Benjamin Button’ın Pek de Tuhaf Olmayan Hikayesi
“Ah Tanrım!… Ne uzun zaman dilimidir; yaşam süresinde bir anlık mutluluk!.. Bir ömür boyu için yeterli olmaz mı? Az şey midir bu, bir insan yaşamı için?…” Beyaz Geceler / Dostoyevski
Oscar adaylarından The Curious Case of Benjamin Button, 6 Şubat günü vizyona girdi. David Fincher, Seven ve Fight Club gibi filmlerden sonra, oldukça yukarılarda seyreden beklentimizi, bu sefer yine Brad Pitt’li bir filmle ayakta tutmayı başarıyordu. Üstelik, oldukça etkileyici olan konusu, ayrı bir cazibe yaratıyordu. Ne de olsa, bir insanın hayatını yaşlılıktan çocukluğa kadar anlatmak, büyük cesaret işiydi ve bunu büyük bir yönetmenin elinde varacağı noktaları hayal etmek, başlı başına bir zevkti. Kahramanımız en az Fil Adam kadar ilginç bir yaratıktı. Bu tuhaf adamın, tuhaf bir dünyası, tuhaf bir hikayesi olacaktı. Filmin, iki buçuk saate varan süresi de, tam da bu nedenle göze almaya değerdi.
Filmin kurulumu da yeterince oturaklıydı. Zaten başlı başına bir metafor olan öyküyü, oğlunu savaşta kaybeden acılı bir babanın ibret dolu fıkrasıyla bize özetlemekte sakınca görmüyordu. Zaman geçtikçe hasta yatağındaki Daisy’nin (Cate Blanchett), Benjamin Button’ın notlarını kızına okutmasının, filmin tabanını oluşturacağını görecektik. Benjamin Button, yaşlı doğmuştu ve gençleşecekti. Bu; filmin bir fanteziden ibaret olduğunu bize söyleyecekti ve biz de öykünün gerçekliğiyle ilgilenmeyecektik. Örneğin böyle bir adamın yalnızca yakın çevresi dışında, kimsenin ilgi odağı olmamasını; basının, hükümetin ya da bilim dünyasının ilgisini çekmemesini bağışlayacaktık. Ne de olsa; bu başka bir şeyler anlatmanın bir yolu olarak, önemsenmeyecek dramatik bir detaydı. Filmin yaratıcı ekibi, bize bu fantezinin varabileceği noktalar üzerinden, bir farkındalık yaratacak, böyle cesur bir girişimin hakkını hem duygusal, hem düşünsel düzeyde verecek, bize şöyle ya da böyle felsefik bir seans önereceklerdi.
Ama hiç böyle olmadı. Fincher, vaatlerini bir kez daha yerine getiremiyordu. Toplumsal olaylar, fonda gerçekleşiyordu. Başa gelen bütün felaketler, Amerikalı vatandaşların felaketleriydi. Bir denizaltının hain saldırısına maruz kalıyorlar, Katrina kasırgasına karşı koyamıyorlardı. Benjamin’in kendi söylediği gibi, diğer insanlar da insandı. Ama bu fikir sadece bir barda akıldan geçiyordu ve diğer insanların da insan olduğu kabul edilse de, “öteki insan” olmayı sürdürüyorlardı. Merkezde biz Amerikalılar vardık. Bu, filmin altyapısını doldursa yeterliydi. Zaten evrensel olmakla ilgili bir derdimiz yoktu. Zaten bu evrensellikle ilgili derdimizi, Hollywood’un ele alması gerektiği kadar alsak yeterliydi. Bir dramatik durum ortaya koyacaktık. Zaman zaman şakalar yapacak, film ilerledikçe öyküyü iyice aşkla yoğuracaktık. Bu bize yeterliydi, çünkü böyle bir adamın aşk hikayesini anlatmak, izleyiciyi yeterli düzeyde tatmin edecekti. Nasılsa bu işleri yapmayı iyi biliyorduk. Bu garantiliydi, izleyiciyi keserdi. Yedi kere yıldırım düşen adamın görüntülerini, araya insertlerle koyardık, bu leitmotif, filmin sempatisini arttırırdı. Güzel görüntüler, eskiye ait objeleri kullanma, ve hayata dair küçük detaylar, bize Amelie’ye duyulan sempatinin bir benzerini kazandırırdı. Mesaj olarak da Amelie’deki, küçük mutlulukların ve hayatın güzelliği, samimiyetin değeri gibi değerleri, biraz evirir çevir; onu didaktik bir biçime dönüştürürdük; ve derdik ki hayatta zaten mutluluk mümkün değildir, tüm çabalar boşunadır, bir an mutlu olunsa yeterlidir. O da gençken güzelken, bir dönem yakalanırsa yakalanır, yoksa şansınıza küsün. Bir şeyleri değiştiremezsiniz. Zaten zaman böyle akıp giderken, başka türlüsü düşünülebilir mi. Mutluluk olanaksızdır. Eğer zaman bu film için bir metaforsa, onu da öyle bir kullanırız ki, insanlara daha önce defalarca söylediğimiz, mutluluğun olanaksızlığı ve boyuneğmenin kaçınılmazlığı vurgusu tekrarlanmış olur.
Fincher, bunları düşünüyordu. Belki de düşünmüyordu. Çünkü görevini çok iyi yapmak yeterliydi. Olağanüstü bir prodüksiyonun altından kalkmak kolay iş değildi. Makyajlarla, güçlü ve ünlü oyuncularla buna benzer bir filmin altından kalkmak her babayiğidin harcı değildi. Bunun üstesinden, olsa olsa onun gibi usta bir yönetmen gelirdi. Ama gözümüzden sürekli düşen ve teknik anlamda usta bir yönetmen unvanını kendine yeterli görerek. Fight Club gibi bir filmin var ettiği safça umutları tüketmeye devam etmekten rahatsız olmayarak.
Peki bizim bu teknik yetkinlik dışında neyimiz eksikti ki? Tamam filmleri bütün dünyaya satabilecek bir sektörümüz belki yoktu. Ama öykülerimiz samimiyet konusunda daha vasat değildi. Ada, biraz daha bizden bir Daisy değil miydi? Ya da Benjamin Button bir çeşit Issız Adam?…
Yazan: Erkan Erdem