Julio Cortazar’ın bir öyküsünden uyarlanan Blowup (1966, Michelangelo Antonioni) filmi kendisine gelene dek dünya sinemasında birçok açıdan pratize edilegelmiş polisiye standardizasyonunun reddidir.
Birçok tür gibi polisiye filmler ve dedektiflik filmleri de Hollywood sinemasına aittir. Film noir elementleri ise süreç içerisinde dönüştürülmüş olsa da asal ögelerini günümüze değin korumuştur. Noir figürleri boşlukta asılı kalan, gitgeller içindeki tedirgin bünyelerdir. Birçok tehlikeye açık, iyi ve kötüyü içlerinde potansiyel olarak taşıyan anti-kahramanlardır. Konvansiyonel film örneklerindeki gibi iyi ve kötü açısından net değer yargılarına sahip değildirler. Ne iyidirler ne de kötü; onları iyi ve kötünün alaşımıdır. Üzerinde yürüdükleri dünya tehlikelidir ve potansiyel kötülüklerle doludur. Bir noir kahramanı ya da anti-kahraman, serüvene açık oluşuyla çevresindeki varolan ve kendisine dayatılan ahlaki yargıları reddeder. Sistemi karşısına alıp günlük rolleri öteler.
Blowup’ın fotoğrafçısı Thomas (David Hemmings) da kendi içinde hapsolmuş genç bir adamdır. Sosyal çevresinde olup bitenlerin çoğu onu ilgilendirmez. Burjuva sınıfını bir asalaklar yığını olarak görür. Koleksiyon meraklısıdır. Kadınlara bir estet gözüyle bakar. Fotoğraf onun yegâne varlık alanıdır.
O ne bir özel dedektiftir ne de idealist bir polis dedektifi. Fakat amatör bir dedektif gibi eyleme geçer. Arabasıyla yol aldığı ve telsizden konuştuğu sahne dedektiflik filmlerinin parodisidir. Bütün olup biteni onun gözünden izleriz. Onun görebildiği kadarını ancak görebiliriz ve Antonioni aradan çekilerek bizi öykü boyunca savunmasız bırakır.
Film tümüyle bakmak ve görmek edimi üstüne kuruludur. Bu bakış bizi sinema sanatının kendisini olduğu kadar dünyayı ve onu oluşturan detayları da içeren çok geniş bir düzlemi işaret eder. Bakılan şey görülen şey midir, görülen nesne gerçeklikle mi ilgilidir, fiziki gerçeklik nerede başlayıp nerede biter, gördüklerimiz bizim gerçeğimizi mi, yoksa başkalarının gerçeğini mi ifade eder, bir nesneye bakmaktan vazgeçtiğimizde o nesnenin fiziki varlığı da sona mı eder gibi birçok felsefi soru etrafından dolaşan Blowup’ın nihai hiçbir cevabı yoktur ve başkarakter Thomas gibi biz seyirci de bütün bu sorular tarafından kuşatılırız. Nihai bir cevap olmadığına göre evrensel akıldan ve evrensel bir gerçeklikten söz etmek de imkânsız hale gelir.
Fotoğraf sanatçısı kendi yazgısını seçtiği için varoluşçu bir öznedir. Fakat gerçeğe ulaşabilecek midir? Eğer gerçeğe ulaşabilseydik sanat yapmaya da gerek kalmazdı. Belki de yaşamın kendisi sanata dönüşürdü. Finaldeki sahne bu açıdan önemlidir: Fanteziye açık olmak. Düşü kabullenmek. Oyunu kabullenmek. Gerçek elimizden yitip gitmiş ve buharlaşmış olabilir, ama bunun ayırdına varmalıyız. Ve şu sorular: Yaşamak için salt bir gerçeklik zemini oluşturmak gerekli midir? Her şeyin gerçek olması şart mıdır? Gerçeklik insan hayatından ne denli önemli bir yer tutar? Ya her şey bizim gördüklerimizden ibaretse? Ya da gördüklerimizi zannetiklerimiz aslında bir başkasının düşüyse?
Midnight Cowboy’da (1969, Geceyarısı Kovboyu, John Schlesinger) tasvir edildiği gibi Blowup’taki eğlence mekanları da burjuvazinin çürümüşlüğünden ayrı düşünülmemelidir. Hippi karşı-kültürünün, rock müziğin trans etkisi geçicidir. İnsanların çoğu aslında modaya uymaktadır. Kapitalizme karşı çıkanlar yine kapitalist uzamlarda boy gösterdikleri için kapana kısılmışlardır. Özgür olmak mümkün değildir. Road-movie Easy Rider (1969, Dennis Hopper) bu bağlamda anımsanabilir. Onlar karşı çıktıkları sistemin içinde yer alırlar. Kaçış yoktur. Bu bağlamda Blowup haricinde Il deserto rosso (1964, Kızıl Çöl), Zabriskie Point (1970, Zabriskie Noktası) ve hatta The Passenger (1975, Yolcu) filmleri burjuvazinin eleştirisini içerir, burjuvazinin eleştirisinden ayrı düşünülemez. The Passenger’da ikiyüzlü burjuva uygarlığını reddeden bir kahraman (Jack Nicholson) söz konusudur. Il deserto rosso’daki fabrikalar korkutucu görüntüleriyle bir boğuntu hissi yaratırlar. Zabriskie Point’te devrim hâlâ bir olasılık olarak kalır. Her şey insan zihnindedir. Gerçekliğin kabuğu serttir.
Blowup filmi de bize salt bir gerçekliğin mümkün olmadığını gösterir. Modern yaşam göstergelerin egemenliğini sürdürdüğü çok renkli ve çok sesli bir cangıldır. Bir şey, her şeyle ilişkili olabilir. Değerler eşitsizliğinin hüküm sürdüğü böyle bir atmosferde insan-özne özünü bulabilecek, merak duygusunu bastırabilecek, iç problemlerini çözebilecek ve dolayısıyla kendisini adlandırabilecek midir?
Janis Joplin, Jimi Henrix, Jim Morrison gibi rock ikon ve ikonalarının intiharları, rock idollerinin ve hippi karşı-kültürünün çöküşü yeniden karamsarlığa dönmek için bir sebep sayılabilir mi? Blowup’ta olan biten hippi romantizmidir. Bir tür karnaval havasıdır. Thomas en sonunda oyunun içine çekilir ve yaşamı kısmen alaya alarak her şeyi kabullenir. Karakter kendi aydınlanmasını gerçekleştirmiş, eski arayışından feragat etmiştir.
Estetin cinsel birleşme sahnesi filmin en sevdiğim sahnesidir. Kadına neredeyse gözüyle tecavüz ediyor gibi. Bakarak birleşiyorlar. Bakmak, varolmaktır. Görülmek, yaşadığına inanmaktır. Erkek, bakan; kadın, bakılandır. Sahneyi şöyle de yorumlayabiliriz: Sanat libidonik hazların doyurucusu olduğu için bir çeşit orgazm yaşatır. Baudelaire de Yapma Cennetler isimli kitabında benzer şeylerden bahseder. Hatta yazılan şeylerin bir süre sonra tipik cinsel ilişkinin yerine geçtiğini belirtir Ve şöyle der:
“İnsan tehlikeli bir uyuşturucudan olduğu kadar acıdan, felaketten ve kederden bile yeni ve etkili hazlar çıkarabilme ayrıcalığını taşır.”
Aşk ve insan ilişkilerinde başarılı olabilseydik belki bir şeyler farklı olabilirdi. Fotoğrafçı da zaafları olan bir insandır. Tam bir bütünlüğe ulaşabilmiş değildir. Sevdiği kızı başkasının kollarında röntgenler ve acı çeker. Değişim neredeyse imkânsızdır, ama hayatta ters giden bir şeyler vardır. Yukarıda estetin birleşme sahnesinden bahsederken filmin en sevdiğim sahnesi olduğundan bahsetmiştim. İki sahne karşılaştırıldığında sonuç ilginçtir: Fotoğrafçının penisi fotoğraf makinesidir. Bakışıdır. Bakış açısıdır. Gözleridir. Gözü ve makinesi olmadan o bir hiçtir. Sanatçının eksik nesnesi yerine geçer. Fotoğrafçı eksik nesnenin arayışındadır. Ama anne bedeninden biyolojik kopuş gerçekleştiği için, Otto Rank’ın deyişiyle, ruhsal kaygı durumu başlayacaktır. Bütün kaygı durumları tek bir temel kaygıya dayanır: anne bedeninden kopuş. Röntgenleme sahnesi aynı zamanda freudyen primal scene’e gönderme yapar. Bu nedenle fotoğrafçı kastrasyon anksiyetesini yeniden yaşar. Fotoğraf makinesi penisin yerine geçenidir.
Fotoğrafçı aslında bir tutunamayandır, aylak adamdır. Verili gerçekliğin ötesine ulaşmak ister. Sanatın hâlâ gerçekliğe ışık tutabileceğine inanan bir düş gezginidir o. Fakat final sahnesinde artık öteki boyuta geçtiği anlaşılır. Fantazmayı, düşü kabul eder ve içine girer. Hayat bir oyundur aslında.
Hepimiz iyi kötü birer oyuncuyuz.
Hakan Bilge
Yazarın diğer yazıları.