Neredeyse yatağa sığmayan doksan kiloluk cüsseli vücudu, bütün kaslarını salmış; ruhu, penceresinden izinsizce içeriye giren ve serinliğiyle tüylerini diken diken eden bir sabah meltemininönüne takılmış tüy misali, arada bir hırslanan esintiyle gökyüzüne yükselmiş, bulutların üzerinde aheste aheste sürükleniyormuşçasına hafiflemiş hissettiriyordu kendini. Öylesine tatlı bir sarhoşluk yaşamaktaydı ki, göz kapaklarını açmakta zorlanıyordu. Kollarında hafiften bir uyuşukluk ve kalbinden damarlarına lank diye yayılan, alnından boncuk gibi soğuk terler akmasına neden olan kavurucubir sıcaklık duymaktaydı. Buna karşın halinden hiçbir şikâyeti yoktu. Aksine, yeryüzünde şimdiye kadar rastlamadığı türden kusursuz bir güzellik, bakir bir manzara, bir yüz bulmak, belki de tüm umutsuzluklarını, sırtlanıp uçarak kurtarabileceği, karşı kıyısı görünmeyenbir uçurumu aşmakümidiylebıraksalar, öylece kalıp, bedenini ve ruhunu esir alan o hafif rüzgârın önünde, gideceği yeri bilmeksizin, sonsuza kadar sürüklenmeye razıydı. Fakat istediği olmadı. İki göğsünün arasına zıpkın gibi saplanan, o iğne batması acı yok mu? O kramp? O dikenli tel sürtmesi acı? Birdenbire gözlerini açmasına neden olmuştu. Nerede olduğunu anlamaksızın etrafındakilere kızmaya, söylenmeye başladı. “Neler oluyor yahu?” dedi sitemle.
Böylesine güzel bir uykudan hangi kendini bilmez uyandırmıştı ki onu? Bir iki kuru öksürükten sonra gözlerini iyice açtı. Göğüslerine yapışan iki yabancı eli kuvvetlice bileklerinden tuttu. Yuvalarından çıkardığı derin mi derin, bir okadar da gösterişli okyanus mavisi gözleriyle etrafına bakındı. Karısı Göksel odanın bir köşesinde hıçkıra hıçkıra ağlamaktaydı. Sonra sımsıkı tuttuğu bileklerin sahibi gözlere baktı. Neredeyse kendisininki kadar çok terlemiş suratıyla gülümsemekteydi. “Çok şükür;” dedi bileklerini kavradığıbeyaz giysili adam “hastamız geri döndü.”
Çeşme’nin, güzel beldesi Alaçatı’daki yazlığının verandasında, son zamanlarda avucundan hiç düşürmediği meşe palamudu tanesiyle, buz gibi limonatasını yudumlayıp, özenle yetiştirdiği kayısı gülleriyle, mor begonvillerin arkadaşlık ettiği bahçesinde, gençliğine dair tatlı hatıralarını anımsayıp dururken, nasıl olmuştu da bu hastane odasına gelivermişti, aklı bir türlü almıyordu. 1930 doğumluydu. Yaşıtlarına karşın iyi bir üniversite eğitimi almış, yüksek inşaat mühendisliğini bitirmişti. İyi derecedeki İngilizcesiyle, Kore Harbi’ne katılan Türk birliğindeki askerlerin yanı sıra, subay olarak tercümanlık yapmak üzere seçilmiş, böylelikle o savaşa dahi tanıklık etmişti.
Şimdilerde birçok arkadaşı hayatta değildi. Bu yüzden kendini şanslı hissediyor, geriye kalan vaktini daha çok önemsiyor, hayatını seyircisi bol, görkemli, heyecanlı, fakat uzatmalı bir kupa maçına benzeterek, kendisinide son düdük sesini duyuncaya kadar rakip kaleye odaklanmış, çırpınıp debelenenbir forvet oyuncusunun yerine koyuyordu. Doktorlara yalvar yakar odada kalmayı başaran Göksel, adeta şoka girmiş, duvarın dibinde kımıldamaksızın duruyordu. Yataktaki kocası, hâlâ1950’lerdekikadar yakışıklıydı. Gövdesi büyümüş, gençliğinde briyantinle sürekli arkaya doğru taradığı siyah saçları ağarmış ve hatta epeyce dökülmüş olsalar dahi, bakışları hiç değişmediğinden, onun yatağa düşecek kadar yaşlandığını, hastalandığını fark edememişti. Göksel, kız koleji mezunuydu. Çok harika yağlı boya tablolar yapardı. Kocası Fadıl’la ilk karşılaşmalarında koyu pembe ile soluk sarı arasında, şimdilerde yavruağzı diye bilinen renkte gül buketlerini resmediyordu. Görücü usulüyle tanışmışlardı. Fadıl’ın, Kore Savaşı sonrası yirmili yaşlarının ortalarında, üç nişanlanma tecrübesi olmuş, çok istemesine rağmen bu nişanlanmalar bir türlü evlilikle sonuçlanmamıştı. Durumuna içerlenen annesi Kemale Hanım, onu İzmir’in en meşhur terzilerinden Servet Hanım’ın kızı Göksel’le tanıştırmaya karar vermişti.
Kemale Hanım 1906 yılında dünyaya gelmişti. Kurtuluş Savaşı’ndan uzun yıllar önce, Ege Denizi içinde yer alan Girit Adası’na yerleşmiş Türk ailelerinden birinin kızıydı. Mustafa Kemal’e eşkıya dendiği, hakaret edildiği ve Rum sokaklarındaki köpeklere özellikle aşağılayıcı olsun diye, Kemal adının verildiği dönemlerde babası ona, Kemale ismini, Mustafa Kemal’e olan hayranlığı nedeniyle koymuştu. Oturdukları mahallede, kırk kişilik bir Rum sınıfının tek Türk çocuğuydu. Öğretmeni tarafından parmakla gösterilen başarılı bir öğrenciydi Kemale. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra iyiden iyiye patlak veren olumsuzluklar nedeniyle, 1920’li yıllarda zorunlu göçe tabi tutulan diğer Türkler gibi ailesi de yeniden Türkiye’ye gelmiş ve o çok sevdiği okul hayatına maalesef devam edememişti. Çok çocuklu yoksul bir ailenin tek kızıydı. Babası çok sevdiği kızını yaşadıkları yoksulluktan kurtarmak için kasap bir gençle evlendirmeyi uygun görmüştü. Nitekim günün birinde, anasıyla birlikte evlerinin avlusunda odun ateşiyle kaynattıkları çamaşırları yıkarken, babası ileride kocası olacak adamla avludan içeri girmişti. Ayağa kalkıp köpüklü kollarını silen Kemale, o andan itibaren hiç ısınamadığı bu çam yarması gibi adamı, sadece iyi bir insan olduğu için eş olarak kabul etmeye ve bundan sonra yalnızca doğacak çocukları için yaşamayakarar vermişti. Dediği gibi oldu. Dört erkek evlat dünyaya getirdi. Biri üniversitede öğretim üyesi, biri inşaat mühendisi, biri doktor çıkmış; en küçüğü de okumayıp annesinin zoruyla o kurs senin, bu kurs benim gidip sadece İngilizce öğrenebildiği için tercümanlıkla para kazanır olmuştu.
Kemale Hanım, kanının deli aktığı zamanlarda, mahallenin tek kuyumcusu Musa Efendi’den üç kez alyans alıp, bu alyansları daha sonra tekrar bozdurup, kuyumcunun dahi bıyık altından gülümsemesine, alay konusu olmasına neden olan talihsiz nişanlanmaların izini silmek umuduyla, çok sevdiği oğlu Fadıl’ın, Göksel denen hanım kızla tanışması için ayrı bir çaba sarf eder olmuştu. Pek uzun boylu sayılmazdı Göksel. Beyaz tenliydi. Siyah dalgalı kısa saçları yüzüne aydınlık, asil bir hava katıyordu. İnce belli ve küçük dudaklıydı. Resim yapmaya olan tutkusu nedeniyle, Güzel Sanatlar Akademisi’ne gitmek istiyordu. Taki, Fadıl’ı görene kadar… Evin alt katında büyükler sohbet edip çaylarını yudumlarken, o zamana göre fazla medenice sayılacak bir tavırla, üst kattaki balkonsuz, kireç badanalı, az eşyalı, ferah odada, Göksel’le Fadıl’ın birbirlerini tanımalarına izin vermişlerdi.
Göksel, nasıl davranacağını, ne söyleyeceğini bilemediğinden, Fadıl’ı görünce enikonu yitip giden cesaretini, yaptığı yağlı boya tabloları anlatarak bulmak ister gibiydi. Kirli beyaz zeminli tuvali göstererek “Bunlar kayısı gülüdür.” dedi. Ne de olsa bir erkek, tanımazdı gülleri, bilmezdi çeşitlerini, her bir cinsinin ayrı ayrı hikâyeleri olduğunu. Fadıl bütün dikkatini Göksel’e vermişti. Suskundu. Sesinin tonlamasından, mimiklerinden onu çözmeye çalışıyordu. Suskunluğu genç kızı rahatsız etmeye başlamıştı. Nedense, hep kendisi konuşuyordu. “Bir şey söylemediniz.” dedi.
Sesinin en kibar tonunu kullanmıştı Göksel. Belli ki, Fadıl’dan çok hoşlanmıştı. Tam ağzını açmıştı ki evin en küçük kızı elinde tepsiyle kahvelerini getirdi. Kahvelerden hüüüp! diye alınan bir yudum, yeniden odanın sessizliğini bozdu. Kahve içerken, bacak bacak üzerine atıp keyif yapmayı seven Fadıl, bu kez sopa yutmuş gibi dik oturuyordu. Yabancıydı Göksel’e. İlk nişanlısı Nesibe’yi hatırladı nedense. Belki de tanışma faslının onda yarattığı gerginlik ve yabancılık duygusunu atlatmak için getirmişti aklına. Hemen oracıkta, Nesibe’nin dost sesi çınlamıştı kulaklarında. Altın sarısı, uzun saçları, kocaman bal rengi gözleri ve kirli beyaz tuvaldeki yavruağzı güller gibi katmerli, dolgun yanakları vardı Nesibe’nin. Kemale Hanım, kadınca bir içgüdüyle hiç sevmemişti hafif meşrep annesini. Sık sık Fadıl’ın karşısına dikiliyor, bu nişan işini aceleye getirdiğinden yakınıyordu. Diğer iki nişanlısını da sevmişti Fadıl. Biri yıllar sonra Ankaralı bir bürokratın eşi olmuş, bir diğeri de büyük bir şehrin emniyet müdür yardımcısının. Çok nadir de olsa, televizyonda denk gelip görmüştü bu iki eski nişanlısını. Yılların yüzlerinden neleri değiştirip, neleri silemediğini görme fırsatı olmuştu bu sayede. Fakat Göksel’e hiçbir zaman anlatmadı onları, denk geldiği zamanlarda da göstermedi televizyonda.
Tabii ki başından üç nişan geçtiğini biliyordu ancak, Fadıl’la evlenme ve ona dört evlat verme şerefine erdiği için, bu üç kadının arasında kendini, hep en iyi, en özel yere koymuştu Göksel. Varlığıyla, Fadıl’ın tüm kalp sızılarını bir kalemde sildiğini düşünmüştü yıllarca. Oysa aşk başka bir şeydi Fadıl için. Adını sadece kendinden alan, tutkuyla var edilen bir gül gibiydi aşk. Tıpkı, İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi gibi üç kadın sevmişti. Tıpkı, ilk nişanlısı Nesibe’ye âşık olduğu kadar, Muhammed Rıza Pehlevi de, üç eşinden en çok 1951 yılında evlendiği, ikinci eşi Süreyya’ya tutulmuştu. Erkek evlat veremediğinden Süreyya’yı çok sevmesine karşın, ilk eşi Mısır Kralı I. Fuad’ın kızı Fevziye gibi, onu da terketmek zorunda kalmış ve 1959 senesinde oğlu Rıza’nın annesi son eşi Farah Diba ile evlenmişti. Kaderleri, kalplerinin çizdiği yoldan ayrı bir yöne sapsalar dahi, ne Fadıl Nesibe’yi, nede Şah Pehlevi Kraliçe Süreyya’yı unutabilmişti.
Belki de aşk, gücünü hasretten, yaşanmamışlıktan almaktaydı. Göksel’e kalırsa, Fadıl gülleri hiç bilmezdi. Oysa tanıştıkları ilk gün dahi Süreyya gülünün; Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin, karısına olan aşkının en büyük simgesi olarak, ülkesindeki ziraat mühendislerinden yaratmalarını emrettiği, yontma tezgâhından çıkmışçasına kıvrımsız, dik dalları olan ve şarap kadehini andıran kırmızıiri goncalarıyla, en az Süreyya’nınki kadarhoşboyunlu, özel bir tür gül olduğunu bilmekteydi. Büyük aşkı Nesibe’yle ilk karşılaşması, çalıştığı inşaat firmasının başka bir şubesine uğramasıyla gerçekleşmişti. Türk bir anne ile Amerikalı bir babanın kızıydı. Babası, daha o küçükken annesini terk ederek Amerika’ya dönmüş ve bir daha Nesibe’yi hiç arayıp sormamıştı.
İlk günlerde, aşkına karşılık bulamayacağı düşüncesiyle, ona olan beğenisini gizlemek zorunda hissetmişti kendini. Sonbaharın yaşandığı bir akşamüstü utana sıkıla onu yemeğe davet etmiş, nasıl geçtiğini hatırlayamadıkları o günün sonunda Nesibe’nin evlerine doğru yürüyerek birlikte yola koyulmuşlardı. Sonbahar, muhteşem fırçasıyla ulu bir dut ağacını, gökyüzüne uzanan dallarından adeta ikiye bölmüş, sağ yanını tümüyle yeşil, sol yanını ise tümüyle sarıya boyamıştı. Rüzgâra direnen yapraklar onlara hayat veren bahardan vazgeçmemek için, canları pahasına yapışmıştı dallara. İki üç adım ötede, bodur bir meşe ağacı bulunmaktaydı. Toprak yolun bitmesini istemeksizin durdular önünde. Ne konuştuklarının hiçbir önemi yoktu. Nesibe ağacın dallarından gözüne kestirdiği sağlıklı bir palamuttanesi kopardı sessizce. Tam durup inceleyecekti ki, evirip çevirirken parmakları arasından kaydırdı veyere düşürdü palamudu. Çok sevdiği mücevherini kaybetmiş bir kadın gibi eğildi yere ve aranmaya başladı. Bir türlü bulamıyordu. Fadıl da ona yardımcı olur göründü. Bulamadılar. Sanki yer yarılmış da yerin dibine girmiş gibiydi palamut tanesi. Böylelikle başlayan aşkları kısa sürede kabak çiçeği gibi açılıverdi. Evlendi evleneceklerdi. Fadıl, sık sık Nesibelere gidiyor, türlü bahanelerle dışarıda birlikte vakit geçirmenin yollarını arıyordu. Yine benzer bir gün, kapı açıldığında Nesibe’nin annesi Fadıl’ı yalnız yakalamanın verdiği rahatlıkla, tüm şehvetini su yüzüne çıkarmış, soğuğa rağmen yaka bağır açık bıraktığı elbisesiyle, müstakbel damadının koluna girerek kanepeye kadar ona bizzat eşlik etmişti. Gençliğinin yanı sıra, yakışıklı ve iyi yetiştirilmiş, kişilikli bir gençti Fadıl. Belli ki, evden dışarıya kendisini zor atacaktı. O gün, annesi Kemale Hanım’ın bu kadından neden hiç hoşlanmadığının geç de olsa farkına varmıştı. Kadının yakasına dolanan kollarından, sesine kattığı nazla karışık şehvetli arzularından kendini zor kurtarmış ve koşarcasına yöneldiği sokak kapısının eşiğinde, ensesine çarpıp buz gibi rüzgârlar estiren öfkeli, kaba sesini duymuştu. “Benim kızım sana yaramaz oğlum! O düşündüğün gibi değil…”
Kapıyı pervasızca kadının suratına çarpan Fadıl, gözden kaybolmuştu. Fakat kadının kurduğu cümle bir türlü kulaklarından gitmiyordu. Ne demek istemişti, bu sözlerin altında ne mana yatıyordu, bilmek istiyordu. Nesorabilirdi ki Nesibe’ye? Hem nasıl sorabilirdi ki? Ya kadının söyledikleri doğruysa? Yalan dahi olsa, annesinin cüretkâr davranışı nedeniyle bu saatten sonra ne değişebilirdi ki? Kemale Hanım gibi asil bir kadına, nasıl izah edebilirdi bu durumu? Oracıkta kararını verdi. Bir daha asla görmeyecekti Nesibe’yi. Dediği gibi de oldu. Nesibe’nin göz hapsinden kurtulmak için şehirdeki başka bir büroda çalışmaya başladı. Defalarca gelen telefonlarına da hiç çıkmadı. En kötüsü, aralarındaki ayrılığın sebebini Nesibe’ye izah edememekti. Bitti, deyip sıyrılmıştı işin içinden. Hayallerini yıktığı bu kırık kalbin ömür boyu acısını taşıyacağını bile bile almıştı bu kararı. Amerika’ya çekip giden öz babasının yaptığı şerefsizlikten ne farkı vardı bu yaptığının? Hele, sırtını dayadığı annesinin kötü bir kadın olduğu gerçeğiyle nasıl yüzleştirebilirdi Nesibe’yi? Ağaçların köküne dadanıp gövdelerini içten içe kurutan bir danaburnuydu bu ayrılık. Son derece üzgündü, sanki önceden biliyormuş gibi Kemale Hanım, ayrılıklarının sebebini oğluna hiç sormamıştı.
Uzun süre dillerden düşmeyen bir düğünle evlendi Fadıl ile Göksel. Balayında Fransa’ya gideceklerdi ancak, terzi olan kayınvalidesi, kızı için diktiği muhteşem gelinliği bütün İzmir’in görmesini istiyordu. Avrupa dediğin yer kaçmıyordu ya! Daha sonra da gidilebilirdi ama düğün sadece bir kez olurdu. Mutluydular, birlikte acısıyla tatlısıyla bir sürü anı biriktirmişlerdi yıllarca. Göksel, yüreğinin tüm asilliği ile evliyken dahi kadınların Fadıl’a olan hayran bakışlarını görmezden gelmek zorunda kalmıştı. Aşk bazen bir kuş oluverirdi. Avuçlarının arasında sımsıkı sarmanın onu ürküteceğini, kaçıracağını düşündürürdü. Kıskansa dahi, bunu büyük bir mesele haline getirip, onu kendinden uzaklaştırmak, böylelikle başka kadınların kucağına atmak iyi bir fikir sayılmazdı. Kalbinin bir yarısında ne yaşadıysa yaşamıştı ama diğer yarısı kendisiyle ve çocuklarıyla doluydu. Bunu bilmek ve onun eşi olmak Göksel’e daima gururlu bir huzur vermişti.
Garip bir adamdı Fadıl. Bazen hiçbir şeyle meşgul olmaksızın bir ağacı saatlerce seyredebilirdi. Ağacın bir orasına, bir burasına geçer ve ne yaptığını hissetmeye çalışırdı. Yaşamak isterdi onu. Bazen yerine koyardı kendini. Dışarıdan gören olsa; bu adam kafayı yemiş, bile diyebilirdi fakat o, bu eleştirilere bile gülüp geçebilecek bir kalple yaşardı. Zira Tanrı’nın var ettiği her bir şeyin hilkatine meraklıydı. Gününü, yaşıtları gibi boş boş gerinerek tüketeceğine, iyi ki, bu anlamda kafayı yemişim, bile diyebilirdi kendine. Bu özelliğini bildiğinden, elindeki palamut tanesini de en az onun kadar önemsiyordu Göksel. Zira bir sabah kahvaltı sofrasında, torunları Agâh nereden bulduysa eline geçirip, çekiçle palamudu ezmeye çalışırken, hışımla yanına sokulup gırla azarlamıştı oğlancığı. Elinden alır almaz, çatlayan yerinden bantla yapıştırıp yeniden yeleğinin cebine koymuştu. Bir palamut tanesini bu denli değerli yapan şey neydi bilmese de, Fadıl’ın morallerini alt üst edecek kadar güçlü bir tesiri olduğu muhakkaktı. Kalp denen şey, duyguları harekete geçiren her türden varlıkla bağ kurabilirdi. İnsanların özlemlerini bir eşyaya yüklemeleri böyle bir şey olmalıydı.
Tüm bunları düşünürken, doktorlar bütün çabalarına karşın kocasının hastane odasında ikinci kez yakalandığı krizi atlatmasını sağlayamamışlardı. Yerinden doğruldu. Beyaz çarşaflar içinde yatan eşine şefkatle baktı. Yazlığın verandasında Fadıl’dan düştüğünü bildiği fakat Fadıl’ın senelerce önce, toprak yolda üzerine basıp ayağıyla Nesibe’den gizlediği ve anısını bu günlere kadar kalbinde taşıdığı palamut tanesine, hiçbir anlam veremese de, usulca elbisesinin cebinden çıkararak, gözyaşlarıyla sırılsıklam ettiği perişan bir özenle, eşinin hâlâ sıcak olan avuçlarının içine yerleştirdi.
Gevşeyen ellerinden düşmek üzere olan meşe palamudunu, sımsıkı sarmalamasına yardımcı oldu. Derinden bir iç çekti. Uzak ufukların yolcusu nemli gözleri, akmakla akmamak arasında buğulu bir camı andırıyordu. Pencereden baktığında, birbirinin içinden fışkırırcasına açan, koyu bordo renkli, adını, okurken hiç bitmeyecekmiş hissi uyandıran Bakara suresinden alan, katmerli güller görmekteydi. Ne şanslıydı Fadıl. Güllerle çarpan kalbi, bahçesinde güllerin olduğu bir hastane odasında, sahipsiz bir sonbahar öncesinde durmuştu. Ne şanssızdı ki, hayatı boyunca yüreğinin derinliklerinde, yaşadıklarından çok, yaşayamadıklarına dair, dibine defalarca düşüp kanayan yaralarla uyandığı ve kimselere sesini duyuramadığı nice uçurumlarda sürüklenmişti.
Nesrin Aydın Erdem