Ömrün merdiveninde oturuyorum. Rüzgârın esintileri yanaklarımı okşuyor, yaşlılık korkumsa karşımda duruyor. Hayatın dram bölümüne kayıt olduğum günü anımsıyorum. İddialı idealleri olan altı yaşında bir çocuktum. İdealist olmayı ideolojim olarak benimsiyordum. Çocukluğun büyülü dünyasına sırtımı dönüyor, büyüklerin riyakârlıklarını yüzlerine haykırmayı yaşama nedenim olarak algılıyordum. O yaşta gözümü oyuncaklara değil de evine ekmek götürmeyenlerin umarsızlıklarına dikiyor, hayatın hüzünlü yüzünü okşuyordum. İnsanlar kendi derdine bense insanlığın derdine âşıktım. Düşünce kırışıklıklarıyla doluydu yüzüm. Altı yaşında vedalaştığım çocukluğuma şimdi kavuşabilir miyim? Aynı ringde karşılaşan ağır sıklet boks şampiyonuyuz onunla. Sevgimizin birbirimiz için önemini yitirmesi ağrıma gidiyor. Beni merhametle değil, beklentiyle karşılayan çocukluğum vicdan azabı çekmemi istiyor. Onun ruhunu kazanmak için gururumu incitmem gerekiyor. Çocukluğum, affetmekle küçümsemeyi birbirine karıştırıyor. Beni af etmiyorsa küçümsememeli, anlamıyorsa yadırgamamalı diye düşünüyorum. Beni olgunlaştıran yaşamışlıklarımın onu çocuklaştırmasına seviniyorum. Karşılıklı olarak birbirimizin içine yeniden doğmalıyız gerçek doğuşu gerçekleştirmek için. Aynı bedende birbirimizi ne kadar çok sevdiğimizi birbirimize söyleyemiyor ve birbirimizi sevmekten korkuyoruz. Birbirimizle karşılaşmamak için yollarımızı ayırıyor sözcükleri de babadan kalma miras gibi aramızda bölüşüyoruz. Ağarmış saçlarını okşamayı istediğimi, onu değerleriyle sevdiğimi, nasıl yaşamam gerektiğini öğrenmek için onu terk ettiğimi, kim olduğumu hâlâ bilmediğimi, kendimi yaşadıklarımla sınarken aynaya baktığımı, duygularımı ifade edecek doğru kelimeleri bulamadığımı, kalan günlerimi onunla geçirmek istediğimi bilmesini istiyorum. Çocukluğunu sonradan hayatıma dâhil etmenin güneşe çıkmak, vicdan azabı çekmek, gülmeyi/ konuşmayı/ ağlamayı ve utanmayı yeniden öğrenmek olduğunu hangi sözcüklerle anlatmalıyım ona. Şaşkınlığın içimde yarattığı dehşet içinde çırpınıyorum. Yanıma oturan ve elleriyle yanaklarıma gülümseme konduran adamı fark ettiğimde acım korkudan daha büyük olduğu için adamdan korkmuyorum. O an içimdeki yaraların gözlerini dünyaya açmış bebekler gibi korunmasız olduğunu, yıllardır kapısını açmadığım çocuk odamın kapısını açtığımı ve her biri kendi gerçeğinde birer hayalete dönüşmüş olan düş kırıklıklarının üzerime yağdığını hissediyorum. Başımı yanımda oturan adamın omzuna yaslıyorum içgüdüsel olarak. Zamanın sessizliğe kilitlenmesini istiyorum. Dileğimin gerçekleşmediğini adamın sesi kulaklarımda çınladığında anlıyorum.
“Gülmek güneşe çıkmaktır” şiirini bitirmelisin. Gülmeyi ben de senin gibi dramdan öğreniyordum. Dramın derinliklerinde emeklemeden gülenler kahkaha atmanın gülmek olduğunu sanıyor. Dışından gülmekle içinden gülmek bir mi? Çocukluğunla yaptığın sohbete kulak misafiri oldum. Kendini yargılamanı da kendine dürüst davranmanı da önemsiyorum. Bu süreçleri sorguladığın için şanslısın. Yüzündeki fiyonga benzeyen gülümsemen kronik yaralı gülümseme kategorisine giriyor. Gülmek de doğuyor, yaşıyor ve ölüyor. Moliére olarak ne tanışma ne de vedalaşma faslını sevmiyorum. Senin gibi ben de içime sığmadığım anlarda başka ruhlara sığınıyorum.”
“Sevgili Moliére, şaşkınlığımı ve ruhsal yorgunluğumu bağışla. Gözlerimi açacak gücü bulamıyorum kendimde. İnsanı bir bütün olarak tamamlayan doğum mu, ölüm müdür? sorusuyla aylardır cebelleşiyorum. Dilimize çevrilen oyunlarını okudum. Birbiriyle bütünleşen ruhumuzun hatırına kendi sesinden yaşam/sanat serüveni benimle paylaşır mısın? Anlatımların benim yaşam/sanatımla ilişkimin ne türden bir ilişki olduğunu kanıtlayacağı için oldukça önemli.”
“Düşünen ve düş gören ruhlar yorgundur. Anlattıklarım yazdıklarınla arandaki ilişkinin fotoğrafını çekecekse çocukluğumdan başlayarak hayat/sanat serüvenime birlikte yolculuk edelim seninle. Kral XIV. Louis’nin döşeme ustası olan Jean Poquelin’in oğlu olarak dünyaya gözlerimi 15 Ocak 1922’de açıyorum. Jean Baptiste Poquelin adını veriyorlar bana. Sevgili annemi on yaşımda kaybediyorum. Yeniden evlenen babam kendi mesleğini idame ettirmemi istiyor benden. 1640 yılına kadar Clermont Koleji’nde okuyorum. Ünlü filozof Gassendi’nin derslerine katılmam düşünce ufkumu açıyor. Orléans’da okuduğum hukukun akabinde avukatlık yapıyorum bir süre. Aktör olmak istediğim için, yaptığım işleri bırakıyorum. Tanınmış Béjart Kardeşlerle birlikte kurduğumuz Illustre- Theatre adlı bir tiyatro topluluğu kuruyorum; Moliere’i de sahne adım olarak benimsiyorum. İki ada sahiptim ve hayatımın parçalı bulutlu olacağını biliyordum. Sergilediğim ilk oyunlar ilgiyle karşılanmayınca tiyatronun masraflarını ödemediğim için hapse giriyorum ve hapisten çıktığımda Paris’ i terk ediyorum. Ekibimle birlikte on üç yıl taşrada değişik oyunlar sergiliyoruz. Paris’in dışında da bir hayat olduğunu öğreniyorum. Düşünce/ duygularım olgunlaşıyor. Tanık olduklarımı yazmak ve yazdıklarımı oyunlaştırmak istiyorum.
Farce’nin akabinde “Hekim Uçtu” “Soytarının Kıskançlığı”nı dram olarak, komedya olarak da “Küskün Âşıkları” yazmıştım. Tiyatro insanın kendisiyle yaptığı sohbettir. Duygularımla konuşmayı tiyatroyla ilgilenmeye başladığımda öğreniyordum. Yazdıklarını sahnelemek insanın kendi çocuğunu kucağına almasından daha büyük mucizedir. Bu mucizeyi senin de yaşamanı çok istiyorum.”
“Konuşmaya takati olmayan biri olarak bugün yaşadığım en büyük mucize senin dostluğundur. Paris’e ne zaman geri döndün? Dramdan komediye yönelmeni neye borçlusun? Komedi dünyasına adımını hangi oyunla atıyorsun? Sanat mucizeni gerçekleştirdiğinde kaç yaşındaydın?”
“Yıllarla senin kadar işim olmuyor benim. 36 yaşımda Paris’e geri dönüyordum. Onsieur Tiyatrosu’nu himayeme alıyordum. 24 Ekim 1658’de Louvre Sarayı’nda Corneille’in Nicomédes”ini oynuyordum Kral XIV. Louis karşısında. Hayatı baştan başa kuşatan dramın üstesinden ancak mizahın geleceğini kavramam beni komedi yazarlığına yönlendiriyordu. Bir yıl sonra ilk önemli komedim İtalyan tarzı bir perdelik oyun olan “Le Docteuramoureux [Âşık Doktoru]”la komedi dünyasına adımımı atıyordum. Bu eserle tiyatroya hükmeden gezginci tiyatro anlayışla göbek bağımı koparıyordum. Kendi değerlerim ile hayat duruşumu oyunlarımda ölümsüzleştiren muhalif komedi anlayışını yaşama nedenim olarak benimsiyordum. 1943’te yazdığım “Gülünç Kibarlar”, komedi anlayışımın bir nevi manifestosudur. Kendi değerlerine sırtını dönen ve sosyetenin budala kibarlıklarına özenen iki taşralı genç kızın iç dünyasına yolculuk ediyordum. Toplumsal kurallar altında gizlenen yüzeysel kibarlığın gerçekte nasıl bir komedi olduğunu kanıtlıyordum. 1661’de Kral, ekibimle birlikte Kardinal’in tiyatro binası olarak yaptırdığı Kraliyet Sarayı olarak da anılan Palais Royal’deki salona yerleşmeme izin veriyordu. Sanat mucizesini gerçekleştireceği alanı bulan bir sanatçıyı ölümün dışında kimse durduramaz. Dört yıl sonra tiyatro salonu yıkıldığında kral ekibimle bana başka bir tiyatro salonu tahsis ediyordu. Dünya tiyatrosuna bir güneş gibi doğmamda kralın beni desteklemesinin hatırı sayılır katkısı oldu. Sanatta/tiyatroda destek almadan kendini kabul ettirmenin istisna olduğunu düşünüyorum.”
“Aşka tiyatroya hükmettiğin gibi hükmettin mi? Bir sanatçının yaşadıklarının eserleri üzerindeki etkileri nelerdir sana göre? Evliliğinde şanslı olanlardan mısın? Kaç çocuğun oldu?”
“Sevgili Bedriye, herkes gibi ben de aşkta almam gereken yaraları alıyordum. Yaşadıklarımızın bir adaleti varsa o da bir insanı her yönde ihya etmemesidir. Ben ne sanata ne de aşka hükmettiğimi düşünmüyorum. Aşktan aldığım yaraları oyunlarımla sarıyordum. Yaşadıklarımı yazıyor/oynuyordum. Oyunlarımı yaşadıklarımın haritası olarak algılayabilirsin. Bizler yapıtların ölümsüzlüğüne sığınıyoruz. Evlilikte şanslı olanlardan değildim. Hayatıma giren kadınların içinde Armande Bejart’la 20 Şubat 1662’de ile evleniyordum aramızdaki yaş farkının neden olduğu dedikoduları önemsemeden. Serbest yetişen eşim evliliğin sorumluluğundan, sevgiden, en önemlisi de sadakatten bihaberdi. Evlilik olgunlaştırıyordu insanı. Yaşamak ile oynamak arasındaki farkı da evliliğimden öğreniyordum aldatılmış bir koca olarak. Eşim yaptıklarından dolayı utanmıyor, vicdan azabı çekmiyordu. Katıksız yalnızlık; katıksız kimsesizlik ve katıksız kendine yabancılaşma böyle bir şey olmalıydı. Ona acıdığım için ihanetlerini bağışlıyordum; çünkü bana değil, ‘kendisine’ ihanet ediyordu. Kendimi sınıyor muydum; yoksa kazanıyor muydum bilmiyordum. İnsan katlanamadıklarına katlanarak büyüyor ve hayal kırıklıklarını/ umutsuzluğunu cesaretle taşıyor. Eşimle aynı evde; fakat ayrı dünyalarda yaşıyorduk. Duygunun duygularını terbiye ettiği insanlar aşırı duygusallaşmadığı için acınası haline benim kadar aldırmıyordu. Acılarını göstermeyen her insan içinde haşindir. Komedya, acılarının üstüne çıkanların sığınağıdır. Oyunlarımla izleyiciyi etkiliyor ama eşimi etkileyemiyordum. Benim komedim de içine düştüğüm maskaralıktı. Oyunlarım aracılığıyla eşime incinen duygularımı anlatıyordum. “Kocalar Mektebi” ile “Kadınlar Mektebi”ni yazıyordum. “Kadınlar Mektebi” oyunum toplumun tabulaştırdığı değerleri ayakta alkışlamadığım için tepkiyle karşılanıyordu. Oyunda âşık olacağı değil, hükmedeceği niteliklere sahip bir kadınla evlenen adamın sonradan eşine âşık olmasını işliyordum. Planlı/ programlı evlenen bir erkeğin duyguları söz konusu olduğunda içine düştüğü hal aynı zamanda dramın şahlandığı andır. Oyun üzerindeki eleştirileri yanıtlamak için “Kadınlar Mektebi Tenkidi” sahneliyordum. Tepkiler tiyatroda düşman kazanacak kadar etkili olduğumu kanıtlıyordu bana. Düşmanlarımın sanat anlayışını yermek için “ Versailles Tulûatı’ı yazıyordum. Kralın maddi/ manevi katkıları sürüyordu bana. Şubat 1964’te ilk oğlum dünyaya gözlerini açtı. Toplamda iki oğlum bir kızım oldu. Oğullarımı çocuk yaşta kaybettim. Kızım geç evlendiği için çocuğu olmadı. Bir yandan “Zorla Evlenmeyi” sergiliyor, diğer yandan sarayda düzenlenen balolar için benden istenen oyunları yazıyordum. Din büyükleri, kral /kraliçeyi başyapıtım olan üç perdelik “Tartuffe” oyunumun dini değerleri aşağıladığına inandırdıkları için oyunum yasaklanıyordu. Yasaklanan oyunumun öcünü almak için Don Juan oyunumu yazıyor/ oynuyordum. Don Juan, benim karakterimdi. Ateist Don Juan, aristokrattı. Topluma karşı sorumluk duymayan ama toplumun kendisine karşı yükümlülüklerini eksiksiz yerine getirmesini utanmadan talep eden tipik bir şarlatandı. Uşağı ile farklı dünyaları olan Don Juan’ın, dinsizliği yüzünden cehenneme gönderilme süreci sona erdiğinde izleyici tabulaştırılan kavramlar adı altında kendisiyle alay eden riyakârların iğrençliklerini gülerek izliyordu. “Sevda Hekimi” ile “Misanthrope”u yazdım. “Zoraki Hekim”de tiyatro anlayışım değişiyordu; çünkü diğer oyunlarımda sergilediğim tipleri yeni oyunlarıma almayacaktım. Olumsuzluklara dayanmıyor; meydan okuyordum. Entrika sayesinde Tartuffe’ü sergiliyordum. Paris Başpiskoposu eserimi izleyenlerin, okuyanların… aforoz edileceğini ilan edince ben de daha fazla oyun yazmak için bir süre tiyatroya ara veriyordum. Düzyazı biçiminde şiir akıcılığıyla yazdığım Cimri’yi sahneledim. İzleyicinin beğenmediği oyunumda komedinin kalıplarını ters yüz ediyordum. Karakterlerimin kendileriyle çelişen kişiliklerini riyakârlığa duyumsadığım gaddarlıkla sahnede aşağılıyordum. Oyunda cimriliğin altında yatan para tutkusunun insanı içine düşürdüğü patolojik bir yalnızlığı mercek altına alıyordum. Tiyatro dünyası benimle birlikte ruhların dünyasına giriyordu. Kişilik analizleri yapmayan bir sanat eserinin topluma katacağı artı bir değeri olacağını düşünüyor musun? Hayatın tabular karşısında kazanmasını istiyordum. Bir sanatçıyı sanat dehasından çok cesaretinin ölümsüzleştirdiğine inanıyorum. 1937’de sahnelediğim “Kibarlık Budalası”yla kendim gibi seyirciyi de mutlu ediyordum. Sevimli güldürümün kahramanı, kendisini soylular karşısında yükselten değerlerinden orta sınıfa mensup olduğu için utanan ve sınıf atlamak isteyen Jourdain’ın dramına tanık oluyordu izleyici.
Kral yasaklanan Tartuffe’nin sergilenmesi için izin verdi. Din tacirleri/ yüzsüz softaları eleştirdiğim Tartuffe’i 5 Şubat 1669’da sahneliyordum. İlgiyle karşılanan ‘Tartuffe’nin Fransız diline ikiyüzlünün tanımı olarak girmesi seyircinin bana verdiği en büyük ödüldür. “Kibarlık Budalası” “Bilgiç Kadınlar” ile “Hastalık Hastası”nı yazıp oynuyordum arka arkasına. “Hastalık Hastası” oyunumla hekimlere hem takılmak hem de öcümü almak istiyordum; çünkü çok hastaydım. Benim gibiler acılarının avcısı oldukları için onlardan başka kimse avlayamıyor acılarını. Ne acıları ne de mutluluğu kutsallaştırmamak gerekiyor. Bir sanatçı sınıfları /sınırları değil, gülmeyi kutsamalı. Mutsuzluğu çaresiz bir hastalığa benzetiyordum. İnsanlara kederlerini unutturmayı ibadet olarak algılıyordum. İnsan düşünce/ruh ve bedenden oluşan bir varlıktır. İnsanlığı kollamanın olmazsa olmazı da düşündüklerinle olumsuzluklara karşı koyma gücüdür. İnsanlığı düşünce gücümle korumak için hastalığıma başkaldırarak başrol oynadım; oyun bittikten sonra 17 Şubat 1673’te ben de hayata gözlerimi yumdum. Öldüğümde kiliseyle barışmadığım ve de takdis edilmediğim için Hıristiyan Mezarlığı’na gömülmem izin verilmiyordu. Ölüm umarsızlığın tanımı olduğundan eşim krala yalvarıyor cenazemin Hıristiyan Mezarlığı’na gömülmesi için. Kralın desteğiyle gecenin karanlığında birkaç papaz tarafından cenazem Saint-Eustache Mezarlığı’na törensiz/ dostsuz defnediliyordu. Ben ölmüştüm ama oyunlarım sahnede yaşıyordu. Ölümüm akabinde kral Paris’te bulunan üç tiyatroyu birleştiriyor Comédie Française adı altında. Ölümle kızıma /eşime oldukça yüklü bir miras bırakıyordum.”
“Moliére Baba, senin sıradışı kişiliğin üzerinde de konuşmak istiyorum. Moliére nasıl bir insandır. Oyunlarında işlediğin konuları tek tek irdelediğimde kızgın/ kırgın insan yanını algılamakta zorlanmadım. İncinmiş/ incitmiş bir insan olarak baktığın aynada tepeden tırnağa isteklerini gerçekleştirmiş bir ‘insan’ görüyor musun?”
“Sana göbek adın olan Songül’le seslenmek istiyorum. Songülcüğüm, oyuncu yazar olmam yazdıklarıma bakışımı etkiliyordu. Karakterlerimin her biri benim ve çalışma arkadaşlarımın kendimle/kendileriyle çelişen/ çatışan yanları yansıtıyordu. Ne ısmarlama yaşıyordum ne de ısmarlama tipler yaratıyordum. Kişilik özelliklerimi karakterlerim arasında bölüşüyordum. Benim gibi çok çabuk sinirleniyor, aldatılıyor, sefa içinde yaşayan burjuva oluyorlardı… Sahnede kendimi kendimle karşı karşıya getiriyor ve riyakârlığımı karakterim aracılığıyla izleyiciye şikâyet ediyordum. Ezilenlere karşı merhametliydim; ama düşüncelerimi savunurken haşin/ cesurdum. Yaşadıklarımın gizine ermek istediğim anlarda beynimde çalan teneffüs zili bana şunu soruyordu: insan riyakârlığını sahnelemekle kendini aklamış olur mu? Hatalarımla alay etme olgunluğunun vicdanımı huzura erdireceğini düşünüyordum. Gerçekte ise ihaneti içinde öğüten bir mekanizma yoktur. Gördüklerimi/ duyduklarımı ve katlandıklarımı toplayıp acılarıma bölersen ortaya çıplak insan Moliére çıkar. Kişiliğim ile yaşadıklarımı oyunlarıma emanet ettim. Oyunlarımın her biri yaşadıklarıyla kendisini gerçekleştirdiğimin kanıtlarıdır. İçimi acıtıyor yazdıklarımda ne kadar kendimsem yaşadıklarımda da o kadar kendi gerçeğimden uzak oluşum.
“Sevgili Dostum, dünyanın dengesini dengesizliklerin oluşturduğunu düşünüyorum. İblisler, azizler, düşünürler, peygamberler, ateistler, yalancılar, dürüstler… koca bir model gibi yan yana duruyor ve gerektiğinde iç içe geçiyorlar. Algılarımız/ duygularımız köreldiği için göremiyoruz iç içe geçmiş olan bu türden hayat gerçekliğini. Soruyorum sana: Bir sanatçı bencil olmalı mı? Fransız sanatı senin döneminde nasıl bir süreçten geçiyordu? Sanat yapma anlayışın /sanat üslubun hakkında neler söyleyebilirsin? Oyunlarının güncelliğini yitirmemesinin nedenini neye bağlıyorsun? Tiyatro sanatına kazandırdığın yenilikler nelerdir sana göre?”
“Mizah tenkidin yasadışı çocuğudur. Sahneye izleyicinin karanlığı aydınlatan gülümsemesini yanaklarında görmek için çıkıyordum. Benim yaşadığım devir Fransa’nın atın çağıydı. Fransa’nın yıllarca cebelleştiği kargaşa sona ermiş, derebeyliğin kötü gelenekleri yıkılmış, edebiyat ve güzel sanatlar yükselişe geçmişti. XVI. yüzyıla kadar dilimiz Latinceydi. Fransızca sonradan gelişiyor ve kabul görüyordu. Yeni dil beraberinde klasikler arasına giren ölümsüz yapıtları da getiriyordu. Tiyatro da güzel sanatların gelişmesiyle ortaya çıkıyordu. Sanatını yüceltmek isteyen her sanatçı bencil olmalıdır benim gibi. Kralın olanaklarıyla hem iyi sanatçı hem de çığır açan bir yenilikçi oldum. Bir sanatçı olarak aklımın/ yaratıcılığımın beni götürdüğü en üst seviyeye çıktığımı düşünüyorum. Yaşadığım çağda çağınızın sorunlarının deşifre ettiğim için oyunlarım güncelliğini yitirmiyor. Ben esinlendiğim olayların üstüne çıktım her tür insan kesimini [Ayaktakımı, asiller…] gerçek hayattaki rolleriyle sahneye taşıyarak. Oyunlarımın canlı olmasını gerçekçi olmalarına borçluyum. İnsanları zaaflarıyla, kötülükleriyle, iyilikleriyle ille de sahtekârlıklarıyla… tanıştırıyordum oyunlarımda. İhtirasın insana yaptırdıklarını, gözlerini hastalarının paralarına diken doktorları, bilgeliğe soyunan kara cahilleri, kibarlık budalası burjuva takımını, laylom kadınları, şerefsizleri, anne/baba ve evlat ilişkilerini, memleketini çıkarı uğruna satan vatanperverleri… sahnede deşifre ediyordum. Benim mahkemem de sahnemdi. Riyakârlar maskeleri düşünce birer maskaraya benziyor. Bu maskaraları sahnelemeyi düşüncelere imza atmayı sevdiğim kadar seviyorum. Düşünceye oyunlarımla attığım imzam silindiğinde ben de unutulacağımı biliyorum.”
“Sevgili Moliére, araya girdiğim için beni bağışla. İzleyici seni sahnede izlerken kendini sana kaptırıyor, farkında olmadan senin söylediklerini söylüyor, senin mimiklerini yapıyor hatta oyunun etkisi beyninde sürdüğü sürece kendisi olmuyor/ olamıyor. İzleyicide bu türden etkiler yaratan eserlerini hangi ortamda yaratıyordun? Eserlerine dair eleştirilerin nelerdir? En üretken yıllarının hangi yıllar olduğunu düşünüyorsun?”
“Eserlerimi yaratırken geriye dönük ince ayrıntıları gözden geçirme zamanım olmuyordu. Tiyatronun müdürü, aktörü ve rejisörüydüm. Kötü/iyinin de en iyi örneklerini verdiğimi düşünüyorum eserlerimde. Kötülerinde sıradan söyleyiş/ sıradan yazma biçimi hâkimken iyilerinde zengin sezgi gücü ile doğaçlama konuşma biçimi mevcuttur. Eserlerime ustaca tasvirlerle maskaralıkları eklediğim, naif kırılgan dize yapısından vazgeçtiğim, sözcükleri kendime benzettiğim için mutluyum. Sipariş oyunları saatlik eğlenceler olarak algılıyordum. Karşılaştığım olayların senaryosunu kafamda yazıyor, sahnede kişileştiriyordum tiplerimi. Benim gibi doğaçlamanın tiyatro üzerindeki büyüsüyle tanışan sanatçı, kurallarla belirlenmiş duygularla izleyiciye hitap edemeyeceğini bilir. Ben bildiklerini bilmekle kalmadım, onları yaşatmayı tercih ettim.” Paris’e geldiğim yıllar üretkenliğimin zirveye çıktığı yıllardı. Bütün eserlerimi 1658–1673 yıllarında yazdım.
“ On beş yılda insanlığa armağan ettiğin oyunlarının üslubu hakkında ne düşünüyorsun?”
“Oyunlarımdaki üslup eşittir benim kişiliğim. Hayata/ insana bakışım değiştikçe konular da üslup gibi değişiyordu. Asıl ulaşmak istediğim üsluptan öte derinlikti. Eleştirmenler eserlerimin üslubumu ebedi nitelikten yoksun buluyorlardı. Bir eserin ebedi değerini eleştirmenler değil, zaman verir. Oyunu yazılı metin üzerinde irdelemekle sergilemek arasındaki farkı bilmeyenlerin beni eleştirmeye ne hakları ne de birikimleri vardır. Oyunun metindeki yanlışları/ eksikliklerini oyunu sahnelenirken ortadan kaldırıyordum. Bir oyunun sahnelenmesi o oyunu gözden geçirilmesidir. Oyunlarımı sahnelerken konuşma diliyle seyirciye hitap ediyordum. Seyircinin her biri kendisinin salonda değil sahnede olduğunu düşünüyordu. Bir aktör olarak sahnede oyunun sakatlıklarını düzeltmeye borçluyum üslubumun mükemmelliğini. Oyunlarımda özentiye yer vermediğim gibi yapaylığa da yer vermiyordum. Ben yazdıklarımı yayımlamak değil, oynamak için yazıyordum. Fransız tiyatro sanatını dünyaya tanıttığımı unutanlar karakterlerimin kişiliğini kuşatarak karakterlerimin ağzıyla konuşmamın beni üslup olarak o dönemde ün yapmış iki meslektaşımdan, Corneille ve Racine’den, ayırdığını da bilmiyorlardı.
“Şiir dili ile mensur tarzda yazdığın oyunları başka dillere çevrilirken değerinden bir şey kaybetmiyor. Senin oyunların aracılığıyla tiyatroya psikolojiyi/ düşünceyi ve yargılamayı yerleştirdiğini düşünüyorum. Oyunlarını izlerken insanların ruh dünyalarına yolculuk ediyorum. İnsanların incindikleri kadar sevdiklerini incittiklerini, kırılgan ve sevgi dolu ruhların sözcüklere sığındığını, gücün efendilerinin hassas/ duyarlı değerlerimi yok etmek istediklerini görüyorum. Komedi seninle neler kazandı? Komedya eşittir Moliére diyebilir misin örneğin?”
“Evet, yıllar sonra bana bu soruyu sorman komedide geldiğim yeri özetliyor aslında. Yunanlar ataları olan mizahı sahneye taşıdılar bize de onlardan miras kaldı. Bir komedyen doğayı da insan gibi incelemelidir. Tipler yaratırken bonkör, yarattığı tiplerin davranışlarını saptarken cimri olmalıdır. Zamana/insana kişilik verme gücünü çok iyi kullanmalıdır. Gözlemlediği ve yaşadıklarıyla hayat gerçeğini hallaç pamuğuna çevirmeli ki, insanların paraları kadar insan oldukları bir sistemde insani olanı yaşatabilsinler. Malzemesi insan olanın gözleri, ruhu, hisleri… keskin olmalıdır. Amacıma hizmet etmeyen hiçbir karakterin gözünün yaşına bakmıyordum. Komediyi eğlence olmaktan çıkardığımı düşünüyorum düşünceyi komediye tabi kılarak. İzleyiciyi güldürürken düşündürüyor ve düşündükleri üzerinde düşünce üretmesini ve kendi gerçeğiyle tanışmasını sağlıyordum. İnsan ruhunun katmanlarında kulaç atmam bundandır. Seyirci kendi iç dünyası ile birlikte insan doğasını kavramalı ki, kendisini diğer insanlardan ayıran olumlu/ olumsuz yanlarını saptayabilsin. Komedi insanlığın sahnesidir insanın değil. İnsan kendisine yaklaştıkça düşünceleri ile duygularına da yaklaşıyor. Bir sanatçı başyapıt değerindeki eserini belli bir yaş/ düşünce olgunluğuna eriştikten sonra yazıyor. Kimse bir günde ne sanatın ne de kendisinin gizine ermiyor/ eremiyor. Ben tiyatroya tartışmayı yerleştirmek için konuları ve olay örgülerini bir araç olarak kullanıyordum. Rolleri değiştirdiğim gibi idrak etme ve düşünme biçimlerini de değiştiriyordum. Aklın akılsızlıkla ilişkisini ilk sahneleyen tiyatrocu olduğumu düşünüyorum. Aklın budalalıkla ilişkisinin aklın komediyle olan ilişkisinin açığa vurulmuş hali olduğunu düşünüyordum. En basitinden saçmalık üzerinde düşündün mü? Saçmalığın taraftarlarını görsen ödün kopar. Kendi hayatlarında olan biteni algılamaktan yoksun soylu, eğitimli zenginlerin aptallıklarını verdiğim gibi okumamış uşakların halka özgü sezgileriyle efendilerinin algılayamadıkları hayat gerçeklerini algıladıklarını kanıtlıyordum karakterlerim aracılığıyla. Sahneyi kuklalara teslim etmişlerdi benden önce. Ben tiyatronun bu tabusunu sahneyi insana/insanlığa tahsis ederek yıkıyordum. İnsanın anlatıldığı sahneden insanın dışlanması gerçekdışı olduğu gibi insanlık dışıydı da.”
“Sevgili Moliére, oyunların güldürmek istediğini güldürdüğünü, ağlatmak istediğini de ağlatmaya devam ettiğini söylemek istiyorum sana. Senin gibi sıra dışı bir ruha sahip olanlar sıra dışı sevgi/ üretme yeteneğine de sahiptir. Sen kendinle birlikte izleyiciyi de özgürleştiriyorsun oyunlarınla. Sistemle insanlığın göbek bağı kesilmeden insanlık için zor günlerin geride kalmayacağına yürekten inanıyorum. Kederli halk tuzu kuru olanların saklı zaferi midir? “Yaşamayı mı yoksa yaşamak yerine sadece var olmayı mı tercih etmeliyiz?” sorusunu hepimizin yaşadıklarıyla yanıtlaması gerektiğini düşünüyorum. Tanışmayı/ vedalaşmayı sevmeyen Moliére’i insanlığa kazandırdığı güzellikler adına sevgiye kucaklıyorum. Günümü aydınlattığını bilmeni istiyorum.”
02.05.2013-Mersin
Bedriye Korkankorkmaz
Yazarın diğer yazıları.