TAVANDAKİ KUKLA
Geçen yıl izlediğim bir filmde, dövülen sonra tecavüze uğrayan kadın kahraman, en yakın karakola giderek, kendisine bu kötülüğü yapanın bulunup cezalandırılmasını talep eder. Ancak ifadesi alındıktan sonra yapılan muayenede, meniye rastlanmaz. Yani ortada tecavüz filan yoktur! Küçük bir taciz yüzünden mi, teyakkuza geçecektir emniyet görevlileri? Kadının “başı okşanır” ve evine gidip yatması buyrulur. Şükür ki kahramanımız, bu vahşeti sineye çekecek kadar sindirilmemiştir. İntikamını, kendi başına, “kadın başına” alacaktır. Her kitabı, uygar dünyayı yerin dibine gömen Norveçli yazar Ingvar Ambjörnsen’in son romanı Tavandaki Kukla’nın da, işte buna benzer bir teması var: Tecavüze uğrayan kız kardeşinin intikamını almak için savaşan cevval ablanın hikâyesi; anlatılan.
Göğüsleri, gövermeye başladığı ergenlik dönemi itibariyle her gün, her mekânda, her ortamda tacize, tecavüze uğrayan tüm kadınların, hepimizin öyküsü bu, aslında. Ve Ambjörnsen, bu tanıdık hikâyeyi yeniden kurarken bizleri -Rebekka üzerinden-, erkek egemen iktidarın şiddetine karşı koymaya kışkırtıp kızıl bir intikam davetiyesi uzatıyor önümüze. Sessiz kaldığımız sürece dilsizleştirileceğimizi, muhalif diliyle anlatıyor, Ambjörnsen… Evet hem de bir karşı cinsimiz söylüyor bunu, bize!
Erkeğin cinsel iktidarını yücelten, kadın bedenini nesneleştirerek alınıp satılır kılan, tevacüz eylemi ile iktidarını somutlaştırarak meşrulaştıran eril dünyayı; bir kadının ruhunun, duygularının tâ derininden aktarabiliyor, Ambjörnsen. Çünkü o, toplumun biçtiği rolleri, elinin tersiyle savurup kadınsının alanı içinden kurabiliyor cümlelerini ve hayatını. Böylelikle, her gün milyonlarca kadının maruz kaldığı “basit bir olay” çerçevesinde kurduğu romanıyla, bir kez daha tecavüz, dayak, şiddet, intikam; yani eril dünyanın “kurucu timleri” üzerine düşünmeye zorluyor, hepimizi.
Acıyı ve intikamı sürekli kılmak
Tecavüze uğradıktan sonra derin bir bunalıma giren ve sürekli intihar teşebbüsünde bulunan kızkardeşi Stina’nın intikamını, ölümcül tek bir darbeyle almak yerine, acıyı sürekli kılmak ve planını zamana yaymak isteyen Rebekka, erkeklerin haklılaştırılmış şiddetlerine direnmenin ve galip çıkmanın yöntemini, soğukkanlılıkla nasıl uygulayabileceğimizi de öğretiyor, biz ötekilere.
Stina’ya ölümcül bir dayak eşliğinde tecavüz ettikten sonra, hayatını sil baştan kurarak “örnek” bir aile babası olan Niels Petter Holand’ı yakın takibe alan, hatta karısı Nina ile dostluk kurarak aileye sızan Rebekka; intikam duygusundan bir ân dahi uzaklaşmamak için, her gün “gece defteri” adını verdiği dosyaya, tüm düşünce ve eylemlerini kayıt ediyor. Orta sınıf ahlâkının egemen olduğu o kasvetli Norveç kasabasına, hem yitirilen çocuksu masumiyeti geri çağırmak, hem de Holand’ı yakın takibe almak için dönen Rebekka’ya, bu macerasında, ilginç bir yoldaş eşlik ediyor: Bir kuşağın, hadım edilmesinin acısını, ölü hayvanları resmederek çıkaran ressam Leo. İnsanın tüylerini diken diken, içini didik didik, ruhunu lime lime eden, bir polisiye gerilimiyle ilerleyen romanın kısa özeti, işte böyle… Ancak bu kadar da basit değil. İntikam, suç, ceza ve modern burjuva toplumları üzerine düşünmeye zorlayan, akıcı bir dil ile kotarılan, akıllara durgunluk veren ayrıntılarla kıvrım kıvrım işlenen Tavandaki Kukla, okuruna hakikaten huzursuz dakikalar geçirtmeyi, ağır darbelerle sarsmayı amaçlayan nefis bir kara-roman.
Şeyler dünyasının dışkıladığı bireyler
Rızası dışında kendi hakikatine yabancılaştırılmış, iktidar tarafından manüple edilmiştir, Stina: Kişisel muhalefet duygusunu yitirmiş ve gündelik hayatının gönderme yapabileceği dolaysız yaşam biçimlerini de elden çıkartmıştır. Hakikatleri, kendini gerçekleştirme ve özne olma hakları, gasp edilen tüketim toplumunun diğer bireyleri gibi. Ama Stina’nın bir farkı vardır: O kirletilmiş, onuru zedelenmiş ve bir akıl hastanesine kapatılmıştır. Topluma tedirginlik veren, düzeni tehdit eden şüpheli bir birey: Şeyler dünyasının temiz kalmak için dışkıladığı ve “abject” hale getirdiği bir nesne-gövdedir artık o.
Rebekka ise; bilincinin derinliklerinde kapalı duran tavanarasını açıp bir çocukluk metaforu olarak kurgulanan ve kendisine güç veren kuklasını yanından ayırmayarak iktidarın dikte ettiği rollerin karşısında duracaktır. Hainliği, kendisine öğreten erkek egemen topluma, itibarını iade edecek, ve bu işi erkeklerden çok daha iyi yapacaktır. Hayatını tümüyle, celladı kurbanlık duygusu ile tanıştırarak onu düşünsel olarak saf dışı etmeye ve edinilmiş rolleri ters çevirmeye adayan Rebekka, Stina’dan çok daha güçlüdür. Ancak o da, küçük yaşlarda tecavüze uğrayan ve kendini kurtarmaya çalışırken serçe parmağını yitiren, ama bunu kimselere anlatamadığı için hayata puslu bir camın ardından bakan bir nesne-gövdedir, kızkardeşi gibi. Yaptığı tek şey, körleşmeye itildiği gayya kuyusundan tüm gücünü seferber ederek çıkmaya çalışmak ve kendini bir özne-gövdeye dönüştürmeye çabalamaktır.
Erkekliğin mütemmim cüzzü: Tecavüz
Sadece kadınlara değil, küçük erkek çocuklarına da “tebelleş olmaktan” sadistik bir haz duyan Niels Petter, neden tecavüz arzusunu gemleyemez? Çünkü diğer erkekler gibi, onun da iktidarını besleyen, toplumsallaştıran, erk zerk eden bir vasıtadır tecavüz.
Erkeklerin toplumsallaşmasında, ırza geçmenin önemli bir payı olduğunu dile getiren feminist kuramcı Peggy R. Sanday’a göre, pek çok erkek, “erkekliğe” geçiş sürecini, aile ve arkadaş grupları içinde aşağılanarak yaşar; onlara “ırzına geçilerek horlanmış bir kadın ya da eşcinselmiş gibi” davranılır. Gaddarlık ve şiddet onlara, toplumsal düzenin gerçek yüzünü ve bu düzen içindeki olası pozisyonlarını öğretir: Ya erkek olacaklardır ya kadın! Erkekliğe adım atma töreninin mütemmim cüzzünün adı, kat’a tecavüz değil; erkekliğin şanıdır. Erkek dergâhının, kadınları sindirmek amacıyla onları sürekli korku içinde tuttuğu bilinçli bir süreç olan tecavüz, patriarkal toplumlarda (her ne kadar çağdaşlaşmış ve globalleşmiş olsa da), bir eril denetim paradigmasıdır.
Bir yandan intikam planları kurarken bir yandan hiç tanımadığı bir taksiciyi sevişmeye zorlayan Rebekka bunu yaparken egemen denetim mekanizmasını, yerle bir etme amacından başka neyi güdülemiş olabilir ki? Tüm kadınların tecavüzden aslında gizli gizli hoşlandıklarını ve fantazilerinde yaşantıladıkları, mitomanisini mi?
Bir mezbaha dekoru, hayatımız
Romandaki en “vurucu” karakter, ölü hayvan resimleri yapan; et ile metalin birbirine girdiği protez hayatları, gövdelerin paramparça olduğu savaş ve araba kazalarını içeren video kasetler izlemenin cazibesine karşı koyamayan Leo… Rebekka ile düşüncelerini, cinselliğini ve intikam duygusunu paylaşan Leo’yu; enformasyon bombardımanı sonucu lime lime kıyılan benliğimizin ve çürümüşlüğümüzün bir stereotipi olarak ustalıkla vücuda getirmiş Ambjörnsen. Ve Leo üzerinden, burjuvazinin soğuk şiddetini püskürten Michel Haneke ile kutsal bir buluşma gerçekleştirmiş.
“Benny’nin Videosu” adlı filminde bir mezbahadan manzaralar aktararak, üst-tüketim toplumlarındaki bireyin ruhsal buzullanışına odaklanan Haneke gibi Ambjörnsen de, kurguladığı mezbaha dekoru içinde; insanların iğrendiği, ancak ambalajlandığı veya süslendiği zaman (“Bunu aklına getir!” dedi Leo elini kapının koluna götürürken. Evdekiler sofraya domuz pirzolası getirdiklerinde bu ânı aklına getir! Yemeğe gideceksin değil mi? Onları kendileriyle baş başa bırakamazsın!” S. 99), değer biçtiği ölü hayvan etlerini, kanlı iç organları buzul bir serinkanlılıkla resmederken okurunu, duygularını azdırıp rahatsız etmekten zevk alıyor. Yaşamın merkezinden kovulan bireylerin de, kesilip yenilmeye hazır hale getirilen hayvanlar gibi, vahşi kapitalizmin, devasa ağzı tarafından yutulduğunu anlatmaya çalışırken toplumsal rollerin dışına çıkarak serbestleşiyor.
Teknolojinin bize kan, sidik, bok, kusmuk, vajina salgısı ve meni eşliğinde sunduğu kendimizi kaybetme hallerine, içeriden ve “alttan” bakarken, müttefiklerinden Chuck Palahniuk’un, Dövüş Kulübü’nde vazettiği üzre; tüketim kültürünün, uyuşturucu etkisinden kurtulmak için fiziksel acıyla ve şiddetle tanışıp dağılan organları birleştirerek bir yeniden doğuş tasarlıyor yine Leo vasıtasıyla Ambjörnsen.
Bağlı bulunduğu kötücüllük geleneğinde, asıl mesnedinin, uygarlık süreci olduğunu da asla sakınmayan; tüm ideal ve ideolojilere karşı ihanet içindeki düzen karşıtlarının, imkânsızın kıyısında arıyet yaşamayı seçenlerin sözcüsü Ingvar Ambjörnsen, bu kitabında da Beyaz Zenciler ve İnsan Postuna Bürünmüş Köpek’ teki gibi, ötekinin dilsizleştirilmesi, nesneleştirilmesi, reddedilmesi üzerine kurulmuş her ilişkinin, bir tahakküm ilişkisi olduğunun ve kaçınılmaz bir şekilde zulüm içerdiğinin altını siyah şeritlerle çizerken; altkültür edebiyatının, özünde politik edebiyat olduğunu anımsatıyor bizlere. Ve aykırılığı, etik bir tutum olarak benimserken ahlâk adı verilen toplumsal riyakârlığın aynasına onarılmaz çizikler atıyor.
Hande Öğüt
handeogut@gmail.com
Yazarın diğer yazıları.
Künye:
Tavandaki Kukla
Ingvar Ambjörnsen, Çev: Banu Gürsaler Syvertsen
Ayrıntı Yayınları, 2024