Postmodern Bir Hikâye Anlatıcısı: Jeanette Winterson
Hikâyelerin gücü hakkında modern bir masal olan ‘Fener Bekçisi’, neredeyse hep aynı yazınsal formül üzerinden, aynı cinsiyetsiz dil, aynı metinsel oyunlar, aynı otobiyografik paralelliklerle kurulmasına rağmen keyif alarak okunan bir kitap.
Toplumsal cinsiyet ve tarih ilişkisi üzerinden kurgulanan ‘Vişnenin Cinsiyeti’ Türkçeye 1995 yılında ilk çevrildiğinden beri takip ediyorum Jeanette Winterson’ı. Pınar Kür’ün mükemmel çevirisi sayesinde tanıdığım yazarı 1997’de yine bir Kür çevirisi olan ‘Tutku’yla izledim. 2024’de dilimize kazandırılan ‘En İyi İlk Roman’ dalında Whitbread ödüllü ‘Tek Meyve Portakal Değildir’i okurken bir kat daha hayran kalmıştım bu kadına. Klasik romana, hiyerarşik kurguya, kahraman stereotiplerine karşı duran, zaman, din, kültür, çocukluk ve ergenlik gibi kavramlara takıntılı, eril dili dönüştürerek kullanabilme hassasiyetine sahip, cinsiyet kutuplaşmaları ve cinsel kimlik konularına değinen, algısı çok farklı bir yazar olduğu kanaatine sahiptim artık. Sonra diğer kitaplarını; sanal bir aşkı anlatan ‘Dizüstü’nü (2002), Atlas ile Herakles mitini çağdaş bir söylene dönüştürdüğü ‘Atlas’ın Yükü’nü (2007) ve hikâyelerin gücü hakkında modern bir masal olan ‘Fener Bekçisi’ni, neredeyse hep aynı yazınsal formül üzerinden, aynı cinsiyetsiz dil, aynı metinsel oyunlar, aynı otobiyografik paralelliklerle kurulmasına rağmen müthiş bir keyif alarak okudum.
Avrupa’nın bilinçdışı
Hikâye anlatmak onun için zamandan, mekândan, gelenekten koparak özgürleşmek, yeni bir evren yaratmak demek. Evreni açıklarken açıklanmamış bırakmanın, onu zaman içine tıkıştırmadan canlı bırakmanın bir yolu hikâyeyi dilediğimiz hale getirmek. Bir hikâyeyi anlatan herkes farklı anlatır üstelik, herkesin onu farklı şekilde gördüğünü bize hatırlatmak için. Okurun zihnini, dikkatini sürekli canlı tutmayı, hikâyenin ilk başladığı zamana her dönemeçte eklediği yan hikâyelerle şaşırtmayı ve sınamayı seven Winterson’ın romanlarında anlatıcıyla birlikte çevresini saran karakterlerin hikâyeleri, zamanı sorgulayan bir üslupla arka arkaya tahkiye edilirken, diyalektik biçimde birbirinin nedeni ve sonucu olarak iç içe geçmeye, bütün oluşturmaya başlar. Önümüzdeki hikâyeler labirentinde bir karakterin hikâyesinden başka bir karakterin hikâyesine atlayarak, onları birbirine ulayarak ilerleyen anlatıcı, kendi hikâyesini arar bir yandan da. Kendini bir mekâna, merkezi bir noktaya sabitleyemeyen karakterler hep yol ayrımlarıyla karşı karşıyadırlar. Arayış ve yolculuk bitmez. Yaratılış efsanesini tersyüz eden ‘Boating for Beginners’de, dogmalar ve tabularla çatışarak arayış içinde savrulan bir kadını, Gloria’yı anlatır Winterson. Hıristiyanlık ve Batı kültürü tarihine, mitolojiye göndermeler, ‘Tek Meyve Portakal Değildir’den itibaren metinlerinin vazgeçilmez özellikleri olur. Psikiyatristlerce Avrupa’nın ortak bilinçdışını yansıttığı ileri sürülen ünlü Parsifal efsanesini kendine özgü bir yorumla yerleştirmişti ilk romanına.
‘Fener Bekçisi’nde ise işadamı Josiah Dark’tan kulenin anısına Babil adını verdiği oğluna, hayatları boyunca fenerde yaşayan Pew’lerden kuşaklardır inşaat mühendisliği yapan bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelen Robert Stevenson’a, Tristan ile Isolde’nin ölümsüz aşk öyküsünden Darwin’in kuramlarına kadar yaratılışı, aşkı, bedeni, dini, zaman olgusunu sorguluyor. ‘Atlas’ın Yükü’, başlı başına bir mitin yeniden yorumu… Yine bir hikâyeler silsilesinin ardından, Atlas ve Herakles’ten sonra kendine, çocukluğuna, anne-babasına döner Winterson. Otobiyografik ilk romanında evlat edinilmiş bir kızdır Jeanette, ‘Vişnenin Cinsiyeti’nin Jordan’ı gibi. ‘Fener Bekçisi’nde babası zaten hiç olmayan Gümüş, annesi de ölünce Cape Wrath’deki fenerin bekçisi Pew’un yanına verilir yarı çıkar, yarı evlatlık. Anne babalık kurumunu metinleri üzerinde de bertaraf eder böylelikle. Masalları, mitleri, otobiyografik yan hikâyeleri harmanlayarak dilini özgünleştiren Winterson’ın tarih, zaman, yaratılış olgularını sorguladığı, yıkıp yıkıp yaptığı, kendinin ve başkalarının hikâyelerini yeniden yazdığı romanlarında altüst ettiği bir başka yasa, toplumsal cinsiyet kategorisi.
Gözden düşen bir kız çocuğu
Altı yaşındayken Pentakostal (Evanjelik Hıristiyanlık içinde bir hareket) bir aile tarafından evlat edinilerek Hıristiyan misyoneri olacak şekilde bir eğitim almaya, sekiz yaşında, kilise toplantılarında dağıtacağı ilahileri yazmaya başlamış Jeanette Winterson. Ailesinin, İncil dışında başka bir kitap okumasına izin vermediği bu çocuk, kütüphanede bulduğu Mallory’nin ‘Arthur’un Ölümü’ sayesinde hayal gücünü geliştirecek yazma yeteneğini keşfetmiş. On altı yaşına geldiğinde, ailesine lezbiyen bir ilişki yaşadığı açıklayarak evinden ayrılmış. İlk romanı ‘Tek Meyve Portakal Değildir’, yazarın çocukluğu ve cinsel kimlik mücadelesiyle hesaplaşması bir bakıma. Bağnaz ve militan dindarlık anlayışına sahip bir anne, pasif bir baba ve önceleri annesinin cemaatinin sadık bir üyesiyken, sonradan aykırı eğilimleri nedeniyle gözden düşen bir kız çocuğu… Tanrı’nın izinde yetiştirilmek üzere evlat edinilen romanın kahramanı Jeanette, arkadaşı Melanie ile her zamanki gibi İncil okudukları bir gün, tanrıya onları bir araya getirdiği için şükran duydukları bir an yakınlaşır, tüm yasaklara rağmen duygusal bir boğulma hissederler. Şeytanın büyüsüne kapıldığı, içine ifrit girdiği gerekçesiyle şeytan çıkarma ayinine tabii tutulur Jeanette; Melanie ise üniversitede ilahiyat okumayı düşünmesine rağmen evliliği seçer naçar. Başka bir kadına karşı romantik sevgi günahtır: “Şeytan bana en zayıf noktamdan saldırmıştı. Cinsiyetimin kısıtlamalarını anlayamayışım.”
Sevgilisiyle ilişkisinden esinlenerek yazdığı ‘Written on the Body’de isimsiz ve cinsiyetsiz bir anlatıcı vardır. Kimliklerin ancak gerçek dünya bedenindeki kısıtlamaların yapay ortamda aşılmasıyla düzenlenebileceğini vurguladığı postmodern romanı ‘Dizüstü’nde, evli kadın sevgilisinin kendisini kocasıyla aldatmasına bozulan anlatıcı kimliğinden hızla sıyrılarak, ‘lezbiyen kadın yazar’ olarak okurun karşısına geçer. Kendini Queer olarak tanımlıyor. Toplumsal cinsiyetin hikâyenin sadece başlangıcı ama sonu olmadığını, durumla biraz eğlenmemiz gerektiğini düşünüyor. Cinsel kimlik ve genel anlamda kimlik kavramlarının hiyerarşik olabileceğini dile getiren, kimliklerin verili, doğal ve sabit olmayıp inşa edildiğini ifade eden Queer kuramı, doğallaştırılan heteroseksüelliği, parodi unsurunu kullanarak içten dönüştürmeye çalışır.
Türkçede Jeanette Winterson:
Vişnenin Cinsiyeti, Çev: Pınar Kür, İletişim Yayınları, 1995
Tutku, Çev: Pınar Kür, İletişim Yayınları, 1997
Tek Meyve Portakal Değildir, Çev: Sevin Okyay, İletişim Yayınları, 2024
Dizüstü, Çev: Zeynep Mercan, İletişim Yayınları, 2024
Atlas’ın Yükü, Çev: Dilek Şendil, Turkuvaz Kitap, 2024
Kapri Kralı, Çev: Gökçe Ateş Aytuğ, Güzel Kitaplar, 2024
FENER BEKÇİSİ: Jeanette Winterson
Çeviren: Zarife Biliz – Turkuvaz Kitap
2010 – 200 sayfa – 15 TL.
handeogut@gmail.com
Yeşilçam Klasikleri: Aşk ve Kin
6 Aralık 2024 Yazan: Editör
Kategori: Klasik Filmler, Manşet, Sanat, Sinema, Türk Sineması, Yeşilçam Klasikleri
Turgut Demirağ’ın Aşk ve Kin’i (1964; diğer adıyla “Öldükten Sonra Bile”) görsel dili gelişkin bir melodram. Entrika ve düğümün detektif olmayan bir amatör tarafından çözümlendiği ve genel olarak İngiliz romanı ve dolayısıyla sinemasında yaygın olarak işlenegelen Cozy’lere benzeyen Aşk ve Kin, akılda kalıcı, eskimeyen, güçlü sahneler yaratmayı başarmıştır. Tam olarak Cozy formunu ihtiva etmese de, Locked-room’unbelli başlı niteliklerine haiz. Dışa kapalı ve esrar içindeki malikane ve çözümlenmeye muhtaç, doğal olarak seyircinin de merakını kamçılayan bir gizemler silsilesi öykünün çatısını oluşturuyor. Cozy’lerdeki gibi, mutlak surette tasarlanmış ya da amatör detektifin düpedüz tanık olduğu bir cinayet yok gerçi bu filmde. Fakat klostrofobik atmosferi, Anglosaksonların hikayelerine odaklanan, burjuva sınıfını veya orta-sınıfları takip eden Cozy’leri kimi açılardan andırıyor. Yine Cozy’lerdeki, belirli ölçülerde ama kimi kez mesafe takınarak öyküye taşınan kara mizah (black comedy) elementleri de mevcut.
Aşk ve Kin’de, trafik kazası sonucu sandalyeye mahkum olan tiyatro yazarı (Turgut Özatay), öykünün bir durağında, uşağına, iyi bir piyesin elemanlarının nasıl ustalıkla biraraya getirilmesi gerektiği üzerinde kısa bir nutuk da çeker. Tiyatro yazarının edebi vasıflarına ışık tutmasının yanı sıra, aslında bütün bu nutuk, Aşk ve Kin’in tematik açılımları ve örgensel çatısı ile alakalıdır. Çok kereler en iyi yapıtlar, kendilerine referansta bulunarak öyküsel çizgileri / temelleri hakkında argüman sunarlar izleyiciye / okuyucuya. Şimdilerde (dünya ölçeğinde de 1980’lerin başından başlayarak) postmodern anlatıların metinlerarasılık bağlamında “okunması” da bu bağlamda ayrıyeten anımsanabilir. Postmodern yazarlar, anlatılarında okuyucuya (ki bu okur tipi klasik ya da modern okur tipi ile karıştırılmamalı.) imalarla, alttan alta, bazen direkt “göstererek” muhtelif ipuçları sunuyorlar. Okur da yazar gibi metni yeniden inşa etmiş / kurgulamış oluyor… Evet, Aşk ve Kin’de tiyatro yazarının hizmetçisine sunduğu doneler de aslında doğrudan izleyiciye dönüktür. Ki düşünelim: Kahya veya hizmetçi, işvereninin (dolayısıyla oyun yazarının) söylediklerinden hiçbir şey anlamadığını itiraf edecektir!… İşte yazarın edebi argümantasyonunun neden biz izleyiciyi ilgilendirdiğini böylelikle kanıtlamış oluyoruz.
Aşk ve Kin, bir türlü gerçek manada açığa çıkamayan cinsel enerjinin (libido) patlamak için bahane aradığı sofistike bir evren sunmaktadır. Bu anlamda belirsiz ve gri karakterler de karşıtlıkları / çelişkileri bünyelerinde barındırırlar. Bir zamanların gözde oyun yazarı (Özatay) ile genç karısı (Belgin Doruk) arasındaki yaş farkı klasik noir’da sıklıkla karşımıza çıkan genç kadın-yaşlı erkek diyalektiğini sınamamızı sağlar. Sandalyeye mahkum yaşlı adam tipolojisi, erkekliğini (fallus) çoktan kaybetmiş iktidarsız bir adamı betimlemek için handiyse ideal bir çözümdür. Bir kamçı sado-mazohizmi (Charles Vidor’un Gilda’sı), bir baston yenik düşmüş erkeklik organını (Edward Dmytryk’in Murder, My Sweet’i), alçıda bir bacak kadın korkusu ve iktidarsızlığı (Alfred Hitchcock’un Rear Window’u), yine elektrikli sandalye yenik penisi (Howard Hawks’ın The Big Sleep’i) yeterince ima edebilen sinemasal görsel-stilistik atraksiyonlardan birkaçı. Aşk ve Kin de Hollywood karanlık öyküleri ve melodramlarından cesurca yararlanıyor.
Güçlü cinsel çağrışım ve erotik detaylar bununla sınırlı değil elbet… Ateşli kadın tiplemesi ise LeylaSayar’ın bedeninde cisimlenmektedir. Kuşkusuz LeylaSayar dönemin vamp ve femme fatale koleksiyonunda ilk sırada yer almaktadır. Metin Erksan’ın burjuvazi eleştirisi Suçlular Aramızda (1964), Ümit Deniz’in romanından uyarlanan, senaryosunu Attila İlhan’ın yazdığı ve Atıf Yılmaz’ın yönettiği ÖlümPerdesi (1960) ve Halit Refiğ imzalı Şehrazat (1964) adlı filmlerde de üst düzey bir oyun sunan Sayar, hırs ve tutkusunun tükettiği bir kadını canlandırmaktadır. Şoför ile seviştiği sahnede, pastanın üzerindeki iki mum birbirine yapışarak erirler…
Öte yandan, eski yazarlık başarısını yineleyemeyen ve adeta düş gücünün (imgelem) oyununa gelen oyun yazarı, kıskançlığının son raddesindeki bir yenik benlik olarak ölümü karşılarken bile edebiyatçı kişiliğinin yaratıcılığından faydalanma yoluna gidecektir! Ama Cozy’lerde rastladığımız üzere, parlak “amatör detektif” (Cüneyt Arkın) her şeyi çözecek, polislere yardımcı olacaktır…
Açgözlülük ve para, tutku ve hırs, aşk ve kıskançlık, kin ve nefret, seks ve alkolizm, kumpas ve entrika; caz müziği eşliğinde bu lüks burjuva evinin etrafını ören detaylardır. Gölgeli duvarları sarmalayan doldurulmuş kuşlar, bir eğretileme (metafor) olup çıkarlar. Kendi kozasına hapsolmuş, yaşayan ama ölü insanlar…
Filmdeki ilginç bir detay da BelginDoruk’un gördüğü grotesk kabustur. İçsel psikolojik çatışmanın grotesk ayrıntılarla süslenerek görselleştirildiği kabus sahnesinde oyun yazarını “İblis” formunda görürüz… Hollywood sinemasında; psikolojik gerilim filmlerinde (thriller’lar), uzamın bilinçdışının bir yansıması biçiminde kurgulandığı siyah-beyaz korku filmlerinde ve elbette noir’ın sisli coğrafyasında, anlatım sorunlarını çözümlemek, ruhsal ikilem gelgit, ve deformasyonların stilize (estetik) bir anlatımla görselleştirilebilmesi amacıyla rüyalardan, ürkünç kabuslardan, karabasanlardan yararlanıldığını görüyoruz. Bu bağlamda Aşk ve Kin, beslendiği damara, üzerine kurulduğu geleneğe oldukça estetik sinemasal kodlarla eklemleniyor. Yönetmen Turgut Demirağ’ın ve elbette filmin sinematografının, 40’lı ve 50’li yıllarda çekilmiş majör Hollywood klasiklerini yakından incelediklerini, janr sinemasını (genre movie) ciddiye aldıklarını söyleyebiliriz.
Son olarak bir başka görsel (visual) ayrıntıya değinelim: Bir sahnede, oyun yazarı kafesli camın önünde düşüncelere dalmıştır. Flash-back, yazarın Doruk ve Sayar’la olan ilişkisinin kimi ipuçlarını da yansıtır. Geceleyin kafesli camın parmaklıkları siyahken, Sayar’ı düşünen oyun yazarı; sabaha karşı Doruk’u anımsadığında, bu kez aynı parmaklıkların güneş ışığıyla beyaza dönüştüğüne tanık oluruz… Işık-gölge çalışmasıyla yaratılan karşıtlık (kontrast), sahneyi zenginleştirdiği gibi (Sözgelimi; oyun yazarını parmaklıkların gerisinde, hapishanede son günlerini yaşayan bir kişilik olarak değerlendirebiliriz. Ya da kapana kısılmış, elinden hiçbir şey gelmeyen, kendi bedenine hapsolmuş bir kişilik olarak… Erkekliğinin de [fallus] elinden alınmış olduğunu anımsarsak, bu hissiyat daha da güçlenecektir.) karakterlerin geçmişi hakkında çıkarımlar yapmamıza da olanak tanımıştır…
Bu film halen keşfedilmeyi, uzun uzun “okunmayı” bekliyor…
Ayrıca burada, şurada ve şu sitede yayımlandı.
hakanbilge@sanatlog.com
YOKYER (Neverwhere): Neil GAİMAN
“Londra’da eski zamanlara ait küçük kovuklar vardır, oralarda şeyler ve yerler, kehribardaki kabarcıklar gibi aynı kalır. Londra’da çok fazla zaman var ve bu zaman bir yere gitmek zorunda -tek seferde tamamı kullanılamaz.”
Neil Gaiman, en sevdiğim yazarlardan biri, belki de en baştakidir. Uzun zamandır Türkçe’ye çevrilmesini beklediğim “Yokyer (Neverwhere) nihayet İthaki yayınlarından okuyuculara sunuldu. Ben de çoğu kişi gibi yazarı sonradan tanıdığım için Sandman grafik noveliyle iyice ünlenmiş Gaiman’ın 1996 tarihli bu ilk kişisel romanını ancak 2024′li yıllarda bir çizgi roman versiyonu sayesinde tanıdım. Nitekim yazarın üslubunun zevkine varabilmek için romanını beklemek gerekiyormuş.
Aslında bu kitap gerçek bir roman değil. BBC 2 kanalı için hazırlanmış aynı adlı kült dizinin yazar tarafından romanlaştırılmış şekli (dizi senaryosu da kendisine ait). Londra’daki evsizler hakkında yazılacak bir öykü fikrini ele alıp, eşsiz hayal gücü sayesinde dönüştürerek yine “acayip” bir iş çıkaran Neil Gaiman; büyük kentin göz ardı edilen karakterlerinin hüküm sürdüğü alternatif bir Londra yaratmış. Bu “Aşağı Londra (London Below)” adlı alternatif boyuta bazı çıkmaz sokaklardan, kanalizasyon kapaklarından, ama daha çok metro tünellerinden ulaşılıyor.
Bir sonraki ve en önemli romanı olan “Amerikan Tanrıları”ndaki “Amerika’ya gelen her göçmen kendi tanrısını da yanında getirdi” fikrine benzer bir fikirle yola çıkan Neil Gaiman’ın bu seferki kurgusu Londra’nın şimdi bir metro istasyonu haline dönüşmüş eski köylerinin üzerine inşa edilmiş. Aşağı Şehir’de hala feodal sistem devam ediyor; beylikler ve kontlar var. Kendine özgü kanunları olan bu dünyada mecaz diye birşey yok! Bunu açıklamadan önce küçük bir kentken büyüyerek civardaki köyleri içine alan eski Londra’yı yazarın kendi kelimeleriyle aktarayım: “Tıpkı bir civa birikintisinin daha ufak civa damlalarıyla karşılaşıp onları bünyesinde toplaması gibi, hepsini içine çekmişti ve köylerden geriye yalnızca adları kalmıştı.”
İşte bu isimler Yokyer’de bizzat cisimleşiyor. Mesela batı Londra’daki Shepherd’s Bush (Çoban Çalılığı) evlerin, mağazaların, yolların ve bir de BBC’nin olduğu bir semt değil. Aşağı Londra’da ismi geçen bölgede gerçekten çobanlar var (ve çok ama çok tehlikeliler)! Antikacılar ve yeme içme mekanlarıyla dolu bir semt olan popüler Islington’daki “Angel” (melek) metro istasyonu sizi aldatmasın; romandaki kilit karakterlerden birisi Islington adında bir melek! Knightsbridge (şövalye köprüsü) yolu aslında Night’s Bridge (telaffuzları aynı; gece köprüsü) adında, karanlığın cisimleştiği ve bazen acı vergiler alan bir köprü. Kitabın sayfaları ilerledikçe, Earl’s Court (Kont’un sarayı) adlı semt istasyonunda, yaşlı Kont’un derbeder askerlerinin koruduğu tren vagonuna rastlayıp beceriksiz soytarısının hiç de komik olmayan şakalarına gülmek zorunda kalabilirsiniz.
Konu şöyle: Londra’da stabil bir işe ve dominant bir kız arkadaşına sahip, kimine göre şanslı sayılabilecek Richard Mayhem adlı genç bir adam sıkıntılı bir akşamüstü sokakta yaralı bir kıza rastlıyor. Nişanlısı Jessica’nın itirazlarına rağmen zavallı kızı evine taşıyor ve yarasına bakım yapıyor. Door (kapı) adındaki bu kıza yardımcı olma pahasına başına gelecek belalardan habersiz, Marquis de Carabas isminde bir rehber ve Hunter (avcı) adlı siyahi bir kadının eşliğinde Door’un katledilen ailesinin üzerindeki sırları aralamak için adım attığı Yokyer evreninde hem (istemeden) maceradan maceraya atılıyor hem de envai çeşit karakterle karşılaşıyor.
Neil Gaiman yarattığı benzersiz karakterlerle ünlüdür. İstediği her yere kapı açabilen Door ve gayet normal bir adam olan Richard’ı bir tarafa bırakırsak roman akılda kalıcı irili ufaklı kahramanlarla dolu. Bunların içinde en lezzetlisi olan Marquis de Carabas karaderili bir züppe. Hırsız, entrikacı, güvenilmez ve komik bir karakter. Çizmeli Kedi’yi andırıyor ki yazar tarafından bu benzerlik birçok yerde destekleniyor: “Ele avuca sığmaz ama etli butlu kanaryaların olduğu bir evin anahtarları az önce kendisine emanet edilmiş bir kedi gibi gülümsedi…” Ben kendisini daha çok Oscar Wilde’ın karakterlerinden birine benzetiyorum; özellikle de Door’a bir koruma ararken gerekli olmayan özelliklerin altını çizerken: “Bir korumada hoşluk, ıstakozları bütün bütün kusma becerisi kadar kullanışlıdır.” Zaten romanın çoğu yerinde benzerlikler ve atıflar mevcut. Öykü “Alice Harikalar Ülkesinde” ve “Oz Büyücüsü”nün daha şiddetli ve kanlı halidir diyebilirim.
Karakterlerden bahsediyordum; Hunter (Avcı) kafayı Londra’nın Canavarı’na takmış etnik bir savaşçı. Lezbiyen olduğunu hissettiren çeşitli ipuçları var. Her romanda olduğu gibi burada da kötüler var elbette (hatta kimin tam olarak iyi, kimin kötü olduğunu tam olarak söyleyemiyorum. Kusurlu karakterler bunlar). George Milton ve Lennie Small’ın katil versiyonları şeklinde tarif edebileceğimiz tilkiye benzeyen Bay Croup ve yumuşak tüylü hayvanları okşamak yerine yemeyi tercih eden Bay Vandemar, o kadar becerikli suikastçiler ki Truva’nın düşmesinde bile parmakları olduğu söyleniyor.
Kitap çok kolay okunuyor ve hızla bitiriliyor. Bunda Neil Gaiman’ın alaycı, hınzır ama dokunaklı anlatımı kadar çevirmen Evrim Öncül’ün de rolü var kuşkusuz. Yine de keşke daha çok asteriks kullansaydı ve göndermeler daha anlaşılabilir olsaydı. Ayrıca İranlı ilüstratör Azadeh Ramezani Tabrizi’nin kapak resmini çok beğendim ki kendisini Dave McKean ile kıyaslıyorum, az değil. Bunlar bir tarafa, Neil Gaiman’ın o tanıdık tarzını bir kere daha deneyimlemek bende güvenli kollara geri dönmüşüm hissini uyandırdı. Gerçekten çok ilginç saptamaları var adamın. Bu yazıda birkaç yerde örneklerini verdim ama daha fazla misal vermek gerekirse; nişanlısı Jessica için olumlu düşünceler besleyen ve onu gözünde büyüten Richard’a karşılık (her ciddi ilişkide rastlanabileceği gibi) kadının tutumu hayli ince bir espriyle aktarılmış: “Jessica da Richard’da muazzam bir potansiyel görüyordu; bu potansiyel, doğru kadın tarafından düzgün bir şekilde dizginlendiğinde, Richard’ı muhteşem bir evlilik ortağı haline getirebilirdi.”
“Richard olayların korkak şeyler olduğunu fark etmişti: Tek tek değil, topluca gerçekleşip birden üstüne atlıyorlardı” gibi hoş sloganların yanında benzetmeleri de insanı büyülüyor doğrusu. Obez ve Rastafaryan bir dövüşçüyü tarif ederken: “Ruislip, Bob Marley şarkıları eşliğinde televizyonda sumo güreşi izlerken uykuya dalmış birinin göreceği türden kötü bir düşe benziyordu” demesi gibi… Bunların yanında o keskin ve acımasız tarzı da insanın canını yakmıyor değil. Kısacık 18. bölümde, insanın damağında garip bir baskı hissi uyandıran tarifsiz bir burukluk yaşatıyor. Belki de ben tüm kitaba hakim olan o “artık asla eskisi gibi olamama huzursuzluğu”ndan hoşlanıyorumdur, bilemiyorum…
“Her zaman istediğin birşeye hiç sahip oldun mu? Ve sonra onun istediğin şey olmadığını anladın mı?”
Yokyer, hayatınızı değiştirecek bir roman değil. Kitabı bir kaçış edebiyatı, bir yol öyküsü, polisiye, fantastik veya sembolik bir hikaye olarak okuyabilirsiniz. Hatta ayrımcılığa ve sosyal tabakalara karşı duruşu olan komün hayatını yücelten politik bir roman olarak da ele alabilirsiniz. Ama bunlar için önermiyorum Yokyer’i. Neil Gaiman okuyucusuyla dalga geçmeyen, onu ciddiye alan bir yazar. Çok tanıdık ve akla yatkın bazı gerçek saptamalarda bulunuyor ve bunları o kadar tereyağından kıl çeker gibi yapıyor ki, şu ana kadar aklınızdaki bu gerçeği bu şekilde aktarılabileceğini hiç düşünmemiş olduğunuzu fark ediyorsunuz. Bir yazarın gerçekten anlatacak birşeyleri olması çok önemli. Beynimi oyalamaktan başka bir işe yaramayan ağır betimlemeler, uzun ve düşük cümleler, daha sanatsal görünsün diye (atıyorum) “evcimen bir duygu değildi ki aşk, beni papatyalarla ezen devinimli, kapılarımı sarsan korkak ve görkemli -ki yalancı bir kuştan daha sevgili; o ayrıca en dışımda değil midir akarsu gibi şırıl şırıl…” gibi saçma salak laflarla benim üzerimden mastürbasyon yapan kitapları hiç tercih etmem. Bunu yazan kişinin anlatacak birşeyi yoktur. Ben onun yerine “Bay Vandemar… Bay Croup’un son söylediğini, tek aşkını kesip inceleyen bir anatomistin dikkatiyle düşündü..” şeklinde bir betimlemeyi tercih ederim. Bu kitabı tavsiye etmemin nedeni Neil Gaiman’ın boşa harcayacak vakti yokmuş gibi kompakt bir doku işlemesidir; her işinde olduğu gibi insanı sarmalayan bir samimiyeti ve uçuran bir hayal gücü vardır. Geleneksel anlatımı yoktur ya da geleneksel temaları değiştirerek kendisine malzeme eder. Her karakteri (büyük küçük ayırdına varmadan) çok boyutlu bir şekilde yer alır öykülerinde. Bir süre sonra onlarla hareket edip onlar için endişelendiğinizi hissettiren “gerçek” karakterlerdir bunlar. Bir yazarın Neil Gaiman’ın eserleri için yaptığı yorumu hatırlıyorum: “Bu edebiyat değilse, edebiyat nedir?”
Böyle bir konu bu kadar kolay ve bu kadar gerçekçi aktarılabiliyorsa neden tercihimi Neil Gaiman’dan yana kullanmayayım ki?
Yokyer; Neil Gaiman, İthaki yayınları / 2024
Neil Gaiman’s Neverwhere; Graphic Novel. Mike Carey&Glenn Fabry/ (1-9 single magazine 2024, 2024)- 2024
Kaynaklar:
www.neilgaiman.com
http://en.wikipedia.org/wiki/Neil_Gaiman
http://en.wikipedia.org/wiki/Neverwhere_(novel)
Yazan: wherearethevelvets
wherearethevelvets@sanatlog.com
Bir Kedi Gibi Yabanıl, Yalnız ve Çekici: Katherine Mansfield
Kendini İngiliz Anton Çehov’u olarak tanımlayan, çağdaşı Virginia Woolf’un ölesiye kıskandığı Katherine Mansfield’ın öykülerinin tamamı ilk kez Türkçe’de… Katıksız Mutluluk, yazarın “bitmemiş öyküler”ini de içeriyor.
Okuma pratiğinin belli bir aşamasından sonra, hele ki feminist eleştirel okumalara yoğunluk vermeye başladığımdan bu yana kimi yazarları baştacı etmemin en önemli nedeninin, kimliklerini ve yazınlarını feminizm içinden kurmaları olmakla birlikte metinlerinden aldığım “haz“ olduğunu, Katherine Mansfield’ı yeniden okuduğumda anladım. Elaine Showalter’ın da belirttiği gibi protestocu kimliğiyle, sınıfsal fark ve toplumsal cinsiyet açısından kadının geleneksel konumunu yargılayan Mansfield, yazın anlayışını da bu zemin üzerine kurarak 19. yüzyıl İngiliz edebiyatında, kendine ait bir yazın tarzı geliştiren nadir kadın yazarlardan biriydi hiç kuşkusuz. Ancak cinsiyet kriterlerini, dildeki ayrımcılık, seksist tutum hassasiyetlerini yani eleştirel bakışı öncelikli olmaktan çıkardığımda, Mansfield’dan bana kalanın, metnin kendi zevki olduğunu bir kez daha gördüm. Barthes’ın “plaisir du text”; metindeki anlam oyunlarının oynanması yoluyla alınan haz veya mutluluk (jousisance) olarak tanımladığı metnin hazzı, her yazarda aranmayacak bir değer! Birbirine benzer kahramanlarla, hayatın sıradanlığından alınmış olay ve durumları, yalın, ekonomik bir dille anlatarak, hep aynı büyük hikâyenin içinde dolaşan Katherine Mansfield’dan alınan hazzı nerede aramalı öyleyse? Kısa öykünün bir edebiyat türü olarak yerleşmesine yadsınamayacak katkılarda bulunan Katherine Mansfield, 20. yüzyıl İngiliz kısa hikâyeciliğinde bir devrim yaratır. İlkin Yeni Zelandalı kimliğini reddetse de sonradan kimlik, aidiyet ve arzu üzerine yurtsama niteliği taşıyan öyküler yazan Mansfield, insanın içsel yaşamını, duyguların şiirselliğini ve kişiliğin sınırları kesin olmayan, bulanık doğasını aktarır. Sıradan yaşamları olduğu haliyle yansıtırken yorumlamada verdiği biçim, şüphesiz onun metinlerini haz verici kılar. Kendini olay örgüsü ve sonuç bölümünden bağımsız kılan Mansfield’ın kurgusu, Damien Wilkins’in deyimiyle açık sonluluğu sayesinde –kimlik, aidiyet ve tutku konusunda rahatsız edici soruları işlemedeki yetkinliğiyle– ilgiyi üzerine çekmiştir. Yazarken, kahramanlarının kimliğine bürünür; sadece insan değil, hayvanlar, bitkiler, nesneler ve doğanın kendisidir kahramanları. Ördekleri yazdığında, yuvarlak gözlü bir ördek olur, rüzgârı anlattığında saldıran bir esinti… İç dilden dış dile aktarma ile dıştan içe geri aktarım birliktedir; nesnelerin ve dünyanın dilinden insan diline aktarım yapar. Şiirsel bir ritm ve içsel bir sezişle yazılan Ah Bu Rüzgâr, bir olay örgüsünden çok bir mânâdan alır gücünü. Hayatın küskünlüğünü simgeleyen rüzgâr, dildeki yalınlığa da belli ölçüde şiirsellik katar. Virginia Woolf gibi Katherine Mansfield da düzyazıda “şiirselliği” savunurken, düzyazının -şiirinin mevcut konumuna bakarak- yazara daha büyük olanaklar sunduğu görüşünü ileri sürer; ona göre maskeli balodur şiir. Mansfield’ın çağdaşlarının yazdığı şiirden yakınma nedeni, Valerie Shaw’ın belirttiğine göre, kişilikten arınmışlık özelliğinin, maskenin arkasındakini görmemize hiçbir zaman olanak vermeyişidir. Bir olay örgüsü ya da keskin bir son olmadan, sadece hikâyenin anlatıldığı, bilinçakışının sürüklediği öyküler yazan Mansfield’ın hikâyelerinde klasik bir kurgu yoktur. Durum hikâyeciliği olarak adlandırılan ve Çehov’la özdeşleşen bu ekolün izinden gider Mansfield ve bir Çehov tutkunu olarak kendini “İngiliz Anton Çehov’u” olarak adlandırır.
Onun öykülerine ayrıcalık katan bir başka unsur da ruhsal çatışmaları ve ikilemleri eksen almasıdır. Ki bu, onun kendi kişiliğinden kaynaklanır. İlgi çekicilik, büyüleyicilik ve savunmasızlık gibi zıt özellikleri barındıran Mansfield nereye gitse bölücü bir tavır sergilemiş, tanıyanlarda güçlü ama müphem bir etki bırakmıştır; insanı hem iter hem de çeker. Otuz beş yıl süren kısacık yaşamının, 1904’ten 1922’ye uzanan önemli bir kesitini kapsayan içsel ve dışsal çatışmalarla örülü Bir Hüzün Güncesi’nde, on sekiz yaşında yaşadığı, nefreti ve tapınmayı aynı anda barındıran bir aşk ilişkisinin hayatındaki boşluğu doldurduğunu anlatır. Ancak bir süre sonra boşluk, yazının büyülü gücüyle dolmaya başlar. 1911′de yayımlanan Alman Pansiyonu, orta sınıfın riyakârlığı kadar kendi yaşadığı hayal kırıklığını ve karamsarlığını; The Garden Party sınıfsal ve ekonomik uçurumlarla birlikte kırılmışlığı; Ölü Albayın Kızları, acıyı ve hüznü yansıtırken, tüm öykülerinde doldurulmak üzere bekleyen bir boşluk vardır Mansfield’ın. Başta kardeşi olmak üzere pek çok dostunu savaşta kaybeden yazarın öykülerinde ölüm belirgin bir temadır. Çok sevdiği kardeşinin 1915 Ekim’inde, bir el bombası taliminde ölmesi, onun edebiyatını da yeniden gözden geçirmesine neden olur. 1916′ların başında günlüğüne şöyle yazar:
“Bundan önceki hikâyelerimin konuları beni hiç ilgilendirmiyor. Şimdi… Şimdi kendi vatanım hakkında yazmak istiyorum. Dağarcığım tükenene kadar.”
Nitekim başyapıtı, kentten kıra taşınan bir ailenin hikâyesi olan Prelüd’de, Yeni Zelanda’da geçen çocukluğundan söz ederek terk ettiği vatanına duyduğu özlemi dile getirir. 1918′de basılan altmış sayfalık bu eserin dizgisini ise bizzat kendi elleriyle, ezeli rakibi Virginia Woolf yapmıştır.
Bataklık üzerine kurulu bir arkadaşlık
20 yaşında, yaşamını yazarak sürdürmeye karar vererek Londra’ya taşınan Mansfield, dönemin avant-garde aydınlarından oluşan Bloomsbury grubunun toplantılarına katılır. Gruptan T.S. Eliot’ın “Hem büyüleyici bir kişilik, hem de derisi kalın bir dalkavuk, tehlikeli bir kadın”diye bahsettiği Mansfield ile 1917’de tanışan Woolf da benzer duygulara sahiptir, kızkardeşi Vanessa’ya yazdığı mektupta rahatsızlığını şöyle ifade eder:
“Katherine Mansfield’le biraz yakınlaştık; onun nahoş fakat güçlü ve ahlâktan tamamen yoksun bir kişiliğe sahip olduğunu düşünüyorum.”
Kısa süren arkadaşlıkları bir bataklık üzerine kuruludur adeta. 1917 ve 1918 yıllarında Woolf’un günlüğünde en sık tekrarlanan temalar, hava saldırıları, Yeraltı Dünyası, 1917 Kulübü ve Katherine Mansfield’dır. Edebiyata olan bağlılıkları birleştirici ancak yazar olarak aralarındaki rekabet ayırıcı ve bölücü olduğu için ikisi de birbirine son derece cazip, ama aşırı derecede rahatsız edici gelir. Dünya tarafından incitilmişliğinin acısını, tüm kadınsı içgüdülerine tam bir serbestlik tanıyarak çıkaran Katherine, Quentin Bell’e göre, sokak kadını gibi giyinip, fahişe gibi davranan bir kadındır. Hayranlık kadar bir acıma hissi de uyandırır Woolf’ta bu durum. Tüm insanların en zayıf noktasının korkmak olduğuna inanan Katherine ise Virginia’dan hem korkar hem de onunla çok eğlenir. Rakibine keyif verebildiği gibi acı verdiğini bilmek de onu mutlu kılar. Özünde yalan ve iğrenç olarak tanımladığı Gece ve Gündüz üzerine yazdığı eleştiri son derece acımasızdır. Hastalığı nedeniyle Fransız Riviyerası ve Londra arasında mekik dokuyan Mansfield, 1920 Eylül’ünde, Menton’da, en üretken dönemini yaşar. 1922’de yayımlanan The Garden Party modernizmin dönüm noktası olarak gösterilirken o, 1923 Ocak’ında ölür. Hayatının son günlerini yaşadığı klinikte arkadaşına yazdığı mektup yılgınlığının, doğaya özleminin kanıtıdır adeta:
“Yaşam tarzımı tümüyle değiştirmeyi düşünüyorum. Her türlü işi ellerimle yapmayı amaçlıyorum. Hayvanları beslemek ve elle yapılabilecek her işi yapmak.”
Katherine Mansfield Kitaplığı:
Katıksız Mutluluk (Bütün Öyküler), Çev: Oya Dalgıç, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2024
Ah Bu Rüzgâr, Çev: Şadan Karadeniz, Can Yayınları, 2024
Şarkı Söyleme Dersi, Çev: Orhan Düz, Şule Yayınları, 1998
Bir Hüzün Güncesi (Günce 1914-1922), Çev: Şadan Karadeniz, Can Yayınları, 1994
Ölü Albay’ın Kızları, Çev: Memet Fuat, Adam Yayınları, 1991
Yazan: Hande Öğüt
Christopher Marlowe
İngiliz oyun yazarı Christopher Marlowe (1564-1593), tiyatro oyunlarının “açık ölçü”yle (blank verse) yazılma potansiyelinden ve Rönesans hümanizminin trajik kinayesinden yararlanan ilk oyun yazarıdır.
Üniversite kayıtlarına göre Marlowe, okulun son yıllarında sıklıkla okulu aksatırdı; hatta yasa tarafından izin verilen devamsızlık hakkını aşarak öğrenim derecesini tehlikeye atmıştır. Anlaşılan vaktinin çoğunu Kraliçe Elizabeth’in Protestan yönetimine karşı komplo kuran Katolikler arasında Rheimst’e harcıyordu. Kutsal emirleri yerine getirmeyi reddettiği ve devamsızlık hakkını aştığı için üniversite bir süreliğine öğrenim derecesini vermeyi reddetti; fakat yetkililer müdahale ettiler ve sonunda Marlowe’a derecesi verildi.
“Iambic pentameter” denilen, birbirini izleyen bir vurgusuz bir vurgulu on heceden oluşan uyaksız dizeler, Marlowe ve onu izleyen oyun yazarlarının İngiliz yazınına bıraktığı en değerli miraslardan biridir. Marlowe bu teknik yenilikle de yetinmeyerek oyunlarında geleneksel tiyatronun önünü açmayı amaçlamış ve başarılı olmuştur. On altıncı yüzyılın ortalarına doğru kurulan İngiliz Kilisesinin koyduğu yasakla yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlayan “kilise oyunları” ve “cycle”ların yerini alan “interlude”lar (ara oyunları) ve “morality”ler (ibret oyunları) ile yazarlar kendilerini her açıdan geliştirmeye, yenilikler uygulamaya çalışmışlardır.
Marlowe, “ibret oyunları”nda kullanılan basit ve tekdüze olay örgüsünde değişiklikler yapmakla kalmayıp alt-olay örgülerinin yardımıyla oyunlarının çok boyutlu olmasını sağlamıştır. Oyunlarında “5-perde” kuralını uygulayan Marlowe aynı zamanda yeni ve çekici tipler yaratma uğraşını da sürdürmüştür. Dolayısıyla, Marlowe’un kısa yaşamına sığdırdığı birbirinden ilginç yedi oyunuyla yeni yeni parlamaya başlayan İngiliz tiyatrosuna getirdiği yenilikler arasında karakter betimlemeleri önemli bir yer tutar. Konuşması olmayanlar hariç 198 karakterle, Marlowe, ilk kez bu kadar çok sayıda oyun kişisi yaratan yazar unvanını elinde bulundurmaktadır.
Marlowe’un oyunlarına temalar egemendir; karakterler görüşlerin, inançların sözcülüğünü yapar; tutkularıyla yaşar, tutkuları uğruna ölürler. Gelişmezler, kişiliklerinde değişme olmaz, düz bir çizgi üzerinde yürürler ve başladıkları yerde bitirirler oyunları. Marlowe’un karakterleri tutkulu, kararlı, her türlü duyguyu en yoğun biçimde yaşayan yiğit kişilerdir. Kısa örneklerle üzerinden geçecek olursak örneğin bir dünya imparatorluğu kurmaya kararlı Timur; Yahudilerin sevilmediği bir adada dünyanın en zengin kişisi olmayı kafasına koymuş olan Barabas; Kartaca’da geçici bir süre konaklamak zorunda kalan, bir imparatorluk kurmak gibi ağır bir görevi üstlenmiş Aeneas’a delicesine tutulan Dido; siyasal güç uğruna ülkesi Fransa’yı ikiye bölmekten çekinmeyen Guise; sevdiği insan uğruna ülkesini karmaşanın ortasına atmaktan çekinmeyen Edward; aldığı eşsiz üniversite eğitimine karşın, bilgi karşılığında ruhunu şeytana satan Faustus… Ölümlüleri yok edici yoğunluktaki tutkulara sahip bu kişiler, bu özellikleriyle devleşir; izleyiciyi ve okuru büyüler.
Marlowe, University Wits dram topluluğu üyelerinden biriydi ve Master yıllarında oyun yazarlığına başladı. Marlowe 7 tane oyun yazmıştır. Marlowe’un oyunları hem kendi hayatında hem de ölümünden sonra günümüze kadarki dönemlerde seyircilerin çok ilgisini çekmekle beraber işlediği konular dolayısıyla her zaman tartışmalara yol açmıştır. İşlediği temalar ve konular arasında; Doktor Faustus’ta ateistlik ve şeytana tapma, Edward II’de eşcinsellik ve The Jew of Malta’da anti-semitizm -Yahudi düşmanlığı- bulunmaktadır. Ayrıca Marlowe İngiliz edebiyatı içinde Hero and Leander adlı uzun şiiri ve The Passionate Shepherd to His Love (İhtiraslı Çobandan Sevgilisine) adlı kısa bir şiiri ile de ünlüdür.
Dido, Queen of Carthage (Dido, Kartaca Kraliçesi) muhtemelen Thomas Nashe ile ortak yazılmış Marlowe’un ilk oyunudur. Oyun Dido’nun dramatik hikâyesini ve Cupid tarafından kandırılan Aeneas’a olan aşkını anlatır. Aeneas’ın ihaneti ve sonuç olarak İtalya’ya giderkenki intiharıyla sonuçlanan oyunlar konu bakımından aslında Aeneid of Virgil’in 1. 2. ve 4. kitabına dayanmaktadır.
O, yüksek şiir sanatını sahnede en doğru yerde kullanmış ve bize yaratıcısı gibi ateşli ve ihtiraslı karakterlerini kendinden bile daha iyi olan bir şair, yani William Shakespeare’e bu yolu hazırlayarak bırakmıştır.
Trajedide ilk önemli gelişmeleri yapan elbette büyük usta Marlowe’dur. Neredeyse her oyununda tek bir karaktere yoğunlaşır. İki bölümden oluşan Tambur laine the Great ilk defa 1590 yılında basılmıştır. İlk bölümün ünlü giriş kısmı yeni bir şiirsel ve dramatik tarzı ilan eder:
“From jigging veins of rhyming mother wits,
And such conceits as clownage keeps in pay
We’ll lead you to the stately tent of war,
Where you shall hear the Scythian Tamburlaine
Threat’ning the world with high astounding terms
And scourging kingdoms with his conquering sword.
View but his picture in this tragic glass,
And then applaud his fortunes as you please.”
Dizelerde olduğu gibi oyun Tamburlaine’nın iktidara yükselişinin apaçık bir göstergesidir. Kahramanımız korkuyu ve merakı oyun boyunca kışkırtır.
Marlowe’un açık ölçüyle (blank verse) yazılmış dikkate değer ilk İngilizce oyun olan Tamburlaine 1587 yılında Londra’da sergilenmiştir. Tamburlaine çobanlıktan savaşçılığa yükselen Fatih Timur hakkındadır. Thomas Kyd’in The Spanish Tragedy’siyle birlikte Tamburlaine genellikle Elizabeth tiyatrosunun olgun evresinin başlangıcı sayılır. Tamburlaine’nin büyük başarısı Tamburlaine II ile izlenmiştir.
Tamburlaine mükemmel sahnelerin yaşandığı bir geçit töreni gibidir; oyundaki her şey Tamburlaine’deki hayattan daha büyüktür. O sadece fethetmekten memnun değildir; büyüklüğünü, fethettiklerine, Dmascus’un tüm kızlarını öldürerek, esir Soldan of Turkey’i maşa olarak kullanarak ve onu kafeste taşırken parmaklıklara vurarak, döverek hatta kendi öz oğlunu korkaklığı sebebiyle öldürerek kendini bazılarına hayran bırakır.
Tamburlaine Babylon’u alır ve yöneticiyi oklarla deldirir (hatta oyun sırasında bu oklardan birkaçı seyirciler içindeki bir çocuğun ölümüne sebep olmuştur) ve kasabada yaşayanları gölde boğar.
Aslında bu, Nazi ve Komünistleriyle birlikte çağımızın bir karikatürüdür; fakat bu karikatür Marlowe’un açık ölçüsüyle, olağanüstü başarısıyla yapılmıştır.
Yaklaşık 1589′da yazılmış olan The Jew of Malta (Malta Yahudisi), Elizabeth dramasının en güçlü Machiavellian karakterinden biri olan Barabas’ın bir hikâyesidir. Tamburlaine’in aksine Barabas kurnaz, üçkâğıtçı ve ağzı sıkıdır. Oyunun başında Machiavelli giriş kısmını okuduktan sonra uzun açılış konuşmasıyla Barabas’ın serveti kutlanır. Fakat Barabas’ın tüm serveti Türklerin övgüsünü kazanmaya çalışan Malta’nın yöneticisi tarafından mahrum edilir. Bu olaydan sonra Barabas öç almaya girişir ve bu öç sadece Malta yöneticisinden değil, aynı zamanda Hıristiyan ve Müslümanlardan kaynaklanır. Barabas rahibeleri zehirler, kendi kızlarını seven çocukları birbirlerine öldürtür ve en sonunda Türklerin liderlerini katletmeyi teklif eder. Düşmanları için hazırladığı kızgın yağ kazanlarında ölen düşmanları değil, kendisi olur.
Marlowe’un en iyi eseri olarak düşünülen Doktor Faustus’un ana karakteri tüm alanlarda uzmanlaşmak isteyen ve bunun için şeytanla pazarlık yapan bir bilgindir. Dünyadaki her şeyi öğrenmesi için şeytan onun 24 yıla ihtiyacı olduğunu söyler ve bunun karşılığında ondan ruhunu ister ve de anlaşma sağlanır. Doktor Faustus’un bu trajik hikâyesi Faust efsanesinin ilk dramatize versiyonu olan Alman Faustbuch’a dayanmaktadır.
Şeytanla anlaşma versiyonları dördüncü yüzyıla kadar dayansa da Marlowe kahramanının kitaplarını yakamamasıyla ya da merhametli Tanrı’nın anlaşmasını feshetmediği için oyunun sonunda pişman olmasıyla diğer versiyonlardan önemli bir şekilde ayrılır. Marlowe’un kahramanı şeytanlar tarafından parçalanarak çığlıklarla cehenneme gönderilmiştir. Aslında Dr. Faustus metne ait bir problemdir çünkü çok fazla düzeltme yapılmış ve muhtemelen sansürlenmiştir; hatta Marlowe’un ölümünden sonra tekrar yazılmıştır. Oyunun iki versiyonu da mevcuttur. Metin A ve Metin B olarak ayrılmıştır ve birçok bilgin A metninin Marlowe’un orijinalini yansıttığını savunur; nedeni ise A metninin düzensiz karakter isimleri içermesidir.
The Massacre at Paris (Paris’te katialam) 1572′deki Saint Bartholomew’s Day Massacre olaylarını betimleyen kısa bir çalışmadır. Dr. Faustus’la beraber Marlowe’un en tehlikeli oyunlarından biri sayılır; Londra’da kışkırtıcılar yakalandığından son sahnede böyle bir olasılık için birinci Elizabeth’i uyarır.
Marlowe’un oyunları müthiş ölçüde başarılıdır ve bu başarı Edward Alleyn’in başarısına da bağlıdır. Tamburlaine’in, Faustus’un ve Barabas’ın kibirli rolleri muhtemelen Edward için yazılmıştır. Marlowe’un oyunları Alleyn’in şirketinin The Admiral’s Men repertuvarının temelidir.
Bazen Marlowe’un Morley olduğu kuramı sunulmuştur. Morley, Arbella Stuar’ın özel öğretmenidir (1589). Morley’in Marlowe olduğu olasılığı ilk TLS mektubunda E. St. John Brooks tarafından ortaya atılmıştır ve eğer Marlowe gerçekten de Morley ise bu onun ajan olduğu ihtimalinin bir göstergesidir aslında.
Marlowe tanrının düşmanı olarak imalarda bulunduğundan ateist olarak sayılmıştır. Modern tarihçiler, onun ateizmini katolizmiyle birleştirip detaylı ve güçlü rol yeteneğini de ekleyerek bir diğer işi olan hükümet ajanlığını benimsemiş oluğunu düşünmektedirler.
Marlowe’un akran yazarlar arasındaki ününden bahsedecek olursak ölümüne haftalar kala George Peele onu “Marley, the Muses’ Darling” (Marley Muses’in sevgilisi ‘Muses Yunan mitolojisinde yazarlara, şairlere ilham veren tanrılardır’) olarak hatırlatmıştır. Michael Drayton ise ilk şairlerde olduğu gibi içinde bulundurduğu özgüveni takdir etmiştir. Ben Johnson “Marlowe’s Mighty Line’ı yazmış, Thomas Nashe arkadaşına “Poor Deceased Kit Marlowe”u yazmıştır ve yayımcı Edward Blount, Sir Thomas Walsingham’a Hero and Leander’ı adarken Marlowe’u anmıştır.
En önemli övgü ise Shakespeare tarafından As You Like It adlı eserinde yapılmıştır. Aslında Shakespeare, Marlowe’dan çok fazla etkilenmiştir ve bu etkilere kanıt olarak Shakspeare’in Anthony and Cleopatra eseri Marlowe’un Dido eserinin, The Merchant of Venice Jew of Malta’nın, Love’s Labour’s Lost’un The Massacre at Paris’in, Richard II ise Edward II’nin ve Macbeth ise Dr. Faustus’un aynı temalarla tekrar yazılmış hali gibi olmasıdır. Bazı kişilerse ünlü İngiliz oyun yazarı William Shakespeare tarafından yazılmış olduğu kabul eden ünlü oyunların gerçekte Marlowe tarafından yazıldığını iddia etmişlerdir. Aslında bu büyük olasılıkla doğrudur.
Her ne kadar hayatı üzerine bilinenler olsa da aslında Marlowe’un hayatı ve ölümü gizemlidir. Devletin gizli bir ajanı olduğuna dair elde belgeler bulunmaktadır fakat hala tartışmalar sürmektedir. Ne yazık ki usta yazar çok genç bir yaşta henüz 27 yaşında iken bir bar kavgası sırasında başına bir kama saplanması ile öldürülmüştür. Ateist olması veya eşcinsellik konusunu işlemesi dolayısıyla hükümet yanlılarınca bir suikaste uğraması veya işlediği konuları sevmeyenlerin bir komplosuna kurban gitmesi hala tartışılmakta olan konulardandır…
Yazan: Gamze Kuzu
EK;
OYUNLARI:
Dido, Queen of Carthage (1586) (Thomas Nashe ile beraber)
Tamburlaine, part 1 (1587)
Tamburlaine, part 2 (1587-1588)
The Jew of Malta (1589)
Doctor Faustus (1589, ya da1593)
Edward II (1592)ŞİİRLERİ:
Translation of Book One of Lucan’s Pharsalia (tarihi bilinmiyor)
Translation of Ovid’s Elegies ( 1580s?)
The Passionate Shepherd to His Love (1593′ten önce)
Hero and Leander (1593′te yazılmış ancak bitirilmemişti; George Chapman tarafından 1598′de tamamlandı.)Quotes (Alıntılar):
“Was this the face that launched a thousand ships, and burnt the topless towers of Ileum?”
“Nature that framed us of four elements, warring within our breasts for regiment, doth teach us all to have aspiring minds.”
“Is it not passing brave to be a King and ride in triumph through Persepolis?”
“Hell hath no limits, nor is circumscrib’d one self place; for where we are is Hell, and where Hell is, there must we ever be.”
“What are kings, when regiment is gone, but perfect shadows in a sunshine day?”
“That perfect bliss and sole felicity, the sweet fruition of an earthly crown.” Literary career “Where both deliberate, the love is slight: Who ever lov’d, that lov’d not at first sight?”
“Who ever loved that loved not at first sight?”
“Come live with me, and be my love, and we will all the pleasures prove.”
“You stars that reigned at my nativity, whose influence hath allotted death and hell.”
“I count religion but a childish toy, and hold there is no sin but innocence.”
“O, thou art fairer than the evening air clad in the beauty of a thousand stars.”
“All places are alike, and every earth is fit for burial.”