Mithat Cemal Kuntay ile Cinsiyetçilikte Yolculuk

Ağustos 3, 2024 by  
Filed under Edebiyat, Eleştiri, Kitabiyat, Kitaplar, Romanlar, Sanat

“Roman Abdülhamit’in istibdat döneminde başlar ve Ankara Hükümeti’nin kurulduğu yıllarda son bulur. Romanın başkahramanı Adnan’dır. Romanın kapsadığı, Adnan’ın yaşamından da çıkarılabilecek olan 30-40 yıllık bir süreçtir. Eserin başında 20′li yaşlarda olan Adnan, romanın sonunda 50′li yaşlarında ölür. Romanda İstanbul’un üç dönemi (Abdülhamit dönemi İstanbul, İttihat ve Terakki dönemi İstanbul ve milli mücadeleyle önemini kaybeden İstanbul) anlatılır. Bu dönemler Adnan’ın yaşamındaki üç dönemi de kapsar; fakir ve idealist Adnan, zengin ve “önemli” Adnan, hasta ve bedbaht Adnan.” (1)

Yukarıdaki “klişe” tanıtım cümleleriyle devam etmek isterdim. Ancak kusura bakmayın benim derdim başka. Benim derdim uzun zamandır hiçbir kitapta bulamadığım dil zenginliği lezzetini bu kitapta bulmama rağmen, balık yerken damağa takılan kılçık gibi romanın tümünü kapsayan “klasik aşk anlatısı” vakasını da bu kitapta hissetmemdi (2). Kitap oldukça uzun; bu nedenle uzun süre fark edemedim kılçığın tam olarak ne olduğunu. Buldum ve sizinle paylaşayım dedim. Bu kılçık kitabın tümünü sarmış olan geleneksel öykü kurgusundan kaynaklanmaktaymış. Serzenişlere geçmeden, önce her yazının başında söylediğim gibi, tekrardan belirtmeliyim; yazarı tenkit etmek benim haddim değil. Ben sadece eserden bana kalanları aktaracağım..

Meraklar içerisindeyim, aşk neden “kaçan”a kaçar diye bir algılayış var? Elif Şafak’ın Aşk’ından tutun, Ahmet Altan’ın İsyan Günlerinde Aşk’ına; Jean Genet’nin erkek seviciliğinden, Marquise de Sade’ın sapkınlığına “Aşk” her ne olarak tanımlanırsa tanımlansın, hep ulaşılmayana, hep kaçana kaçıyor. Kim ki kendini gizliyor, aşık olunuyor; kim ki samimi bir biçimde aşkını ilan ediyor, var olan aşk sönüyor (kahramanımız Adnan da aşk ilanını duyduktan sonra Süheyla’ya olan ilgisini kaybediyor, kendisine hiç bakmayan Belkıs’aKöşede... aşık oluyor). Hadi bu kadarı belki anlaşılır da ilahi adalet denen semavi dinlerin Allah’ından beslenen rahatlatıcı düşüncenin, gözü kör olan Eros’un oklarına galip gelmesi de nedir? Bu tür kitapların başlıca kurgusunda insanı bezdiren şeyler, “yüzüne bakılmayan kızın eline düşmek” ve “aşık olunan kızın hayırlı çıkmaması” gibi durumlar sürekli karşımıza çıkar. En sıkıcı taraf ise erkek karakterlerin olabildiğince farklılaşması, ancak kadınların birkaç temel tiplemeye sıkıştırılmasıdır.

Diyebilirsiniz ki tüm bunların pek bir değeri yok. Yazar kitabında aşkı sadece sürükleyiciliği sağlamak için kullanmış (ki bunu derseniz kalbimi kırarsınız, hangi yazar aşkı bu denli yüzeysel kullanma cüretini gösterebilir?). Halbuki yazarın esas gayesi memleketin nerden gelip nereye gittiğini anlatmakmış. Bence yazarın ne anlattığı bizi ilgilendirmez. Elimizde olan bize bıraktığı eser. Bu eser okullarda okutuluyor. Kafamıza işleniyor. Kullandığımız dilin temelini oluşturuyor. Ve biz bu eserde “aşık olunmak” için kaçmamız gerektiğini, aşık olsak da aşık olmadığımız birinden hayır göreceğimizi ve bunun dünyanın bir gerçeği olduğunu öğreniyoruz. Üzerine bir de kadın denilen mahlukatın ya “para ve gösteriş düşkünü” bir kayıp, ya “cinselliğe kurban gitmiş” bir afişte, ya da “ince ruhlu bir melek” olduğu safsatasını çok iyi bir retorikle dinliyor ve dünyamızı karartıyoruz.

Belkide bu “olgulara dayanmayan” erkek-kadın ilişkileri genellemelerinden olsa gerek, bu tür edebiyatın bir diğer ortak özelliği “yalnız erkek” kurgusudur. Hemen hepsinde dünyanın kötülükleri karşısında yapayalnız olan ve hayallerini bir kenara koyup ayakları üzerinde durmakla, hayallerinin peşinde koşmak ikilemine düşen; hiçbir kıza aşık olmayan çapkın, ama aşık oldu da mı onu elde edemeyen bahtsız; sonuçta tüm ideallerini yitiren ama ilkelerinden ödün vermemiş garip bir erkek mahlukat kahraman düşüverir kucağımıza. Modern öncesi bu tiplerin hepsi daha güçlüydü, modernizm sırasında güçsüz kılındılar, modern sonrasında da içleri boşaltıldı. Issız adam oluverdiler. Modern öncesi mutlu sonla biterdi hikayeleri, modern devirlerde (Adnan gibi) yarı iyi sonlandı (mutsuz ve bahtsız bir biçimde ezik), modern sonrasında ise iyice yalnız ve boş bitmeye başladı. Ama bu zavallı erkeklerimiz hep tek başınaydılar, hep yalnızdılar.

Gerçekten de bu kadar yalnız mıdır erkekler? Mithat Cemal Kuntay’ın yarattığı dünyadaki gibi, hep dedikoduya, kıskançlığa ve hırsa karşı savunmasız kalan ve bunlarla baş ederek ömürlerini törpüleyen şanssız bedeviler midir? Yoksa özgürlüklerinin değerini bilmeyen, yaşamın girintili yollarında yanlış kararlar veren ve güçlü olmaları gerektiğini zannederek boş amaçlar için uğraşan insanlar mı? Bunların cevabı bende değil ama tek bildiğim böylesi bir yalnızlık “adam” öldürür.

Kitabın arkasında “Türk romanının yapıtaşlarından” diye söz ediliyor “Üç İstanbul” için. Diliyle, kurgusuyla ve anlattığı siyasi alt öyküsüyle gerçekten de böylesi takdire şayan bir kitap. Dilerdim ki yazar erkeği biraz daha normal, kadını da biraz daha insan olarak anlatabilseydi. Nitekim yazar (veya sanatçı) olmak, kalıpların biraz da olsa dışına çıkabilmektir. Var olan kalıbı birebir en güzel ifadelerle anlatmak değil, kalıbın öteki yüzüne bizi götürebilen ve başka bir hayatın olasılığının umudunu yeşertebilmektedir sanatçıdaki maharet. Belkide bu maharet sayesinde biz küçük insanlar da kendi duvarlarımızı yıkabilecek ve öğretilenin dışına çıkarken yazana (sanatçıya) hayır duası edebileceğiz.

Yazan: Emin Saydut

Notlar:

(1)http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%9C%C3%A7_%C4%B0stanbul
(2) Kuntay, Mithat Cemal. Üç İstanbul. Oğlak Yayınları: istanbul, 1998