Kitara’nın Esintisi
Kumsaldan ağaçların arasına doğru yürüyorum. Mart ayının canlılığı yaprakların yeşiline yansımış gibi ışıl ışıl her taraf. Yaşlı belimi tuta tuta başımı kaldırıp masmavi gökyüzüne bakıyorum. Kitara’nın hafif meltem esintisinde çıkardığı sesi duyar gibi olup büyüleniyorum. Girdabın oluşturduğu akım, kıvranan bir sandalyenin tıkırtısı gibi… Beyaz elbiseli bir kızın peşine takılıyor hayallerim. Ufak çığlıklar eşliğinde attığı kahkahalar, ağaçlardaki kuşları havalandırıyor. Neşesi karşısında gülümsüyorum.
Sinema hilesi gibi film başa sarıyor. Gıcırtılar arasında Auschwitz’e gidiyorum. 1944 yılının baharı… İki milyondan fazla insanın öldüğü toplama kampının kapısındayım. Demir kapının önündeki askerlerin sert bakışlarına inat kapıya yanaşıyorum. Cebimden çıkardığım bir paket sigarayı askere uzatırken gazeteci kimliğimi gösteriyorum. Başını eğip göz ucuyla etrafına bakıyor.
Kısık bir sesle “Bugün gazetecilerle görüşme yasağı kondu. Komutan çok sinirli.” diyor. Son sözcükleri bilerek yuttuğu belli… Başımı sallayıp onun kurallarına uymaya karar vererek, sesimi kısabildiğim kadar kısıp:
“Bir kadın varmış. Çok… Nasıl desem? Çok gülüyormuş… Yani…”
“Yok, böyle bir şey!”
Sesi aniden yüksek çıkmaya başlıyor. Sağına soluna bakıp, abartılı hareketlerde bulunuyor. Anlayıp gülümsüyorum. Tam yanından ayrılacağım sırada “Adım Edingu! Akşam Sam’in yerine gel.” diye mırıldanıyor. Arkamı dönüp başım önde hızla uzaklaşıyorum ölüm tünelinin girişinden.
Başımı kaldırıp torunuma bakıyorum. Kehribar rengi gözlerindeki canlılık soluğuma soluk katıyor. Masum insanın en harikulade hallerine gülümsüyorum. Su gibi temiz olmayan insanlık tarihini miras bıraktığımız bütün çocuklara acıyorum. Kırılgan masumluğunun yüzünde dans ettiğini görüp gülümsüyorum. “Ilgın uzaklaşma!” diye sesleniyorum sonra. Yaşlanınca gençlikte yapılan birçok şeyden pişmanlık duyarmış insan. Bende pişmanlık yok. Yaşanması gereken her şeyi yaşadım.
***
Gece el ayak çekilince tek odalı evimden çıkıp kömür kokan Arnavut kaldırımlarını arşınlayarak elim cebimde Sam’in yerine gitmiştim. Issızlık canileri hatırlatıyordu. İçim bu düşünceyle titrerken Ari ırkın mensuplarının geldiği bu yeri aslında hiç sevmediğimi fark etmiştim. O sabah konuştuğum asker elinde kocaman siyah bir bira kupasıyla çakır keyif beni bekliyordu. Selam vermeden yanına oturdum. Garsona aksanımı anlamaması için yarım ağızla “Bir bira.” dedim. Başımı tam tersi tarafa, askere çevirip “Bana kadını anlat.” dedim. Askerin bardağını sertçe masaya vurmuş ve bana doğru yaklaşıp “O kadar kolay değil.” demişti.
“Ne kadar istiyorsun?”
“150…”
Duyduğum rakam karşısında güçlükle yutkunduğumu hatırlıyorum. Ama bu haberin, her gün verilen yüzlerce ölüm ve işkence haberinin yanında daha ilginç olduğunu da biliyordum. Gazeteci tarafım yelkenleri suya indirmişti: “Tamam.”.
Cüzdanımdan çıkardığım kağıt paraları elim titreyerek uzattım. Adam paraları hızla alıp cebine sokuşturdu. Birasından büyük bir yudum çektikten sonra “Kadın çok neşeli…” dedi.
“Nasıl?”
“Toplama kampına adım attığı andan itibaren ağlayan, bağıran diğer binlerce, milyonlarca insandan farklı olarak her şeye gülüyor ve her şeyden keyif alıyor. ‘Öleceksem öleyim, üzülmeye ne gerek var.’ diyor. Bizim işkencecilerin kadına yapmadıkları…” Adam susup etrafını gözlüyor. Başını kulağıma doğru yaklaştırıp yoğun sarımsak ve alkol kokusunun arasından “…Yapmadıkları, denemedikleri işkence kalmadı. Kadın her acıdan sonra kahkaha atıp bizimkileri çıldırttı. İşkencecilere zevk almalarını sağlayacak en ufak bir açık vermedi.”
Benim yüzümü buruşturduğumu görünce, “Ben de karşıyım işkenceye ama görevim bu ne yapabilirim.” dedi.
Başımın üzerinde elimi sallayıp sözlerini savıyormuşum gibi yaptım. Kadınların çığlıklarının arasına bir kahkaha sızıyormuş gibiydi. Gözlerimi askerin yüzüne dikip “Beni onunla görüştür.” dedim.
“Bunu yapamam. Yakalanırsam öldürürler beni.”
“Beni gizlice oraya sok.”
Birasını dibine kadar içip arkaya doğru kaykılmıştı. Niyetini anlamıştım. Yüzüme bakıp “Karşılığı ne olacak?” dedi. Gülümsemiş, vereceğim miktarı söylemeden önce soluğumu bırakmıştım:
“Beş yüz…”
O memnun memnun başını sallarken ben fısıltılarının arasında toplama kampına girecek ilk gazeteci olacağımı düşünüp bunun keyfini sürmeye karar vermiştim bile.
***
Denizin yosun kokusunun arasında dalgaların sesine Kitara’nın tınıları karışmış gibi. Torunumu uzaktan izlerken belleğim geçmişin en gizli köşelerine yolculuğa çıkmıştı. Bir taşı ayağımla vura vura yerinden çıkarıp kenara doğru yuvarlarken anıların yakıcılığından yüreğimi ayaz kesiyor. Taşın altındaki toprak sihirbazları kıvrılarak kaçışmaya çalışırken onların da canlı olduğunu bilmediğim çocukluğuma gidiyor belleğim. Solucanları bölüp parçaladığım o günlere…. Yaşlılığın en büyük sıkıntısı hep geçmişi düşünüp yad etmek, acısıyla, tatlısıyla hatırlayıp hüzünlenmek ve tüketilen ömrün sona ermek üzere olduğunu fark edip telaşlanmak… Anı yaşamaktan zevk almayı o öğretmişti bana. Onu kısacık gördüğüm gün hayallerime, bedenime, hücrelerime işlemişti. Kitara…
***
Auschwitz’e girişim kolay olmuştu. Asker kıyafetleri getiren Edingu, toplama kampına girişimi kolaylaştırmıştı. Edingu’nun, kadını sabah erkenden işkence odasına getirirken yaşadığı huzursuzluk gözle görülür cinstendi. Perme perişan haldeki kadının üstü başı pislik içindeydi. Kemikleri sayılacak kadar zayıftı. Kırpık kırpık saçları tavuk didiklemiş gibi havadaydı. Dışkı kokusu bütün odayı kaplamıştı. Öğürmeme engel olamadım. Duvarın köşesine kusarken onun güldüğünü gördüm. Gözlerinin içinde zift siyahı bir hayat vardı. Acı bir yaşama sevinci… Ufak tefek bedenini kıpırdatmadan usulca, bir melodi gibi “Sen yenisin galiba. Ama alışırsın.” dedi.
Özgüveni karşısında nutkum tutulmuştu. “Adın ne?” diye sorarken elimle ağzımı sildim. “Kitara!” dedi. Kaşlarımı kaldırıp “Anlamı ne?” dedim.
Yanıtı tokat gibi çarptı suratıma “İşkence yaparken mi lazım olacak?”
O an tenine baktım. Benek benek siyahımsı morluklar her yerini kaplamıştı. Bir kısmı yeşilden sarıya dönüşürken, bir kısmı mosmordu. Sağ elinde üç tırnağının sökülmüş olduğu belliydi. Derisi büzüşmüş, kurumuş et rengine bürünmüştü. Ayak başparmakları da yoktu. Kesilen parmakların yeri iltihaplanmıştı. Duvarlara sinmiş bir çığlığı duyar gibi oldum. Ölümün kokusu her yanı kaplamıştı. Ürperdim. Zar zor konuşmaya çalıştım.
“Ben asker değilim.”
Kalkan kaşlarının arasından masum bir gülümseme belirdi yüzünde. “İşkence yapanın asker olup olmaması beni ilgilendirmez. İşkence esnasında ölümü neşeyle karşılarım sadece.”
Söylediklerini duymamaya çalışarak “Gazeteciyim. Dışarıya ulaşan bilgilerin doğru olup olmadığını anlamak için seninle röportaj yapmak istiyorum.” Cebimden çıkardığım küçük ses kaydediciyi ona doğru uzattım.
“Anlıyorum.” dedi.
Titreyen ellerini boğazına götürüp ovalıyormuş gibi yaptı. Sigara yanığı olduğu belli olan lekeler daha da belirginleşmişti boynunda.
“Anlatılacak pek bir şey yok.” dedi.
“Senin deli olduğunu düşünüyorlar. Gerçekten mutlu rolünü nasıl oynuyorsun?”
“Rol yapmıyorum. Gerçekten mutluyum. Tanrı bunu yaşamamı istediyse ondan gelen her şeyi büyük bir mutlulukla kabul ederim. Benim ırkım bu acıları yaşıyorsa bundan sonra gelecek güzel günler içindir. Bunu biliyorum.”
“Ama işkence görürken kahkaha atıyormuşsun. Bu doğru mu?”
“Onların istediği benim acı çekmem ve bunun sonucunda onlara yalvarmam. Bunu yapmıyorum. Buradaki insanların morale ihtiyaçları var. Ağlamak, sızlamak onları kaybetmek olur. Neşeli şeyler anlatıp insanlarıma destek oluyorum. Acılar karşısında gülümsemek ve zor şartlarda mutluluktan uzaklaşmamak benim yaşama sebebim.”
“Sadece bunun için mi böyle davranıyorsun?” Şaşırmıştım. Zihnim bu söylenenleri kabul etmek istemiyordu. Karşımdaki bu aciz kadının böyle düşüncelerle boğuştuğunu bilmek erkeklik gururumu örselemişti.
“Önceden birinin öldüğünü duyduğumda üzülürdüm. Şimdi ise etrafımdaki herkes ölüyor. Ölen birini görünce gülümsüyorum. Kurtuluyor ruhu acılardan diye seviniyorum. İşkencecilere bunu söylediğim için beni öldürmüyorlar. Damarlarına bastığım halde ölümün kıyısında bırakıyorlar beni. Daha çok acı çekmem, daha çok yalvarmam için ölüme kavuşturmuyorlar.” Sustu. Boğazında leblebi tozu varmış gibi zar zor yutkundu. Arkasını dönüp kapıya doğru yürümeye başladı.
“Dur! Nereye gidiyorsun?” dedim.
Yüzüme bakıp gülümsedi. Kaşlarını havaya kaldırıp soru sorarmış gibi baktı.
Telaşla “Ama soracaklarım bitmedi.” dedim.
Elini neşeyle havaya kaldırdı. “Bugün işkence görmeyeceğime göre burada zamanımı boşa harcamamalıyım. Orada gülümsemeyi bekleyen, ölümün soluğuyla yaşayan insanlar var.” dedi ve kapıdan çıktı. Edingu’yla konuştuklarını duydum, bir de ayak sürüme sesiyle uzaklaştıklarını. Kitara’nın cılız bedeninden yayılan sınırsız güç karşısında içi boşaltılmış bir insan kisvesi olarak öylece kalakaldım.
Kendimi silkelenecek bir halı gibi bomboş hissettim. Yaşama hakkım vardı ve ben bu hakkı boş şeylerle uğraşarak heba ediyordum. Binanın gri koridorlarından geçerken ağlayan, haykıran insanların sesleri eşliğinde gökyüzünü görüp kurtulmak umuduyla başım önde yürüdüm. İnsanlık onurumun zedelendiğinin farkındaydım. Toplama kampından koşarak ve insanlığımdan utanarak uzaklaştım.
***
Üşüdüğümü hissediyorum. Solucanlar oynaşıyorlar ayakucumda. Kitara’nın sesini duyduğum anın büyüsünü tekrar hissediyorum. Tüm soykırım mağdurları için dua ediyorum. Ben huzurlu bir ölüme doğru yavaş yavaş ilerlerken dünyanın dört bir yanında türlü eziyet ve tecavüzlerle paldır küldür öldürülen, vahşice yok edilen milyonlarca insan olduğunu bilmenin utancı dağlıyor yüreğimi. Her şey Tanrı’nın parmağının ucundaymış, diyorum. Bu düşünce neşelendiriyor beni. Deliliğin sınırlarında ölüm karşısında da neşeli olmalıyım, diye mırıldanıyorum.
Gözümün önüne toplama kampının kapısında şuh kahkahalar atan Kitara’nın görüntüsü geliyor. Acılarla dolu anılarımı cebime doldurup elini tutuyorum torunumun. Soykırım saçmalıklarına kurban olan milyonlarca insanı selamlıyorum gönül gözümle. Kitara’nın yapmaya çalıştığı şeyi daha iyi anlıyorum artık. Umursamaz bir neşenin karşısında saygıyla eğiliyorum.
Yılın başarı ödülünü alıyorum o yıl. Kitara öldürülüp bir toplu mezara gömülürken ben ödül almak için ülkeme gidiyorum. Dünya hissizleşiyor benim için. Bir sinema hilesi gibi manşetler geçiyor gözümün önünden: “Toplama kampını sarsan Neşe”…
Kitara’nın esintisi kaplıyor yüreğimi ve acıyla gülümsüyorum.
Bu öykü ilk olarak Kalem Dergisi’nin 8. sayısında yayımlanmıştır.
Yorumlar
Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz...
Yorumunuzda avatar çıkması için gravatara üye olmalısınız!