Özgürlük mü Annelik mi?
Oriana Fallaci’nin, feminist literatür için bir manifesto niteliği taşıyan, bir kadının bedeninde filizlenen küçücük canlıyla, onu karnında taşıdığı sürece yürüttüğü monolog Doğmamış Çocuğa Mektup, Can Yayınları tarafından yeniden yayımlandı. Fallaci’nin 1975’te yazdığı bu içdökümü, dil zenginliği ve sadeliği, akıcılık ve samimiyetinin yanı sıra savaş, para, özgürlük, ekoloji, aşk, toplumsal cinsiyet kavramlarına feminist bir bakış açısıyla yaklaşması ve bir kadının anneliği sorgulamakla kalmayıp babasız çocuk doğurma kararı vermesi dolayımıyla bir kült olmuştu. Dönemin feministlerince yargılanan anneliğe dair kuşkulu da olsa bir onaylama içindeydi Fallaci. Anlatıcısı aileye ve topluma karşıydı ama anne olmak onun için bir tür beden araştırması, bir parça ruh sağaltımı, annesinin yasını tekrar yaşaması ve doğanın düzeninin devamı adına bir zorunluluktu. Cinsiyetçiliği, cinsiyetçi sömürü ve baskıyı sona erdirmeyi amaçlayan feminizmin içinden konuşuyordu Fallaci, çocuğuna cinsiyetsiz olması gerektiği nasihatini verirken; ancak bu muhalefet içinde cinsiyetçi ve homofobik tutumundan kurtulamıyordu pek; eşcinsel ebeveynliği tümden hiçleyerek, “gelin hep beraber eşcinsel olalım” çağrısıyla, karşı cinsten çocuk doğurmaya övgüler düzüyordu. Bir erkekle birlikte yaşamadan, tek başına çocuk doğurmakta büyük bir özgürlük bulurken, çocuğuna özgürlük üzerine söylev çekiyordu kendi özgürlük tahayyülündeki çelişkinin farkında olmadan… Kadın özgürlüğü, erkekler olmadan doğurabilmekle tanımlanırsa o zaman bu, eğreti bir özgürlük olmaz mı? Eril cinsel partnerin yokluğu ya da süreksizliği söz konusu olsa da, bir çocuk doğurabilmek eril sperme bağlıdır. Onu üreten özneden ayrılmış bir meçhul spermle oluşan hamilelikten daha kötü bir doğalcılık yoktur Luce Irigaray’a göre:
“Kadınların doğalarıyla ve doğayla bağlantılandırılmasına coşkulu bir biçimde karşı çıkan bazı feministler, bu durumda erkekler topluluğunun yaptığı biyolojik betimlemeyle aynı şeyi dile getirirler: İncelikten yoksun doğa, dişil arzunun iğdiş edilmesi.”
Fallaci’nin kitabında da öne çıktığı gibi, erkeksiz çocuk sahibi olmak, bazı kadınlar için özgürlüğün tepe noktasını temsil edebilir. Ancak bu hâlâ kendini kendiyle değil, öteki cinsiyetle tanımlamak anlamına gelir. Luce Irigaray’ın Ben, Sen, Biz adlı kitabında vurguladığı gibi bu, kendini düşünmek, kendi için düşünmek, kendi dişil beni için düşünmek, biz kadınlar için düşünmek anlamına değil, öteki olmaksızın kendini düşünmek anlamına gelir: “Ataerkil evren, kadınları anneliğe indirgemiş olan bir evrendir. Kadınlar, karınlarıyla ilgilenmeyi sürdürdükçe, ancak karınlarıyla ilgileneceklerdir.”
Kurum ve deneyim olarak annelik
Hamile kalma arzusu, çocuk doğurma isteği, bir çocuk aracılığıyla toplumsal normlara karşı gelme erinci arasında, bu ağır seçimin sorumluluğunu üstlenir anne. Karnındaki bebeği dünyaya getirmekten, bedeninin, kimyasının, kariyerinin ve düzeninin değişecek olmasından hoşnut değildir; onu istemez, gereksinmez. Ama yine de doğuracaktır. Çünkü gövdenin içinde bir başka can saklamanın, bir yerine iki olmanın eşsiz bir görkemi vardır:
“Kimi zaman engin bir utku duygusu doluyor insanın içine ve bu utkuyla birlikte gelen dinginliğin içinde sana hiçbir şey dokunamaz. Ne çekmek zorunda olduğun fiziksel acı, ne feda etmek zorunda olunan özgürlük…”
Feminist hareketin ilk yıllarından bu yana, annelik ve özgürlük arasındaki bağ sorgulanmış, psikanalizin ‘içsel annelik’, ‘yeterince iyi annelik’, ‘imkânsız annelik’ kavramlarına kurumsal annelik, kamusal annelik, annelik rolü, annelik deneyimi, annelik etmek gibi tartışmalar eklenmiştir. Simone de Beauvoir’a göre, kadın bedenine özgü tecrübeleri, hamileliği, anneliği öne çıkararak cinsiyete dayalı kadın kimliğini olumlayan ikinci dalga feminist hareket, kadını yine ‘ikinci cinsiyet’ olmaya mahkûm etmektedir. 70’ler kadınların annelik konusundaki sosyal ve psikolojik baskıya direndikleri takdirde erkeklerin sahip olduğu kimi özgürlük ve kazanımlara sahip olabileceği temel savında birleşirken, yeni muhafazakârlığın yükseldiği 80’lerden itibaren annelik yine başköşeye oturtulur ve feminist yazında anneliğin zenginleştirici deneyimi önem kazanır. Bell Hooks, anneliğin feministler tarafından değersizleştirilmesine meydan okuyanların başında gelir. Beyaz üstünlükçü, kapitalist, ataerkil egemenlik kültüründe çocukların haklarının olmadığını düşünen Hooks’a göre çocukların erkekler ya da kadınlar tarafından, ataerkil egemenlik altına alınmasının sona erdirilmesinin tek yolu, aileyi çocukların sağlıklı ve özgür olabilecekleri, sevgiyi tanıyabilecekleri bir yer haline getirmektir. Cinsiyetler Siyaseti adlı kitabında Sylviane Agacinski, kadını geleneksel rolüne, eve, özel alanın boğuculuğuna geri göndermek, cinsel doğurganlığı içine hapsetmek yerine başka var olma biçimlerine dikkat çeker:
“Annelik, bir özgürlük ifadesidir, edilgen olmak anlamına gelmez. Dişiliği üstlenmek, öteki için kaygılanmak ve onun sorumluluğunu almak, kadının özgürlüğünün biçimlerinden biridir. Kadınların özgürlüklerini ifade etmek isteyecekleri tüm öteki yaratıcılık ve ifade biçimleriyle çelişmeksizin, bir yaratma modelidir.”
Luce Irigaray ise ataerkil, fallus egemen düzenin kısırdöngüsünden çıkmanın, kız çocuklarına bir düşünce ya da tin olanağını kazandırmanın çaresini anne-kız çocuğu ilişkilerinde arar. Kadınların içlerindeki ötekine saygı göstererek ve aynı saygıyı toplumdan isteyerek, kendilerini geçerli özneler, bir anne ve bir babanın kız çocukları olarak onaylamaları gerektiğini düşünür. Fallaci’nin anlatıcısı da kız olmasını ister çocuğunun… Çünkü kadınlık tüm zorluğa rağmen harika bir şeydir:
“Nasıl da cesaret isteyen bir serüven! Hiçbir zaman sıkıcı olmayan bir meydan okuma!”
Çocuğuna olan tutkusu gün geçtikçe güçlenirken bir yandan da çocuğun kendisinden, kendisinin de çocuktan özgürleşmesini arzular. Annelik özsel olarak baskıcı değildir, ama annelik deneyiminin özgürleştirici yanının annelik kurumunun hapsedici yanı tarafından sınırlandırılması anneliği baskıcı ve eşitsizlik üreten bir deneyim haline getirir. Of Woman Born adlı kitabında, kurum olarak annelik ve deneyim olarak annelik kavramlarını ortaya atar, Adrienne Rich. Annelik kurumu baskıcı bir pratik olarak kadını sistematik bir eşitsizliğin içine hapsederken, bir deneyim olarak annelik, annenin çocuklarıyla potansiyel ilişkisine işaret eder. Fallaci anneliğin kadınlara içkin olduğu (annesinden ona geçen) düşüncesiyle özcülüğe yaklaşsa da, çocuğa karşı beslenebilecek tek duygunun sevgi olduğu varsayımını yıkarak deneysel anneliği öne çıkarır metninde. Diğerkâm bir tutumdan sakınarak, sakıncalarını bilmekle birlikte zorlu bir yolculuğa çıkar anlatıcı. Nihayetinde bebek de ondan ayrılamayan anne de ölür. Direniş bireysel düzeyde annenin nasıl annelik yapacağına dair farklı kararlar alabilmesi, geleneğe, kurumlara ve standartlara direnebilmesiyle olur ancak, bebeğe kendi girdabında kaybolma gözdağı verdiği ânda özgürlükten söz etmek de imkânsız hale gelir. Hele ki yaşamın bir ölüme mahkûmiyet olduğu bir dünyada…
Yazan: Hande Öğüt
handeogut@gmail.com
Zeynel Çolakoğlu on Pts, 26th Nis 2024 3:57 am
Bunalımlı yaşlı dünyamızda kadının nihai konumu için “özgür anne” sıfatı daha uygun olacak sanırım. Yazarın da bu mantıkla hareket ettiğini düşünüyorum.