Ne anlama geldiğini, ne maksatla söylendiğini bilmesek de, medeniyetler ve dinler arası diyalog ile hoşgörü sloganları her fırsatta önümüze konur oldu. Oysa ki tarih bizlere, aynı medeniyeti paylaşan toplumların ve dinî cemaatlerin birbirleriyle uyum içinde yaşayabilmek için bu sloganlara bügünkü kadar ihtiyaçları olmadığını gösterir. Mesela Osmanlı Devleti, geniş bir coğrafya üzerinde yaşayan ve dinleri, mezhepleri, itikatları, ırkları, dilleri birbirinden farklı milyonlarca insanı, İslam hukukunun adalet sistemine sadık kalarak başarıyla yönetmişti. Türk sanat musikisi, Türk müzigi ya da klasik Türk musikisi olarak adlandırılan müziğin temeli işte bu Osmanlı döneminin mirasıdır. Modern Türkiye’nin bir türlü adını koyamadıgı bu müzik, Osmanlı toplumunu oluşturan tüm halkların ortak kültürü ve zevkidir. Bir medeniyetin sanki özetini oluşturan güzel sanatlar, özellikle de müzik, aynı medeniyeti paylaşan insanların ahengli yaşamlarının en önemli göstergesidir.
Çok ırklı Osmanlı dönemi sonrası kurulan modern ve ulus devlet döneminde, millî bir müzik arayışı başlamış ve azınlık kabul edilen Rum, Ermeni ve Yahudi bestecilerin eserlerinin nerede yer alacağına bir türlü karar verilememişti. Ortaya çıkan kavram kargaşası sonucu, sanatın menşei, sanatçının bağlı olduğu medeniyetle değil, sanatçının ait olduğu ulusla ölçüldü. Bu meyanda, Mozart çalan bir Türk piyanisti, Avusturya kültürüne hizmet etmiş Türk asıllı müzisyen (!) diye tarif etmek ne kadar saçma ise, makam musikisiyle eser vermiş bestekârları da Türk musikisine hizmet etmiş, Ermeni, Rum, Yahudi asıllı besteciler [1] diye anmak aynı derece anlamsız ve tarihî bir hatadır. Maurice Ravel’in besteleri nasıl klasik Batı müziğinin bir parçası ise, Tanburi İshak Fresco Romano’nun eserleri de Osmanlı müziğine dâhildir.
Göç nedeniyle Yahudiler birbirinden farklı dillerde ve kültürlerde dinî, klasik veya popüler edebiyata ve müziğe sahiptir. Dünyanın her yerinde, başta müzik olmak üzere, ait oldukları coğrafyanın kültürüne uyum sağladıklarından, Yahudi müziğinden değil, Yahudilerin çeşitli müzik geleneklerinden bahsetmek daha doğru olacaktır.
Müzik tarihiyle ilgili ilk bilgileri de bize Tevrat veya Ahd-ı Atîk vermektedir. Kinnor adlı bir çeşit arp ve davulların çalındığını, Davud peygamberin kral Saül’e arp eşliğinde ilahiler okuduğunu, Asaf, İdisun ve Heman adlı hanendelerin Süleyman peygamberin mabedinde ilahiler okuduklarını Tevrat’tan öğrenmekteyiz. Davud peygamberin okuduğu mezmurlar ve ilahiler, Hristiyan dünyası dâhil, bütün dinî müziklerin temelini oluşturur. Havralarda Şofar denilen boruların, Çatzozera adlı trompetlerin ve çeşitli arpların çalındığı da bilinmektedir.
Osmanlı döneminde de Yahudiler imparatorluğun çeşitli bölgelerinde müzik hayatına katıldıkları gibi, İstanbul’da saray çevresinin seçkin kültürünün de şairi, bestekârı, icracısı ve hocası olmuşlardı. Orhan Gazi’nin 1326 yılında Bursa’yı fethederek başşehir yapmasıyla Bizans döneminin Romaniotları ilk Osmanlı Yahudi cemaatini oluşturmuşlardı. 1362’de Edirne’nin fethinden sonra ise birçok Balkan Yahudisi ile Avrupa’daki katliamlardan kaçan Aşkinaz Yahudileri Edirne’ye yerleşip bu şehri Bursa’dan sonra ikinci önemli merkez hâline getirdiler. Tarihçiler, 1453’te İstanbul’un fethinde Bizans Yahudilerinin Fatih Sultan Mehmed’i bir kurtarıcı gibi karşıladıklarını yazar. Fatih, Bizans ve Ermeni patrikhanelerini kurduğu gibi Bizans’ın son hahambaşı Moşe Kapsali’yi de makamında tutmuş ve Anadolu’daki Yahudi cemaatlerini İstanbul’a davet etmişti. Endülüs’ün yıkımından sonra İberya yarım adasından kovulan Müslüman ve Yahudilere II. Bayezıd sahip çıkmış, onların Osmanlı topraklarında yerleşmelerine kolaylık gösterilmesini fermanlarla valilerine emretmişti.
Endülüslü Sefarad, Romalı Romaniot ve doğu Avrupalı Aşkinazlar arasındaki çekişmeler ancak XVI. yy’da son bulmuş, Osmanlı Yahudi kültürü bu uyum ile başlamıştı. Kanuni Sultan Süleyman dönemine kadar Endülüs Arap müziğinin etkisinin devam ettigi havra ayinlerini, ilk kez Shelomo Ben Mazaltov’un Osmanlı makamlarına adapte ettiği söylenmektedir. Sefarad Yahudileri, kökleri olan Endülüs Arap kültürü sayesinde Osmanlı makamlarını kısa zamanda öğrenmişler ve yepyeni bir renk kazandırmışlardı.
1555-1625 yılları arasında yaşamış olan şair ve hazan (okuyucu) Israël Najara’yı Osmanlı Yahudi musikisinin atası olarak kabul edebiliriz. Najara Türk, Arap, Yunan ve İspanyol melodilerini dinî müziklere adapte ederek hazırladığı Zemirot Israël adlı el yazması divanında, rast, dûgah, hüseyni, puselik, segah, irak, nevruz, acem, mahur, neva, uzzal ve nikriz olmak üzere oniki makamdan bahseder. İlk kez 1587 yılında yazılan bu eserdeki yüzlerce İbranice şiir aruz veznine uygulanarak bestelenmiştir. Najara’nin etkisi sadece Osmanlı topraklarında değil, Venedik’te de görülmüş, Venedik’te hazan olan David Ben Abraham de Silva, Najara’dan esinlenerek rast, puselik, uzzal, dügah, hüseyni, neva ve irak makamlarında bir ilahi kitabı düzenlemişti. Venedik kaynaklı bir ikinci eser de, hazan Mose Hakohen’e ait olup yine makamlara göre okunan ilahileri içerir.
Yine XVI. yy’dan itibaren, Tevrat segâh makamında okunmuş, Süleyman peygamberin mabedinin yıkılışı hicaz makamında yadedilmiş, cenazeler yine hicaz makamında kaldırılmış ve saba makamında sünnet ilahileri bestelenmiştir. Bu kaynaklara dayanarak doğu Akdeniz’in önemli bir kısmında yaşayan Seferad Yahudilerinin müziğinin Osmanlı makamlarından oluştuğunu düşünebiliriz. XVI. yy’ın ikinci yarısından itibaren Yahudi besteciler dinî ilahilerin yanı sıra, Osmanlı saray musikisine de katılmaya başlamışlardır. Najara’nın talebesi olan Avtalion Ben Mordehay Edirne’de yaşamış, Osmanlı saray fasıllarında ve Mevlevi ayinlerinde olduğu gibi, tek bir makamda değişik formları biraraya getirerek sadece peşrev ve saz semaisi değil, kar, murabba, semai formlarında da eserler vermişti.
Osmanlı musikisine dair Kitabu ilmi’l musîkî alâ vech’il-hurufât (musikiyi harflerle tesbit ve icra ilminin kitabı) adlı risalesiyle 355 eserin günümüze ulaşmasını sağlamış olan Moldavya Prensi Dimitri Kantemir’in (1673-1723) hocası olarak Yahudi Çelebiko’nun adı geçer. Kantemir bu eserinde Harun Yahudi’nin (Aron Hamon) Hüseyni makamında, fahte usulunde bestelediği Külli Kûlliyat adlı bir peşrevini notaya almıştır. Endülüs etkisinin XVII. yy başlarına kadar devam ettiğini gösteren bu eserde, Fas’ta hâlâ yaşayan Endülüs müziğiyle birçok benzerlik bulunur.
Osmanlı toplumunda müziğin en önemli okulu Mevlevihanelerdi. Yahudi musikişinasların dergâhlardaki ayinlere katılarak dervişlerden ve dedelerden müzik öğrendiği, hatta daha sonraları dervişlere ney ve tanbur öğrettiği de bilinmektedir. Tekke ve özellikle mevlevihanelerle olan ilişki sonucu tasavvuf müziğinin ilahi ve tevşihlerini örnek alan maftirim gelenegi, Israël Najara’nın etkisiyle Edirne’de başlamıştı.
Piyyutim adı verilen, din ile hikmet içeren şiirlerin Osmanlı makamları ve formları ile bestelenmesinden doğan maftirim, Arapça iftar kelimesi ile aynı kökten türemiş olup; tamamlamak, sona erdirmek gibi anlamlar taşır. Havralarda yapılan ibadetlerin sonunda okunan bu ilahiler Osmanlı Sefarad Yahudi geleneğinin bir özelliğidir ve İbranice şiirler üzerine bestelenmiş geniş bir repertuar oluşturur.
XVIII. yy başlarından itibaren ise Yahudi besteci ve icracıların klasik Osmanlı veya Divan musikisine daha çok önem verdikleri görülür. Dinî müzikler ve maftirim dinî cemaatin içerisinde kalmışsa da, Yahudi bestecilerin Ladino ve Türkçe sözlü eserler bestelemeleri Osmanlı Yahudilerinin toplum ile ne kadar uyum ve yakınlık içinde olduklarının göstergesidir.
Osmanlı saray musikinde ilk bilinen Yahudi şair ve besteci, muhtemelen Lale Devri’nde III. Ahmet ve Patrona Halil isyanını yaşadıktan sonra, Sultan I. Mahmud’un (1730-1754) sarayında bulunmuş olan Boncuk’dur. Şair mahlasından başka adı bilinmeyen bu bestecinin günümüze gelebilen bir tek eseri olmuştur:
İşvebazım vaktidir seyr-i gülistan eylesek
Azm-ı sahra bezm-i-tir endam-ı arakrîz eylesek
Gonca gül nevruzu olmuş lâlenin haddi tamam
Hatır-ı-gâm dîdeyi tahrif-ü-dilşâd eylesek
Bu güftenin segah makamındaki murabbasını Suphi Ezgi notaya almıştır.
1.Mahmud (1696-1754), III. Osman (1754-1757) ve II. Mustafa (1757-1774) dönemlerinde yaşamış olan Moşe Faro (öl. 1776) Musi adıyla tanınmış ve yedi adet saz eseri günümüze kadar gelmiştir. Bu saz eserlerinin bazılarının İbranice sözlerle havralarda da okunduğu bilinmektedir.
Tanburi İzak adıyla tanınan tanburi ve hanende İzak Fresko Romano (1745-1814), kendisi de büyük bir bestekâr olan III. Selim’in sarayının en önemli müzisyenidir. III. Selim’in tanbur hocası olmuş, sarayda büyük saygı görmüştür. Adaba aykırı olarak, İzak her huzura girdiginde ayağa kalkıp ona hürmet eden padişah, bu nedenle kendisini tenkid edenlere, “hocasının saray adabından daha önemli olduğu” cevabını vermiştir. Padişahın yanı sıra Tanburi Zeki Mehmet Ağa, Tanburi Mehmet Ağa ve Oskiyam’ın hocası olan İzak hakkındaki anılar, Oskiyam tarafından talebesi İstanbul Kozyatağı Rıfai tekkesi şeyhi, neyzen ve tanburî Abdülhalim Efendi’ye (1824-1896), ondan da Tanburi Suphi Ezgi Bey’e nakledilerek bugüne ulaşmıştır. Yine aynı kaynaktan edindiğimiz bilgilye göre, İzak Efendi bir gün saraydaki fasla biraz geç geldigi için harem ağası tarafından azarlanmış, bunu duyan padişah harem ağasını “Senin gibi binlerce köle bulunur ama onun gibi bir üstad zor bulunur.” diyerek paylamıştır.
Isfahan makamında bestelediği peşrevi pek beğenen III. Selim, İzak’a bir tanburun haznesini dolduracak miktarda para ihsan etmiştir. İzak Fresko Romano, Suphi Ezgi ve Mesud Cemil Bey ile günümüze kadar gelen tanbur ekolünün kurucusudur. Havralardaki ayinler için bestelediği eserlerinin çoğu unutulmuşsa da, çeşitli makamlarda bestelediği peşrev, saz semaileri, murabba, ağır ve yürük semai formlarındaki yüzlerce eseri günümüze ulaşmıştır.
XIX. yy sonlarına kadar havralarda maftirim geleneğinin varlığını sürdürdüğünü ve İbranice duaların Osmanlı makamlarıyla okunduğunu biliyoruz. Mose Cordova (1881-1967) ve İzak Algazi (1889-1951) gibi hazanların ses kayıtları Osmanlı makamlarının son örneklerini teşkil etmektedir.
Diğer yandan, 1925 yılında tekke ve dergâhların kapatılmasına kadar Mevlevilerle yakın ilişki devam etmiş, hatta Mevlevi ayinlerinde çalınan peşrevler İbranice sözlerle havralarda da okunmuştur. Bunun en güzel örnegi, Najara’nin Yeheme Levavi adlı şiirinin, Beşiktaş Mevlevîhanesi’nin şeyhi Said Dede’nin oğlu Mevlevi Neyzen Yusuf Paşa’nın bestelediği segah makamındaki peşrevinin melodisi ile okunmasıdır.Osmanlı Yahudilerinin, Divan şiirinden çeşitli formlardaki sözlü eserleri ve peşrev, saz semaisi gibi enstrümantal besteleri de günümüz repertuarında önemli bir yer teşkil etmektedir.
XIX. yy bestecilerinin başında Abraham Levi Hayyat ve Mısırlı Udî İbrahim Efendi (1872-1933) gelir. Halepli bir tüccarın oğlu olan Abraham küçük yaşta ud çalmaya başlamış, Kahire ve Şam’a giderek müziği ilerletmiş, daha sonra İstanbul’a gelerek Hacı Kirami (1840-1909) ve Muallim İsmail Hakkı Bey’in (1865-1927) talebesi olmuştur. Son dönemin en büyük udîsi olarak tanınan Mısırlı İbrahim Efendi, mehterhanede hocalık da yapmış ve peşrev, saz semaisi ve şarkı formlarında bestelediği ellibeş eseri günümüze kadar gelmiştir. Ayrıca havralarda okunan birçok eseri de olduğu söylenmekle beraber, bunlar maalesef bugün unutulmuştur.
Son yılların önemli bir diğer Yahudi bestekârı olan İzak Varon (1884-1962) Gelibolu’da doğmuş, Kavala ve Selanik’te yaşamıştır. Aynı zamanda kanuni olan, avukat Manyasizade Refik Bey’in yanında kâtip olarak çalışırken kendisinden ilk müzik derslerini de almıştır. Sonraları birçok plak şirketinde yöneticilik yapan Varon’un bestelediği şarkılar, bu formun en güzel örnekleri arasındadır.
XIX. yy’dan itibaren Osmanlı toplumunun, özellikle de elitinin hızla batılılaşmasına Sefarad Yahudileri de katılmış, Batı kültürüne diğer dinî cemaatlerden çok daha çabuk uyum sağlamışlardı. Ne yazık ki medeniyet değişimi, toplumu birarada tutan ortak paydaların kaybedilmesine yol açarak cemaatleri birbirinden uzaklaştırdı. Toplumun ortak zevki olan makam müziği de yavaş yavaş yerini armoni ve çok sesli müziğe bırakarak, toplumu kendine yabancılaştırdı.
En son temsilcileri yakın zamanda vefat eden Benaroya, Devid Behar ve İsak Moçoro olan makamsal dinî müziğin bugünkü tek temsilcisi hazan David Sevi’dir.
Osmanlı döneminin beş yüz yıllık bu müzik geleneğini korumak, Osmanlı tarihi, Sefarad kültürü ve özellikle müzik tarihi açısından önemli bir sorumluluktur. Günümüzün siyasal sorunlarını aşmak, büyük bir dönemin şahitliğini yapan bu sanat eserlerine hak ettiği değeri vermek, dinî ve hamasi duyguların ötesinde, sanat zevki ve ruh inceliği için elzemdir.
(1) Bkz. Yılmaz Öztuna, Türk Musikisi Ansiklopedisi
Kudsi Erguner
Sabah Ülkesi dergisi,
42. Sayı, Ocak 2024