Yeni Babil Kulesi
Kutsal kitaplarda anlatıldığına göre, bir zamanlar oradan oraya göçen âdemoğulları, kendilerine bir kent, etrafında yaşayacakları bir kule inşa etmek istediler. Bu “kutsal’’ amaç uğruna birlik oldular, bir oldular, el ele verip yedi katlı bir kule yaptılar: Babil Kulesi. Kulenin ilk katı taşı, ikinci katı ateşi, üçüncü katı bitkiyi, dördüncü katı hayvanı, beşinci katı insanı, alıncı katı gökyüzünü, yedinci katı da melekleri temsil ediyordu. Böylece insanlar bir sonraki aşamada Tanrı’ya ulaşacaklardı. Fakat bu iş Tanrı’nın hiç de hoşuna gitmedi, ceza olarak o güne dek aynı dili konuşan insanların dillerini farklılaştırdı. İnsanlar artık birbirlerini anlamaz, birbirleriyle iletişemez oldu. Bu yüzden kentin yapımı durdu. İnsanlar dünyanın başka yerlerine dağıldı. 2500 metrelik Babil Kulesi, Tanrı’nın estirdiği kuvvetli rüzgârlarla yerle bir oldu.
Yeryüzündeki yüzlerce farklı etnik grubun, dilin varlığını dinen açıklamak için uydurulan bu efsanenin, öykünün benzeri, bin yıllar sonra tekrar yaşanıyor. Evet, Babil gerçek oldu! Fakat şimdiki Babil’de roller, amaçlar ve olaylar biraz daha farklı. Tanrı, insanlar ve kule arasındaki ilişki biraz daha değişik.
Yeni Tanrı ile Nietzsche’nin öldüğünü söylediği eski Tanrı’nın ortak noktaları da yok değil tabi ki. Örneğin ikisi de bu dünyada kimini vezir, kimini rezil ediyor. İkisi de yüzünü bazılarına gösteriyor, bazılarına göstermiyor. İkisinin de bir sürü elçisi var. İkisinin de sağı solu belli değil. İkisi de acımasız…
Eski Tanrı’nın elçileri vardı dünyada, şimdikinin de var; hem de çok. Bu elçiler, kendilerini yaratan, esirgeyen ve sakınan bu yeni Tanrı’yı çok seviyorlar. Öyle çok ki, tıpkı eski Tanrı’nın elçilerinin dinlerini yayarken yaptıkları gibi, masum insanların ölmesine göz yumacak, hatta buna sebep olacak kadar!
İnsanlar… Her devirde sıradan önadıyla nitelenen, bugün de sokaktaki vatandaş diye çağrılan insanlar… Onlar hep aynı. Yeni Tanrı ile ilişkileri de aynı. Tanrılar onları hiç görmüyor.
Ve kule… Kulede epeyce değişiklik var. Eskisine kıyasla yeni kule çok “modern’’, çok “çağdaş’’. Kaç katlı bilmiyorum, sürekli yükseliyor. Kırk elli yılda bir, yaşanan “doğal afetler’’ kuleye zarar veriyor; ancak kulenin sahipleri bir şekilde bunu telafi etmeyi becerip yollarına devam ediyorlar. Kulenin ilk katında fabrikalar var. Ondan sonraki katta bankalar. Sonrakinde holdingler. Sigorta şirketleri, medya merkezleri, borsa… Yukarı doğru yükselip giden kulenin katlarını oluşturuyorlar. Kule dedim başta ama aslında doğrusu kuleler olacaktı. Çünkü artık dünyanın farklı yerlerinde çok sayıda kule var. Tabi kapısı, camı, penceresi dışında pek de farkları yok bu kulelerin.’Öz’ünde hepsi aynı.
Bu kulelerin hepsini insanlar inşa etti. Ama bu kez eskiden olduğu gibi Tanrı’ya ulaşmak için yapmadılar bunu. Belki de vardı öyle bir istekleri, ulaşmak istiyorlardı onlar da yeni Tanrı’ya; fakat bunun olamayacağını bildiklerinden, kendilerini için değil, elçiler adına yaptılar bu kuleleri. Karşılığında da yeni Tanrı’nın, kendisiyle vahdet-i vücut halindeki elçilerine sunduğu lütfun binde, on binde birini aldılar. Bu durum kafalarını biraz karıştırdı ama bunun haksızlık olduğunu bilseler de bir şey yapamadılar, haklarını arayamadılar. Arayanlar oldu zaman zaman, fakat başlarına kötü şeyler geldi. Bu da onları önce düşündüğünü söylemekten, sonra da topyekûn düşünmekten uzaklaştırdı.
Bilahare, dünyanın bir yerlerinde, bu kulelerden birini ayağa kaldıran insanların, kuleyi kuşatıp elçileri kovdukları haberleri geldi. Oralardaki insanlar, kocaman kulelerle Tanrı’ya ulaşmaya çalışmanın anlamsız olduğunu, kulelerin ilk katını oluşturan fabrikalar dışında tüm katları yıkarak ve böylece daha az çalışarak, fakat buna rağmen daha tok, onurlu, kavgasız, savaşsız; barış içinde mutlulukla yaşamanın mümkün kılınabileceğini söylediler. Bunlarla yeniden umutlanan başka yerlerdeki insanlar; tekrar düşünmeye, düşündüklerini söylemeye, söylediklerini yapmaya başladılar. Fakat bu durum elçileri çok kızdırdı. Tanrılarından aldıkları güçle çok acı çektirdiler insanlara. Bazılarını öldürdüler, bazılarını sürgüne gönderdiler. Bir daha da bunlar yaşanmasın, yani insanlar bu tip şeyler yapmaya kalkışmasınlar diye, eski Tanrı’nın verdiği cezayı onlara hatırlattılar. İnsanlara, farklı diller konuştuklarını, farklı renklere ve farklı kültürlere sahip olduklarını söyleyip, asıl çelişkiyi bunun yarattığını, onların aslında bu yüzden mutsuz olduklarını anlattılar. Kendileriyle uğraşmamalarını, sonra elçileriyle uğraşıldığını gören yeni Tanrı’nın buna çok kızacağını söylediler. İnsanların çoğu korktu ve buna inandı. Elçilerden değil, kendisiyle aynı dili konuşmayanlardan rahatsızlık duymaya başladı. Oysaki bu bir cezaydı ve bu ceza birlik oldukları için eski Tanrı tarafından verilmişti. Ama insanların hafızası zayıftı. Ve gözleri bürüyen kin, insan kardeşlerin birbirlerine duydukları düşmanlığın, elçilerin işine yaradığını görmelerine engel oluyordu.
Kulelerin olduğu her yerde, bu olaylar durmaksızın yaşandı. Savaşlar çıktı, çok insan öldü. Bunlar olurken, elçiler keyiflerine baktılar. Kulelerin en üst katında yediler, içtiler, eğlendiler. Aşağıdaki kavgayı gördükçe zevke geldiler, daha çok eğlendiler. Başka elçilerle dost oldular, birlikte başka yerlere yeni kuleler diktiler. Daha doğrusu diktirdiler. Bazen çıkarları çatıştı, yaka paça birbirlerine girdiler. Fakat çok uzun sürmedi bu. Ne de olsa, aynı barınağın kayıkçılarıydı onlar. Bu kavgaları esnasında kulelerinde meydana gelen hasarları da insanlara ödettiler. Baktılar gördüler ki bu iş epeyce karlı; arada bir dalaşırmış gibi yaptılar, insanlara da ‘’Bu kule hepimizin, bakın onu yıkmaya çalışıyor başka elçiler, gelin kuleyi birlikte savunalım’’ dediler. Başka çaresi olmayan zavallı insanlar, en azından yabancı elçilerin gazabından korunmak için kendi elçilerine sarıldılar. Elçileri de onlara sarıldı, hem de öyle sıkı sarıldı ki; insanların kemiklerinden ses geldi.
***
Burada anlatılan yeni Tanrı PARAdır! Çok katlı “modern’’ Babil Kulesi, tüm ekonomik ve politik kurumlarıyla KAPİTALİZMdir! Elçiler, kapital sahibi PATRONlardır! Ve insanlar, onlar eken, biçen, üreten, çalışan; yani alnının teriyle yaşayan İŞÇİLER, KÖYLÜLER ve MEMURLARDIR!
Bu öykü ise burada bitmemektedir. Dahası bu sadece girizgâhtır. En son tahlilde yeni Tanrı’nın kaypaklığı ve dengesizliği ve kafaları çok da çalışmayan elçilerin yaptırırken malzemesinden çalmaları ve planını yanlış çizdirmeleri nedeniyle Babil Kulesi’nin ilk katı haricindeki tüm katları çatırdıyordu.
Tam da bu esnada, yeni Tanrı’nın ve elçilerinin hiç sevmedikleri, çok korktukları şeytanlar geldi. (Aslında onlar öykünün her yerinde vardı!) Hani kuleleri yıkmak istedikleri için öldürttükleri insan görünümlü şeytanlar! Elçiler, sayıları az olmasına rağmen şeytanlardan içten içe çok korktular, kulelerinin “güvenli’’ katlarına kaçışıp, perdelerin arkasından gizlice bakmaya başladılar. Gerginleşti elçiler, öyle ki aralarında “Şeytan görsün yüzünü’’ deyimini bile kullanamaz oldular. Bunlar yaşanırken, eskiden aşağıda şimdi ise yukarıda olan bazı eski şeytanlar, yüzleri dahi kızarmadan, pencerelerden kafalarını çıkartıp; şeytanlara kulenin çok rahat olduğunu, artık şeytanlıktan vazgeçmelerini, elçilerden özür dilerlerse kulenin en üst katlarından birine yerleştirileceklerini söylediler. Şeytanlar, eski şeytanlara siktir çektiler.
***
Bu öykünün sonunu, yani yeni Babil Kulesi’nin akıbetini merakla bekleyenler… Final henüz yaşanmadı. Her şey, insanların şeytanların aklına uyup uymamasına bağlı; sabırla bekliyoruz. O ana dek, hepiniz şeytana emanet olun!
alpererdik@mynet.com