Fatih-Harbiye’den Nişantaşı-Tophane’ye

Temmuz 18, 2024 by  
Filed under Deneme, Edebiyat, Eleştiri, Kitaplar, Sanat

GAG isimli bir program vardı hani, eski reklamlar, kamera şakaları, “komik görüntüler”den müteşekkil; özgün sayılamayacak, sanıyorum, hafta sonu gecelerini doldurması için yayınlanan bir yapım. Bir de, bu GAG ile hayatımıza giren, işin açığı, fiziki açıdan, ekrana pek de estetik olmayan bir görüntü veren ve ilgili kasetler arasında, içerikle ilgili, bazen de içerikten bağımsız, espriler yapan, ya da yaptığını zanneden bir sunucu kadın; Gülse Birsel.

Ben böyle, pek de olumlu şeyler söylemedim, kendisini tanıtırken; ama, Birsel, GAG’dan sonra, birden köşe, hatta kitap yazarı, dizi senaristi ve hem dizi hem sinema oyuncusu oldu. Kendisinin, bunların tamamında vasat, vasatın altında olduğunu, bence, söylemeye bile gerek yok; ancak, ne yazık, medya patronlarının tam da istediği tipteki “yetenek”lerin başında geliyor artık, Gülse Birsel. Tabii, biz kıskandığımız için bok atıyoruz kendisine; bakmayın siz, O, bir entelektüel ve kalem ehli bir mütefekkir aslında!

Her ne ise, kendisinden neden bahsetmek icap ettiğine gelirsek; Gülse Hanım, sahillerde şenlenilsin, diye; yeni bir kitapla, yaza merhaba, demiş; çift renkli kapaklı bu kitabın adı da, Yazlık imiş; güzel. Ben, henüz bunun korsikasyonuna, korsan diyenler de var, rastlamadığım için, kitabı okumadım. Merak buyrulmasın, okumadığım kitaba dair konuşacak, değilim. Sadece, Berrin Karakaş’ın, 11 Haziran’da, Radikal’de yayınlanan, kitap vesilesi ile Birsel ile, yaptığı röportajdaki bir bölümden bahsedeceğim.

Sanıyorum, Yazlık’ta geçtiği için, Karakaş, Gülse Hanım’a şu soruyu yöneltiyor: “Yarın öbür gün Türkiye’de demokrasiyi göreceğiz. ‘Nişantaşı gibi mi yoksa Tophane gibi mi?’diye soruyorsunuz. Demokrasiyi nasıl tarif ediyorsunuz? Nişantaşı demokrasisi Tophane demokrasisi ayrımı nasıl yapılır?” Öncelikle, bunu okur okumaz, burada, güzel bir kavram analizi değilse bile, “ilginç” bir “kavramsallaştırma” gördüğümü itiraf etmeliyim.

Cevaba gelirsek, Birsel, şöyle demiş: “Nezaket kavramının değerini tamamen unutmak üzereyiz. Ne siyasette, ne günlük hayatta, ne medyada, kibarlık, adap kalmadı, geçmiş olsun. Hâlbuki hoşgörünün, kendini ifade edebilmenin, tahammülün, önemli ayaklarındandır. Nişantaşı’nın o nezaketini seviyorum. Saldırganlık yok. Mahalleye bufalo sürüsü girse, insanlar semtin genel havası yüzünden gülümseyerek bakıp, en fazla belediyeye telefon açar. Demokrasinin, herkesin isteklerini bağıra çağıra, diğerini eze eze ve gerekirse kaba kuvvetle söke söke alacağı bir hayat tarzı olduğunu zannetmeye başladı millet. Öyle değil. O bakımdan oyum Nişantaşı tarzı demokrasiye.”

Ekleyelim, Nişantaşı ile ilgili, önceki soruda da şöyle bir malumat var: “Nişantaşı’nın neşesini, mutluluğunu seviyorum. Dertsiz, aydınlık, herkesin birbirine kibar davrandığı bir mahalle. Ama bir yandan da steril, zevksiz değil, bir tarihi, 50 yıldır oturanları, tanıdık bakkalı çakkalı var.” Röportajda, daha pek çok “önemli” konuda, daha pek çok “önemli” tespitin bulunduğunu da belirteyim, okumayanlar için.

Başlamadan, biz tabii, Nişantaşı’nı, Orhan Pamuk’un romanlarından, Ahmet Hakan’ın “olağanüstü” köşe yazılarından, Pelin Batu’nun içinde bulunduğu magazin haberlerinden biliriz, o yüzden buraya dair pek konuşamayacağız; ancak, Nişantaşı, mahallelerini bufalo sürüsü basınca bile gülümsemeye devam edecek olan insanlara sahip bir semt ise, ortada çok “sakat” bir durum var bence. İlgililer, bu konuya el atmalı, zekâlarında azlık ve durgunluk sezdiğim bu güruhu, derhal müşahede altına almalı.

Gülse Birsel, aslına bakarsanız, bu çok naif ve apolitik gibi görünen tespitlerinde, gayet zekice şeyler söylüyor. Çok ciddiyim. Yazarın, Tophane ve Nişantaşı tasnifi ve çözümlemesinde, memleketi ve siyaseti, gayet iyi analiz eden, AKP’lileşmemiş bir liberal akademisyenin soğukkanlı havası var. Neler sayıyor, Nişantaşı’nı tarif ederken; nezaket, kibarlık, tahammül, hoşgörü, neşe, mutluluk, dertsizlik vs. İtirazı olan yoktur sanırım, olamaz da zaten. Ülkenin en zengin veya en ünlü insanlarının yaşadığı en arınık muhitini, içeriden birinin, başka türlü anlatması, zaten tuhaf olurdu. Ama dediğim gibi, bunlar basit görülmesin, burada, Birsel, bu söylediklerinin politik arka planını gayet iyi biliyor ve dikkat edilsin, “Nişantaşı demokrasisi” söylemi ve vurgusu da, asıl bu yönler ile, anlam kazanıyor.

Tabii, bu doğru sözlerin, doğru siyasi analizin, reel karşılığının olup olmadığı ise, apayrı bir mevzu ve işte Gülse Birsel ve türevlerinin içinden çıkamayacağı şey de bu. Bu kimselerin tahayyül ettikleri, sınırları belli olan ve bu sınırlar içindeki herkesin mutlu, özgür, güvenli yaşadığı bir ülke, şehir, özelinde Nişantaşı ve de bunları daimi kılacak bir siyasi anlayış, rejim, burjuva demokrasisi, konu dâhilinde Nişantaşı tipi demokrasi, artık tarihe karışmıştır ve bir daha asla geri gelemeyecektir!
Bu Nişantaşı sakinleri, bugüne dek, kendi sonlarını da hazırlayacak olan AKP’ye, iki çift laf etmekten özenle kaçındılar, çok müşkül durumda kaldıklarında da, üstü kapalı biçimde ve küçük harflerle eleştiri ürettiler. Zira, koca bir ülke felakete sürüklenirken, koca bir halk açlıktan sürünürken, her yer Tophaneleşirken, onların, her zaman, sığınacakları lüks bir evleri, bu kasvetten sıkılınca gidecekleri devre mülkleri, kendilerini oraya götürecek spor arabaları ve nihayetinde geri dönecek semtleri vardı! Hala da var, işin açığı; ama özellikle son süreçte, tedirgin olmaya, dahası, korkmaya başladılar.

Bir dönem, ki bu dönem uzundur, AKP’nin gerçekten burjuva demokrasisine sadık, memleketi satsa da, insanların yaşam tarzlarına karışmayan bir iktidar olabileceğine inandılar. Şimdi ise, AKP’nin temsil ettiği demokrasinin, “herkesin isteklerini bağıra çağıra, diğerini eze eze ve gerekirse kaba kuvvetle söke söke alacağı bir hayat tarzı olduğunu” gördüler. Gördüler de bize faydası mı var, diye soranlar olacaktır; bize ne bunlardan, her iki taraf da düşmanımız, diyecekler bulunacaktır. Biz, öyle düşünmüyoruz, öyle düşünmediğimizden, bunlara dair konuşmaya lüzum görüyoruz.

Anlaşıldığı üzere, solumuzun, bu konulara, geçmişten bu yana ilgi duymamasına tepkiliyiz; zira, Gülse Birsel’in dahi, bakın dahi diyorum, bazı şeyleri bu netlikte gördüğü bir ortamda, bizim, adı geçenin gerisinde kalmamıza, tahammül edilemez. Buna dairse, geçtiğimiz sene yazdığım bir yazıda söylediklerime, tekrar dönmek isterim. Çünkü, bu Tophane konusunu, biz, daha evvel işlemiştik.
Geçtiğimiz 21 Eylül’de, hatırlanacaktır, Tophane’deki bir sergi açılışında, otuz kişilik bir grup, sergiyi basmış, burada içki içildiği gerekçesi ile, katılımcılara taş, sopa ve biber gazlı saldırıda bulunmuştu. Sonrasında, olayda pek çok kişi yaralanmış ve mağdur olmuşken, gerek İBB Başkanı, gerek Vali, gerek iktidar partisi üyeleri, gerekse neo-liberal faşist köşe yazıcıları; saldırganları “ak”lamak için ellerinden geleni yapmışlardı.

O günlerde ise, solumuz, bu olaylara pek ilgi göstermiyor, bazı solcular da, referandumda “hayır” dediğimiz için, bizi, laikçilik, Baykalcılık, bilmem necilik ile suçluyor, bu tip bir vahim hadise yerine, şahsım üzerinden, bizimle aynı düşünen solculara laf yetiştirmekle meşgul oluyordu. Her ne ise, 24 Eylül’de, bir yazı yazmış, saldırı ve niteliği ile şunları söylemiştim: “Bu gözü dönmüş, eli sopalı güruh da, en azından bize, ‘yabancı’ değilmiş bu arada. Geçen yıldan tanırmışız kendilerini, 6 Ekim 2024’daki IMF protestoları esnasında, polisle çatışırken, Tophane mevkiine kaçan yoldaşlarımıza linç girişiminde bulunan kitleyi de oluşturuyorlarmış meğer. Yani, buradan şunu çıkarabiliyoruz ki, bunlar, tam da AKP’nin gözündeki makbul vatandaş tipi. Hem ‘dinlerine bağlılar’, mahallerinde içki içirmiyorlar; hem de özelleştirme, piyasalaştırma politikalarının sembolü olan IMF gibi bir kurumu protesto edenlerden hazzetmiyorlar. Fethullahçı polis ağabeylerinin yükünü hafifletip, onlarla beraber, devrimcilere saldırıyorlar. Dincilik, liberallik, faşistlik başta; sağın tüm özelliklerini, aynen Recep Bey gibi temsil ediyorlar.”

Belirtmek isterim, yazımın başlığı, “Tophane Cumhuriyeti’ne doğru” idi. Evet, o gün de netti; ama bugün daha nettir, AKP’nin yarattığı toplum, yeniden kurduğu ülke, piyasacılık ve dincilikten ibaret, her türlü farklı değerin, yaşam tarzının, algının, dünya görüşünün yok sayıldığı, buna itirazı olanın yok edildiği bir toplum ve ülkedir. Ne yazık, bunu Gülse Birsel bile görmüş, içimizden bazıları görememiştir.

Tabii, şunu daha da açmak isterim, Birsel şahsında, bu kesimlerin, bugün bir şeyleri fark etmiş olması, onları tabii ki ilerici falan kılmıyor, tersine, tarihi gericiliklerini, konu dâhilindeki bu “ileri” bakışlarına rağmen, teyit ediyor, bir kez daha gözümüze sokuyor. Pekâlâ, nedir bu tarihi gericilik, bitmeyen karanlık dünya görüşü?

Başlık, aslında bunun cevabıdır. Ülkemizde, her daim birbirinin tam zıddı yere konumlanan, birbirleri ile kati bir karşılığı sürekli, bile isteye yaratan iki kesim vardır. Daha doğrusu, bu iki kesimi yaratan ve bunlara, öyle ya da böyle, daimi bir yaşam alanı açan bir mesele vardır: Doğu ile Batı’nın bilek güreşi. Kimse merak etmesin, artık “klişe” haline gelmiş bu mevzuya dair konuşmayacağım. Konumuz çerçevesinde, bununla ilgili birkaç kelam edeceğim sadece.

Tabii, önce şunu söyleyeyim, klişe dedim; ama, bu mesele, henüz bile tam anlamı ile, her yönü ile analiz edilmiş, çözümlenmiş, sonuca bağlanmış değil. Batı’da bunun nasıl çarpıtıldığı malum, ülkemizde Batı’ya çarpılanların bunu nasıl çarpıttığı da. Keza, Doğu’nun dibine düşen ve o çukurda hiçbir şey görememesine rağmen, konuya dair “düşünce” üretenleri de biliyoruz. Bu hastalıklı görüşlerin, siyasetimize, toplum yaşantımıza, medyamıza, özelimize, kadın-erkek ilişkilerine nasıl tesirlerde bulunduğu ve bizi geriye götürdüğü de, maalesef, apaçık ortada.

Konu, en çok edebiyatımızda yer bulmuştur. Hatta diyebiliriz ki, edebiyatımızın neredeyse yarısından fazlasını Doğu-Batı, “Batılılaşma sürecinde Doğululuktan kopma sancıları” oluşturmuştur. Özellikle, Cumhuriyet dönemi yazını, tamamen bu yönde gelişmiştir. Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa gibi yazarlar, tabir yerinde ise, bu işin “ekâbir”idir.
Üniversitelerde, sağ tandanslı Hocaların, öğrencilere özellikle okutmaya çalıştığı bu yazarlar, (ki elbette bu isimler, sağın algısının çok çok üzerinde ve kaliteli eserler yaratmışlardır) kitaplarında, “mütedeyyin halk kitleleri”nin ve “aydın”ların, süreç içerisindeki yanlışları, mağduriyetleri, komiklikleri ile ilgilenmişlerdir. Tabii, eleştirdiklerinin yerine koyacak bir şeyleri var mıdır; bence yoktur. En nihayetinde, önermeleri, “Batı’nın tekniğini alalım, ahlakını değil”den öteye gidemez. Tekrarla, bu, onların edebi yetkinliklerine dair bir eleştiri değildir.

Bu türdeki eserlerin en ünlülerinden biri ise, andığımız, Fatih-Harbiye’dir. Peyami Safa, anlaşılacağı üzere, Fatih’i Doğu’nun, Harbiye’yi Batı’nın değerleri ile özdeşleştirmiştir. Kitapta, iki yeri bağlayan tek şey, Fatih-Harbiye tramvayıdır ve bu tramvay ile ayrılan, aslında birleşen iki dünya arasında kalan Neriman, “resmi olarak Lozan’ın ardından, özünü, benliğini, masumiyetini kaybetmeye başlamaktadır.”. (Burada aslında, bir rejim hesaplaşmasının olduğu açıkça görülecektir; sağın asıl derdi, Batı ile falan değil, Cumhuriyet devrimi iledir!)

Başkahraman Neriman çok “saf”tır, Doğu ve Batı algısı, şu seviyededir: “O Fatih meydanının önünden geçerken meydan kahvelerinde bir sürü işsiz, güçsüz, softa makulesi adamlar oturuyorlar. Biraz temizce giyindin mi insanın arkasından fena fena bakıyorlar, kim bilir neler söylemiyorlar, insan yolda bile rahat yürüyemiyor… Dün Tünel’den Galatasaray’a kadar dükkânlara baktım. Esnaf bile zevk sahibi. İnsan bir bahçede geziniyormuş gibi oluyor… Sonra halkı da başka. Dönüp bakmazlar. Yürümesini giyinmesini bilirler. Her şeyi bilirler canım.”

Devam etmeden, şunu söyleyeyim; sadece bu birkaç satır bile, aslında, toplumsal hayatın, üretim şekilleri yani rejimin ekonomik yapısının karakterine göre biçimlendiğini, az da olsa siyasi birikime sahip herhangi birisine, derhal sunacaktır. Oysaki, Safa ve diğerleri, eserlerinde bunu anlatmamış, belki de anlatamamışlardır. Meseleyi kültürel duyarlılıklar, dini değerler üzerinden okursanız, felsefi derinlik açısından da, gidebileceğiniz yer, uzak olmaz. Haklı olarak, Batı’ya ve yoz kültürüne eleştiri sunarsınız; ancak, bu kez Fatih’teki kaba ve yobaz adamların kültürünü meşrulaştırmış olursunuz.

Kitapta, yukarıdaki sözleri eden Neriman, en sonunda hatasını anlar, Fatih’teki yaşantısına şartsız döner; ancak, yazar, asıl derdini ortaya koymuştur. Bu ülkede, Batılılaşma ile, bu denli basit insanlar türemiştir! Doğru mu, kesinlikle! Fakat, şunu unutmamak gerekir, aynı süreç, yani modern bir ulus-devlet devlet yaratma süreci, sadece bu “tip”leri değil; bilim, felsefe, sanat, edebiyatta çok mahir, siyaseten ilerici, aydınlık kafalı kuşaklar da yetiştirmiştir. Halkı ümmetlikten kurtarıp vatandaşlığa taşımıştır, kısmen de olsa özgürleştirmiştir, hurafelerden kurtarıp eğitim ve öğretimle tanıştırmıştır vs.

Yukarıda da söyledim, olaya sadece kültürel açıdan bakılırsa, sağlıklı sonuçlar elde edilemeyecektir. Kültürel uyuşmazlık, sıkıntılar, sorunlar ise, açık söylüyorum, gayet normaldir. Ben örneğin, siyasi ve toplumsal hayatta, moderniteden taviz verilemeyeceğini, ısrarla savunan biri olsam da, Fazıl Say’ı yıllardır sevemedim gitti! Lise yıllarındaki üç senelik Cengiz Kurtoğlu ihtisasımla hala övünürüm; ancak, Say’ın konçertolarını dinlemeyi sevmiyorum, sevmeyeceğim! Bu, beni sağcı yapmadığı gibi, Batı kültürüne alışamadım türünden bir üzüntüye ya da Doğu savunuculuğuna sevk etmiyor; niye etsin ki?

Özetle, söylediğimiz; geçmişten bu yana, bu ülkede, sürekli birbiri ile didişen, kendilerine ait bir yaşam alanı bulduğuna razı, diğerine orada istemeyen, biri Doğu biri Batı diye tasnif edilebilecek iki kesim var. Fakat, son süreçte, Doğucular Batıcıları, eskisi gibi hoş görmüyor ve yukarıdan, iktidarları ile yok etmeye çalışıyor. Koca bir ülke, Tophaneleştiriliyor. Tekrarla, burada şu hataya düşmemek lazım; bu sadece Nişantaşı’ndakileri değil, hepimizi, en çok da solcuları ilgilendiriyor.
Kimse kızmasın; ama, solumuz, bu ikilikte, ben oynamıyorum, ben kendi üçüncü cephemi yaratacağım, deyip küsmekten başka bir şey yapmadı, yapmıyor. Çözüm, evet, bu taraflardan birine iltihak etmekte değil; fakat, şehrin kimsenin gitmediği bir semtine, Gazi’ye örneğin, çekilmekte de değil. Bizce, artık, Tophane’yi de Nişantaşı’nı da boş bırakmamak gerekiyor, öyle bir şey ki, örneğin, Taksim’i iyi zapt etmek, orada büyümek ve iki türlü gericiliğin de beslendiği yerleri etkilemek, onları bastırmak lazım geliyor.

Fatih-Harbiye’den Tophane-Nişantaşı’na süren bu bölünmüşlük, Tophane’deki yoksulları doyuracak, insanlaştıracak; Nişantaşı’ndaki modernleri de ehlileştirecek, mülksüzleştirecek bir siyasi projeyle, sol müdahale ile sonlandırılmalı.

Alper Erdik

alpererdik@mynet.com