Bunca zamandan ve yorumdan sonra amacına ulaşmış bir filmdir, çünkü çoğu izleyici değişik açılardan okuyabiliyor filmi, kendi yorumlarıyla zenginleştirip özgürleşebiliyor; ama kimi izleyiciler de her zamanki gibi vasatı aşamayıp bireysel ablukasına hapsolup sınırları aşamıyor. Bu filmi beğenmeyen bir daha sinemaya falan gitmesin.
Belirsizlik üzerine kurgulanan her film gibi Abluka’da da birçok detay bilinçli hamlelerle bulanık bırakılarak izleyici tepkileriyle ilişki kuruluyor. İzleyici de başkarakterler gibi kendi hikayesini yazabilir. Burada söz konusu olan Kadir (Mehmet Özgür) ve kardeşi Ahmet’in (Berkay Ateş) kabusları ve hayalleri ile bunların değişik sonuçları.
90’lı yıllarda sıkça çekilen sub-noir‘lar gibi Abluka da büyük ölçüde bu iki kardeşin zihninin içinde olup bitiyor, özellikle de büyük ağabey Kadir’in. Hapiste 20 sene boyunca kaldığı için de delilik ile cinnet arasında gidip gelen, uyku ile uyanıklık arasında yaşayan, gaipten sesler duyan, yaşanmamış hadiseleri düpedüz uyduran ve gündelik gerçekliğe dair yeni şeyler kurgulayan arızalı bir karakter.
Biz ise onun kabuslardan mürekkep iç dünyasına tanık olurken tıpkı bir motosikletliyi kayıp kardeşi Ali’ye (Ozan Akbaba) benzetmesi gibi ya da başını betona yaslayıp Meral’i (Tülin Özen) dinlediğini zannetmesi gibi belirsizlik prosesi içinde kendi hikayemizi yazıyoruz.
Dünya kaybedenlerle dolu. Bu üç kardeşin de yitik kuşaktan, trajediler silsilesinin birbirlerinden uzaklaştırıp yabancılaştırdığı karakterler. Örneğin 20 sene sonra yeniden karşılaşan (bu süre zarfında Ahmet’in Kadir’i neden hapishanede ziyaret etmediği ise hiç belli değil ya da Kadir’in hangi suçtan ceza aldığı; bunlar da belirsizlik silsilesine dahil edilebilir) ikili birbirlerine hayli soğuk davranıyorlar. Özellikle Ahmet, ağabeyi var mı yok mu, umurunda bile değil. Karısı tarafından terk edildiği için bunalıma, kendi Ablukasına gömülmüş bir halde intiharın eşiğinde.
Tıpkı mahalledeki, devletin dahi haberinin olmadığı kaçak meyhanedeki kafası bulanık sarhoşların basit bir alegori olması gibi Kadir ve Ahmet’in de kafası sürekli bulanık. Dünya çelişkilerle dolu ve hiçbir şeyin anlamı net veya kesin değil. Eğer o mahalleyi Türkiye’nin bir mikrokozmosu mahiyetinde düşünürseniz film daha da zenginleşecektir. Çöplerin yakılması, köpeklerin katledilmesi, muhbir toplumu filan hepsi sosyolojik açıdan incelendiğinde ülke geneli için alegorik anlamlar kazanabilir. Nitekim de öyle.
Örneğin köpeklerin katledilmesi ve asabi belediye başkanının bu işin iki haftada bitmesi gerektiği yönünde çalışanlar üzerinde baskı kurması, Kürt sorunu bahsinde üst düzey subayların yaptıkları emrivaki açıklamalarla paralel biçimde düşünülebilir. Sorunun bitirilmesi istenirken bir türlü bitmemesinin sebebi ise elbette ortada şiddetin varlığının olması, başka bir şey değil.
Çöpler gerillalar ya da teröristler veya devrimciler tarafından yakılmadıysa eğer, Güney Doğu’da yakılan evlerle birlikte düşünülebilir. Burada da bir alegorik zemin söz konusu.
Muhbir toplumu ise çok daha geneli meşgul eden bir mesele ve açıkçası genç bir yönetmenin bu konuyu paranoyak atıflarla deşmesi beni ziyadesiyle memnun etti. Türkiye sineması adına mutlu oldum.
Çok çok zengin bir film.
Hakan Bilge
Bu yazı daha önce hanging rock rumuzumla ekşisözlük’te yayımlandı.