Sinemada ‘Savaşın Çocukları’
30 Temmuz 2024 Yazar: Editör
Kategori: Klasik Filmler, Manşet, Modern Klasikler, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Bu yazıda, sinemada savaş ve çocukluk düzlemini kalkış merkezi yaparak, çok fazla detaya girmeden ve genel özelliklerden hareketle bu filmlerdeki savaş psikopatolojisi ve çocukluk travmalarına odaklanacağız…
Sinemanın, konuşmaya başladığından itibaren masumluğunu yitirdiğine dair ilginç ve tartışmaya açık bir tez vardır. Sesli filmi kabul etmeyen Amerikalı öncü-maestro David W. Griffith, ki Amerikan epiği The Birth of a Nation’da (1915, Bir Ulusun Doğuşu) alabildiğine sancılı bir ulusal öykü anlatmayı denemişti, Hollywood’da film çeken ilk yönetmen olarak sesli filmi benimsemeyen bir vizyon geliştirmiştir… Adolf Hitler’in megalomanisini takip ettiği The Great Dictator (1940, Büyük Diktatör) filmiyle tartışmalar yaratan Charlie Chaplin, nam-ı değer Şarlo, Greed’de (1924, Hırs) tüm zamanların en kaotik dünyalarından birini görselleştiren ve Hollywood’u “sosis fabrikası”na benzeten Erich von Stroheim ve Yeni Dalga’nın (Nouvelle Vague) majör ismi Jean-Luc Godard da, bu yoruma açık tezi, sözüm ona sinemanın giderek bir illüzyon aracına dönüştüğünü dillendiren, hatta filmleriyle bu fikri muhtelif açılardan pratize eden belli başlı yönetmenlerdir. Hepsi de savaş filmi çekmiştir üstelik… Peki, sinema konuşarak nasıl bir illüzyon / yanılsama aracına dönüştü? “Konuşan sinema” aslında hiçbir şey anlatmıyor mu ve/ya da iktidarı kalkış noktası yaparak mı konuşuyor? Kuşkusuz iktidar olgusunu pas geçerek bu soru(n)ları yanıtlayamayız / kavrayamayız. “Konuşan sinema,” “merkez”den konuşan sinemadır. Adını saydığımız isimler de bu doğrultuda beyanlar vermişlerdir zaten…
Söz konusu savaş propagandası olunca ne demek istediğim daha iyi anlaşılacak, öyle zannediyorum. İkinci Dünya Savaşı döneminde, Hollywood’da çekilen propaganda filmleri ve dokümanterleri, yine Nazi dönemi Almanya’sında üretilen fabrikasyon ajitatif filmleri anımsadığınızda, mesele yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başlıyor. John Ford’lar, Frank Capra’lar Amerikan sanayisi içinde; Leni Riefenstahl’lar da Alman stüdyo şartları içinde görkemli dokümanterlere imza attılar bu dönemde. Bir yanda cephede kafaları tıraşlı tüysüz gençlerin kellesi uçuyordu; beri tarafta da yönetmenler propaganda üstüne propaganda yapıyorlardı. Savaş iyi bir şeydi. Faşizme karşı savaşmalıydık. Amerika’nın ve dolayısıyla demokrasinin yanında saf tutmalıydık. Bu, Hollywood ve Amerikan özgürlük ütopyasının vaat ve çağrısı idi. Almanlar ise arî ırkın Germen şahlanışı idealini dillendiriyorlar, belgesellerde ise kaslı ve güçlü erkekler boy gösteriyordu. Dünya, ele geçirilmeliydi…Ya çocuklar? İktidar savaşlarından, emperyal-kolonyalist planlardan, değişen haritalardan, sinema filmlerinden ve propagandadan bihaber çocuklar? Çocuklar bir şeyden haberdar değillerdi fakat sinema onları unutmayacaktı. Birçok filmde boy gösterdiler. Kullanıldılar. Cephelerde su taşıdılar. Orduya yardım ettiler. Gaz odalarında sabun yapıldılar. Öldürüldüler. Sömürüldüler. Kafalarına bombalar yağdı. Tankların paletleri altında kemikleri çatırdadı. Ajan veya muhbir olarak, haberci veya ulak olarak, hizmetçi olarak, çeşitli görevlerde saf tuttular. Evet, evet, haberdardılar birçoğu olan-bitenlerden. Haberdardılar…
Şimdi çocukların yer aldığı bazı sinema filmlerine bakabiliriz… Hemen haşiye olarak düşelim: Birçok savaş filmi var ve elbette çocukların da yer tuttuğu onlarcası… Burada sadece 100 küsur yıllık sinema tarihinden önem arz ettiğimiz filmlere bir bakalım istiyoruz.
Andrei Tarkovsky’nin Ivanovo detstvo’su (1962, Ivan’ın Çocukluğu) sözünü ettiğimiz “görev” kavramına dönük bir debü film olarak uluslararası arenada büyük ses getiren, Jean-Paul Sartre’ın da bir yazısında değindiği, başrolünde Ivan adlı bir Rus çocuğunun yer aldığı bir filmdir. Cepheden cepheye haber taşıyan, ölümlere teğet geçen Ivan’ın kimi kez sürreal boyutlara da ulaşan trajik öyküsü… Film, aynı zamanda, ortajen Sovyet-Alman savaşı / rekabetini irdeleyen filmlerden de büyük farklılıklar taşımaktadır. Ivanovo detstvo, savaşın insan-özneyi nasıl yıkıma uğrattığına dair verileri çocukluk imajlarına bağlı olarak biçimlendirir. Tamamıyla “büyükler”in kanlı iktidarlarının üretimi olan savaş, çocukluğu da sekteye uğratmaktadır. Öksüz kalan çocuklar, sakat kalan çocuklar, başka sınır coğrafyalarına sürgüne gönderilen çocuklar, trenlerle gaz odalarına yollanan çocuklar bize Hiroşima’ları ve Nagazaki’leri anımsatmaktadır.
Steven Spielberg ise hemen her filminde çocukluk imajlarına yer veren nadir yönetmenlerden biri. Çoğu filmi Amerikan rüyasının (American Dream) motifleri ile bezeli olmasına karşılık son yıllarda karanlık temalara da (future noir) ilgi duymaya başlamıştır. 1987’de çektiği Empire of the Sun (1987, Güneş İmparatorluğu) ve 1993 yapımı Schindler’s List (1993, Shindler’in Listesi) filmografisindeki önemli filmlerden bazıları. Schindler’s List’de, siyah-beyazın ortasına yerleştirdiği kırmızı montlu çocuk görüntüsü gerçekten de unutulacak gibi değildir. Bu film gibi, Fransız auteur Louis Malle’in Au revoir les enfants (1987, Hoşçakalın Çocuklar) adlı filmi de Nazi dönemlerine dönük otobiyografik bir filmdir. Henüz çocuk yaşta muhbirlerin ağına takılan insanların dramı kuşkusuz savaş dönemlerinde rastlanan geleneksel bir trajediye işaret etmektedir.
Yahudi soykırımı ve Nazi Almanya’sının terör estirdiği yıllarda yaşanan insan trajedileri sinemada başı başına bir alt dal olarak defaatle işlenegelmiştir. Bu filmlerin birçoğunda savaş kaotizmi ya genel bağlamda kavranmaya çalışılmış ya da bireysel yıkımlar takip edilmiştir. Roman Polanski’nin Altın Palmiye’li (Golden Palm) The Pianist’i (2002, Piyanist), Agnieszka Holland’ın uçuk ve şaşırtıcı Europa Europa’sı (1990, Avrupa Avrupa), Tim Blake Nelson’ın olağanüstü başarılı The Grey Zone’u (2001, Gri Bölge), Roberto Benigni’nin, yoğun eleştirilere hedef olan La vita è bella’sı (1997, Hayat Güzeldir), Joseph Losey’nin özdeşleşim politikalarını sınadığı Mr. Klein’ı (1976), Alan J. Pakula’nın iç burkan Sophie’s Choice’si (1982, Sophie’nin Seçimi), Lars von Trier’in kara film (film noir) geleneğine yaslanan Europa’sı (1991, Avrupa), George Stevens’ın The Diary of Anne Frank’ı (1959 Anna Frank’ın Günlüğü) söz konusu insan dramlarını çeşitli açılardan irdeleyen yapıtlardır. La vita è bella’da Nazi çalışma kampındaki bir babanın çocuğuna her şeyi bir oyunmuş gibi anlatması, kuşkusuz birçok sinema yazarını rahatsız etmiş, tartışmalara neden olmuştur. The Diary of Anne Frank ise Anna’nın, sözüm ona küçük bir kızın günlüğüne yansıyanların sinemaya uyarlanmış halidir.
Şimdilerde İran’da bir hapishanede çile dolduran yönetmen Bahman Ghobadi’nin Zamani barayé masti asbha (2000, Sarhoş Atlar Zamanı) ile Lakposhtha parvaz mikonand (2004, Kaplumbağalarda Uçar) adlı yapıtları, bütün dünya çapında ses getiren filmlerdendir. Her iki filmde de İran’ın sınır coğrafyasında tutunmaya çalışan Kürt çocuklarının yaşam zorlukları dile getirilmiştir. Özellikle ikinci filmde, mayın patlaması sonucu kolu bacağı kopmuş çocuk görüntüleri sinema sanatı adına nirengi noktalardandır. Emprovize yöntemlerle natürel bir realist atmosfer (tonality) kuran Ghobadi, Bernardo Bertolucci gibi sanatsal kurmacaya (fiction) bağlı auteur’leri de etkilemeyi başarabilmiştir.
Michael Winterbottom, In This World’de (2002, Bu Dünyada) Asya kara parçalarına uzanırken kurmaca ve dokümanterin stil araçlarını iç içe kullanmayı denemiştir. Afganistan ve Irak’tan sonra şimdilerde Libya dolayımında emperyal düzleme, “öteki” sorununa, terör dalgasına, Müslüman ayrımcılığına dönük filmler yapılacağa benziyor. The Road to Guantanamo’da da (2006) saptanabileceği gibi Winterbottom’ın temel meselesinin gerçekliği (reality) “içeriden” gösterme kaygısı olduğu mimlenebilir. In This World’de kaçak insan ticareti, Doğu-Batı sorunu, terörizm (ama hangi terörizm?) ve paranoya filmin ruhuna nüfuz etmiştir. Daha iyi bir yaşam için kurtuluşu Batı uygarlığında arayan çocuklar, potansiyel birer proleter adayıdırlar. Ya da geleceğin Guantanamo’larında hücrelerinde cop korkusuyla titreyen…
“Dogma” yönetmenlerinden Søren Kragh-Jacobsen’in The Island on Bird Street’i (1997, Kuş Sokağındaki Ada) Polanski’nin The Pianist’iyle paralellikler kurulabilecek bir filmdir. Polanski, biyografik elemanlardan enternasyonal bir çizgiye konumlanmıştı. Kragh-Jacobsen de Piyanist’ten beş yıl evvel, benzer bir konuyu bir çocuğun gözlerinden yansıtmayı denemiştir. Her iki filmde de Nazi’lerden saklanma ve hayatta kalma mücadelesi betimlenmiştir.
Sinema tarihi boyunca birbirinden etkileyici savaş filmleri çekilegelmiştir. Birçok majör filmde, savaşın irrite ediciliği, anlamsızlığı, yarattığı kişisel ve toplumsal sorunlar, psikolojik yıkımlar görselleştirilmiştir. Kon Ichikawa’nın Nobi’si (1959) ikinci savaş dönemi Japonya’sını merkez alan tüyler ürpertici bir filmdir. Aç kalan Japon askerlerinin insan eti yediği bir zaman dilimi… Stanley Kubrick’in Paths of Glory’si (1957, Zafer Yolları) ise Fransız ordusundaki ast-üst ilişkilerine bakan sıra dışı bir filmdir. Ve uzun yıllar Fransa’da yasaklanmıştır.Francis Ford Coppola’nın Apocalypse Now’ı (1979, Kıyamet) isminin de işaret ettiği üzere napalm’larla, hava bombardımanlarıyla bir kıyamet arenasına dönüşen Veitnam’ı tasvir eden bir başyapıttır. Yine Vietnam’ı kalkış noktası yapan birçok majör film çekilmiştir. Michael Cimino’nun Deer Hunter’ı (1978, Avcı), Stanley Kubrick’in Full Metal Jacket’ı (1987), Terrence Malick’in The Thin Red Line’ı (1998, İnce Kırmızı Hat), Adrian Lyne’ın Jakob’s Ladder’ı (1990, Dehşetin Nefesi) savaşın cinnete evrilişini betimleyen önemli örneklerden bazıları… Savaş çılgınlığını Soğuk Savaş (Cold War) paranoyası bağlamında ele alan kara komedi (black comedy) Dr. Strangelove (1964, Doktor Garipaşk), savaşın aile ilişkilerini ve toplumsal güveni nasıl zedelediğini gösteren The Best Years of Our Lives (1946, Hayatımızın En Güzel Yılları) gibi filmler de savaş mitini sorgulayan, savaşın anlamsızlığı üzerine görüş beyan eden düzeyli örnekler…
Salt sinemada çocuk ve çocukluk olgusuna odaklanmayan ama genel anlamda savaşın anlamsızlığını didikleyen / sorgulayan bu filmleri neden anımsatıyorum? Kuşkusuz oturup ciddi ciddi düşününce savaş, bir çocuğun konsolun üzerindeki fare zehrini alıp içmesi gibi bilinçsiz bir otomatik-davranışın ürünüdür. Dolayısıyla savaşları çıkarıp milyonları öldüren, sakat bırakan mantık, çocuk-adamlar’ın mantığıdır. Gayet planlı bir biçimde, en ince ayrıntısına dek hesaplanarak kurgulansa da bu, yani savaş, çocuk-adamlıkla paralel düşünülmesi gereken bir sosyolojik parametredir…
hakanbilge@sanatlog.com
Hayal Bilgisi Dergisi’nin 2. sayısında (15 Nisan 2024), ayrıca burada, şurada, bu adreste ve şu adreste yayımlandı.
Ahmet Can Vargün on Cum, 12th Ağu 2024 11:15 pm
keşke salt savaşın çocuklarına değinseymişsin. büyük adamların, büyük savaşları yerine sadece savaşın içindeki çocukları filmlerle irdeleme fikri -eğer daha kapsamlı yapılırsa- gayet güzel. bununla ilgili çok da büyük filmler var gerçekten. Germany Year Zero enfestir mesela bu yönüyle. savaş sonrası o çocuğun içinde bulunduğu durum ve yaşadığı psikolojik çöküş öyle böyle anlatılmamış.
yer yer konudan sapılsa da güzel bir yazı olmuş.