Yaşam ile yaşamak iki ayrı kavram. İnsanlarla, yaşam hakkındaki verilere dayanarak bir tanıma ulaşmak insanın yaşadıklarından beslenmesinin ilk basamağıdır.
İkinci basamağıysa bu tanımın değerini anlamaktır. İnsanın duygu ve düşüncelerini yaşam değil yaşadıkları biçimlendiriyor. Yaşam, yaşama uzanan bir yolculuk. İnsanın gökyüzü hayalleridir. Yıldızlarıysa karşısına çıkan insanlarla yaşama kattığı anlamdır. Kutup Yıldızı insanın ta kendisidir. İnsanı biricik yapansa yaşadıklarının coğrafyasında kendisini özgür ifade etmek için önce kendine sonra da içinde yaşadığı topluma karşı verdiği savaşımdır.
Bir insanın çağını aşması için çağının ötesinde, karşısında olması gerekiyor. Bu süreç insanı muhalif olmaya, kendi içinde derinliği olan yalnızlığa itebilir. Bu ne şaşılacak ne de korkulacak bir durumdur. Bu süreç insanın arzuladığı yaşamın reçetesidir. İnsanın kendine reçete yazması, yazabilmesi, yaşadıklarını ve davranışlarını sorgulamasıyla başlayan bir sürecin doğal sonucudur.
İnsan, doğası gereği çıkarlarını tercih ediyor. Bu tercih insanın yaşamının tüm evresini kuşatma altına alıyor. Çıkarlarının hekimi olan insanlar gerçekte ne kendilerinin ne de kendi gerçeklerinin farkındalar. Çıkarlarının kuşattığı insan “benim gerçeğim budur” savunma mekanizmasıyla kurulu sistem üzerinden getiri elde etmenin basamaklarını koşarak çıkabilir.
Çıkarlarından daha çok sevmiyorsan sevdiğin insanı/insanları, gerçekte ne aşkı ne sevgiyi ne de dostluğu büyütebilirsin yüreğinde. İnsanın başkalarına ne söylediklerinin gerçekte bir önemi yoktur. İnsanın kendisine söylediğinin kendi gerçeğini bire bir karşılamasının önemi vardır/ olmalıdır.
Gücün tanımı, çıkardır. Çıkarlarının gölgesinde yaşayan insanları sistem, saygınlıkla ödüllendiriyor. Ne ki çıkarlarının gölgesinde yaşayan insanların kendilerine ait bir gölgeleri yoktur; ama gayrimenkulleri… vardır. Onların itibar anlayışları bu düzlem üzerinde kurulmuştur. Çoğunluğun yanında yer almak ve çoğunluğun bir parçası olmaktır amaçları. Bu, ulaşılmayacak bir başarı değildir. Aksine insanın kendisini yıpratmadan ulaşabildiği en kolay başarıdır. Kazandıklarıyla topluma hükmetme/ toplumu yönlendirme hakkını da tanır sistem güdümündeki insanlara. Devamlılık ve süreklilik esastır bu anlayışta. Sistem yandaşlarının sırtını yaslayacağı desteği olur arkasında.
Yalnız kalmayı göze almak yalnızlığından aldığı güçle kurulu sistem içinde kendi yaşam biçimini korumak, kendini gerçekleştirmek isteyen insanların harcıdır. Sürünün içinde olmayı değil; sürüden ayrı kalmayı tercih edenlerin sermayesi dostlarından yediği kazıkların toplamıdır. İhanet gerçekte kendini kazanmak isteyen insanın alfabesidir. Kendisine yol haritası çizmek isteyen insanın her şeyden önce çevresini, dostlarını, kime ne kadar değer verdiğini sorgulaması gerektiğini düşünüyorum.
İnsanları sınamanın iki yöntemi vardır. Birincisi, çıkarlarına dokunmak, ikincisi davranışlarının gereğini yapmasını istemektir. Yöntemin sonucunda senin üzerine titrediğin insanın gerçekteki değerinin, davranışları ve sözleriyle sana hissettirdiklerinin toplamı olduğunu anlayabilirsin. Bu gerçek insanı yeniden kendisine kazandırmanın iç acıtıcı deneyimidir. Hakiki deneyimlerin değerini yüreğimizde hissettiğimiz acı kadar değer biçiyoruz biz insanlar. Bedel ödemediğin hiçbir deneyim senin değildir. Bu saptamam benim yaşam felsefemin özüdür.
İnsan karşısındaki insanı/ insanları bir ömür boyu karşılıksız sevebilir ve bu sevgiden doyumsuz haz da alabilir. Karşılıklı birbirlerini seven ama birbirlerinin yanında eksilen insanların sayısı azımsanmayacak değin çoktur. Aynı yastığa baş koyan insanların yastıklarıyla yürekleri arasındaki devasa yükseklikteki binaları anımsatan mesafeyi düşündüğümde bin kez yeğdir; milyon kez daha onurludur karşılıksız sevebilme yürekliliği. Duygu ve düşüncelerini seçkinleştirmenin insanın kendisine, yaşadıklarına duyumsadığı saygı/ saygınlığın da teminatıdır sevmek. Yazık ki günümüzde bu denli derinliği olan sevgi anlayışının yaşam biçimi haline getirilemeyişinin yokluğunu/ yoksulluğunu yaşıyoruz. İnsanın sevgisini hak etmesini, sevdiği insanlardan beklemesi doğaldır.
İnsanın duygu ve düşüncelerinin tercihi bir insanı yanıltabilir. Ama kişiliğine ve kendisine verdiği emek, insana o anlık farkında olmadığı/ olmak istemediği şu gerçeği tüm çıplaklığıyla anımsatır: Gerçekte sevdiğini sandığı insan o insan değildir; gerçekte sevdiğini sandığı insan içindeki tüm güzellikleri bire bir eşitlemesindeki içtenliktir, niteliktir, niceliktir, paha biçilmez değerlerin içeriğindeki derinliktir… Şu gerçeğin de altını çizer aynı anda: Gerçeği/ gerçekleri çıkarlarından daha çok sevmeyen/ sevemeyen emek vermeden gerçek sevgiyi/ gerçek dostları kazanmış insanların kazanımlarını kaybetmesi an meselesidir. Böyle insanların “kalabalıklar içindeki yalnızlığı ile kendisine yaptığı ihanetten başka kendisini güvende hissedeceği sığınakları yoktur/ olamaz da. Bilinçaltımızın karanlığıyla yüzleşmek cesaret istiyor. Mezara bizimle giren geçmişimizle iyi geçinmek mutsuz çiftlerin birbirleriyle geçinmesinden daha zordur. İnancın bir tür zayıflık mı yoksa kolaycılık mı olduğunu bilmiyorum. Bir insanın yazgısıyla barışması mı yoksa küsmesi mi hayatını kolaylaştırıyor? Doğduğumuzda alnımıza yazılanı yaşadığımız doğruysa eğer acımasız olan yaşadıklarımız değil; yazgımızdır. Tarih insanlık utançlarına tanık ede ede günümüze değin geldi.
Bu duygularla tarihin tozlu sayfalarını çeviriyorum. Okuduklarım beni şaşırtmıyor. Özüne indiğimde dün ile bugünün çıkar savaşları arasında sadece teknik farklılıkların olduğunu anlıyorum. Denge, ezen ile ezilenden oluşuyor. Güçlüler alıyor pastadan payı . Güçsüzler ise kendilerini daha da güçsüzleştirenlerin emrinde eve bir lokma ekmek götürmek için sıraya giriyor. Güçsüzlerin karnı ekmekle doyuyor ama patronların karnı timsah yutsa doymuyor. Gücün efendileri insan üzerindeki hâkimiyetin sınırlarını genişletmekte mahirdir. İnsanın sınırlarını çizmeye derisinin renginden, oturduğu semtten, alışveriş yaptığı bakkaldan, giydiği giysinin kalitesinden başlıyorlar. Ev telefonunun numaralarına bakarak bile oturdukları semtlere göre fişliyorlar insanları. Gökyüzüne yıldızların da semtlere göre fişlenip fişlenmediği konusundaki merakımı gidermek için bakıyorum. Haksızlığın, eşitsizliğin boyutları derinleştikçe insan geleceğe umutla bakamıyor. Eğitim sağlık vs.vs. hepsi özelleştiriliyor. Özelleştikçe güçlülerin güçsüzler üzerindeki hâkimiyeti de artıyor. Yaşama hakkı hastanelerin, hekimin gider faturasına bağlı. Zenginlerin çocukları özelde, fakirlerin çocukları ise devlet okullarında okuyor. Bir tercihler dizgesi olan hayatta pişmanlık duyduğumuz kadar gurur duyduğumuz tercihlerimiz de vardır. Hayata varlığımızla kattığımız anlamı sorgulamaya başladığımız an tercihlerimiz karşımıza dikiliyor. Tercihlerimiz kişiliğimizin kefilidir. Güneşe uzanmak da bir tercihtir, yağmurun altında ıslanmak da. Tercihlerin dili yaşadıklarımızın şifresidir. Tercihlerimize yabancılaşmak tıpkı bir annenin doğurduğu çocuğunun kendisinden bağımsız bir birey olduğunu algılamamasına benziyor.
İnsan evrenseldir. İnsana dair acılar, mutluluklar, yalnızlıklar da evrenseldir. Gözyaşı da sevgi de sevgisizlik de mimikler de evrenseldir. Hayatımızda davranışlarıyla iz bırakan sadece insanlar değildir. Filmler kitaplar… da bu kategoriye dahildir. Victor Hugo’nun Sefiller’ini çocukluğumda okumuştum. Eserdeki her satır belleğimde canlılığını koruyor hâlâ. İz bırakanlar kategorisindeki filmleri göz ardı edemeyiz. Sahne ve izleyici arasında aracı olmaması tiyatro gibi filmi de etkin kılıyor. Bu etki toplam bir güce dönüştüğünde toplumun bilinç ve düşünce sisteminin değişmesinde önemli rol oynuyor. İnsanlık tarihindeki adaletsizlikleri sorgulayan filmler, tarihin Tanrısı gibi adalet dağıtır, din, dil, ırk düşünmeden… Beni bu tür düşüncelere sevk eden, hayranı olduğum Andrey Tarkovski oldu. Onun ilk filmini izlediğimde etkilendim. Onun imzasının taşıyan filmleri izlemek benim için gerçek bir ayrıcalık. Bu ayrıcalıktan yola çıkarak farklı bir ayrıcalığı da yaşamak istiyorum. Onun ölümsüz ruhuyla hayatı ve sanatı üzerinde sohbet etmek istiyorum. Uzun zamandan beridir onun ruhunu çağırıyorum. Ortak geçmiş, ortak dostluktur anlayışından yola çıkarak benim çağrılarıma kulak vereceğini düşünüyorum. Annem ağır bir ameliyat geçirmişti. Onun yanında olmak için Bingöl’e gitmek üzere otobüse bindim. Yanımdaki koltuk boştu. Bir yandan da Andrey Tarkovski’yi düşünüyordum. Başımı cama yaslamış etrafı seyrediyordum. Bir an bir bayın “Yanınıza oturabilir miyim?” sorusuyla irkildim! Yanıma oturmak isteyen bayı yüzüne bakar bakmaz tanımıştım. Andrey Tarkovski karşımdaydı. Yutkundum. Uzun bir süre sessizliğimi koruduktan sonra ona sarıldım. “Sizi tanıyorum. Siz Andrey Tarkovski’siniz” dedim. “Ben de seni tanıyorum Bedriye. Bana ‘siz’ diye hitap etmeni istemiyorum. Biz dostuz seninle.” Bir kez daha sarıldım ona. Gözlerimden süzülen yaşlar yanaklarımı okşuyordu. Yanıma oturdu. Bir süre konuşmadan etrafı izledik camdan. Sözün kilidini o açtı. “Bana soracağın soruları yanıtlamak için karşındayım. Ne soracaksan sor” dedi gülümseyerek. Gözlerinde gördüm yetim çocuğa baba olan merhameti. İçim ısındı. Bir an ne soracağımı şaşırdım. Kendimi toparladıktan sonra önce hayatınla başlayalım dedim. Nasıl bir hayatı oldu Andrey Tarkovski’nin?”
“4 Nisan 1932’de Beyaz Rusya sınırları içinde bulunan, Volga Nehri kıyısındaki Zavraji kentinde doğdum. Ben dört yaşımdayken annemle babam boşanınca babamdan ayrılmak zorunda kaldım. Bu ayrılık ruhsal olarak gereğinden fazla etkiledi beni. Yetişkinliğimde de bu sarsıntının izlerini taşıdım. Bu ayrılığın izlerini filmlerimde görebilirsin. Babamın pek çok şiirini filmlerimde kullandım. Anneme ise Ayna filminde başrol verdim. Çocukluğum Moskova’da devlet sanatçılarının yoğun olarak bulunduğu Peredelkino’da geçti. Lise yıllarımda resim, müzik ve heykeltıraşlığa ilgi duydum.”
“Hangi dalda eğitimi sürdürdüğünü de açıklar mısın dostum?”
“1951-54 yıllarında Moskova Üniversitesi Doğu Enstitüsü’nde Arapça eğitimi aldım. Aynı yıllarda Jeoloji öğrenimi gördüm. 1953’te jeolog olarak Sibirya’nın büyük bir bölümünü dolaştım. 1956’da Moskova Devlet Sinema Enstitüsü’ne (VGIK_Vsesoyuzneyi. Gosudarstvenyi Institut Kinematografi) girdim.”
“Sinema neden ilgini çekti? Eğitimini başka dallarda almana rağmen?”
“Bedriye, bende sürekli olarak kendimi anlatmak ve anlattıklarımı ölümsüzleştirmek isteği yatıyordu. Yapmayı istediğim şeyleri sinema bana sağlıyordu. Sinema aracılığıyla hem yaşadıklarımı hem de sanatımı ölümsüzleştirebilirdim. Nesneleri canlandırmak ve onları canlı kılmak sadece sinema ile mümkündü. Sinema benim yitik duygularımı dile getirmem için bulunmaz bir fırsattı. Ben sinema hakkında hiçbir bilgiye sahip değildim. Bu yüzden sinema üzerinde eğitim görmem gerektiğine karar verdim. Kendimi geliştirecek yolu bulmuştum ve o yolda emekleyerek yürümek için gerekli adımları atmakta acele ettim. İlk iş olarak VGIK’te, Sovyet sinemasının en önemli simalarından birisi olan Sergey Eisenstein’ın öğrencisi olmakla yetinmedim, aynı zamanda Sovyet sinemasının 1934 yılında son sessiz filmini çeviren ve benim sinema anlayışımı derinden etkileyen yönetmen Mikhail Romm’un da öğrencisi oldum. VGIK’te, yönetmenlik ve senaryo yazarlığı eğitimi aldım. İlk olarak 1959’da Ernest Hemingway’ın romanından uyarladığım Katiller adlı kısa filmimi çektim. O dönemde çektiğim bir diğer kısa filmim de Konsentrat’tı.”
“Peki, bu film deneyimlerinde kendini yeterli buldun mu yeni filmler çekmek konusunda?”
“Hayır, sevgili dostum. Daha yolun başındaydım. Moskova Devlet Sinema Enstitüsü’nde okurken bir televizyon kanalı için Bugün Terhis Yok adlı kısa filmin yönetmenliğini üstlendim. 1960 yılında ise okulu bitirme tezi olarak ilk orta metrajlı filmimi çektim. Yol Silindiri ve Keman (Katok i Skripka) adlı filmler benim tamamen Sovyetler Birliği’nde geçen ve tamamen renkli olan tek filmimdir. Bu film birincilik ödülü aldı. Tüm filmlerim gibi bu filmim de otobiyografik öğeler taşır. Aldığım müzik eğitiminin etkilerini yansıttığım filmlerimde sanat ve sanatçı ilişkisine değindim. İlk uzun metrajlı filmim olan İvan’ın Çocukluğu’ nu 1962de çektim. Film bir çocuğun dünyasında yola çıkarak İkinci Dünya Savaşı’nı sahneye taşıyor. Savaşın getirdiği dehşetli yıkımı, bir çocuğun ruhunda yarattığı derin izleri yansıtmaya çalıştım. Vladimir Bogomolov’un romanından uyarladığım ilk konulu filmimi bana her zaman destek olan öğretmenim Mikhail Romm 1962 yılında Sinema Sendikası tarafından düzenlenen “Sinemanın Dili” konulu konferansta hem dünyaya hem de Sovyetlere överek anlattı. Adım böyle böyle duyulmaya başladı. Film 1962 yılında birçok ödül aldı. 1966 yılında on beşinci yüzyılda ikon yapan bir keşişin hayatını anlattığım ikinci uzun metrajlı filmim Andrey Rublev’i (Andrei Rublyov) çektim. Bu filmle birlikte sansürle tanıştım. Sovyet rejimiyle aram açıldı. Stalin dönemine eleştirel göndermeler içerdiği düşünüldüğü için, film 1971’e kadar ülkemde gösterime girmedi. Sovyetler Birliği’nde Kruşçev sonrası dönemde yapımı tamamlanan filmin yasaklanma nedeninin siyasi olduğu tüm çıplaklığıyla ilan edilmese de benden istenen değişiklikleri yapmayacağımı açıkladım. Filmin ilk gösterime girdiğindeki orijinal adı “Aziz Andrew’in Çilesi”ydi. 1970 yılında Cannes Film Festivali’nde ödül kazanan film, festivallere davet edilse de Sovyet yönetimi buna izin vermedi. Böyle olunca film Sovyetler dışındaki ülkelerde gösterime girdi. Filmin dünya dağıtım hakları bir Fransız şirketine geçti. Bu film de adını sayamayacağım birçok ödül kazandırdı bana.”
“Sevgili dostum, filmlerden kazandığın başarılardan dolayı mutlu olduğunu düşünüyorum. Özel hayatındaki gelişmelerden söz eder misin? Hayatında ne gibi değişiklikler oluyordu mesela?”
“Sevgili Bedriye, hayatımda ilk önemli gelişme Trina Rauch ile evlenmem oldu. Evliliğimden bir oğlum oldu. Evliliğim ilk heyecanını zamanla yitirdi. Aslına bakarsan annem ve babam gibi boşanmak istemiyordum; onların bana hissettirdiklerini ben de oğluma hissettirmek istemiyordum. Her şeyden önce iyi bir baba olmak istiyordum. Sorumluluk almaktan ve aldığım sorumluluğu yerine getirmekten aciz birisi değildim. Tüm bunlara ve çabalarıma karşın eşimle boşandık. Ben de annemle babamın yazgısını yaşadım. 1970 yılında ikinci evliliğimi Larissa Pavlovna ile yaptım ve bu evliliğimden de ikinci oğlum dünyaya geldi. O günden sonra günlük yazmayı bir alışkanlık haline getirdim; ölünceye değin bu alışkanlığımdan vazgeçmedim. Günlüklerim ülkenizde Zaman Zaman İçinde adıyla yayımlandı. Kendime yabancılaşmamak için didindim durdum. Hiç kimsenin bana ihtiyacı olmadığını düşündüğüm için başta kendi kültürüme yabancılaştığımı düşünüyordum her geçen gün. Kendime güvenim yoktu. Kendimi hiç kimse olarak algılıyordum. Avrupa’nın en iyi film yönetmeni olabilirdim ama kendi ülkemde herhangi birisiydim. Sürekli kendimi boşlukta yüzen bir insan olarak algılıyordum. Sadece insanların değil, benim de kendime ihtiyacım yokmuş gibi hissetmek dayanılmaz bir acı veriyordu bana. Eksiklik duygusunu bilir misin Bedriye? Ben hep eksiktim. Hayatım boyunca aldığım tüm ödüllere ve kazandığım başarılara rağmen kendimi tamamlanmış hissetmiyordum. Hayatımı doldurmak için değişik hayatların içine giriyordum filmler sayesinde. Birden çok hayat taşıyordum içimde. Hayatımı acınacak bir hayat olarak algıladığımı söylersem beni yadırgar mısın Bedriye? Sürekli bir mutsuzluk hâkimdi içimde. Nereye gitsem, ne yapsam peşimi bırakmıyordu bu duygu. Beni yiyip bitiren bu mutsuzluk duygusu biliyorum bana çocukluğumdan armağandı. Saf bir çocukken birden kirlenmiş olarak algılıyordum kendimi. Bir çocuğun çocukluğunda kirlenmesi içimi acıtıyordu. Hayatımda tek amacım bir şey yaratmak ve yarattıklarımın ölümsüz olmasıydı. Yaratırken kendimi unutuyordum. Böylelikle kendimle savaşmıyordum.”
“Sevgili dostum film dışında neden tiyatroyla ilgilendin?”
“Bedriye, tiyatroda sinema gibi beni kendine çekiyordu. Bu yüzden bir tiyatro oyunu sahneye koydum. 1977’de Lenin Komsomol Tiyatrosu’nda Shakespeare’in konusundan etkilendiğim Hamlet’ini yönettim. Bu oyundan sonra Shakespeare’in üzerimdeki izleri görülür. Daha sonra üçüncü filmimi çekme çalışmalarına giriştim. 1974’te “Beyaz Beyaz Bir Gün” adlı bir deneme yazdım. Bu senaryonun bir sonraki filmim olan Ayna’nın ilk geliştirme senaryosu oldu. Ayna (Zerkalo) 1975 yılında tamamlandı. Bach, Purcell, Beethoven ve Verdi’nin müziklerini filmlerimde kullandım. Kullandığım özgün efektler sinema dünyasında merak uyandırdı. Bu filmde babamın (Arseni Tarkovski) şiirlerini de kullandım. Bu film ülkemde ağır eleştirilere maruz kaldı. Sıradan film muamelesi gördü. Hiçbir tanıtım yapılmadan vizyona girmesine karşın izleyiciler tarafından çok sevildi. Bu film de bana birçok ödül kazandırdı.”
“Tüm bu yoğun çalışmalara sağlığın dayanıyor muydu? Hem aile sorumluluğu hem de film çekimleri seni yormuyor muydu?”
“Sevgili Bedriye ben çalışmaktan yorulmam. Beni yoran yegâne şey anlaşılamamaktır. Kendimi iyi anlatamadığımı düşünüyordum. Filmlerimin ülkemde sürekli sansüre uğraması beni içten içe yıpratıyordu. Aileme karşı da sorumluluklarımı yerine getirmek istiyordum. Bölünmüş bir hayat yaşıyordum. İnsanın yaşadığı ülkede kendisini ifade edememesi çok acı. Hem yaptıklarımdan hem söylediklerimden taviz vermiyordum, hem de anlaşılmak istiyordum. Bu tam bir çelişkiydi; çünkü diğer ülkelerde doğru anlaşıldığım için ödül kazanıyordu filmlerim. Kırk altı yaşında bir kalp krizi geçirdim. Çok ciddi bir kriz olmadığı için çok çabuk toparlandım ve işlerimin başına döndüm. Bu kez hem yönetmenliği hem de yapım tasarımcılığını yaptığım İz Sürücü’yü (Stalker) 1979 yılında çektim. Daha önceki filmlerimin aksine oldukça basit sinema tekniklerini kullandım bu filmde. Bu film de ödül aldı.”
“Sevgili dostum, kırgınlığından dolayı ülkenden ayrılmayı düşündün mü?”
“Sevgili Bedriye, 1982’de Batı Avrupa’ya çıktığım bir yolculuktan sorma ülkeme dönmedim. Hayatımın geri kısmını ülkemden uzak geçirdim; bu bir bakıma gönüllü sürgünlüktü. İtalya’ya yerleştim. İtalyan sinemasının önde gelen yönetmenlerinden biri olan Michelangelo Antonioni ile dost oldum. 1982 yılında İtalyan RAI televizyonunun yönlendirmesiyle bir film projesinde yer aldım. Senarist Tonino Guerra ile birlikte İtalya’da yaşadıklarımdan yola çıkarak Seyahat Zamanı adlı 63 dakikalık bir belgesel film çektim. Hayatım Bir Sinema Ozanı: Andrey Tarkovski adlı belgesele konu oldu. 98 dakikalık bu yapımın yönetmenliğini Donatella Baglivo üstlenmişti. Kariyerimin ve özel yaşamımın olgunluk döneminde Nostalghia’ yı çektim. 1983 yılında imza attığım bu filmde kendi özel hayatımın psikolojik özelliklerini yansıttım. Filmin genel melankolik havasının yanında ülkeme duyduğum özlemi dile getiriyordum filmde. Sesleri, görüntüleri, kamera hareketlerini, insan duygularını tüm çıplaklığıyla yansıtmak için kullandığım filmi anneme ithaf ettim. Sovyet ortak yapımı olan Nostalghia hem içeriği hem de görsel anlatım özellikleri bakımından o güne kadar çekilen filmler içinde en olgun film olarak algılandı. Aynı yıl Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ve Fibresci ödüllerini kazandım.”
“Ülkene ne zaman geri döndüğünü merak ediyorum sevgili dostum?”
“1984 yılında bir daha ülkeme geri dönmeyeceğimi açıkladım. Yazgının bir cilvesi olsa gerek aynı yıl ülkemde “halk sanatçısı” unvanına layık görüldüm. 1984 yılında Batı’ya irtica etmemin ardından Londra’ya gittim. Mussorgsky’nin Boris Gudonov adlı operasını yönettim. Bu da benim filmlerimdeki derinliğin izlerini taşıyan bir yapım oldu. Bu opera da benim Ayna ve Andrey Rublev filmlerim gibi yöneten ve yönetilen ilişkisini irdeliyordu. Bir yıl Berlin’de yaşadım. 1986’da “vasiyet filmi” olan Kurban’ın (Offret) çekimlerine başladığımda akciğer kanseri olduğumu öğrendim. İsveç, İngiltere ve Fransa’nın desteklediği film İsveç’te tamamlandı. Bu filmde Ingmar Bergman’a hayranlığımın etkisi olduğunu söyledim. Yönetmenliğimin zirvesindeydim ve bu filmle son noktayı koyuyordum kariyerime. Hayatımın son yıllarında ayrı kaldığım ve ona büyük acılar yaşattığım oğlum Andruşka’ya ithaf ettim. Kurban’da gelişen teknolojinin beraberinde getirdiği gerilimden dolayı insanların içinde bulunduğu ruhsal durumu perdeye yansıttım. Film gösterime girdi, sinemaseverlerin ilgisiyle karşılaştı. Bu film de bana birçok ödül kazandırdı. 29 Aralık 1986 yılında Paris’te öldüm. 3 Ocak 1987’de Sainte-Genevieve-des Bois’teki Rus Mezarlığı’nda toprağa verildim. Bana ilişkin ilk belgesel, 1983’te Nostalghia’nın çekim hazırlıkları sırasında İtalya’da yaptığım yolculukları konu alan Zamanda Yolculuk’tur. İtalyan yönetmen Donatello Boglivo Sinemada Bir Ozan adlı belgeseli çekti. Ölümümün akabinde, yaşamım 1987’de iki filme konu oldu.Moskova Ağıtı ile Kaybedilen Zamanın Arayışı adlı filmlerde benim yaşantımdan kesitler aktarılıyor izleyiciye.1966 yılında Japonya yapımı olan Tarkovski: Başlangıcına Doğru Bir Yolculuk adlı yetmiş üç dakikalık belgesel filmin editörlüğünü Tomoko Baba üstlenmişti.1996 yılında beni anlatan bir filmin yönetmenliğini de oğlum üstlendi. Benim hakkımda bu tür çalışmalar yapıldı. Ingmar Bergman şunları söyledi: “Tarkovski’nin ilk filmlerini keşfetmem tam bir mucizeydi. Kendimi daha önceden hiç anahtarına ulaşamadığım bir kapının önünde buldum. Her zaman açıp ötesine geçmek istediğim bir kapı… Sonunda biri, nasıl söyleyeceğimi bilemediğim şeyleri ifade etmişti. Benim için Tarkovski en büyük film yapımcısıdır” (s.33).
“Sevgili dostum, filmlerinin konusu hakkındaki düşüncelerini benimle paylaşır mısın?”
“Sevgili Bedriye, İvan’ın Çocukluğu İkinci Dünya Savaşı’nın ortasında bütün benliğiyle Sovyetler’e gönlünü kaptıran bir çocuğun acımasız bir savaşın karşısındaki acımasız yıkımını anlatır. Annesini ve babasını ondan koparan bir savaşın karşısındaki duruşunu ve kendisine verilen gözcülük görevini yetire getirmek için çırpınışlarını dile getirir. Okula gitmeyi reddeden İvan, ailesiyle birlikte Almanların eline düşer. Bu ilk uzun metrajlı filmimde Sovyet filminin ilkelerine bağlı kaldım. Sovyet yönetmenlerden biri olan Sergo Paradjnov filme dair şu saptamayı yapmıştır: “İvan’ın Çocukluğu olmasaydı ne bir şey yapabilir ne de nasıl yapacağımı bilebilirdim”(s.34) Filmle dünyayı ikiye böldüğümü düşünenler oldu. Bu filmde savaşın benim çocukluğumda bıraktığı derin izleri sinemaya aktardığımı düşünenler de oldu. Ben tüm bu bilinmezliği bilinir yapmak için şu açıklamayı yapma gereğini duydum: “Andrey Tarkovski le İvan’ı birbirine bağlayan şey yalnızca İvan’la bu kuşağın tüm genç Rusları arasındaki yaşanmış acıyı anımsatmaktan ibaret” (s. 35). Gerçekte İvan’ın Çocukluğu filmini çekmeden önce bir yönetmenin sinemadaki işlevini tam olarak kavramamıştım. Bu filme ait gerçek duygularımı da şöyle açıklamıştım: “İvan karakteri, içsel dramatikliği ile beni, keskinleşen buhran anlarından ve insanlara özgü bütün temel çatışmalardan geçerek adım adım gelişen karakterlerden çok daha fazla etkiledi. Gelişmeyen, neredeyse durgun bir karakterde, ihtirasın baskısı aşırı derecede yoğunlaşır ve bu yüzden adım adım gelişen bir insanda olduğundan çok daha belirgin ve inandırıcı bir şekle bürünür” (s. 36).
“Andrey Rublev filmim hakkında neler söylersin?
“Rus tarihinin önemli bir ikon ressamının öyküsüdür. 1360-1430 yılları arasında yaşamış olan ressam, Rus tarihinin en karmaşık dönemlerinin birinde ülkedeki insanlık dışı yaklaşımlara ödün vermeden direnir ve resimlerini de bu duygularla yapar. Bununla birlikte yaşadıklarından yola çıkarak resim yapmanın gerekli olup olmadığını sorgular. Gözlemlediklerinden dolayı dinin barışı sağlamakta yetersiz kaldığını algılamıştır. Sanatçı-toplum ilişkisinin irdelendiği filmde Stalin döneminin baskıları da hak ettiği yerini alır. Resim yapmaktan vazgeçen ressam, tanıştığı çan ustasının oğlunun döküm yapma tutkusu içinde kıvranmasından etkilenerek hayatına yeniden yön vermeye, yeniden resim yapmaya karar verir. Ben bu filmimle sanat-toplum-izleyici üçgenine değindiğimi belirterek sanatçının, çağının ahlaki ideallerini dile getirmeden önce, çağın kanlı yaraları ile tanışması gerektiğini, onlardan korkmaması, onları hissetmesi gerektiğini, sanatın gerçek misyonunun bu olduğunu açıkladım.
Solaris adlı uzun filmim de “Solaris” gezegenindeki bilimsel araştırmalardan yola çıkarak insanın iç dünyasını yansıtan psikolojik derin tahliller yaptığım bilimkurgu filmidir. Amacım sıradan bir bilimkurgu filmi çekmek değildi. Filmin görselliğine sindirdiğim, insanın var olma nedenlerine ilişkin arayışına farklı bir pencere açmaktı. İnsanın vicdanıyla çelişkiye düştüğünde erozyona uğrayan ahlak arayışları da filmin ana temalarından sadece birisi. Uzayda kaybolmuşluğu insanın kendi belleğinde kaybolmuşluğuyla eşitlemeye çalıştım. İlkelerinden ödün vermeyen insanların çıplak yalnızlığına da görsel bir göndermedir film. İnsanın hayatını idame ettirmesi için bir başka insanın varlığına ihtiyacı olduğunu da belirtiyorum. Aşkın insan doğasındaki vazgeçilmez yeri de filmde sorgulanan konular arasında en kıymetli yerini almıştır. Filmde bütünlüğe özen gösterdim. Filmin başı ve sonu birbiriyle tamamen bir bütünlük arz ediyor. Filmde seyirci ile direkt diyalog kurmak istedim; izleyicinin içsel bir yolculuk yapmasını sağlamak için. Yönettiğim tüm filmlerde insanın kalıplarından kurtulmasına, kendi benliğiyle yüzleşmesine bir katkım olsun istedim.”
Ayna filminin özgün adı Zerkalo’dur.1974 SSCB yapımı 106 dakikalık bir filmdir. Filmin tek amacı tüm gerçekleri gözler önüne sermekti. Bu filmde kendi hayatımdan birçok kesite de yer verdim. Filmin kahramanı Aleksei’nin benim özel hayatıma benzer bir yazgısı var. Orada babası tarafından terk edilmiş ve annesinden ayrılmış bir çocuk kahraman var. Ayna’nın konusu benim hayatımdır. Filmdeki ayna benim kendi çocukluğuma tuttuğum aynanın yansımalarıdır. Sen şairsin, bilirsin, insan yaşamadan yazamıyor. Ben de yaşadıklarımın bende bıraktığı izleri filmlerimde yansıttım. İnsan tek başına bir varlık değildir. Yaşadıklarıyla, ülkesiyle, ailesiyle en çok da hüzünleriyle kendisini bütünleyen bir varlıktır. Bu yüzden birçok sahnenin sırrı Batılı sinemacılar tarafından çözülememiştir. İnsan yaşadıklarıyla biricik varlıktır. Düşünsene Bedriye ölürken bir tek yaşadıklarımızı kendimizle birlikte mezara götürüyoruz. Filmde dört temel bölüm vardır: Benim şimdiki yıllardaki zaman kipindeki anlarım ile anılarım. Çocukluk dönemine ait anlatılan haber filmleri. Yaşadığım her an bir haber filmidir aslında. Benim meslek sırrım, bu sırra yaşadıklarımla ermiş olmamdır. Yaşadığım her anın ve anların bedelini ödediğim için sinemaya neyi nasıl yansıtmam gerektiği konusunda sıkıntı çekmedim. Anlar ve anılar arasındaki geçişler izleyicinin tam da vakıf olmadığı anlarda oldubittiye gelir. Yani bir nevi emrivaki gibi algılayabilir izleyici, anları ve anılar arasındaki geçişleri. Film kekeme bir çocuk görüntüsüyle başlar. Hangimiz yaşamışlıklarımız karşısında kekeme olmadık ki dostum. Tedavi için gittiği doktor hipnoz yöntemiyle çocuğu iyileştirir. Olay görgüsü bundan sonra başlar. Film boyunca, izleyici bazı kareleri siyah beyaz, bazı kareleri de renkli görür. Renk katmamdaki asıl amacım hayatımızın yaşadıklarımızla renklendiği gerçeğine gönderme yapmaktır. Çiftliğin yanma sahnesinde görüntü siyah beyazdır. Bu görüntünün arkasında yatan bir toplumsal gerçeğe de isyan vardır, tıpkı İspanya İç Savaşı’na, İkinci Dünya Savaşı’na, Hiroşima’ya atılan atom bombasına duyduğum isyan gibi. Çiçero: “Adil olmayan bir barış, en haklı savaştan daha iyidir” saptamasında haklı. Her zaman savaşlarda bir kazanan, bir de kaybeden olacaktır. Bu kaçınılmazdır. Asıl savaşın yaralarını, ne kazanan, ne de kaybedenlerin arasında yer alan, zavallı masum yoksullar sarmıştır. Kazanan tarafın, kaybeden tarafı ezme hakkına sahip olması ise insanlığın maruz kaldığı bir başka cinayetler zinciridir. Babamın şu şiir dizelerini tam da anımsamanın zamanıdır diye düşünüyorum: “ Dünyada sevmedim hiçbir şeyi /Çocukluğumdan uçuşan/Hayaller hummasını/ Sevdiğim kadar/Yeniden kulaklarda uğuldar/Dünya görüntüye boğulur, yalnızca ben/ Yavaşça hazırlanırım, hafif adımlarla/ Sessizliğimin sesini dinlerim/ Girdim sırça fanusa/ Elimde kelebek/ Farklı bir dilde konuştum/ Anlaşılmaz tınılarla/ Kelebek yatar beyaz karda/ Anılar onu geri getirmez/ Sözlerim uçucu/ Yalnızca yankısı kalır kulağımda.” Bir röportaj sırasında Ayna’nın Fransızlara“,Proust’un ‘belleğin dünyası’ kavramını çağrıştırdıklarını söylediler. Ben de zaman kavramının Ruslar için sorun olmadığını, Rusya’da çocukluk anıları, geçmişle hesaplaşmak, pişmanlık üzerine yoğunlaşmış çok güçlü bir edebiyat geleneğinin olduğunu belirttim. Filmde insanın yaptıklarından dolayı yaşadığı pişmanlıklar önemli yer tutar. Edebiyat da insanın kendi iç dehlizlerine yapılan bir yolculuktan yola çıkılarak yapılmaz mı? Ayna bu anlamda Rusların öyküsüdür. Salon eleştirmenlerinin benim filmimden bir şey anlamamış olmalarına şaşırmıyorum. Filmlerimi de onlar için yönetmiyorum. Ben halkın içinden biri olarak halka yapıyorum filmlerimi. Halkın beğenisi beni tatmin ediyor, inan bana ödüller değil. Filmin oluşumu da tam tamına şöyledir: “Çocukluğa ait episodların arasına annemle yapacağım otantik söyleşi bölümleri yerleştirecektim. Geçmişin iki benzer (anlatıcısının ve annesinin) kavrayışı burada yüz yüze getirilecekti; seyirciye de değişik kuşaklardan gelen birbirine yakın iki insanın anıları değişik açılardan sunulmuş olacaktı. Bu sayede ilginç, beklenmedik ve pek çok açıdan önceden kestirilemeyen bir etki ortaya çıkardı. Bundan bugün eminim”(s.57-58).
İz Sürücü 1979 yılında çekilen SSCB yapımı yüz altmış bir dakikalık bir filmdir. Bu film de diğer filmler gibi birçok ödül kazandı. Bu filme ait düşüncelerimi şöyle açıklamıştım: “Yapmak istediğim her şeyi gerçekleştirebildiğim tek filmim”(s.63). Film, iz sürücü olduğunu izleyicinin sonradan anladığı adam, evinden çıkarken karısının ona “kızını düşün” demesiyle başlıyor. İz sürücü de “ Her yerde hücredeyim zaten” der ve çıkar gider. İz sürücünün yegâne görevi yasak bölge olarak adlandırılan yere dileklerini gerçekleştirmek isteyen kişileri parasıyla götürmektir. Filmde iz sürücünün götüreceği iki insandan biri yazar, diğeri bilim adamıdır. Bu film ülkemde çektiğim son filmdir. Bu bölgenin yasaklanmasının nedeni oda denilen yere giden insanların dileklerin gerçekleşmesi yanında orada olanların kontrol altına alınamamasından kaynaklanmaktadır. Yolculuk yapılan bölge her insanın kendine yaptığı her yolculuk gibi tehlikelerle dolu olduğu gibi yola nasıl devam edeceğini bilen insanlar için bir o kadar kolaydır. Bu yolculuğu yapanlar ödüllendirirler de. İz sürücü bu yolu ilk kez kendisine gösterenin bir öğretmen olduğunu söyler yol arkadaşlarına. Ben burada insanın söyledikleriyle yaşadıkları arasında mesafe olmamasını farklı bir misyonda vurguluyorum. Dilek Odası’na giren kişilerin her şeyden önce samimi olmaları gerekiyor; yoksa o odadan çıkamayacakları gibi yaşamda da kalamayacakları söylentisi vardır. Filmdeki iz sürücü bölgenin tek rehberidir. Hayatında birçok zorluk olmasına karşın kendisine ve ailesine ait dileklerde bulunmaz. Oysaki ayağı tutmayan bir kız çocuğu vardır ve oldukça da yoksuldur. Görevini bitirdikten sonra yorgun ve bitkin bir şekilde evine döner iz sürücü. Mutsuzdur. Mutsuzluğunun nedenini karısına söyler. Götürdüğü bilim adamı ile yazarın bölgeyi anlamadığını, ders alamadıklarını, en önemlisi de umuda inanmadıklarını söyler. Orada kendilerini yok edeceğinden korktukları gücü ortadan kaldırmak için Dilek Odası’nı bomba ve silahla yok etmeye çalışmak isterler.
Düşün Bedriye bu iki insandan birisi yazar, diğeri bilim adamı. Kendi gerçekleri dışında bir başka gerçekle karşılaştıklarında o gerçeğin sırrına ermek için çaba göstermiyorlar; orayı vahşi kapitalizmin kullandığı silahlarla yani bomba ve silahla yok etmeye çalışıyorlar. Aydın olma misyonuna farklı yollardan bir gönderme yaptım. Umuda inanmayan insan karanlığın peşinden rüzgârda savrulan bir yaprak gibi sürüklenmeye mahkûmdur. En büyük yolculuğun hayat yolculuğu olduğu gerçeğini kim yadsıyabilir. İz sürücünün karısının çok zor bir hayatı vardır. Eşinin yasak bölgeye sık sık gitmesine karşın şikâyetçi değildir hayatından kadın. Kızlarının ayaklarından sakat olmasını da kendisine acı veren bir olay gibi görmüyor, o acının ona yaşattığı mutluluğu anımsıyor. Filmin finaline yerleştirdiğim sahnede de iz sürücünün kızına “telekinezi” gibi doğaüstü bir yeti yüklüyorum. İz sürücü de bir insandır, zaman zaman umudunu ve hayallerini yitirir; buna karşın kendini insanlara adar. Aslolan Bedriye, yürektir, sıfatlar değildir. Ben sıfatların arkasına sığınan insanların iç acıtıcı yanlarını yansıtmaya çalıştım. Kimsenin beğenmediği, konumundan dolayı küçük bir insan olarak algıladığı iz sürücü ve karısının kişiliği üzerinde insan olmanın hiçbir unvan ve paye gerektirmediği gerçeğine gönderme yaptım. Filmde kurgu parçaları arasında zamansal bir atlamayla karşılaşmamak için çok emek verdim. Filmin konusuna ilişkin görüşlerimi de şöyle açıkladım: “Film, manevi değerleri için bir şövalye gibi savaşan bir insanı anlatıyor. Filmin kahramanı iz sürücü, edebiyatın “idealist” tipleri olarak bildiğimiz Don Kişot ya da Prens Mişkin ile aynı yörüngeye oturur. Ve idealist oldukları için gerçek hayattaki tüm savaşları kaybederler. (…) Benim için zayıfın gücünü dile getiren karakterler. Film bu sayede insanın kendi yarattığı güce bağımlılığını da anlatıyor. Güç sonunda insanı yok ediyor ve zayıflık tek güç olarak kalıyor. Önemli olan ve iz sürücünün bütün seyrini yöneten, onu bayağılığa düşmeden gülünç, hatta aptal kılan ama kendi öz tekilliğini, öz maneviyatını ortaya çıkaran bu güçtür. (…) Bana sıklıkla sorulan sorulardan biri de bu “bölge”nin neyi anlattığı. Buna verecek tek bir cevap var; böyle bir yer yok. İz sürücü kendisi yaratıyor bu yeri. Mutsuz insanları oraya götürmek ve onlara umut düşüncesi aşılamak için yaratıyor. Dilek odaları da aynı şekilde İz sürücünün yaratımları”(s. 65-66).
Nostalghia filmim İtalya yapımı olup yüz yirmi altı dakikadır. Bu filmin senaryosunu Tonino Guerra ile birlikte yazdık. Bu film de ödül kazandı. Filmde köle Rus besteci Sosnovski’nin hayatından etkilenen bir şairin hayatı anlatılmaktadır. Sosnovski tıpkı benim gibi vatanından uzak kalmıştır. Filmin kahramanı Andrei Gorçakov bir şairdir; amacı da bestecinin hayatını konu alan bir opera librettosu yazmaktır..Sosnovski gibi vatanından uzak kalan bir sanatçıyı araştırmak için Toscana’ya gelen kahramanımız, kendisinin de onunla aynı duygularla sıkıntıları yaşadığını algılıyor.
Gorçakov herkesin deli gözüyle baktığı bir matematik profesörü olan Domenico ile tanışıyor. Ben hayata ve insana bakışımı Gorçakov aracılığıyla izleyiciye yansıtıyorum. Amacım bestecinin yaşamı ile Gorçakov’un yazgısının ortak yönlerini gözler önüne sermektedir. Domenico’nun yazgısı daha da iç acıtıcıdır. Çocuklarını yedi yıl eve kapatmıştır. Filmin son sahnesinde salt kendisinin değil, dünyanın da içinde bulunduğu durumu protesto etmek için konuşma yaptığı meydanda kendisini yakar. Onun alevler içinde kıvranmasına meydandaki insanların hiçbiri tepki vermez; sadece bir köpek insanlığın ölmediğini, orada bulunan insanlara anımsatmak için tepki verir. Domenico, Andrey’in ete kemiğe bürünmüş halidir. Domenico inancı ve ilkeleri uğruna ailesiyle birlikte yaşamak için ailesini aynı evde kalmaya zorlarken Andrey ise kır evinin hayalini kuruyor Babasız geçen bir çocukluğun ruhumdaki sarsıntılarının yetişkinliğime yansımaları dikkatli izleyicinin gözünden kaçmaz. Bildiğin gibi filmi anneme ithaf ettim ve babamın şiirlerine yer verdim. Bu filmi çekmeye şöyle karar verdim: “Nostalghıa, daha çok izlenimlerin seller gibi üzerine yağdığı, tamamen yoldan çıkmış bir Rus insanının filmidir. Ne yazık ki, bu izlenimlerini ona yakın insanlarla bile paylaşmamakta, edindiği yeni deneyimleri de talihin garip bir işlevi olarak, varlığının son damlasına kadar bağlı olduğu geçmişiyle birleştirememektedir. Ben de buna benzer duygular yaşadım. Uzun bir süre yurduma elveda dedikten ve çekici bir dünya ve kültürle karşı karşıya kaldıktan sonra birden kendimi bunların yarattığı bilinçsiz bir gerilim içinde buldum; sanki karşılıksız bir aşka tutulmuş gibi” (s.74). Domenico ile Andrey’in yakınlığı birbirlerini tanımadan Domenico’un köpeğinin Andrey ile dostluk kurmasıyla başlar. Filmin bir diğer kahramanı olan güzel rehber Eugenia ise, Andrey ile iletişim kuramaz. Hayatındaki diğer erkeklerle de istediği gibi bir ilişki kuramamıştır. Erkeklerden yana yaşadığı talihsiz ilişkilerinin suçunu kendi tercihinde bulur. Eugenia Andrey ile ilişkilerini duygusal boyuta taşımak ister ama duyguları karşılıksız kalır. Bu duygu sarmalı içinde Andrey Eugenia’nın değil Domenico’nun bilgeliğine sığınır.”
“Sevgili dostum filmin giriş bölümünde Eugenia, hademeye şu soruyu soruyor: “Neden en çok dua edenler hep kadınlar?” Hademe de şöyle yanıtlıyor kendisine sorulan soruyu. “Ben basit bir adamım ama bana göre bir kadının çocukları olmalı ve onları yetiştirmelidir, sabırla ve fedakârlıkla.” Eugenia, adama “Bir kadının anlamı bu mu” diye soruyor. Ben bu konuşmadan yola çıkarak asıl anlatmak istediğin duygu nedir diye sorsam sorumu yanıtlar mısın?”
“Elbette yanıtlarım. Tabii ki bana göre de bir kadının tek anlamı çocukları olması ve hayatını çocuklarına adaması değildir. Annem beni yetiştirirken kendi hayatını gözden çıkardı. Hayatımın her evresinde yer almak için hiçbir özveriden kaçınmadı. Erkeklerin gözünde kadının anlamını sorgulamak ve kadına giydirilen kalıpları yine bir kadının ağzından yıkmak istediğim için o diyaloğu kullandım. Merhametli insanların hayatlarının normal insanın hayatından milyon kez daha zor olduğunu yaşadıklarımdan biliyorum. Nostaljiye duyulan eğilimin altında yatan başat etkenin yitirdiğimiz insani erdemlere duyduğumuz özlem olduğunu sen de biliyorsun. Yitirdiklerimizin arkasında yaktığımız birer ağıttan başka nedir ki nostalji?
Kurban filmi 1986, İsveç-İngiltere-Fransa ortak yapımıdır. Filmin süresi yüz kırk altı dakikadır. Filmin özgün adı Offet’tir. Bu filmin senaryosu bana aittir. Bu film de bana birçok ödül kazandırdı. Son filmimi “Tüm masumiyetine karşın, büyük insanmış gibi acı çektirilen küçük oğlum Andruşka’ya…” sözleriyle oğluma ithaf ettim. Bu film sinema anlayışımda her şeyi bulabileceğin felsefi bir deneyim. Gazeteci, aktör ve filozof Alexander’ın doğum günü tüm ailenin buluşmasına vesile olur. Günü küçük oğluna modern yaşam ile manevi değerler üzerinde konuşmalar yaparak geçiren Alexander, akşam saatlerinde ise nükleer savaşın başlayacağı haberiyle hatırı sayılır bir hesaplaşmanın içinde bulur kendini. Film savaş haberinin akabinde insanların yaşama ve ölüme dair düşüncelerini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemeyen insanlar arasında Alexander Tanrı’ya eğer savaş çıkmazsa ertesi sabah kendisini kurban edeceğini söyler. Onu hayata bağlayan oğlundan bile vazgeçmeye hazırdır, insanlığı savaşın vahşetinden korumak için. Alexander’ e göre “Ölüm yoktur, ölüm korkusu vardır. Ölümden korkmamayı başarırsak her şey ne kadar farklı olurdu.” Filmin sonunda da kendisini kurban ederek duygu ve düşüncelerini hayata geçiriyor. Bach müziği ve Leonardo’nun tablosu filme bir başka değer katıyor. Ben bu son filmimi çekerken akciğer kanseri olduğumu öğrendim. Belki bu yüzden ölüm teması filmi böylesine güçlü sarıp sarmaladı. Film bir nevi oğluma vasiyet niteliği taşır. Teknolojinin insanlara sağladığı tek konfor ekonomik olarak güçlü insanların hayat standardını yükseltmek oldu. Değişmeyen yegâne gerçek insanın, kendi elleriyle yarattığı teknolojinin, yani nükleer silahların kurbanı olmasıdır. Filmde ölüm korkusunu ve insanın önce değerlerine sonra da kendine yabancılaşmasını gözler önüne serdim. Tüm iyimser verilere rağmen sonuçlar karamsardır. Hiçbir canlının sağ kalmayacağı gerçeğinin karşısında Tanrı’nın insanlığı ölümden kurtarması için evini arabasını yakar kahramanımız. Taşıdığı meziyetlere ve hayatını adadığı ilkelere layık bir dilek ve son olduğunu düşünüyorum filmin ben. Alexander sadece evini, arabasını, dünyevi bağlarını kurban etmekle yetinmez ailesini de kurban eder. Lenardo da Vinci’nin Üç Kralın Tapınışı tablosu ne kadar derinse Alexander’ın oğluna duyduğu aşk da o kadar derindir. Tüm filmlerim gibi bu filmimi de insanları düşündürmek ve hissettirmek için çektim. Bir babanın oğluna bıraktığı en güzel miras onu sorgulamaya ve düşünce üretmeye sevk etmektir Filozof Alexander de Nostalghia’nın Domenico’su gibi kurtuluşu yakıp yok etmekte buluyor. Kahramanım, savaşın ve nükleerin insanlığı tehdit ettiği gerçeğini herkesten farklı yaşar; bu yüzdende de salt tek tek bireyler için değil, tüm insanlık için kurtuluş yolları arayan birisini anlatır. Kimselerin bulunmadığı bir anda evini yakarak maddelerden başka hiçbir şeye değer biçmeyen çağına isyanını yansıtır Alexander. Bu gerçekten yola çıkan filmde Doğu yaşamına yönelttiğim sorgulamaların akabinde Batı’yı da insanlığı tehdit eden suçlarındaki sorumluklarını ve insanlığa verdikleri zararları görmeye çağırıyorum. Alexander bu suça ortak olanları şöyle açıklıyor: “İnsan hep başkalarına karşı savundu kendini. Başka insanlara, doğaya karşı. Durmadan doğaya karşı güç kullanarak savaştı. Sonuç olarak ise güce, şiddete, korkuya ve bağımlılığa dayalı bir uygarlıktan başka bir şey olmadı ortaya çıkan” (s. 80). Film vizyona girdiği sıralarda Çernobil felaketinin izleri canlılığını koruyordu. Bu yüzden filmde nükleer savaşın insanlık için bir tehdit olduğunu özellikle vurguladım. Bu felaketten yola çıkarak insanların nasıl bir hayatta yaşamaları gerektiğine kendimce farklı pencereler açtım. Bir ev ortamı içinde olası bir savaşın ne tür bir gerginliği, bu gerginliğin insanlara getirdiği telafisi mümkün olmayan sonuçları irdeleme olanağını sundum izleyiciye. Aslında benim filmde ısrarla üzerinde durduğum konu dünyada yaşanan felaketin bedelini ödeyecek birinin olup olmamasıdır? Hasta halimle tamamladım filmi. İnsanlığın daha insanca bir dünyada yaşaması için birinin kendisini kurban etmesi gerektiğini vurgularken, aslında filmde olduğu gibi kendimi kurban ettim güzelliklerle dolu yarınları insanlığa armağan etmek için. Filmin sonunda yaşanan tüm olumsuz felaketlere karşı sabırla her gün bir ağacı sulayarak yeşertmeye çalışan küçük çocukla da şu gerçeğin altını çizdim: Güzellikleri yok eden de insandır yaşatan da. Herkes kendine düşeni yaparsa daha yaşanılır bir dünyayı çocuklara bırakabiliriz diye düşünüyorum. Kuru bir ağaç bile sabırla sulandığında nasıl yeşerebiliyorsa herkes kendi bahçesinde kuruyan ağaçları yeşertebilir sabır ve sevgiyle. Ben Kurban için yazdığım senaryo yapıtında filmle ilgili düşüncelerimi şöyle açıklıyorum: “Kendisini bir başkası için ya da bir dava uğruna kurban edebilme yeteneğini en alçak gönüllü boyutlarda da olsa içinde hissetmeyen insan, insan olmaktan vazgeçmiş demektir. Hayatını mekanik bir robotun varlığıyla değiş tokuş etme yoluna girmiş demektir”(s. 82. Ses tellerinden ameliyat olduğu için konuşamayan Alexander’ın oğlu, babası gittikten sonra filmin son sahnesinde gökyüzüne bakarken olup bitenleri özümsemiş bir bilge gibi şöyle konuşur: “Başlangıçta söz vardı. Neden baba?” Ben filmlerimi yaparken hangi amaca hizmet ettiğimi şöyle açıklıyorum: “Filmler, insanın kendini içinde bulduğu belirsiz bir konumdan iç çatışmayı tartışma ortamı; çatışan öğeler de bir çeşit manevi ideal ve bu dünyada var olma gerekliliğidir”(s.96).
“Sevgili Bedriye, şu ana değin benim filmlerim üzerinde konuştuk. Ben senin benim kişiliğim hakkında neler düşündüğünü merak ediyorum. Benim insan yanım hakkında ne düşündüğünü benimle paylaşır mısın?”
“Sevgili dostum, her şeyden önce çocukluğunda annen ve babanın ayrılmasının hayatında bir dönüm noktası oluşturduğunu düşünüyorum. Babandan ayrı olmak yetişkinliğinde senin kendini tam bir insan gibi hissetmemene neden olmuş. Hayatının en büyük özlemi bir ailede yaşamak. Bu duygularını filmlerinde de görmek mümkün. Dağılmış aileler önemli yer tutar filmlerinde. Ailenin barındığı mekân evdir. Bundan dolayı aile kavramını evle bütünleştirilmiş bir şekilde algılıyorsun. Yitik bir çocukluk yaşamak seni öylesine derinden etkilemiş ki, yetişkinliğinde yaptığın filmlerden dolayı kazandığın başarılar da duygusal olarak tatmin etmemiş. Her filminde ev vurgusu yapman boşuna değil. Yetim bir insanın yaşadığı ezikliği hayatın boyunca içinde taşımışsın. Bu, bir anlamıyla seni üretken kılarken diğer anlamıyla her şeye sahip olmana karşın mutsuz etmiş. Tükenen yanın bir yanıyla mutluluğun diğer yanıyla mutsuzluğun olmuş. Evlerde mutsuz yaşayan insanların varlığını üstü açık bir hapishane olarak algılıyorsun. Ayna filminde babanın şiirlerinden birini okurken şu ifadeyi kullanıyorsun: “Evde yaşa ki yıkılmasın.” Öncelikle terk edilmiş evlerde yaşayan çocukların dramını hayatın boyunca içinde taşıyorsun. Nostalghia’da Domenico’nun bencilliğinden ve korkularından dolayı ailesini yedi yıl evde hapsetmesi boşuna değil. Sen babanın, seni ve anneni terk etmek yerine bir evde yedi yıl hapsetmesini tercih ediyorsun. Hayatın boyunca yaşadıklarından yola çıkarak kendi yaşayacaklarına doğru yaptığın yolculuk seni sürekli sorgulayan ve düşünen biri yapıyor. Filmlerinde otobiyografik öğeler kullandığın için kadınları başrolde oynatmıyorsun. Bunun nedeni de içinde sürekli erkeklerle cebelleşiyor olman. Kadınlara anne ve eş rolü vermenin altında yatan başat etken ise annenin seni büyüten bir varlık olması. Onun sürekli bir eş kimliği olmaması da senin üzerinde etkili olmuş. Mühürlenmiş Zaman yapıtında belirttiğin gibi kadın oyuncular sana anneni çağrıştırıyor. Ayna filminin başrol kadın oyuncusuna duyduğun sonsuz saygıyı tüm kadınlara da duyuyorsun. Çocuk karakterlerin filmlerindeki ağırlığıise çocukken yaşadığın sıkıntıları anlatma isteğinden kaynaklanıyor. Terk edilmiş, sevilmemiş çocukların acılarına gönderme yaptığın birer ağıt gibidir çocuk karakterlerinin her biri. Çocuk olmadan yetişkin olmuş ve boyundan büyük sorumlulukları tek başına taşımak zorunda kalmış çocukların dramlarında yetişkinlerin sorumlu olduğu gerçeğini de tüm çıplaklığıyla ortaya seriyorsun. Dünyaya getirdikleri çocuklarına bakamayan anne ve babalar sana göre insanlık suçu işlemişlerdir, çocuklarına yaşattıkları acılardan dolayı. Çocuk olarak terk edilmişlik duygusuyla boğuşmak yetmiyormuş gibi yetişkinliğinde doğup büyüğün topraklarda da kendini ifade edemediğin için yabancı ülkelere giderek gönüllü sürgünlüğü de başlatmış oluyorsun. Sürekli yaralar büyüten bir insansın. Sürgünlüğünde de yaşadığın yere kendini ait hissedemeyince bu kez de Doğu’nun mistisizminde kendine bir yurt arıyorsun. Yurtsuzluk duygusu iki kez evlenmiş, iki çocuk babası olmana rağmen yakanı bırakmıyor. Rus kültürünün derinliklerinde benliğini bulduğunu da sürgünlüğünde anlıyorsun. Rusya’nın yeteri kadar anlaşılmaması içini acıtıyor. Filmlerin ülkende sansüre uğrasa da kendin gibi ülkeni de yitik bir ülke gibi algılıyorsun.. Bu yüzden ülkende dinsel ve metafizik yaklaşımlarından dolayı halkın sanatçısı olarak algılanmıyorsun o dönemde. Senin savaşın çağdaş yaşamın, insanı teknolojinin ve sanayinin tutsağı yaparak onu insan kılan değerlerinden uzaklaştırmış olmasıyladır. Metalaşmış insanların yurdunda insani duyarlıkları ve derinlikleri arayıp bulamamanın sendeki yansımalarıdır filmlerine konu olan. İnsanların dini ibadetlerini kilisede yerine getirme mecburiyetini dayatan anlayışa da karşı çıkıyorsun. İnancın insanın özgür idaresine bırakılması gerektiğini düşünüyorsun. Böylelikle dua etmek için bir insanın ille de kiliseye gitmesi gerekmiyor. Bireyin dinin gereklerini yerine getirmekte de özgür olmasını istiyorsun. İnsan iradesinin salt ülkende değil hemen her ülkede tekel altında tutulmasının ve insanın içinde yaşadığı dünyada kendine özgü dünyasını kuramamasının yası aldığın her nefeste büyümüş içinde. Üreten insanların sanatlarında da özgür olmadığını gördüğün için sisteme karşı içinde büyüyen haykırışlar seni bir yanıyla asi diğer yanıyla da karamsar biri yapıyor. İnsanın giderek robotlaştığının farkına varmadan ölmesi teması filmlerinde insanlığa birer davetiyedir. Doğu felsefesinde ruhani olarak kendini ifade etme olanağı bulduğun için özellikle Japon Haiku’larının iç mantığından nasıl etkilendiğini Mühürlenmiş Zaman’da şöyle dile getiriyorsun: “ Bu dizeleri bu kadar güzel kılan, sonsuzluğa karışmadan önce yakalanabilen anın tekrarlanamazlığıdır” (s. 98). Sana göre şair ve sanatçı Tanrı’ya benzer yaratıldıklarını daha iyi algıladığı için insanı var olduğu gibi kabullenir ve sevgisini,özellikle de merhametini insandan esirgemez. Varoluşunun kaynağını dinde ararken insanın kendi benliğini tamı tamına yansıtan bir din anlayışını önceliyorsun. Kendini dünyanın merkezinde sanan sanatçıların karşısına, Doğu kültürüne ve Doğu’ya mal ettiğin şiirsel bir dünyanın derinliği içinde bir varlık olarak çıkıyorsun. Diğer sanatçılardan farklı olarak, doğuştan gelen apayrı bir yeteneğinin olduğunu algılamak seni yaşadıklarının karşısında güçlü biri yapıyor. İnsanlara daha doğrusu insanlığa hizmet etmek için dünyaya geldiğine inanmanda bu bakış açısının hatırı sayılır bir rolü var. Senin, insanı yaşamın ortasına koydukları yeri benimsediğin Dostoyevski, Puşkin ve diğer Rus yazarlarından etkilenmiş olmana şaşırmıyorum. Bir sanatçının onurundan ve düşüncelerinden ödün vermemesi gerektiğini hayatın boyunca kendine düstur ediniyorsun Bu yüzen etkilendiğin sanatçılar hakkındaki görüşlerini şöyle açılıyorsun: “Manevi temele sahip olmayan bir şeyin sanatla hiçbir ilgisi yoktur. Tolstoy, Bach, Leonardo da Vinci gibi sanatçılardan etkilendim ve hepsi deliydi. Onlar beni hem korkutuyor hem de ilham veriyorlar. Haklarında binlerce sayfa tutacak kadar kitap yazıldı. Fakat eserlerinin özüne ve gerçeğine inilemedi. İnilemez de. Çünkü mucizenin açıklaması olmaz.” Evet, senin de bu bakış açısı içerisinde yarattığın mucize filmlerinin gerçeğine kimsenin inemeyeceğini düşünüyorsun. Hayatında sanata önem verdiğin gibi sanatçı ilişkisine de önem verdin. Sinema hayatına başlamadan önce müzik, edebiyat, tiyatro, resim ve Doğu dillerini öğrenmen, içinde kendini taşıyacağın sana benzer sayısız insan taşımanı sağladı. Okuyucunun daldığı yapıtın özüne kendi özü gibi yakın olmadıktan sonra yapıtı almanın ve okumanın hiçbir ederi yoktur. Robert Bresson’dan etkilenmenin nedeni ise yönetmenin filmlerini tıpkı bir şiir yazar gibi yönetmesidir. Has şiirin bir dizesine dokunduğunuzda nasıl şiir çöküyorsa onun filmleri de herhangi bir sahneyi çıkardığınızda film ortadan kaybolacak değin kusursuz çekilmiştir. Senin nefesini kesmesi boşuna değil ünlü yönetmenin. Etkilendiğin, onun da senden etkilendiği Ingmar Bergman’ın dünyası da senin hissedemediğin, dile getiremediğin bir dünyanın karşılığını sana anımsattığı için önemlidir. Marx ve Engels’ten de etkilenmeni doğal karşılıyorum. Her ikisi de vahşi kapitalizmin insan hayatından götürdüklerini seninle aynı bakış açısı içerisinde algılıyorlar ve senin gibi düzenin karşısında dimdik ayakta duruyorlar ödün vermeden. İkinci eşin Larisa (Kızılova) Tarkovskaya senin birçok filminde kamera arkasında görev alarak bir eş, bir dost ve aynı dünyanın insanı olmanın özverisiyle çalışmıştır. Ayna filminin başrol kadın oyuncusu olması tesadüf değildir. Bu yüzden eşin de senin yattığın mezarlıkta uyuyor. Bir eş olarak özellikle de ikinci evliliğinde mükemmel bir uyumu sağladığını düşünüyorum. Eşinle bedenlerinizden önce düşünceleriniz birleşmiş. Bu yüzden yeni bir eş aramanın boşluğunu yaşamamışsın. İstediğin ve hayalini kurduğun gibi bir baba olmadığını düşünüyorum yoğun çalışmalarından dolayı. Çocuklarının da seni anlaması için yıllara ihtiyaçları olduğunu düşünüyorum. Her ne olursa olsun kendilerini çok seven bir babaları olduğu düşüncesini onlara miras bırakarak yaşam serüvenini tamamladın. Seni sen yapan tüm yaşanmışlıklarına bir başka mercek altında bakarak senin gerçeğine ulaşmaya çalışıyorlar. Ve anlayıp kendilerinden biri olarak algıladıkları için de seni çok seviyorlar; tıpkı benim gibi.”
“Sevgili Bedriye beni anlamak için verdiğin emeğin benim yanımda değerinin büyük olduğunu bilmeni istiyorum. Dostlarımdan birisi de sensin. Yaşadığın sürece dostluğunu benden esirgeme. Nasılsa sen öldüğünde belki aynı mezarlıkta olmayacak mezarımız ama sana öteki dünyaya hoş geldin demek için seni karşılayanların en başında yerimi alacağını bilmeni istiyorum. Seni seviyorum.”
“Ben de seni çok seviyorum sevgili dostum. Öteki dünyada buluşmak üzere şimdilik hoşça kal. Ben de seni seviyorum.”
Kaynak: Işıl Çobanlı Erdönmez. Sinemada Mistik Bir Şair: Andrey Tarkovski. Doğu Kitapevi. İstanbul. S. 160.
Bedriye Korkankorkmaz