Önceki Yazı Hakkında Birkaç Söz
Önceki yazıda bazı noktalarda havada kalmış. Estetiğin mutlakiyetliği ile ilgili biraz daha detaylı bir araştırmaya girmek gerekecek. Ayrıca dillendirdiğim bazı sözler(kavramlar) açıklanma gereği duyuyorlar. Tek tek bunlar üzerinden geçebilmek için bu yazıyı yazıyorum.
Sanat Nedir Hakkında Birkaç Söz
Sanatı anlamlandırmaya çalışırken, sanata dair bazı noktalar var. Sanat, sanatsal objenin ustalıkla ortaya çıkarılması gibi duruyor. Burada üç farklı alan var. “Yapma” edimi, bu edimin “ustalığı” ve çıkan sonuç(sanatsal obje). Sanat üzerine tartışmaların çoğu objeye bakarak, edimin ne kadar ustalıkla yapıldığı üzerine gider gelir. “Ustalık”, sanat zanaattan ayrıldıkça, “estetik” kavramı çevresinde şekillenmeye başlar. Yani sanat estetize obje yapmadır diye bir tanım çıkar. Halbuki objenin kendisi sanat değildir, sadece sanatın sonucudur(benim deyişlerimle gösterimi ve aracı olur). Estetik ise mutlakiyet sorunu üzerine gider gelir. Benim durduğum nokta hem mutlak hem göreceli olduğudur. Birazdan daha ayrıntılı incelemeye çalışacağım.
“Kendi Üzerinde Kazı” Hakkında Birkaç Söz
Her canlı dinamik de olsa bir yapının içine düşer. Doğumundan ölümüne dek bu yapıyla uğraşır. Bu yapıyı anlamlandırır, bu yapıda nasıl yaşayacağını öğrenir, bu yapıda nerde durduğunu bulur vs. Kadın ve erkek, baba ve anne, Kürt ve Türk, yaş ve kuru, büyük ve küçük ve başka kavramların içerisinde neyin nasıl işlediğini, neyin ne olduğunu araştırır. Bunu minik bir aslan da, kedi de, ceylan da, insan da yapar. Yapıdaki işleyişi çözmeye çalışır ve bu sırada dili de öğrenir. Ama tüm bunları kendi deneyimleriyle, kendi algılarıyla yapar. Bu deneyimler ve algılar ile vucudu ona bir “ben” oluşturur. Ve hayatı yaşamaya çalışırken neyi neden yaptığını, nasıl yaptığını, varlığını vs düşünürken kendi üzerinde bir kazı yapmaya başlar. Bu kazılar aynı zamanda çevresini kazmasıdır. Kendi deneyimleri ve algıları üzerine yaptığı araştırmalar çevresini de ona araştırtmış olur. Kendini konumlandırır, çevresindekini anlamlandırır, çevresiyle uyumunu kontrol eder, söylemlerle boğuşur vs. Tüm bunlar kendi üzerine yaptığı kazılardır. Evren içinde kendinin ne olduğu ve nerede olduğu sorgulamalarıyla iyice derinleşir ve en temelde ve en bariz bir biçimde kendisinin ne olduğunu anlamaya çalışır. Bu çalışma esasında evreni, evrenin işleyişini, çevresini de araştırır ki kendisinin ne olduğunu anlayabilsin. “Kendi üzerinde kazı” bu bağlamda kendini tanıma çabasıdır ve tekrardan belirtmek gerekir ki bu çaba çevreyi tanıma çabasını da içerir. Kazı derinleştikçe arkasında objeler bırakır.
Sanatsal Obje Hakkında Birkaç Söz
Sanatsal obje amaç olamaz. İnsanın kendi üzerinde yaptığı kazılarda ortaya çıkanlardır. Yapım aşamasında araç olurlar, çünkü kendi üzerinde yapılan kazının kendini resmederler ve birey kendini kendine anlatırken onları kullanır(kimi zaman da başkalarına kendini bunlarla ifade etmiş olur, ancak başkasına kendini bunlarla ifade etme zorunluluğu yoktur). Sanatsal obje somut bir nesne olmak zorunda değil, kimi zaman sadece bir fikirdir. Bu bağlamda “görecelilik teorisi” ve “Komünist Manifesto” bir sanatsal objedir. Basılı kitapları ise bu sanatsal objenin fomlarıdır. Kimi zaman performans, kimi zaman somut bir heykel veya resim, kimi zaman tasarım, kimi zaman düzenlemedir.
Sanatsal obje sadece sanatçı için değerli değildir. Diğer tüm insanlar da bu sanatsal objeler karşısında, bu sanatsal objeyi bir anlamda tüketerek, bir anlamda tekrardan üreterek, kendi üzerlerinde kazı yaparlar. Yani çevrelerini anlamak ve algılayabilmek ve kendilerini tanımlayabilmek için bu sanatsal objeleri kullanırlar.
Estetik Üzerine Birkaç Söz
Estetik çağa göre değişir. Çağ derken zaman ve bilgi coğrafyası ile mekanı sınırlandırıyorum.
Margaret Mead araştırmasına konu olarak Papua Yeni Gine’de üç farklı kabileyi almıştır. Bu incelemede cinsiyet rollerinin değişkenliğini ortaya çıkarmış ve cinsiyetlerin kültürden kültüre(ırka, coğrafyaya ve zamana değil), değişebileceğini göstermiştir. Benim bu araştırmada en çok dikkatimi çeken şey, Mundugumor denilen kabilenin şiddet ve savaş formları içerisinde olmasıydı. Ve bize “tatlı”, “hoş” gelebilecek birçok şeyin o kabilede aşağılanması ve dışlanmasıydı. Örneğin gülümsemek çoğu zaman zayıflık veya içten hesaplılık belirtisiydi ve hoş görülmezdi. Bu estetik için varolagelen kavramlar için de geçerlidir. “Western” düşünce biçimine “estetik” gelen şey(ler) başka şekilde gelişmiş düşünce biçemlerinde hor görülebilir. Nasıl ki western düşünce biçemlerine heyecanlı gelen şey diğer bazı yerlerde, “yasak”, “günah” vs gelebiliyorsa bu da böyledir. Örneğin benim ninem hala insanoğlunun aya çıktığına inanmaz, ve bunu dediğimizde, dediğimiz şeyin günah olduğunu söyler. Biz(ben ve kuzenlerim) çocukken bunun düşüncesini bile görkemli ve muhteşem bulurduk, o ise korkutucu ve günah olarak görürdü.
Bu değişkenlik hemen hemen tüm algılarda geçerlidir. Yine bir diğer nineme(evet benim çok ninem var) bizim evdeyken daha önce hiç tatmadığı şeyleri tattırmıştık. Kivide yüzünü ekşitmesi normaldi, çünkü daha önce “ekşi” tatla karşılaşmıştı. Ancak daha önce hiç karşılaşmadığı tatlarda(bizimse sevdiğimiz tatlardı), çok farklı tepkiler vermişti. Örneğin kolayı tükürmüştü, ananasta yüzünü buruşturmuştu. Hindistan cevizini ise gereksiz diye nitelemişti(güzel veya çirkin değil, sadece gereksiz). Çinliler peyniri tattıklarında, tükürürler genelde.. Ve ses eşiklerimiz de farklı gelişebilir, görme eşiklerimiz de… Eskimoların görme biçemleri ile biz Anadoluluların görme biçemleri farklıydı mesela. Onlar yirminin üzerinde farklı beyaz görürken, biz en çok üç görebiliyorduk kar üzerinde. Bu tür örnekler o kadar çok ki.. Estetiği mutlak sayabileceğimiz her türlü dayanağı elimizden alıyorlar. Ancak kapitalizmin zaferi sayılabilecek şekilde, bu örnekler gittikçe azalıyor ve genelin dışındakilerin yaşamlarını idame etme şansları kalmıyor ve biz kendi bireyselliğimizde bazı düşünce kalıplarını mutlak sayıyoruz. Son bir örnek daha vermek gerekirse, çoğumuz “nutella”yı severiz. Ancak diğer bir nineme bunu tattırdığımda o kadar yoğun “tatlılığa” yüzünü buruşturmuş ve hiç sevmemişti.
Kendi ninelerime dayanan deneyimler yerine, estetiğin çağa göre değiştiğine dair kaynaklar verilebilir, ki daha önceki yazımda bunları vermiştim. Foucault, Bourdeiu, Artun ve diğerlerinin çalışmaları estetiğin çağdan çağa değiştiğini ortaya koyuyor zaten.
Bu çağdan çağa değişme olayında bir husus daha var. Bu değişimin tam olarak “nereden” geldiğini bilemeyiz. Bilebilmemizin tek yolu, özellikle insan üzerinde, etik olmayan kontrollü deneyler yapmamız olurdu. Belki de bazı tıpçıların hayal ettikleri gibi, hormonlardan ötürü, kimi nesnelere hep aynı cevaplar veriyoruzdur. Ancak şunu biliyoruz ki böyle bir ‘aynı’lıktan bahsedilebilse bile, toplum, gelişimi içerisinde bu aynı tepkileri baskılayabiliyor, değiştirebiliyor, farklı yönlere kaydırabiliyor. En azından farklı toplumların farklı tepkiler verdiklerini biliyoruz.
Sonsözler
Eğer sanatı edimin kendisinde arayıp bulursak(ki bence “kendi üzerine kazıdır”), birçok sorunsalı çözüme erdirebiliyoruz. Örneğin sanatsal objelerdeki estetik kalite üzerine konuşmaların tümü abesleşiyor. Bunun yerine her objeyi kendi açısından ve kendi açımızdan değerlendirmeye başlıyoruz.
“Sanat sanat için midir, toplum için mi?” sorusu da aynı şekilde abesleşiyor, çünkü sanat hem toplum için hem sanat için oluyor.
Son dediğimi açmam gerekecek. Esasen sanat “sanatçının kendisi” içindir. Bu anlamda edimin kendisine içkindir ve varoluşun kendisinde ortaya çıkar. Sanat sanatçının kendi üzerine kazısı içindir, yani kendisi içindir.
Ancak tüm insanlar(aynı zamanda her biri kendi içlerinde sanatçıdır) sanatsal objelerle karşılaştıklarında, onları kendi dünyalarına yerleştirirler ve kendilerinin “ne olduğu” sorusunda, bu sanatsal objeleri kullanırlar. Bu objelerle karşılaştıklarında kendi dünyalarında onları tekrardan üretirler(aynı zamanda tüketmiş olurlar). Bu anlamda sanat tüm toplum için var olmuş olur. Ve tüm toplumun kendi üzerine kazısı olmuş olur. Bu sayede sanata bakarak, toplumun birçok döngüsünü anlayabiliyoruz. Toplumun nasıl evrildiğini, nerden nereye geldiğini, nasıl bir epistemede var olduğunu, hangi epistemelerden koptuğunu, hangi epistemeler doğurduğunu, sanatı ve sanat tarihini incelerken görebiliyoruz.
Sanatı da en çok bu nedenle seviyoruz. Bizi(beni) bize(bana) anlattığı için..
Yazan: Emin Saydut
Bu yazıda kesinlikle katıldığım bir öneri var; bana göre de sanat, sanatçının kendisi içindir.
Estetik konusunda hala bazı problemlerim var. Estetik olgusu içinde zevk, kültür ve coğrafya değişkenleri var. Bu kelime, başta “güzellik anlayışı” olarak kullanılmış ama sonra “sanat algısı” şeklinde evrimleşmiş. Dolayısıyla değişkenlik gösteriyor. Fakat benim hala açıklığa kavuşturamadığım bir nokta var ki; doğada da bir estetik var ki bu zevke, kültüre veya coğrafyaya göre değişmiyor! Önceki yazımda kazanılmış zevkten bahsetmiştim. Belli bir yaşa gelmiş ve ister istemez bir zevk geliştirmiş insanlar üzerinde yapılan testlerin güvenilirlikleri bu nedenle çok düşüktür. Sadece zevkin evrimleştiğini kanıtlar. Estetiği anlamlandırırken, güzelliğin doğada ne amaçla bulunduğunu bilmemiz lazım. Doğa, iyi ve kötüyü belirlemek için çeşitli yollar izler. Çiçekler böcekleri etkileyebilmek için parlak renkler kullanırlar. Bu değişmez bir estetiktir. Doğrudur da. Ama biz kazanılmış zevklerimizden dolayı koyu kahverengi veya gri renkleri tercih edebiliriz; ama sonuç değişmez, parlak renkler estetiktir. Hayvanlar, hastalanmamak için yedikleri şeylerin tatlarına dikkat eder. Acı besinler büyük ihtimalle zehirlidir ve sinir sistemi aniden uyarılır, hayvan bu tattan uzaklaşır. Aynı şekilde bozulmuş, çürümüş gıdalarda üreyen bakteriler veya diğer anaerobik canlılar kötü bir koku saçarlar ve ekşi tad oluştururlar. Bu tad ve koku “güzel” değildir ve kötüdür. Amaç beslenecek kişiyi bu maddelerden uzaklaştırmaktır. İnsanlar sonradan değiştirdikleri zevkleriyle acı biberi tercih edebilir, ekşi yoğurt veya peyniri beğenebilir. Ama zevkin değişmesi, tatlının “güzel” olmadığı anlamına gelmiyor. Yani doğal kanunlara indiğimizde güzellik, anlayışa göre değişmiyor!
Onun için ben diyorum ki ne kadar evrilsek de, ne kadar değişik bir kültüre sahip olsak da hiç değişmeyen “güzel”likler vardır. Bunları değiştirmek veya yok saymak anlamsızdır çünkü bizim dışımızda bazı kurallarla belirlenmişlerdir. Nutella’nın tadı güzeldir (bazıları için çirkin olsa da bu değişmez), gül güzeldir (ay ben papatyayı tercih ediyorum diyenler olabilir ama sonuç değişmez). Peynir ve yoğurdun tadı ekşidir ve aslında insanda öğürme refleksini doğurmalıdır (Çinlilerin beğenmemesi doğal yani). Bunları biz istedik, biz kendimizi zorladık, sigara bizi öksürttüğü halde ille de içerek onu bir zevk haline getirdik. Ne kadar eğitim alsak da kübizm saçma sapan birşey işte, herşey ortada!
Hala, kazanılmış zevkle estetiği (yani güzellik anlayışını) ayrı tutmamız gerektiğini düşünüyorum. Maalesef estetik hakkında yapılan tüm tanımlar, kazanılmış zevkten bahsediyor. Peki nerede kaldı güzellik anlayışı?
Emin, keşke bir önceki yazına verdiğim yanıtı değerlendirseydin. Bazı yönleri buraya da uzatılabilirdi belki.
daha önceki yorumunu okumuştum 🙂
ama mutlak dediklerin de bence yapıdan yapıya değişen şeyler. örneğin “bozulmuş, çürümüş gıdalarda üreyen bakteriler veya diğer anaerobik canlılar kötü bir koku saçarlar ve ekşi tad oluştururlar” önermesinden “güzel değil” bazı yapılara göre doğrudur. bazılarınaysa yanlıştır. leş yiyicilere bu koku iştah açıcı geliyordur. ama başka canlılara “çirkin” geliyordur. sülfrik asitle beslenen canlı bile var dünyada. bence doğada güzel veya çirkin diye bir sınıflandırma yok. olsa da görecelidir. parlak renkler örneğinde de aynı sorun var. kimi canlılar parlak renklerden hoşlansa da kimileri korkar(bazı populasyonlarda bu renkler “tadı güzeldir” mesajı verirken bazılarındaysa tadı kötüdür mesajı verirler). mesela ateşböcekleri parlak bir kırmızı ışık yayar ve diğer canlılara “tadım kötüdür” mesajı yayar. denizyıldızları da parlak renkler saçarlar. eğer bu parlak renk “tadım güzeldir” mesajı verseydi şimdiye değin deniz yıldızlarının soyları tükenirdi.
senin verdiğin parlak renk örneği sadece böcek ve çiçek döngüsünde işe yarar. ama denizyıldızı ve büyük balık döngüsünde anlamını yitirir. Kimi döngülerde ise “tehlikelidir” uyarısı verir. ve bence bundan dolayı doğada da öğrenilmiş estetik diye bir şey var, bu nedenle (eğer varsa)mutlaklığı orada bulamayız(sen yine kendi estetiğinle bakıyorsun doğaya). parlak renk kimi döngülerde “zehir”, kimi döngülerde “güzel”, kimi döngülerde “tadı kötü” anlamına oturur çünkü.
Hmmm. Bu konuda haklısın.
Peki sanatın öğrenilmesi konusunda ne düşünüyorsun? Mesela Güzel Sanatlar akademisine herkes farklı farklı giriyor ama tek tip çıkıyor. Sence sanat öğretilebilir mi? İnsanın kendini ifade ediş tarzı “Öyle yapma da, şu şekilde aktarırsan daha güzel olur” diye değiştirilebilir mi? (Cevabını bildiğim soruları neden sorarım, bilmiyorum)
Ayrıca, bir de bu akademi mezunlarının açtıkları ilk sergide, eserlerini yorumlama tarzı var ki, sorma gitsin (Iııı, burada zamanın sonsuzluğunu anlatmak istiyorum. Iııı, evet, sonsuzluk bence dairesel bir süreçtir…gibi). Sanatçı sanat sürecini izleyicilerine anlatmalı mı?
bence sanat akademileri bu anlamda sadece zanaat öğretme yeri olarak algılanabilir. belki de bundan dolayı tek tip çıkıyorlar. çünkü daha çok obje üzerine olan bir eğitim var ve objenin nasıl estetik yapılabileceği öğretiliyor bu okullarda.. ki bu da “çağdaki estetik mutlaklığının” bir öğretisi oluyor.. ki zaten okul başlı başına, toplumun bireyi istediği kişiye dönüştürme kurumudur 🙂
bir sanatçı ister sanatsal sürecini anlatır, ister anlatmaz. ama biz toplum olarak daha vakur, daha içine dönük, daha sükut insanları seviyoruz sanırım(ben de öyleyim).. hani bir laf vardır ya, biliyorsan dinle “biliyor” desinler, bilmiyorsan sus adam(bilge) sansınlar.
ancak sanatçının kendi deneyimini başkalarına anlatma çabası bence boş bir uğraştır. kimi sanatçılar tamamen bu “anlatma olayına” dönük oluyorlar.. deyim yerindeyse kendilerini paralıyorlar.. fakat bu da sanatçının kendini yansıtma objelerinin bir parçasına dönüşmüş olur.. demek ki içinde bir yerlerde “dışarıyla iyi iletişime geçememe” durumu falan vardır. bu da kendi üzerine kazı sonucu çıkmış bir edimdir.
yani demek istediğim, sanat objesi tek başına değildir. “sonsuzluk bence daireseldir” triplerini de, bu söz sanatçısı tarafından ilk sergide söylendiği anda, içermeye başlar. objeyi tüketen kişi, bu sözü okuduğu, duyduğu anda(veya bu söze benzer şeyleri), objeyi de bu sözle beraber tüketmeye başlayacaktır.. ki bu da sanatçının aslında sanatsal süreci bitirememiş olduğunu gösterir. ve aslında “sonsuzluk daireseldir” demesi sanatsal süreci anlatma çabası değil, sanatsal objeyi şekillendirme çabası olur. o hala sanatsal edim içerisindedir. ve bunu bilmiyordur. kendini başkalarına anlatmaya paralarken, anlaması gereken ilk şey, ilkin kendini kendine anlatabilmesi gerektiğidir.
ama bu konuda ne söylenirse boş.. herkes kendi deneyimlerinden sorumludur. anlatmalı mı? bence hayır. bu onu küçük gösteriyor. ama anlatmak isterse de bu kendi bileceği bir iş..