“Korkunç bir şey. Yaşamın kendisi ölmüş sanki. Sanki hiçbir şey doğmayacak bir daha.”
Erkek arkadaşının hamile bıraktığı, çocuğunu doğurmakla doğurmamak arasında kalan Hjördis Petterson’un (Bibi Andersson) sözleridir bunlar. Hastanedeki oda arkadaşı Stina Andersson’un (Eva Dahlbeck) çok istediği bebeğinin ölü doğması neticesinde kısa dalgalı bir şok geçirir genç kadın ve olasılıkla bu şokun ardından bebeğini kürtajla aldırmayıp doğurmaya, bakımını üstlenmeye karar verir. Çocuk, yaşamda kalma ve yaşam savaşı bir arada düşünülür.
Bergman’ın şu muhteşem Yedinci Mühür’ündeki (1957, Det sjunde inseglet) mutlu aile tablosu gibi. Onları ayakta tutan ne tanrı, ne konu komşu, ne de maddi ilişkilerdir. Sevgi çemberinde bir araya gelmişlerdir ve yine sevgi sayesinde ölüm meleğinin tırpanından azade olurlar. Ölüm meleği onları ya unutmuştur ya da çok mutlu oldukları için canlarını almaya kıyamaz. Sessizce, kıl payı kurtulurlar ölümün elinden. Bu, görülebilecek en büyük mutluluk tablolarından biridir. Göçebe, bugün burda yarın orda, hırstan uzakta, rekabeti tanımadan, kimseyle didişmeden, kimsenin hakkını yemeden yaşanan küçük bir dünya. Böyle bir tablo mümkün müdür? Bu sadece Bergman’ın kısa dalgalı bir düşüdür belki de. Belki de olmasını istediği, özlem duyduğu dünyanın bir parçasıdır. Bilinmez.
Nära livet şu duyguyu güçlendirir: Bergman bir kadın yönetmenden de daha güçlü itkilerle, bazen deneyerek ve yeniden bakarak, bazen de el yordamıyla kadınları anlatır. Kadınların yegâne sinemacısıdır, denebilir. Doğurganlıkları, çocuk sevgileri, kocaları ve akrabalarıyla ilişkileri, hemcinslerine duydukları aşk, rüyaları, hayalleri, geçimsizlikleri, tutkuları, yalnızlıkları, travmaları Bergman’ın kamerasından detaylıca incelenirler. Nära livet, Bergman’ın genel incelemesinin küçük bir parçasıdır ve kaygan zemin doğurganlık itkisiyle dünyaya çocuk getirme korkusu ikilemi arasında belirginleşir. Sevgisizlik ve iletişimsizlik bütün dünyaya hâkimdir, ama bunu aşabilenler de hep olacaktır.
Söz gelimi karısını ziyarete gelen Harry Andersson (Max von Sydow) anılabilir: Karısı Stina’yı dört gözle bekleyen, çocuğunu sevmek için sabırsızlanan, karısı dönünceye dek evde tamirat işleriyle uğraşan, bütünüyle dünyayı olumlayan bir karakterdir. Onun karşıtı ise karısı Cecilia’ya (Ingrid Thulin) ve evlilik yaşamına yabancılaşmış Anders Ellius’tur (Erland Josephson). Olasılıkla Bergman’ın alter-egosudur. O da Bergman gibi bir adaya sahiptir, kendi adasına.
Ki aile tablosu arasında kurulan ezici karşıtlık Yedinci Mühür’deki şövalye ile gözlemlediği mutlu aile tablosu arasındaki karşıtlığı anımsatır. Dünyada mutlu olmayı başarabilenler de olacaktır, başaramayanlar da. Asıl sorun, nasıl yaşayarak, neyi hissederek mutlu olunabileceğidir. Aile yaşamı ve çocuk sevgisi öne sürülür, samimi insan ilişkileri devreye sokulur, varoluş kaygılarından uzak olmanın düşü üzerinde durulur; kim bilir, belki de cahillik mutluluktur. Mutlu olmanın tek bir reçetesi yoktur. Başarabilenler, deneyip hep yenilenler ve daha iyi yenilenler (Beckett) de hep olacaktır.
Filmde, “Gerçek yalnızlık cesaret ister. Ardında sabit bir korku gizlidir.” der bir kadın. Yalnızlık sanıldığı gibi yalnız olmak değildir. Aslında insan yalnız olmayı başaramamaktadır. Bununla birlikte, kahramanların da farkında olduğu üzere insan eşiyle ya da dostuyla birlikteyken bile yalnız olabilir. Yalnızlık bir bakıma her yerdedir, ama gerçekten yalnız olmak, bunu seçmek ve bu yolda yaşamak zordur. Belki de kimse yalnız yaşamayı istememektedir, ama başkalarıyla birlikteyken de yalnız hissetmektedir. Ve Tanrı, hep bir başına tasavvur edildiğine göre en yalnız kişi de o olmalı.
Özetle Nära livet, Ingmar Bergman’ın gündelik yaşam, aile, çocuklar, aşk, sevgi, ilişkiler, kaygılar, küçük sevinçler, korkular, mutsuzluklar, gizli hüzünler, yaşamda kalmayı olumlayan düşünceler üstüne çektiği filmlerin bir başka halkasıdır.
Hakan Bilge
Yazarın diğer yazıları.