. Brik’in incelemesi), XVIII. yüzyılın doğrudan mirasçısı Tolstoy yeni bir roman yaratır (B. Eyhenbaum), Blok çingene romasının temalarını ve ritmlerini kurallara bağlar, Çehov da Budil’nik’in (Çalar Saat) Rus yazınına girmesini sağlar’.” (65)
Aslında bu çıkarımlar Moretti’nin Bir Edebi Teoriye Soyut Modeller adlı kitabında, form olarak belirlediği “tür”lerde bulmuş olduğu 25-30 yıllık dönemlerle bağdaşır (Moretti 23). Moretti’nin bulgularına göre 1740 ile 1840 yılları arasında türler belirli bir süre hakim oluyor ve bir kuşaklık (25-30 yıllık) zaman içerisinde düşüşe geçip yerini yeni bir türe bırakıyordu. Yani Eyhenbaum’un daha önce belirtmiş olduğu gibi gençlerin çizgisi yaşlıların yerini alıyordu. Aynı şekilde Moretti türleri form olarak kabul edip birinin diğerinin yerine geçişini Şklovski’nin “yeni form, sanatsal yarar açısından miadını doldurmuş eski formun yerini almak üzere ortaya çıkar” sözü ile ilişkilendirir ve bulguları ile Şklovski’nin diyalektiğini, tam bir tekabüliyet arz ettirmese de, onaylar (15). Fakat şu unutlmamalıdır ki, Moretti’nin bulguları verilerin sınırlandırıldığı 1740 ile 1840 yılları arası için geçerlidir. Sonraki yıllar içinde kuşak deviniminin sürüp sürmeyeceği başka koşullara bağlıdır. Daha doğrusu ancak ve ancak tüm diğer koşullar sabit kalırsa, bu devinim devam edecektir. Yani Eyhenbaum’um söyledikleri teorik olarak 1740 ile 1840 yılları için “şu anda” geçerli gibi görünüyor, ama daha sonra yapılacak başka çalışmalar bu geçerliliği zorlayabilir hatta yıkabilir.
Rus biçimciliğinde önem arz eden Şklovski’nin “Teknik Olarak Sanat” incelemesindeki çıkarımlar ise aynı kontrole tabii tutulduğunda ceteris paribus faktörünün gözardı edilmesinden ötürü sallantıda kalır. Şklovski bu yazısında sanatın tekniğini “nesneleri farklılaştırma (yabancılaştırma), biçimi anlaşılmaz kılma, algılamanın güçlüğünü ve süresini arttırma” (Todorov 78) olarak belirler. Bu belirlemeyi, yazılı kültürde var olan düşünmenin cebirsel özelliği ile ortaya çıkarır. Araştırma alanı ise 19. yüzyıl yazarı olan Tolstoy’un metinleridir. Fakat daha sonra bu koşulları sabitlikten çıkarır ve yabancılaştırma tekniğini daha çok sözlü kültür ürünü olan bilmecelerde ve masallarda arar. Nitekim bulur da! Erotik betimlemelerde “cinsel organların kilit ve anahtar, dokuma aletleri, yay ve ok, ya da Staver bilinasındaki gibi yüzük ve çivi biçiminde” (85) betimlenmesini gösterir. Bu betimelemeleri ataerkil bir dile bağlamak yerine, edebi bir işlevin sonuçları olarak görür. Elbette kültürel açıklamanın dışarıda bırakılması durumu Eyhenbaum’un daha önce öne sürdüğü “farklı disiplinleri sorumsuzca kullanmama” ilkesiyle uyuşuyordur, ancak günümüze dek ulaşan bir ataerkil dil kullanımının edebi bir işleve bağlanması, günümüzün yeni yaklaşımlarına uymuyor. Özellikle 1970’ler ile başlayan antropolojik çalışmalardaki dönüşüm, söylem analizlerinin iktidar ilişkilerine dair yarattığı yeni analiz biçimi, Post-yapısalcıların çalışmaları dil ve tarih üzerine yeni yaklaşımlar masallar üzerine farklı şeyler söylerler. Mesela Bottigheimer basılı kitap üzerine yapılacak bir “masal tarihi”ne karşı çıkar (Bottigheimer 114-115). Zira elimizde olan basılı kitapların, elimizde olma sebepleri, masalın içeriğini de bir şekilde belirlemiş olur. Denilmek istenen şu ki, masallar günün ekonomik, politik ve sosyal anlayışları içerisinde seçilip kitaplaştırılmıştır. Eğer dönem içerisinde, erotik imgelerin yasaklanması gibi bir yaklaşım mevcutsa (Viktoryan dönemi gibi), bu imgelerin başka kelimelerle ifade edildiği masallar seçilip basılmıştır. Sanatta bu durum Pompei kalıntılarının kataloglanmasında olmuş, Arkeolojik kazı alanındaki tüm pornografik öğeler kilit altına alınmış, ve ancak günümüzde ortaya çıkabilmişlerdir (Bailey). Diğer yandan Kahlo, Nitschke ve Scherf masalların hem anlamsal hem de biçimsel olarak değişmeden kalmadıklarını ve bu değişimin de ideolojik olduğunu gösterirler. Yani Şklovski’nin masallarda bulduğu erotik imgelerin saklanması, masalı masal yapan öğelerden biri olmayabilir. Muhtemeldir ki bu imgelerin başka nesnelerle ifade edilmesi yabancılaştırma tekniği değil, dönemin erotizme bakış açısıdır.
Sonuçta söylenebilir ki, edebiyat incelemelerinde, “Rus biçimciliği” dikkatimizi öznel yargılardan daha nesnel bilgilere yönlendirerek yeni bir boyut açmıştır. Ancak kendisine temel aldığı ilkelerin zorunlu kıldığı “evrenseli bulma”, “genelgeçer yasalar yaratma” noktasında tıkanmış, bu tıkanıklığı diyalektik ile çözmeye çalışmış, ancak olguculuğun “göreli (sabitliklere dayalı)” bilgiler üretmesi ile diyalektiğin rasyonel zorunlulukları arasında sıkışıp kalmıştır. Bu nedenle bazı bulguları geçerli olabiliyorken, bazıları geçersizleşebiliyor. Fakat buna rağmen, edebiyata kattıkları olgucu yaklaşım, yeni neslin edebiyatı her açıdan bilimsel olarak inceleyebilmesine olanak sağlamıştır.
Kaynaklar
A. and C. Black Publishers. Dictionary of Economics. Huntingdon: A & C Black, 2024. p 34. http://site.ebrary.com/lib/bilgi/Doc?id=10196626&ppg=34
Bailey, Fenton, yön. Pornography: the secret history of civilisation. DVD. Channel Four Television Corporaton, 2024.
Bottigheimer, Ruth B. Fairy tales : a new history. New York: State University of New York Press, 2024.
Doğan, D. Mehmet, haz. Büyük Türkçe Sözlük. Ankara: Birlik Yayınları, 1986.
Eyhenbaum, Boris. “ ‘Biçimsel Yöntem’in Kuramı”. Todorov 31-70.
Moretti, Franco. Bir Edebi Teoriye Soyut Modeller. Çev. Ebru Kılıç, Nurçin İleri ve Esin Düzel. İstanbul: Agora Kitaplığı, 2024.
Şklovski, Viktor. “Teknik Olarak Sanat”. Todorov 71-90.
Todorov, Tzvetan, der. Yazın Kuramı: Rus Biçimcilerinin Metinleri. Çev. Mehmet
Rifat ve Sema Rifat. Cogito 36. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1995.
eminsaydut@sanatlog.com
Eisenstein Sineması Üzerine Bir Deneme
6 Temmuz 2024 Yazan: Editör
Kategori: Klasik Filmler, Sanat, Sinema
“Sinema tüm sanatlar içinde kuşkusuz en evrensel olanıdır. Yalnız çeşitli ülkelerde yapılan filmlerin dünyanın her yanında gösterilmesinden değil, gelişen tekniği ve büyüyen başarılarıyla yaratıcı düşüncenin dolaysız, evrensel bir bileşimini kurabileceğinden…”
Sinemanın gelişen tekniğini ve sonsuz olanaklarını çok önceden fark eden ve “Bir Film Yönetmeninin Notları” adlı kitabında bu şekilde ifade eden Sovyet yönetmen Eisenstein, sinema anlatımına kazandırdığı montaj teknikleri ve geliştirdiği kurgu kuramlarıyla sinema tarihindeki en önemli yönetmenlerden birisidir. Eisenstein için sinema, diğer sanatlardan farklı olarak popüler olma potansiyeline sahip olmasının yanında, kitlelere ulaşma ve onları bilinçlendirmede eşsiz bir iletim gücü taşıyordu.
29 Ocak 1898 tarihinde Çarlık Rusya’sının sömürgelerinden biri olan Riga’da doğan Sergei M. Eisenstein’ın babası resmi görevli bir mühendis, annesi ise zengin bir ailenin kızıydı. İyi bir eğitim alan Eisenstein küçük yaşta Almanca, Fransızca ve İngilizce öğrenirken, bir yandan da resim ve şiirle ilgileniyordu. Daha sonraki yıllarda sanatla ilgili eğitim görmek istemesine rağmen ailesinin ısrarıyla Petersburg Üniversitesi Mühendislik Bölümü’ne kaydolan Eisenstein bir yandan mimarlık eğitimi alırken, bir yandan da tiyatroyla ilgileniyor, sanata daha fazla vakit ayırmaya çalışıyordu.
Ülkenin içinde bulunduğu politik karışıklık kısa zamanda onun hayatını da etkiledi ve Eisenstein eğitimini yarıda bırakarak Kızıl Ordu’ya katıldı, ama askerliği sırasında da tiyatroyla ilgilenmekten vazgeçmedi. Askerliğinin bitmesine yakın bulunduğu kasabadaki tiyatro grubuna katılarak asker arkadaşlarıyla birlikte küçük oyunlar sahnelemeye başladı. Moskova’ya döndükten sonra da Proletkult tiyatrosunda sahne tasarımcısı olarak iş buldu. Burada ünlü tiyatro yönetmeni Meyerhold’la tanışan ve onunla birlikte çalışma imkânı bulan Eisenstein, bir süre sonra yeni açılan Devlet Yönetmen Okulu’nun giriş sınavını kazanarak sinema eğitimi almaya başladı. İki yıllık sinema eğitiminden sonra, Proletkult tiyatrosundan ayrılmış bir grubun başına sanat yönetmeni olarak atanarak yeni sahne dinamiğine ilişkin görüşlerini uygulamaya başladı. Eisenstein’ın eğitimi sırasında geliştirdiği düşüncelerini önce tiyatroda, daha sonra ise tiyatronun kısıtlı olanaklarını fark ederek geçtiği sinema alanında uygulamaya başladığını görüyoruz.
Eisenstein’ın sanat anlayışının oluşmasında; büyüdüğü çevre, yetiştiriliş tarzı, aldığı eğitim gibi faktörlerin yanı sıra en çok kısa bir süre birlikte çalıştığı Meyerhold’un ve o dönem Sovyet sanatçıları arasında genel kabul gören sanat akımlarının etkisinin olduğu ileri sürülebilir.
Tiyatro çalışmaları sırasında tanıştığı ve dönemin en ünlü tiyatro yönetmenleri arasında yer alan Meyerhold, gerek sanatı, gerekse düşünceleriyle Eisenstein’ı derinden etkilemiştir. Eisenstein, Meyerhold’un 1940’daki ölümünden ve adı Sovyet literatüründen silinmesinden sonra bile ona “manevi babam” demekten çekinmeyecektir.
1900’lerle birlikte Rusya’da özellikle iki sanat akımı ön plana çıkmış ve 1920’lerin sonunda “Sovyet Gerçekçiliği” tüm sanat dallarında resmi kültür ve sanat politikası olarak kabul edilene kadar kültür ve sanat alanına egemen olmuştur. Bu akımlardan biri Fütürizm (gelecekçilik), diğeri ise Konstrüktivizm’dir (inşacılık, yapısalcılık).
Fütürizm, geçmişle tüm bağların koparılarak, gelişen teknoloji doğrultusunda mekanik güçlerle donatılmış bir dünya oluşturulması anlayışından hareket ediyordu. Yaşam ve tüm sanatlar makinelerin işleyişine uygun olarak yeniden düzenlenmeliydi. Sürat ve saldırı her alanda ön plana çıkmalı, insanlık geçmişin artıklarından temizlenmeliydi. Fütürizmin sinemaya yansıması ise, filmlerdeki mantık ve dengenin reddedilip, teknik gösterilerin desteklenmesi şeklinde oldu. Bu anlayışa göre, dünya içten geldiğince parçalara ayrılmalı ve sonra aynı yöntemle birleştirilmeliydi.
Bu akımın Eisenstein’ın yaratıcılık anlayışında kendini gösterdiğini söyleyebiliriz. Eisenstein yaratıcılığı, gerçekte entelektüel bir tavrın ortaya konması olarak tanımlarken büyük ölçüde Fütürizmden etkileniyordu. Ona göre yaratıcılık, birbirinden bağımsız olgular birlikteliğinin parçalanıp, yönetmenin dünyaya bakışının belirlediği bir tavrın zorunlu kıldığı şekilde yeniden bir araya getirilmesidir. Eisenstein bunu şöyle açıklar:
“Yan yana konulmuş herhangi iki film parçası kaçınılmaz bir şekilde, bu yaklaşımdan doğan yeni bir kavramda, yeni bir değerde kaynaşırlar… Çekim, hiçbir şekilde kurgunun bir öğesi değil, kurgunun bir “hücre”sidir. O halde, kurgu ve dolayısıyla hücresi olan çekim nasıl ıralanır? Çarpışma ile… Birbirine karşıt olan iki parçanın çatışması ile… Çarpışma ile… Çatışma ile… Kurgu sayesinde seyirci, yaratıcının duyduğu gibi, görüntü doğuşunun dinamik sesini duyuyor. Kurgunun her öğesi, tüm çekimler arasında taksim edilen genel temanın özel bir tanıtımı olmalı… Önemli olan, duygusal bir hareketi doğuran ve bir düşünce dizisine yol açan bir görüntü dizisini kurmaktır. Hareket, görüntüden duyguya ve duygudan savunulan “sav”a gider.”
Devrimle birlikte Sovyet sanatçılar burjuva geleneklerini yıkma konusundaki çabalarında Fütürizmden yararlanmaya çalıştılar. Konstrüktivist sanatçılarla birlikte görüşlerini Lef ve Novyi Lef gibi dergilerde açıkladılar. Ancak, ilk yıllarda Sovyetler Birliği’nde yaygın olarak kabul gören sanat akımı Konstrüktivizm oldu. Sovyet sanatçılar, günlük yaşamla ilgili gerçeklere önem veriyor ve kendi yeteneklerini fabrika üretiminin ve modern yaşamın sorunlarının hizmetinde kullanmayı hedefliyordu.
Konstrüktivist sanat anlayışına göre, “mühendis-sanatçı” teknisyenlerle işbirliği yapmalı, fabrikalara giderek yeni süreçlerle ilgili yeni tasarımlar gerçekleştirmeliydi. Konstrüktivist sanatçılar kısa bir süre sonra kendi atölyelerini bırakarak işliklerde değişik konularda tasarımlar yapmaya başladılar. Afişler, bina projeleri, tiyatro dekorları üzerinde denemeler yapılıyor, tiyatrodan anlatım ve yanılsama kaldırılmaya çalışıyordu. Konstrüktivist sanatçıların desteğiyle kent sokaklarında ve fabrikalarda seyircinin de katılımıyla oyunlar sahneleniyordu.
Fütürizmin ve Konstrüktivizmin sinemaya yansımasında ise iki ünlü Sovyet sanatçı Vladimir Mayakovsky ve Vsevolod Meyerhold’un büyük katkısı oldu. Bu iki sanatçıdan Mayakovsky’nin gelecekçi düşünceleri Dziga Vertov’un sinemasında ifadesini bulurken, Meyerhold’un yapısalcı sanat anlayışı Eisenstein’ı derinden etkilemiştir.
Meyerhold’un amacı, fantastik, popüler, folklorik, sözsüz, stilize bir tiyatro anlayışını yerleşik değerleri yıkmak için kullanmaktı. Bedenin uyarılara karşı gösterdiği hızlı tepkilere dayalı bir oyunculuk anlayışı geliştirmeye çalışıyordu. En iyi oyuncunun, en kısa sürede tepki gösteren oyuncu olduğunu ileri sürüyordu. İnsan gövdesi adeta bir robot gibi değerlendirilecek, kasları ve lifleri, pistonlar ve piston kolları gibi çalışacaktı. Meyerhold’un Konstrüktivist sanat anlayışının sinemaya yansıması oyunculuk ve sahne düzenlemesinde kendini gösterdi.
Özellikle tiyatroda çalıştığı yıllarda Meyerhold’un bio-mekanik kavramından ve oyunlarını “atraksiyonlar” halinde düzenlemesinden büyük ölçüde yararlanan Eisenstein, Meyerhold’un oyunculuk ve sahne düzeniyle ilgili görüşlerini önce tiyatroda, sonra da sinemada uygulamaya geçirdi. 1922 yılında Proletkult tiyatrosundan ayrılan bir grubun başına sanat yönetmeni olarak atandığında, sahneye koyduğu ilk oyunda seyircilerin koltuklarının altında havai fişekler patlattı. Daha sonra Moskova Gaz Fabrikası’nda “Gaz Maskeleri” adlı oyununu sahneledi. Seyirciler ve oyuncular hep birlikte dev, yağlı makinelerin ve gaz kokularının içinde yer aldılar. Bu yıllarda bir yandan oyunlarını sahnelerken, bir yandan da sanatla ilgili düşüncelerini teori haline getirmeye çalışan Eisenstein, 1923 yılında Lef dergisinde yayınlanan yazısında sanatta atraksiyonlar olabileceğinden bahsediyor, makine parçalarının montajla bir araya getirilmesi gibi, atraksiyonların da montajla birleştirilebileceğini açıklıyordu.
“Bizim tiyatro anlayışımıza göre atraksiyon, seyircinin bilincinde ona iletilmek istenen düşüncenin belirmesi için seyirciyi belirli bir duygusal hale getirmek veya onda bu düşünceyi yaratan psikolojik altyapıyı hazırlamak için bütün öğelerin bir araya geldiği bir özel andır. ‘Şok duygu’ yaratmak amacıyla hesaplanmış ve hazırlanmış bir andır.
Atraksiyonun akrobatik ya da komik cambazlıklarla veya el çabukluğu numaralarıyla bir ilgisi yoktur. Tam tersine atraksiyon, seyircilerin tepkileri üzerine temellendirilmiştir.
Bir yöntem içinde uygulandığında ‘etkin’ bir sahneleme geliştirmek mümkün olabilmektedir. Bir olayın durağan yansıması yerine (tüm anlatım olanakları burada konunun mantıksal gelişiminin sınırları içinde tutulmaktadır), biz yeni bir biçim önermekteyiz: Konudan bağımsız olarak (yine de konunun mantıksal gidişi içinde) keyfi olarak seçilmiş atraksiyonların serbest kurgusuna, bunların her biri amaçlanan tematik etkiyi doğurmak için katkıda bulunurlar. Atraksiyonların kurgusu işte budur!”
Atraksiyonların kurgusunu bu şekilde açıklayan Eisenstein, kısa zaman sonra tiyatronun olanaklarının kısıtlı olduğunu fark ederek sinemaya yönelir. İlk filmi olan “Grev” (1924), onun bu düşüncelerini eyleme dönüştürdüğü deneysel bir film olarak karşımıza çıkar. Tiyatroda geliştirdiği montaj tekniklerini filminde uygulamaya çalışan Eisenstein, uzun süren bir hazırlık döneminden sonra filmi çeker ve film bazı çevrelerce beğenilir ve Eisenstein “devrimci sinemanın ilk yaratıcı sanatçısı” olarak nitelenirken, bazı çevreler filmi devrimci yoldan sapma olarak değerlendirir.
Eisenstein, bu filmin ardından 1905 devriminin anısına bir film yapmakla görevlendirilir. Bir yıl boyunca yaşanan olayları içerecek destansı bir film yapılması amaçlanır. Ne var ki, filmden sadece bir bölüm beğenilir ve tüm ayaklanmayı simgeleyecek olan “Potemkin Zırhlısı” (1925) böylece ortaya çıkar. Eisenstein bu filmde, Potemkin’de baş gösteren ve daha sonra halk ayaklanmasına dönüşen isyanı çarpıcı bir dille anlatır. Filmin Moskova’daki galası muhteşem olur ve ülke dışında da büyük başarı kazanır. Ancak, bu filmden sonra kimi çevreler Eisenstein’ı biçimcilikle suçlar ve bu eleştiri diğer filmlerinde de artarak devam eder.
Eisenstein, “Potemkin Zırhlısı”ndan kısa süre sonra yeni bir film projesine başlar, ancak yönetim tarafından tarımdaki kolektifleştirme politikasıyla ilgili bir film yapmakla görevlendirilir. Filmin hazırlıklarına başladığında ise, devrimin onuncu yıldönümü için bir film yapması istenir. Eisenstein, proletarya devriminin her aşamasının filme alınmasını düşünürken, sonunda yine sembolik bir olayda karar kılınır ve Şubat-Ekim 1917 tarihinde St. Petersburg’da gelişen olayları anlatan bir film yapılır. İki çekim grubuyla çalışan ve yüz binlerce metre film çeken Eisenstein’ın filmi bitirmesine yakın parti içinde karışıklık meydana gelir. Devrimin önderlerinden Leon Trotsky ile Stalin arasında büyük fikir ayrılıkları oluşmuş ve Stalin’in düşüncelerine karşı çıkan Trotsky 1927’de partiden çıkarılmıştır. Gelişen bu olaylar üzerine Eisenstein’dan filmden Trotsky ile ilgili bölümleri atması istenir. Filmin içeriğinin zedelenmesi pahasına çok büyük bir bölüm çıkarılır ve filmin ancak birkaç makarası kutlama törenlerine yetişir.
“Ekim” (1927), Eisenstein’ın diğer filmlerine göre onun pratik düşüncelerini ve kurgu anlayışını tam olarak yansıttığından daha ileri bir düzeydedir. Filmsel anlatım ve görsel bakımdan çok ileri bir düzeyde olan “Ekim”, gerek Sovyetler Birliği’nde, gerekse dışarıda beğenilmediği gibi ideolojik olarak da eleştirilir.
Eisenstein “Ekim”i bitirdikten sonra, daha önce başladığı tarımla ilgili filmine geri döner. Bu filmde herkesin anlayabileceği nesneleri ve kavramları kullanmaya gayret etmesine rağmen yine de biçimcilik suçlamalarından kurtulamaz. 1929 yılında tamamlanan “Eski ve Yeni”, Rus toplumunun ilkel tarımdan modern tarıma geçişini anlatıyor ve bunu simgeler yoluyla dile getiriyordu.
Bu filmden sonra Eisenstein’ın Amerika yolculuğu başlar. Görüntü yönetmeni Edward Tisse ve Grigori Alexandrov’la birlikte çıktığı yolculukta önce Avrupa’da konferanslar verir ve dünyanın ünlü yönetmenleri ve bilim insanlarıyla tanışır. Paris’te oturma izni almak için yaptığı başvuru geri çevrildiği sırada ise, Paramount’tan bir teklif alarak görüntü yönetmenleriyle birlikte Amerika’ya gider. Amerika’nın çeşitli eyaletlerindeki üniversitelerde konferanslar veren Eisenstein’ın tüm film önerileri bir yıllığına sözleşme imzaladığı Paramount tarafından reddedilince sanatçı ülkesine dönmeye karar verir. Tam geri dönüş hazırlıkları yaparken, belgesel sinemanın öncülerinden Amerikalı yönetmen Robert Flaherty ile tanışır ve ona Meksika ile ilgili film düşüncesinden bahseder. Flaherty’nin filmi desteklemesi ve komedinin ustası Charles Chaplin’in de kapitalist sistemi eleştiren romanlarıyla tanınan Upton Sinclair’den mali destek sağlamasıyla, Eisenstein ve arkadaşları Meksika’ya giderler. Burada bir süre tutuklu kaldıktan sonra film projesine başlarlar. Ancak, filmin çekim süresi uzadıkça uzar ve masraflar gittikçe artar. Bu Sinclair’i endişelendirir ve Eisenstein’dan filmi tamamlamadan geri dönmesini isterler. “Yaşasın Meksika” (1931-32) hiçbir zaman tamamlanamaz ve Eisenstein filmin kopyalarını dahi alamadan ülkesine geri dönmek zorunda kalır. Filmin negatiflerine el koyan Sinclair daha sonra filmi montajlayarak “Meksika’da Fırtına” adı altında gösterime sokar.
Eisenstein, 1932’de ülkesine geri döndüğünde soğuk bir şekilde karşılanır ve tüm film önerileri reddedilirken, kabul etmeyeceği film önerileri sunulur. Sanatçı bunun üzerine 1935 yılında “Bejin Çayırı”nı çekmeye başlar, ancak film yapım olanakları elinden alındığından filmi tamamlayamaz. “Bejin Çayırı” bugün yalnızca sinemateklerde, onun çizdiği skeçlerin kurgulanması sayesinde görülebiliyor ve hakkında belli belirsiz bir fikir edinmek mümkün olabiliyor.
Bunun yanında, 1930’larla birlikte sinemanın teknik olanakları gelişmiş, sesli sinema dönemi başlamıştır. Tüm dünyada sesli filmler büyük ilgi görmektedir. Eisenstein, sinemaya sesin girmesiyle ilgili düşüncelerini şu şekilde ifade eder:
“Ses denen şey, sessiz sinemaya eklenmiş bir olay değil, ondan çıkan bir şeydir: bu sinema, ulaştığı teknik kusursuzluk içinde artık sesi arıyordu ve mutlaka bulacaktı.”
Ve, Eisenstein’ın ilk sesli filmi olan “Alexandr Nevsky” 1938 yılında tamamlanır. 13. yüzyılda yaşamış Rus kahramanı Alexandr Nevsky’nin destansı öyküsünün anlatıldığı filmde Eisenstein ilk defa profesyonel bir oyuncuyla çalışır. Ünlü tiyatro sanatçısı Nikolay Çerkassov’un “Nevsky” rolündeki performansı oldukça iyidir. Filmin kurgusu ise, Sergei Prokofiev’in müziğiyle uyum sağlayacak şekilde yapılmış ve sonunda sesli sinemanın başyapıtlarından biri doğmuştur. Filmin yapımının 2. Dünya Savaşı’nın başlangıç yıllarına denk geldiği ve Batı’dan yükselen faşizme karşı bir uyarı niteliği taşıdığı göz önüne alınırsa vatanseverlik duygularını ön plana çıkarması gibi bir amaç taşıdığı söylenebilir. Film tüm dünyada beğeniyle karşılanır ve Eisenstein yitirdiği itibarını tekrar kazanır.
Eisenstein, “Alexandr Nevsky”nin başarısı üzerine, Stalin’in isteğiyle üç bölümden oluşması planlanan “Korkunç Ivan”ın çekimlerine başlar. Artık ana karakterleri canlandıran profesyonel oyuncularla çalışıyor, sessiz filmlerindeki çarpıcı montaj uygulamaları yerine süslü çevre düzenine yöneliyor, epik bir anlatımı tercih ediyor ve renkten yararlanmaya çalışıyordu. “Korkunç Ivan”ın 1944 yılında tamamlanan birinci bölümünün büyük başarısına rağmen, filmin ikinci bölümünün Sovyetler Birliği’nde gösterilmesi yasaklanır. 1946 yılında tamamlanan filmin ikinci bölümünü Stalin beğenmez, tarihsel olayların yanlış anlatıldığını ve Ivan’ın zayıf iradeli biri gibi gösterildiğini ileri sürer. Ayrıca, Ivan’ın gizli polisinin filmde olumsuz biçimde işlenmesinden de hoşlanmamıştır.
Eisenstein bu filmde aslında Korkunç Ivan’ın Rus tarihinde oynadığı rolle Stalin iktidarı arasında paralellik kurarak, Stalin’in uygulamalarını eleştirmektedir. Özellikle “Eisenstein Kadrajı” olarak tarihe geçen bir karede; önde Stalin, arkada onun mozolesine saygı sunmak amacıyla ülkenin her yanından gelen halkın uzun bir kuyruk oluşturmasını Ivan’a uyarlayan Eisenstein için “Korkunç Ivan” aslında Stalin’dir.
Bu gibi nedenlerle filmin ikinci bölümü rafa kaldırılır ve ancak Stalin’in ölümünden beş yıl sonra, 1958’de gösterime girmesine izin verilir. Eisenstein, filmin ikinci bölümünün gösteriminde bulunamaz ve üçüncü bölümünü de tamamlayamaz; sanatçı, 1948 yılında geçirdiği bir kalp krizi sonucu yaşama veda etmiştir.
Eisenstein, sinema sanatının henüz gelişmekte olduğu ve anlatım olanaklarının sinemaya ilgi duyan sanatçılar tarafından araştırıldığı ilk yıllarında yaşamış dahi sanatçılardan birisidir. Onun geliştirdiği kurgu yöntemleri ve teoriler, sinema diline yaptığı katkı günümüzde de sinemanın olanaklarını keşfetmeye çalışan yönetmenler ve sanatçılar tarafından kullanılmakta ve araştırılmaktadır. Gerek sanatçı, gerekse bir teorisyen olarak hâlâ tartışılan, araştırılan ve hep ön sıralarda yer alan Eisenstein’ın filmlerinde gereksiz hiçbir ayrıntı bulamazsınız. Hiçbir öğe onun karelerinde rastlantısal olarak yer almaz: araştırmacı kişiliği ve titiz çalışmaları sonucunda oldukça ayrıntılı çekim senaryoları hazırlayarak filmlerini yaratan Eisenstein için her çekim, ya da kendisinin de dediği gibi her hücre, kendi içinde belirli ölçüde zıtlaşma ve gerilim barındırır. A ve B çekimleri yan yana geldiklerinde aralarındaki gerilim sürtüşmesi ve zıtlaşmasından ötürü yalnızca A+B değil, C de oluşur.
“Grev” filminin sonunda, halk ayaklanmasının bastırılması için gönderilen Çar askerleri insanları atların ayakları altında ezer ve kurşunlarla katleder. Bu görüntüden, bir mezbahadaki inek görüntüsüne geçilir. Paralel montajla, insanların katledilmesi ve ineğin katledilmesi arasında bağ kurulur. Eisenstein’ın bu filmdeki simgesel anlatımı gayet açık ve çarpıcıdır. Ve, kuşkusuz amaçlandığı gibi, insanlar üzerinde dehşetengiz bir duygu uyandırır.
Eisenstein, “Potemkin Zırhlısı”nın birinci sahnesinde, subayların tabaklarının yıkanışı esnasında; ve Odessa basamaklarındaki katliam anında “zamanın” akışını yeniden kurgular. İlkinde; genç bir denizcinin, üzerinde “bugünkü rızkımızı veren tanrıya hamdolsun” yazılı tabağı kırışını üç ayrı açıdan çekerek üst üste kurgular. Böylece, 4-5 saniyelik eylem süresini 9-10 saniyeye çıkarır. Aynı yöntemi Odessa basamaklarında halkın katledilişi sırasında da kullanır; bu şekilde olayın altını çizdiği gibi, dramatik etkiyi de artırmış olur. Filmin çarpıcı özelliklerinden bir tanesi de, dördüncü sahnenin sonundaki aslanın kükreyişidir. Eisenstein bu sahnede, üç farklı aslan heykelinin (uyuyan, doğrulmuş, kükreyen) çekimlerini kurgulayarak, devrime katılan halkın gücünü dile getirir. Son sahnede ise, Potemkin Zırhlısı’ndaki heyecanlı bekleyişi anlatmak için makinelerin görüntülerinden yararlanır ve bunları ritmik bir şekilde kurgular. Topların zırhlıya döndüğü ve ateşe hazır olduğu an ritm artık takip edilemez bir hıza ulaşır ve heyecan doruk noktasındadır. Arkasından büyük bir rahatlama gelir, çünkü filo ateş açmaz ve ritm düşer.
Eisenstein, yakın plan çekimde parçanın bütünün yerini alabileceğinden ve bütünün vereceği duygusal heyecanı verebileceğinden bahseder. “Potemkin Zırhlısı”nda, doktorun gözlükleri gerektiğinde doktorun yerini alır: sallanmakta olan gözlükler, denizcilerin başkaldırmasından sonra denize düşen ve dalgalar arasında çırpınan doktorun yerine kullanılmıştır. Her şeyi önceden planlayan Eisenstein, doktor tipini nasıl yarattığını ise şu sözlerinde açıklar:
“Miyopluktan gözlerini kırpıştıran, dar görüşlü doktor tipi; 1905 model ince bir telle kulağa takılan gözlük siluetinde yansıtılmıştır… ”
Eisenstein’ın kullanımında yakın plan çekim, aslında somut olduğu ölçüde soyut bir anlam kazanır. Bir ipte sallanmakta olan gözlükler, duygular düzeyinde bir yıkıntının yansıması; denize atılan sahibini simgelerken de, aslında sahibinin yansıttığı rejimin iflasını simgelemektedir. Gerçekte doktorun kendisi de ait olduğu sınıfı yansıtan bir başka simge, yani bütünün bir parçasıdır.
Eisenstein’ın ifadesiyle:
“Sıcağı kronometre göstererek, zamanı takvim yapraklarını açarak, düşmeyi buz üzerinde formüller vererek anlatamayız; onların psikolojik ya da fizik izlenimlerini, duygularını vermek gerekir. Kurgunun yararı, belirli etkiler yaratmak değildir; bir anlatım biçimi, düşünceleri iletme yolu olmasıdır.”
“Alexandr Nevsky”de sevimli bir tipleme vardır: zırhçı Inyat. Nevsky Töton şövalyelerine savaş açtığı sırada Inyat da savaşa katılmaya karar verir ve kendi zırhını kendisi yapar. Ancak zırhında bir kusur vardır ve Inyat bu kusuru bir ara ağzından kaçırır: “Zırh da biraz kısa oldu ya… ” der. Bu sözler oldukça yerinde kullanılmıştır ve filmde iki kez dile getirilir: ikinci kez dile getirilişi, Inyat’ın kısa zırhı yüzünden düşman hançerine hedef olduğu ve öldüğü sahnededir.
Eisenstein, önce sevimli bir tipleme olan Inyat’ı yaratarak filmin mizahi yönünü artırmış ve seyircinin Inyat’a sempati duymasını ve onunla özdeşleşmesini sağlamış, sonra da bu olayı dramatik etkiyi artırmak amacıyla kullanmıştır. Bu sempatik vatanseverin savaşın sonunda son nefesini verirken kullandığı “Zırh da kısa oldu… ” sözleri en yüksek gerilimi sağlar ve seyircinin düşmana olan kinini perçinler. Eisenstein’ın filmlerinde gerek nesneler, gerekse karakterler her zaman en yüksek dramatik etkiyi yaratmak amacıyla kullanılırlar.
Eisenstein’ın hem sessiz dönemde çektiği filmleri, hem de sesin bulunuşuyla birlikte sesli olarak çektiği filmleri sinema tarihindeki yerlerini çoktan aldılar ve sinemanın, sahip olduğu anlatım olanakları doğru kullanıldığında, sonsuz bir iletim gücü taşıdığını gösterirler.
Yazan: Esin Coşkun
esin_coskun@yahoo.com
Kaynaklar:
ABİSEL Nilgün, “Sessiz Sinema”, Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu Yayınları, Ankara, 1989
ROTHA Paul, “The Film Till Now” (çev. ŞENER İbrahim), Sistem Yayınları, İstanbul, Nisan 1996
DORSAY Atilla, “Yüzyılın Yüz Yönetmeni” Remzi Kitabevi, İstanbul, 1995
EISENSTEIN Sergei, “Film Biçimi” (çev. ÖZÖN Nijat), Payel Yayınevi, İstanbul, 1985
EISENSTEIN Sergei, “Film Duyumu” (çev. ÖZÖN Nijat), Payel Yayınevi, İstanbul, 1984
EISENSTEIN Sergei, “Alexandr Nevsky’yi Çekerken” (çev. ARINIK M. Reşit), Gerçek Sinema Dergisi, Ekim 1973, yıl 1, sayı 1, sayfa 30
MITRY Jean, “Eisenstein” (çev. ve der. AYÇA Engin), Yedinci Sanat Dergisi, Nisan 1974, yıl 2, sayı 14, sayfa 49