Holywood Sineması çoğu zaman sinemayı ticari bir sektör ve filmi de ideoloji pompalayıcı bir meta olarak karşımıza çıkarır. Ancak “Her iyinin içinde bir kötü; her kötünün içinde de bir iyi vardır” düsturu gereğince, Holywood Sinemasını da toptan çöpe atamayız. Nitekim 1988 yapımı They Live (Yaşıyorlar) filmi de Holywood’un bize göre lehine olan kefeye koyacağımız filmlerden başlıcası.
İlk bakışta yönetmen John Carpenter da, Holywood Sinemasında görmeye alışkın olduğumuz tarzda bilim-kurgu filmleri yapan, dünya dışından gelip dünyayı ele geçirmeye çalışan yaratıklar temasını işleyen sıradan yönetmenlerden birisi olarak karşımıza çıkar. Ancak Ray Nelson’ın “Sabah Saat 8’de” isimli öyküsünden uyarlanan They Live filmi ile aynı tema içerisine iyi bir sistem ve ideoloji eleştirisini yedirmeyi başararak bu çizginin epey ilerisine geçer Carpenter.
Film John Nada (Roddy Piper) isimli işsiz karakterin, aylak bir biçimde dolaşarak iş arama serüveni ile başlar. Zaten “nada” kelimesi İspanyolcada “hiçbir şey” anlamına gelir. John Nada’nın da sırtındaki çantadan başka kendine ait hiçbir şeyi yoktur. Bu bağlamda Nada uzunca bir süre, sistemin dışında onu izleyen bir gözlemci olarak iş görür. Yönetmen de filmin örgüsünü bu gözlemler üzerinden inşa eder. O yüzden Nada’nın gözlemlerini tahlil ederek ilerleyebiliriz.
Nada iş bulma deneyiminden başarısız bir şekilde ayrılarak, aylak bir biçimde dolaşırken, bir parkta, sonradan rahip olduğunu öğrendiğimiz birisi tarafından dillendiren şu sözlere tanık olur:
“Seni aldatmak için dillerini kullanıyorlar. Zehir dudakları üzerinde. Ağızları, acı ve lanetlerle dolu. Gözlerinde Tanrı korkusundan eser yok. Liderlerimizin kalplerini ve beyinlerini aldılar. Zengini ve güçlüyü yanlarına aldılar. Gerçeği görmememiz için bizi kör ettiler. İnsan ruhu baştan çıkarıldı. Neden aç gözlülüğe tapınıyoruz? Çünkü görüş sınırlarımızın dışında bizi onlar besliyor. En yüksektekilere kadar, doğumdan ölüme kadar onlar, bizim sahibimiz. Bize sahipler. Bizi kontrol ediyorlar. Onlar bizim efendilerimiz. Uyanın! Onların hepsi etrafınızda.”
Rahibin burada şiirsel bir dille dillendirdiği şey hemen hemen Marksist yorumuyla “ideoloji” kavramına tekabül eder. Marx “ideoloji”yi ondan önce alışageldiği “düşünce bilimi” yerine bir negatif tanım olarak ele alır. Marx’ın birden fazla ideoloji yorumu olmakla birlikte burada esas olarak “negatif yorum”u ele alacağız. Bu yoruma göre ideoloji, bizim dışarıdaki gerçekliği olduğundan başka bir biçimde kavramamıza, gerçekliği deyim yerindeyse baş aşağı görmemize sebep olan zihinsel, algısal belirlenimler bütünüdür. Bu belirlenim biçimi, yöneten sınıfın oluşturduğu tarihsel yaşam biçiminin bir yansımasıdır. Nitekim Marx, “Eğer her ideolojide insanlar ve onların ilişkileri bize camera obscura‘da imişçesine baş aşağı görünüyorsa, bu olayda, tıpkı nesnelerin, gözün ağ tabakası üzerindeki tersliğinin onun doğrudan fiziksel yaşam sürecinden ileri gelmesi gibi, onların tarihsel yaşam süreçlerinden ileri gelir.”[i] demektedir.
Rahibin söylevinde de “gerçeği görmemiz için bizi kör eden, insan ruhunu baştan çıkaran, görüş sınırlarımızın dışında ve bize sahip olarak bizi kontrol eden” bir kitleden bahsedilmektedir. Bu kitle elbette ki bu bahsedilenleri kendi ideolojilerini bize yedirerek, gerçekliği onların istediği biçimde görmemizi sağlayarak gerçekleştirmektedir.Bunun yöntemlerinden bir tanesinin de medya olduğunu Nada’nın ikinci gözleminden kavramaktayız. Nada gezintisine devam ederken birçok televizyon ekranından oluşmuş bir vitrin önünde, televizyonlara odaklanmış bir insan görür. Bu insan sanki canlılığı elinden alınmış, televizyon tarafından ele geçirilmiş bir robot gibi durmaktadır. Zaten açıklama da hemen peşine, başka bir televizyon ekranından gelir. Televizyon ekranındaki kadın büyük bir iştahla, kendinden geçerek şöyle der:
“Bazen televizyon izlediğimde kendimi kaybediyorum. Kendimi büyük bir yıldız gibi hissediyorum. Ya da kendi şovumu yapıyor gibi hissediyorum. Ya da kendimi haberlerde limuzinden inerken hayal ediyorum. Yapmam gereken tek şey ünlü olmak. İnsanlar beni izliyorlar ve beni seviyorlar. Asla yaşlanmıyorum ve asla ölmüyorum.”
Yani ideoloji, bize katlanamadığımız gerçeklikten bir kaçış yolu olarak görünür. Basit, sıradan bir canlı olmak, sefalet içerisinde sürünmek ve günün birinde ölüp gidecek olmak bizi rahatsız etmektedir. Ancak televizyon bize tüm bunları unutturarak, sahte ve tatlı bir gerçeklik-dışı alan yaratır. Bizim bunu içselleştirme sürecimizle birlikte artık pompalanan sahte-tatlı görüş bizim has gerçekliğimiz halini alır. Ancak ideoloji ile birlikte sadece gerçeklik algımız tepetaklak olmakla kalmaz. Gerçeklikten sıyrılıp hayal âlemine dalmaya başladığımızda da tam anlamıyla ideolojinin kucağına düşeriz. Çünkü bizim kendimize ait olarak düşünüp, kurguladığımızı zannettiğimiz tatlı hülyalar aslında ideolojinin pompaladığı düşüncelerden başka bir şey değildir. Yani ekrandaki kadının hayalleri tam olarak pompalanan ideoloji ile örtüşmektedir.
İlerleyen sahnelerde Nada’nın iş arayışları sonuç verir ve bir inşaatta kendisine iş bulur. Burada siyahi bir işçi olan Frank ile tanışan Nada onun aracılığıyla kalacak yer ve yemek sunan bir varoş yıkıntısına ulaşır. Burada bulunan çoğu insanın tek eğlencesi, televizyon dediğimiz büyük ideoloji pompalayıcısının karşısına kilitlenmektir. Nada yine o akşam ilginç bir olaya şahit olur. Televizyonda aniden araya giren görüntülerde bir adam, “Bilinçaltımızda yapay olarak, kandırılarak yaşıyoruz” gibi sözler söylemektedir. Yine televizyondaki şahsın söylemlerinden televizyon sinyallerine sızmayı birkaç bilim insanının başardığını öğrenmekteyiz.
Burada dikkat çekici bir nokta var: Sinyalin kesilmesiyle araya girip hakikati anlatan bilim insanının söylemlerinden kimse etkilenmemekte aksine yayının kesilmesinden nefret etmektedirler. İzleyen hemen hemen herkeste söylemler karşısında oluşan etki ciddi bir baş ağrısıdır. İdeolojinin alanından gerçekliğe geçiş, oldukça sancılı bir süreçtir ve rahatsız edicidir. İdeoloji bizatihi ideoloji aracılığıyla dönüştürülen insanlar tarafından arzulanmakta, kurulan sahte-gerçeklik algısının dışına çıkış insanları rahatsız etmektedir. Ki bu da Gramsci’nin “hegemonya” kavramına tekabül eder. Ezilenler, onları ezenlere hizmet etmektedir.
İyi bir gözlemci olan Nada’nın dikkatini cezbeden bir başka şey ise sinyalleri kırarak araya giren konuşmacının söylemlerinin, filmin başında parkta karşılaşılan rahip tarafından birebir tekrarlanmasıdır. Rahip ilerideki kilisenin hemen yanında, televizyonda geçen konuşmaları harfiyen tekrarlamaktadır. Bir süre sonra gelerek rahibin koluna girip onu kiliseye taşıyan varoş kampının yöneticisi de en az bir o kadar ilgi çekici olarak durur.
Nada ertesi gün, kamp yöneticisinin söylemlerinden de iyice şüphelenerek kiliseye gizlice girer. İlginç olan, televizyon sinyallerini keserek araya girip bir şeyler anlatan bilim insanlarının kilisenin arka kısmında bu işi örgütledikleri değildir elbette. Onca veriden sonra bu tahmin ettiğimiz bir şey. Asıl ilginç olan kilisenin bir başka kısmında “Onlar Yaşıyor, Siz Uyuyorsunuz” duvar yazısının önünde bulunan birçokkimyasal madde ve onlardan yapıldığı belli olan onlarca güneş gözlüğüdür. Maalesef ki keşif sadece John Nada’ya ait değildir. Polisler de o gece bölgeyi keşfeder. Helikopterler ve zırhlı araçlarla bölgeye akın eden polisler, kiliseyi dağıtır ve kenarındaki varoşu da içindeki onlarca insanla beraber sürüp geçerler.
Kiliseyi ziyaret ettiğinde gördüğü saklanmış düzinelerce kutu John Nada’nın aklından çıkmamıştır. Bir sonraki gün, ortalık durulduğunda dağıtılmış haldeki kiliseye gelerek bu kutulardan birisini çalar ve kimsenin görmeyeceği bir sokak arasına doğru yol alır. Kutuyu açtığında büyük bir hayal kırıklığına uğrar. Muhtemelen para dolu olmasını umduğu kutu içerisinde önceki gün kilisede gördüğü güneş gözlüklerinden başka hiçbir şey yoktur. Jonh Nada büyük bir hayal kırıklığı ve basit bir mülkiyet anlayışı içerisinde kutuları bir yere saklar ve içerisinden bir tane güneş gözlüğü alarak caddelerde akıp giden insanlar arasına karışır.
Muhtemelen daha havalı olacağını düşündüğü için gözlükleri gözüne takan Nada, ciddi bir altüst oluş yaşar. Bugüne kadar alıştığı gerçeklik yani dış dünya tepetaklak olmuştur. Çünkü artık, onun görmesi istenilen dünya yerine gerçek dünyayı görmektedir. Bütün o şatafatlı, rengârenk dış dünya birden gri bir hal alır ve onca yazılıp çizilenin yerine ise sadece altlarında yatan ideoloji görünür olmuştur. Gözlüğü çıkardığında normale dönen dünya, taktığı anda bambaşka bir hal almaktadır. Etrafta sadece büyük harflerle ve kalın bir biçimde yazılmış “İTAAT ET”, “BAĞIMSIZ DÜŞÜNCE YOK”, “ÜRE VE ÇOĞAL”, “SATIN AL” gibi ibareler gören John Nada’nın çaldığı gözlüklerin iyi birer ideoloji-eleştiri gözlüğü olduğunu anlarız.
İdeoloji tam olarak budur. Reklamlarda onlarca eğlenceli müzik, renkli görsel ve türlü zekâ ürünü espriler vs. tek bir şey söyler aslında: “SATIN AL”. Onlarca uyarı “İTAAT ET” derken, tümden bir cinsellik sektörü “ÜRE VE ÇOĞAL” demektedir. Çünkü biz çekirdek aile sistemi içerisinde üreyip çoğaldıkça hem sistemin iş gücü ihtiyacının devamlılığını sağlar, hem de ona daha bağımlı hale geliriz. Emek harcayarak sistemden devşirdiğimiz paraları da satın alarak tekrar ona iade ederiz. Bunu üreyip çoğaldıklarımıza da anlatıp sistemin tıkır tıkır işlemesine ön ayak oluruz. Tabi tüm bunları yapmak için ilk başta itaat etmemiz gereklidir. Ray Nelson’un öyküsünde geçen, “Sekiz saat çalış, sekiz saat eğlen, sekiz saat uyu” söylemini de buraya ekleyebiliriz.
Eylemlerimizi tamamen özgür bir bilinçle gerçekleştirdiğimiz anlayışı çağımızın en büyük yanılgılarından biridir. Biz, bize pompalanan ideolojinin ürünüyüz büyük oranda. İdeoloji tarafından bize dayatılan sahte gerçekliği içselleştirerek onu kendi bilincimiz gibi sahipleniriz. Bir ürünü satın alırken ya da sistem içre bir partiye oy verirken onların bize söylediklerini gerçekleştiririz. Onların tek görevi ise, bize bunu hissettirmeyecek bahaneler sunmalarıdır. Sadece yakın zamanda çıkan iPhone 7 reklamlarına bakarsak mesele çok daha iyi anlaşılır diye düşünüyorum. Kayda değer ekstra hiçbir işlevi olmayan bu telefon hakkında, kayda değer hiçbir şeyinin olmadığını anlatan bir reklam bize “SATIN AL”dan başka nasıl bir mesaj verebilir? Nitekim Apple’ın CEO’su Steve Jobs’un “İnsanlar, biz onlara gösterene kadar neye ihtiyacı olduklarını bilmez” felsefesi de tam tamına bahsettiğimiz noktaya tekabül eder.
Nada’nın şaşkınlığı bir burjuvanın yüzünün ürkütücü bir yaratığa dönmesiyle bir kat daha artar. Gözlükler ikiyüzlü ahlak anlayışı ve çürümüş vicdanı içerisinde debelenen burjuvaziyi de ona uygun bir biçimde gösterir. Gördüğü kalabalık açık bir biçimde, insanlar ve burjuvalar (yaratıklar) olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Nada, sonunda dayanamayarak, süpermarkette ona çarpıp özür dileyen bir burjuvaya, “1957’de kafan bir peynirin içine düşmüş gibi gözüküyorsun. Bu gerçekten çok çirkin. Bu gözlükleri çıkardığımda normal bir insan gibi görünüyor. Tekrar taktığımda ise iğrenç bir yüz…” diyerek gördüğü gerçekliği ifşa eder. Burjuva kadının kolundaki saate “Burada gören birisi var” diyerek seslenmesiyle Nada’nın gözlük ile gördüklerinin bir yanılsama değil, gerçekliğin ta kendisi olduğunu anlarız. Bu andan sonra marketteki bütün burjuvalar (yaratıklar) saatlerine aynı biçimde seslenerek John Nada’yı tarif etmeye başlarlar.
Yaratıkların (burjuva) birbirleriyle iletişim kurmalarını sağlayan bu saatlerinin birçok başka özelliği de vardır. Örneğin Nada’nın silahını doğrultup tam ateş edeceği sırada bir yaratık, saatiyle oynar ve ortamdan kaybolur. Bu kısımdan sonra filmin bilim-kurgu yanı ağır basmaya başlar. Açıkçası Holywood’a özgü çokça bilim-kurgu öğesi ve çatışma sahneleriyle doludur. Ancak buralarda da ideoloji eleştirisi daha alttan da olsa işlemeye devam eder.
Bir dizi çatışma ve kaçıştan sonra Nada, dostu Frank’i bulur ve ona da bu hakiki gerçekliği göstermek ister. Filmin en ilginç sahnelerinden birisi bu sahnedir. Çünkü Frank gözlüğü takmayı reddeder ve iki arkadaş yaklaşık 6-7 dakika dövüşürler. Çoğu izleyiciyi sıkan bu uzun dövüş sahnesinin, iki usta dövüşçünün kavgasını izlemekten büyük bir zevk alan Carpenter tarafından, başlangıçta planladığından çok daha uzun bir biçimde işlendiği rivayet edilir. Ancak bu verilen mesajda bir değişiklik yaratmaz.
İdeoloji bizde bir yapaylık hissi uyandırsaydı, ideoloji olmayı başaramazdı. Bu nedenle ideoloji bizim gerçeklikle kurduğumuz doğru bir ilişki biçimi olarak kendisini gösterir. Dolayısıyla ideolojinin dışına çıkmak istemeyiz, bu can yakıcı bir durumdur. Frank’de bu yüzden uzunca bir süre gözlükleri takmamaya direnir. Nada’nın çırpınışı ise Frank’i özgür kılmaktır. Zizek bu durumu, özgürlüğün paradoksu olarak yorumlar. Çünkü biz ideoloji içerisindeyken, kendimizi özgür hissederiz. Ancak özgür olmadığımızı, ideolojinin dışına çıktığımızda anlarız ve bu çıkarma işlemi de açık bir biçimde zorlama gerektirir. Yani biz ideoloji içerisindeyken özgür olmaya zorlanmadığımız sürece, aslında özgür olamayız. Özgür olabilmek için, sahte özgürlüğümüzün elimizden alınması gerekir. Bu zorlama elbette Nada’nın ki gibi yumruklarla ya da silahla olmak zorunda değildir. Dövüş sahnesi bir metafor olarak işler. Basit bir örnekle, günde 16 saat çalışmaya direnip, etrafımızdakiler tarafından işsiz olarak aşağılanmaya başladığımız acı Nada’nın yumruklarından bir tanesine tekabül eder.
Uzun bir kavganın sonunda Nada’nın yumruklarıyla özgürleşen Frank de artık çıplak gerçekliği görmektedir. Birlikte diğer “görebilenler” grubuna katılırlar. Elbette ki rahip, kamp yöneticisi ve bilim insanları da bu grupta yer alır. Şaşırtıcı olan, Nada’nın daha önceden yaratıklardan kaçarken sığındığı ve gözlükleri takmayı reddederek onu polise şikâyet eden güzel televizyon sunucusu Holly’nin de burada olmasıdır. Holly gerçekliği sonradan keşfettiğini söyler. Bu “görebilenler” grubu da sistem tarafından “komünistler” olarak adlandırılır.
İlerleyen sahnelerde Nada çatışma içerisine sürüklenir ve son anda öldürdüğü yaratıklardan aldığı saatin oluşturduğu bir tünele girerek kaybolur. Çıktığı yer, yaratıkların gizli mekânıdır. Burada burjuvaların toplandığı bir salondaki konuşmacı kürsüden şöyle seslenmektedir: “2025 yılına kadar sadece Amerika değil, tüm gezegen bu güç birliği ile koruma altına alınacak. Çıkarlar bizim ve sizin için önemli. Güçlü, seçkin insanlar.” Ayrıca onlara gruba dâhil olmanın nimetlerini anlatan burjuvalar arasındaki bir insan da “Eğer onlara yardım edersek para kazanmamız için bizi rahat bırakacaklar. Siz de iyi bir yaşamdan faydalanabilirsiniz. Bunu herkes ister. Hepimiz her gün çıkarımız için, kazanmak için bunu yapıyoruz.” demektedir. Yani artık tek bir değer kalmıştır yeryüzünde: Çıkar.
Yazının başından beri ertelediğimiz bir konuyu ele almanın vakti geldi. Tüm bu olanların içerisinde kilise ve rahip ne diye var ki? Bu Marksist yoruma ters bir durum değil mi? Carpenter ne diye bu ideoloji karşıtı insanlar içerisine rahip ve kiliseyi sokma gereği duydu? Ben Carpenter’in bu konuda çok da derinlikli düşündüğünü sanmıyorum. O sadece iyi bir gözlemci olarak karşılaştığı bir olguyu resmetmiştir. Evet, samimi bir din adamı ya da İncil’in çoğu öğretisi onları burjuva dediğimiz yaratıklarla aynı kefeye koymaktan bizi alıkoyar. Her şeyi çıkar üzerinden temellendirmezler ancak biz Carpenter’dan bağımsız bunun biraz temellerine inelim.
Nietzsche’nin meşhur “Tanrı Öldü!” deyimi, zannımca onun diğer çoğu sözü gibi oldukça yanlış anlaşılmıştır. Nietzsche’nin Şen Bilim adlı eserinde, “Deli” isimli bir parçada şu sözler geçer: “Tanrı öldü. Tanrı ölü duruyor. Hem onu biz öldurduk. Şimdi biz, katiller katili, nasıl avutalım kendimizi? Acunun şimdiye dek edindikleri arasında en kutlu, en güçlü olanı can verdi bıçaklarımız altında. Kim silecek bu kanı üstümüzden? Su var mı arıtacak bizi? Nice yazık-silme yortuları, nice kutsal oyunlar bulmamız gerek bunun için?”[ii] Nietzsche elbette ki burada alışıldık bir ateist söylemde bulunmamakta. Tarihsel olarak baktığımızda Modernizm ve Aydınlanmacılık’tan sonra tüm değerler yeryüzünden yavaş yavaş silinerek yerini tek bir değere bırakmıştır: Çıkar. Tanrıyı aşkınsallaştırıp, yeryüzünden uzaklaştırarak bunu gerçekleştiren dindar camia gibi çıkarı tek normatif ilke olarak ele alan bilimsel düşüncenin de elleri Tanrı’nın kanına bulanmıştır. Bizler Tanrı ile birlikte tüm kendiliğinden değerleri silip yerine çıkarı yerleştirdik, bu nedenle Nietzsche’nin bu sözleri ölmüş bir Tanrıya yakılmış ağıttır.
Rahibin ve kilisenin uğraşı da bu bağlamda oldukça yerindedir. Çünkü Tanrı ya da din ancak Çıkar denilen o diğer ilah yeryüzünden silinince bir anlam kazanacaktır. Marx’ın Komünist Manifesto’da belirttiği gibi: “Burjuvazi, şimdiye kadar saygı duyulan ve dindarca bir korkuyla bakılan tüm mesleklerin halelerini söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi ve bilim adamını ücretli emekçisi haline getirdi. Burjuvazi, aile ilişkisinin dokunaklı-duygusal peçesini yırtıp attı ve onu salt bir para ilişkisine indirgedi.”[iii] Nada’nın ideoloji-eleştiri gözlüğünü takarak dolara baktığında gördüğü “BU SENİN TANRIN” yazısı da buna işaret eder. Bizde de büyük mutasavvıf İbn-i Arabi’nin “Sizin Tanrınız benim ayaklarımın altında!” sözünden yıllar sonra, bu sözü söylediği yerin kazılıp külçelerce altın bulunduğu rivayet edilir. Rivayetin doğru olup olmadığı ne kadar şüpheli olsa da, bunca yıldır var olması altta yatan mesajın doğruluğuna işaret ediyor olsa gerek.
Burjuvazinin gizli kalesinde ilerleyen Nada bu yaratıkların en yakın galaksi olan Andromeda galaksisinden geldiğini öğrenir. Bilimi kullanarak başka gezegenlerde yaşam oluşturup, harabeye çevirdiği dünyayı terk edip başka bir gezegene yerleşen burjuva imgesi bizde bir hayret uyandırmadığı için, filmin bu kısmı da çok ütopik görünmemektedir. Bölümleri geçerek, tüm sinyallerin merkezi olan çatıya ulaşan Nada, burada sevdiği televizyon sunucusu Holly tarafından ihanete uğrar. Etrafı sarılan Nada, Holly öldürmekten ve kendi ölümü pahasına sinyal dağıtıcısını patlatmaktan çekinmez. Bununla birlikte gerçeklik her yerde açığa çıkar. Tüm burjuvalar olanca iğrençliğiyle ve tüm ideolojiler olanca sadeliğiyle ifşa olur.
Evet, ne bizi yönetmek için başka gezegenlerden yaratıklar geldi ne de biz diğer insanlar burjuvalar tarafından kirletilen masum canlılarız. Hepimiz bu batağı her gün kendi ellerimizle yeniden yaratıyor ve devam ettiriyoruz. Carpenter’ın esinlendiği Ray Nelson’un öyküsünde belirtildiği gibi hepimiz uykudayız ve filmin de net bir mesajı var: “UYANIN!”
Ömer Mızrak
Yazarın diğer yazıları.
Notlar
[i] Marks K. ve Engels F. (2013) Alman İdeolojisi (O. Geridönmez, T. Ok Çev.) İstanbul: Evrensel s. 34-35
[ii] Akt. Oflazoğlu T. (2001) Böyle Buyurdu Zerdüşt (T. Oflazoğlu, Çev.) İstanbul: MEB s. 11
[iii] Marks K. ve Engels F. (2007) Komünist Parti Manifestosu (O. Geridönmez, T. Ok Çev.) İstanbul: Yazılama s. 14