Egzistansiyalizmi baz aldığı, babasının bir lüteryen papazı olmasından dolayı, Tanrı’nın yolunda yaşadığı çocukluk travmaları ve bilinçaltına yansıyış biçimleriyle ördüğü, nevrotik bireylerin içine düştüğü durumları ve bu durumların sevginin kollarında iyileştirilebilir de olduğunu gösterdiği eserleriyle Ingmar Bergman’ın, İskandinav sinemasının salt pesimist yapısını aşıp, bir dönem kaba güldürü yaptığı için deonu karşısına alarak oluşturduğu filmografisinde gerçeğin yoğurduğu düşlerin izdüşümüdür Ansikte mot ansikte (1976, Yüz Yüze).
Kısaca sanatsal bir dokunun içerisindeki psikoterapi seansı olarak nitelendirilip Bergman’ın çok içine sinmediğini söylediği film, Liv Ullmann’ın Bergman’a olan aşktan daha farklı ve güçlü bir bağlılıkla onun iç dünyasını anlamlandırıp dışa döktüğü, Bergman’ın ta kendisine büründüğü oyunculuğuyla kurtarıp anlam kazandırabildiği bir yapım.
Kitlelere değil bireylere odaklı ruh tahlilleri yaptığı için kimi zaman eleştirilmiştir Bergman. Aslında bireyin; çevresiyle, ailesiyle, eşleriyle, çocuklarıyla, din adamlarıyla, yargı sistemiyle, arkadaşlarıyla, nihai son olan ölümü hem çok tanıdık hem de bilinmez kılan paradokslarıyla çevrili modern dünyasının içini çok iyi bildiği için bu durum onun sinemasında sırıtmaz, aksine onu, kendisiyle yüzleşen bireylerin oluşturduğu yeni bir toplumun atası da yapar. Kitlesel meselelere gelene kadar bu meselelerin kökünü ekmiş bireyin haletiruhiyesi nedir? Tanrı varsa neden hep iyiler kazanmaz? Toplum içindeki yalnızlık bireye neler yaptırabilir? Bütün bu soruları sorup sinema dünyasında kuralları belirleyecek filmler çekmesi sanırım politik konulara eğilim göstermemiş ya da kitle psikolojisini masaya yatırmamış olması detaylarına da yeğdir.
Bütün bu unsurların ağır melankoliyle birleşiminden doğan, freudyen bir düzlemdeki Ansikte mot ansikte ise Doktor Jenny’nin (Liv Ullmann) geçmiş korkuları, baskılanışları ve acılarının tekrardan su yüzüne çıktığı büyük anne ve babasının evinde geçireceği misafirlikle başlar. Çocukluğunu geçirdiği bu ev aslında küçük bir kızın korkuyla kirletilen bilinçaltının metaforudur.
Jenny’nin terk edilişlerle biçimlenen hayatının nüvesi yalnızlıktır. Kurmaya çalıştığı sosyal yaşamında yeniden oluşturduğu aile kavramı Jenny’nin yalnızlığına çare değil aksine onu kendi kendisinin esiri yapan dipsiz kuyusudur.
Arkadaşının verdiği bir partide tanıştığı Dr. Tomas’la (Erland Josephson) yakınlaşmaları da kızının ve eşinin ona empoze ettikleri yetersizlik hissini kıramaz, aksine hayal kırıklığı birikimine yenisini ekler.
Tecavüze uğradığını sanması onu kendi vücuduna daha da yabancılaştırır ve ardından gelen intihar girişimiyle beliren hayalinde anne ve babasıyla yüzleşmesine tanıklık ederiz. Yakın çekimdeki sinir krizi sekansında ise teatrelliğe düşülmeden Bergman’ın bir ruhun bedene verdiği azabın tamamını kadraja sığdırmayı başardığını görüyoruz.
Düş sekanslarındaki nesneler ise Jenny’nin çocukluğunda büyük annesi tarafından çarptırıldığı cezaların çağrışımıdır. Bir süre sonra gerçekle öyle iç içe girer ki hem Jenny hem de seyirci için saatin tik tak sesine bile tahammül kalmaz. Kırmızı pelerinini düşlerinde bir kalkan olarak kullanan Jenny gerçekte nasıl korunacaktır? Bergman’ın ölümün üstünde bir ilahe olarak gördüğü gerçek sevgi ise Jenny için tek kurtuluş olur. Her şeye rağmen aile olarak benimsenen ve çocukluktan ergenliğe evrildiği dönemin şahitleri olan her kimse çare de onlardır. Jenny büyükbabası ölmek üzereyken büyükannenin ona gösterebildiği son sevgisinde anlar bunu. İşine gitmeye karar verdiğinde ise bu yüzleşmeden sağ çıkabildiğini görürüz.
Not: Bergman’a olan hayranlığını her defasında dile getiren Woody Allen’ın Annie Hall (1977) filminde Yüz Yüze’nin afişini arka planda görürüz. Rorschach testine bakan yüz yüze gelmiş iki Jenny profilinden oluşan afiş, Allen’ın bol psikolojik sorunsal içinde işlediği, sevgilisinin iyi bir sinema kültürü sahibi olmasını isteyen entel gevezesi rolünün ne demek istediğini iyi bir örnekle açıklıyor.
Hülya Ayazoğlu