Toby Clark – Sanat ve Propaganda
Kasım 27, 2024 by Editör
Filed under İnceleme Kitapları, Kitabiyat, Sanat
Ayrıntı Yayınları tarafından sanat ve kuram dizisi içerisinde yayınlanan sanat ve propaganda ilişkisi üzerine gerçekleştirilmiş önemli bir yapıt “Sanat ve Propaganda”.
Çevirmeni Esin Hoşsucu’nun nitelikli çevirisi ise yapıtın anlaşılır olmasını sağlayan en önemli etken olarak göze çarpıyor.
Toby Clark’ın Sanat ve Propaganda adlı eseri beş bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm, Devrim Reform Hareketleri ve Modernite, İkinci bölüm Sanat, Propaganda ve Faşizm, Üçüncü bölüm Komünist Devletlerde Propaganda, Dördüncü bölüm Savaşta Propaganda, Beşinci ve son bölüm ise Muhalif Sanat: Vietnam’dan Aids’e başlığını taşımaktadır.
Giriş kısmında propagandanın etimolojik kökenlerine dair inceleme yapılarak propagandanın nasıl gerçekleştiği ve uygulandığına dair örnekler verilir. Daha sonra Sovyetler Birliği ve Nazi Almanya’sı gibi otoriter yönetimlerin etkili olduğu ülkelerde yapılan uygulamalardan ve savaşta gerçekleşen propagandaya dair detaylı bilgiler verilmiştir.
Propagandanın tarihi insanlık tarihi kadar eski olduğu için uzun bir tarihsel süreçten sonra günümüzdeki anlam ve kullanımına kavuşmuştur. “Propaganda” sözcüğü etkileme, sindirme ve yanıltma yöntemlerini içeren olumsuz bir izlenim yaratsa da sanat olarak bakıldığında bir çelişki yaratması söz konusu olabilir. Çünkü sanat iyiyi ve güzeli çağrıştırır. Yine de “propaganda” sözcüğünün olumsuz ve kişinin duygularına hitap eden çağrışımları oldukça yenidir: bunlar XX. yüzyılın ideolojik mücadeleleriyle yakından ilişkilidir. 1.ve 2. Dünya Savaşları sırasında sansür ve yanlış bilgilendirme olarak algılanan propaganda daha sonra git gide artan oranda düşmanın maneviyatına yönelik psikolojik bir mücadele aracı olarak kullanılmıştır. Propagandada kullanılan modern tasarımların kışkırttığı tartışmaların ötesinde, sanatın politika için kullanılmasının uzun ve köklü bir geçmişi vardır. Tarihte şehir devletleri, krallıklar ve imparatorlukların hükümdarları sanatı anıtsal olarak iktidarlarının altını çizmek, zaferlerini yüceltmek ya da düşmanlarına gözdağı vermek, kara çalmak amacıyla kullanmıştır. Ortaçağ boyunca dini ve dünyevi güçler birbirinden ayrılmaz olduğundan sanat da politikaya sıkı sıkıya bağlı olmuştur. Görünüşte Hıristiyanlığa ait temaları anlatan Ortaçağ sanat eserleri, genellikle sanatçıları görevlendiren kilisenin veya laik güçlerin ideolojik çıkarlarını desteklemiştir. Sanat ve propaganda konusunu incelerken ortaya çıkan bir başka sorun da tarihte Batı demokrasilerinin düşmanı olmuş yönetimlere odaklanılması eğiliminin yarattığı risktir. Peki ya kapitalizmin propagandası? Birçok yazar imgeye boğulmuş kapitalist tüketimcilik ortamındaki egemen ideolojik davranışların yaygınlaştırılmasını Hollywood filmlerini, tv rehberlerini, reklamları ve kitle iletişim araçlarının diğer alanlarını analiz ederek ortaya çıkarmıştır.
Hem Rusya’da hem de Nazi Almanyası’nda Hitler’in, sinemanın resimden çok daha güçlü bir etkileme aracı olduğunun farkına vardıklarını ve propaganda yöntemlerini özellikle bu araç üzerinden sürdürdükleri belirtilir.
Kitabın giriş bölümünün sonunda bölümlerde ele alınacak konular hakkında şunlar söylenmektedir:
Bu kitabın temel amacı, sanat ve kitle kültürü arasındaki bağlantıyı incelemektir. Birinci Bölüm, XX. yüzyıl başındaki radikal sanat akımlarına göz atmaktadır. Batı Avrupa”daki devrimci akımlar içerisinde sanatın toplumsal değişimde nasıl bir rol oynaması gerektiği tartışmasının temelini özellikle Marksist düşünce oluşturmuştur. Marksizmin sınıf temelli teorileri kadar kadınların politik hak mücadelesi de radikal sorunların önemli bir kısmını oluşturmuştur. Batı Avrupa ve ABD’deki radikal ve reformist sanat yaklaşımlarını tartışmakta, feminist sanatın ilk örneklerini ve avangard hareketlerle bağlarını gözden geçirmektedir. İkinci Bölüm. III. Reich’ın sanat ve kültür politikalarına bakarak faşizm dönemindeki sanatı incelemektedir. Nazizm, uluslararası faşist tezahürlerden sadece biri olmasına rağmen kültürel tekdüzelik ile güzellik ve saflık konusundaki ırkçı teorilerini zorla gerçekleştirmek amacıyla akıl almaz bir şiddet uygulamıştır. Devlet komünizminin propagandasını işleyen Üçüncü Bölüm, Sovyetler Birliği ne odaklanmıştır. Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki diğer komünist devletler kendi ulusal komünist sanat örneklerini geliştirseler de bu örnekler genellikle Sovyet modeline dayanmaktadır. Üçüncü Bölüm, toplumsal hayatın tüm alanlarını yeniden inşa etmeyi amaçlayan Sovyet politikalarıyla sanatın bütünleşmesini incelemektedir. Dördüncü Bölüm, yeni asker toplamak için kullanılan görsel tekniklere bakarak Batı demokrasilerinde savaş zamanı propagandalarını, düşmanın temsil edilişini ve yakın tarihli anıtlarda, savaşı anma yollarını ele almıştır. Vietnam Savaşı’ndan itibaren protest sanatı ele alan Beşinci Bölüm, 1960′lardan günümüze değin muhalif sanatın işlediği ortak ve çelişik konuları incelemektedir.
I. Bölümde, Devrim, Reform ve Modernite kavramlarının analizine gidilir. Kapitalist modernleşmenin sonunun devrim olduğu vurgulanır. Komünist manifesto ile ortaya konulan düşünce burjuva kapitalizminin çelişkileri ortaya çıkacağı ve işçi sınıfının yeni dönemin kurtarıcısı olacağı görüşüdür. Ancak ne Marks’ın ne de Engels’in sanatın bu süreçte oynayacağı rolü detaylı olarak açıklamamış olmalarına vurgu yapılır.
Daha sonra gerçekçilik, toplumsal gerçekçilik gibi türlerin propaganda açısından işlevi örnekleri ile gösterilir. Fotoğraf ve resim alanlarından örnekler sunulur.
Brecht ve eleştirel izleyici alt başlığında, öncelikle Brecht ile Lukacs arasındaki tartışma açımlanır. Marksist estetik üzerine gerçekleşen bu tartışmların temel noktası toplumsal sanatın işlevi üzerinedir. Lukacs’a göre, modernist denemecilikten kaçınılmalıdır. Özellikle dışavurumculuğu eleştirmiş olduğu söylenir. Sanattan beklediği, yaşamı olduğu gibi göstermek ve aynadaki yansıması gibi deforme etmeden sunmalıdır. Anlatım biçimi, tipik karakterlerin tipik durumlardaki etkileşimlerini göstererek toplumun yapısını ve toplumu oluşturan güçleri ortaya çıkarmanın bir aracıdır. Bu noktada Lukacs’ın görüşlerinin Brecht’in modernizm anlayışı ile çatıştığı vurgulanır. Brecht sanatın didaktik bir amacı varsa, bunun sadece bir düşünceyi edilgen bir izleyiciye iletmek olmamalı aksine sanat eseri izleyicinin de katıldığı ve eleştirel bir analiz yaptığı bir deneyim olmalıdır demektedir. Yabancılaştırma etmeni adını verdiği özel bir yöntem onun kuramının kavranılması açısından önem taşımaktadır.
Brecht tiyatrosundaki didaktik yön, gerçek dünya ve mevcut toplumsal düzenin kaçınılmazlığı veya doğallığı yanılsamasına bir bakış açısı getirmiş, eleştirel ve alternatif olasılıklar getirmiştir.
Nazi partisinin 1933 yılında iktidara gelmesiyle sol eğilimli tiyatro guruplarının yer altına çekilmiş oldukları söylenir. Yine de Brecht’in ve işçi tiyatrosu topluluklarının seyircinin katılımı konusunda görüşlerinin politik tiyatro üzerinde süregiden bir etkisi olduğu ifade edilir.
Kadın Propagandaları ve Avangard alt başlığında ise, Avrupa ve ABD’deki politik mücadeleler içerisinde yürütülen kadın hakları kampanyaları hakkında bilgiler verilir.
Kadınların oy kullanma hakkı için eylem yapan İngiliz Mary Richardson’un 1914 yılında, küçük bir balta ile Londra Ulusal Müzesi’ne girdiğinde gerçekleştirdiği eylemden söz edilir. Mary yakalanmadan önce elindeki balta ile Venüs tablosunun camını kırıp resim üzerinde yarıklar açmıştır. Bu eylem ile hapishanede açlık grevi yapan bir kadına yapılan kötü muameleye dikkat çekmek için yapılmıştır. Bu eylem kadının erkeğin bir cinsel nesnesi olarak görülmesine karşı yapılan bir başkaldırı hareketi olarak tarihte yerini almıştır. Sonrasında bir kitle hareketi olarak kadınların bu konuda İngiltere’de yürüyüşe geçmiş oldukları belirtilmektedir. Kadınlara oy hakkı atölyesi gibi sanatçı topluluklarının, hareketin estetik boyutunu geliştirmiş oldukları söylenir. Kadın sanatçılar topluca çalışarak çizim, işleme ve iğne işi yapma gibi becerilerini politik el ürünleri ortaya çıkarmakta kullanmıştır.
Almanya’da kadınların oy verme hakkını kazanması ile beraber 1919 yılında ilk politikacı kadınların meclise girmiş oldukları belirtilir.
Dadacıların radikal sol eğilimler ile olan ilişkisi vurgulandıktan sonra, sanatın tamamıyla bir yenilgiye uğrayacağı düşüncesinde olmalarının nedensellikleri açımlanır. Dadacılar için, fotomantajın, estetik karşıtı propaganda imgeleri üretmenin bir yolu olarak özellikle önem taşıdığı söylenir.
Dadacıların önemli sanatçısı Höch’ün çalışmalarında sınıf savaşı ve antifaşizm gibi sol kanada ait konularla açıkça uğraşmadığı ve bunun sonucunda daha az politik bir sanatçı olarak nitelendirildiği belirtilir. 1920’lerde kadının toplum içerisindeki farklılaşan rolüne paralel olarak medyadaki kadın imajı da değişmiştir. Alman basını, pantolon giyen, toplum içinde sigara içen, spor yapan bu kadın tipinden etkilenmiştir. Höch’ün 1920’lerde yaptığı fotomontajlarda kadın ve erkek fotoğraflarını bir araya getirmiştir.
Bu konuda Fransa’da öne çıkan kadın sanatçı ise, Claude Cahun dur. 1932 yılında komünist sanatçı ve şairlerden oluşan Sürrealistlere katılmıştır. Breton önderliğinde bir araya gelen sürrealistlerin komünistler ile olan gerilimli ilişkisine ve topluluğun bilinçaltının önemi hakkındaki düşüncelerine yer verilir.
Duvar resimleri ve ulusal tarih konusunda ise, ulusal kimliğin oluşumunda sanatın taşıdığı önem ve işlev üzerinde durulur.
Geniş çaplı radikal sanat alt başlığında ise, öncelikle picasso’nun Guernica tablosunun modern politik resimde ulaşılan en üst nokta olduğu vurgulanır. Picasso’nun bu resmi hangi sosyolojik koşullar altında gerçekleştirmiş olduğuna ve resmin öyküsüne yer verilir. Resmi sol eğilimli veya anti modernist bakış açılarıyla eleştirenler, resmi çok belirsiz olarak tanımlamış, resmin anlamını ve politik konumunu daha anlaşılabilir şekilde iletebileceği doğrudan ve gerçek bir imgeyi tercih etmişlerdir.
Propaganda imgeleri nadiren bağımsız iletişim kurmak için tasarlanmıştır. Bu sebeple Guernica’da basın fotoğrafları ve haber filmlerinde yaygın olarak yinelenen İspanya İç Savaşı görüntüleriyle birlikte algılanmak üzere düşünülmüştür. Guernica’nın diğer imgelerden farkı sadece birer reprodüksiyon olan görüntüler arasında orijinal ve tel oluşudur. Bu bir sanat eseri ile, bir grafik tasarım çalışması arasındaki farklardan biridir; bu durum aynı zamanda “gerçek sanat” ile “salt propaganda” arasındaki ayrımı da göstermektedir. Resmin bir çok ülkede hala özellikle fotoğrafları yoluyla hala faşizm ve savaş karşıtı direnişin sembolü olarak kullanılmakta olduğu söylenir.
II. Bölümde Sanat Propaganda ve Faşizm konularına ayrıntılı bir bakış sunulur.
Bu bölümde faşizmin propaganda açısından hani araçlarla ne gibi bir işlev yüklenerek kullanıldığı gösterilmektedir.
“Faşizm” terimi değişmez bir öğretiler bütününü tanımlamaz. Faşist hareketlerin ortaya çıktığı ülkelerdeki yerel politik ve kültürel gelenekler tarafından şekillendirilmiştir; bu hareket İtalya, Almanya ve İspanya’da iktidara gelmiş, İngiltere, Fransa, Amerika, Japonya ve Güney Amerika ülkelerinde de bir ideoloji olarak sürekli var olmuştur. İdeolojik olarak bu hareketlerin ortak noktası milliyetçilik ile sosyalizmi birleştirme iddiasıdır. Sosyalizm anlayışının ifade ettiği kolektivist düşünce uygulama esnasında farklı sınıfların ortak bir milliyet ve ırk çıkarına bağlılık anlayışında birleştirilmesi şeklini almıştır. Bu toplumsal bağlılık militarizm ve faşizmin savaşa yönelik doğal eğilimi yoluyla güçlenmiştir.
Faşistler, komünistlerin komünizm yorumlan ile kendi komünizm yorumlan arasındaki farklılığı vurgulamıştır. İki ideoloji arasındaki ana farklardan biri faşizmin açıkça itiraf ettiği anti-rasyonalizmidir. Lenin gibi komünist ideologlar komünizmin duygusal retoriğine rağmen bilimsel nesnellikle temellendirildiğini ve sonuç itibariyle hedeflerinin mantığa dayandığını belirtmiştir. Buna karşılık, faşistler rasyonalizmi burjuva modemizminin kuru ve ruhsuz bakış açısı olarak reddetmiş ve kendi ideolojilerini öğretisel kurallardan bağımsız işleyen eylem ve tutku ilkelerine bağlılık olarak tanımlamışlardır. Faşist propagandacılar bu inanışı mitolojik bir şekilde ifade et mistir: Bu bir Weltanschauung’ veya halkın liderde cisimleşen iradesiyle yaratılan ruhsal olarak bütünleşmiş ve ahlaken yenilenmiş bir toplumda herkesi kapsayan bakış açısıdır. Alman Nazizmi diğer faşist hareketlerden bu yeni toplumu saf ırktan oluşan bir organik topluluk veya Volksgemeinschaft olarak kurmayı amaçlayan aşırı ırkçı kuramını acımasızca vurgulamasıyla ayılmaktadır. Hitler in 1933 yılında iktidara gelmesiyle Alman toplumunda organik topluluk fikrinin cazipleşmesi: I. Dünya Savaşı yenilgisi, Weimar dönemindeki politik çalkantıların yarattığı toplumsal parçalanma, şiddetli ekonomik çöküntü ve toplu işsizlik sebepleriyle oluşan kriz oluşmuştur.
Bütün devlet propagandalarında olduğu gibi faşizm de dinleyici kitlesine tek bir mesaj yöneltmemiştir. Propagandanın içeriği ve yöntemleri değişik toplumsal grupların çıkarlarına hitap edecek şekilde farklılaşmıştır. Böylece, orta sınıfa Bolşevizmi yok etme rolü verirken, işçi sınıfına seslenirken el emeğini yücelterek iş vaadinde bulunmuştur. Kadınların toplum içindeki rolüne -evlilik ve annelik alanlarıyla sınırlandırılmasına rağmen mistik bir saygınlık yüklemiştir. Okul çağındaki çocuklara sınıflarda ideoloji aşılanmış çocuklar boş zamanlarındaki etkinlikleriyle yönlendirilmiştir.
Faşist propagandanın amacı hem ideolojik tutarlığı hem de milli birliği sağlamak, aynı zamanda farklı seçmen topluluklarının değerlerini de barındırmaktır. Nazi ya da Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP) yüksek düzeyde işbirliği ve karmaşık bürokratik bir yapıyla oluşturulan propaganda örgüsü yoluyla amacına ulaşmada diğer faşist rejimleri geride bırakmıştır. Bu programın sadece bir parçası olan sanat, yüksek kültürün konumunu meşrulaştırmış ve Nazilerin “kültürel misyonlarına çok sayıda sembol ve imge sağlamıştır.
Faşizmin yürüyüş, geçit ve kitlesel mitingleri içeren halk gösterilerinin debdebeli ve törensel bir biçim aldığı sıklıkla belirtilmiştir. Bu gösteriler, topluluğun duygusal olarak kolayca yönetilebilecekleri bir grup kimliği ve bir aidiyet duygusu kazanabilecekleri şekilde tasarlanmıştır. Bu olanakları artırmak için Almanya’da yeni bir ulusal bayram takvimi oluşturulmuş ve neredeyse tüm milli günler ayrıntılı olarak düzenlenen sahne gösterilerine dönüştürülmüştür.
Faşist teatrallik. Kitle iletişim araçları teknolojisiyle oluşturulmuştur. Almanya’da büyük mitingler ses düzeniyle gerçekleştirilmiş, radyolarda yayımlanmış ve sinemalarda gösterilmiştir. Tasa-fimları Hollywood’daki müzikal film setlerinin ve stadyum mimarisinin bir araya getirilmesiyle oluşturulan heybetli mekânlar, belli amaçlara hizmet etmek üzere inşa edilmiştir. Mitinglerde. Weimar il Muininde özellikle tiyatro, koreografi, müzik ve mimarinin bir arada kullanıldığı bütünsel sanat eseri anlamına gelen Gesamtkunstwerk düşüncesinden yararlanılmıştır.
Triumph Des Willens - İradenin Zaferi] (Resim 26 ve 27) isimli filminde Leni Riefenstahl, bu mitinglerin en ünlüsü olan 1934 Parti Kongresi’ni kaydetmiştir. Bu film, mitingin her aşamasının sembolik bir doku oluşturacak bir biçimde nasıl düzenlendiğini gösterir. Film içerisinde insanların geometrik şekiller oluşturacak biçimde dizilmesi, dağınık inplulukların birleşik bir milli güce dönüşmesini sembolize etmekledir. Hitler’in insan dizilerinin arasındaki geniş koridorlardan ilerleyerek onlardan daha yüksek bir seviyeye yerleştirilmiş kürsüsüne ulaşması, onun “insanların arasından kutsal mesajını iletmek üzere yükselen” sıradan bir asker olduğu düşüncesini harekete geçirir. Kürsüye doğru ilerlerken yapılan karşılıklı tezahüratlar, Hitler’in halkın gözünde tanrısal bir imajı olduğunu göstermektedir. Hitler, km süsünden herkesi görmekte ve herkes tarafından görülmektedir.
RiefenstahFın lofistike (ilminde büyük kitlelerden oluşan insan sıralarının, gamalı haçların ve Hitler’in yüz ifadesinin peşi sıra kurgulanmasıyla gösterinin anahtar sloganı oluşturulmuştur: “Tek Ulus. Tek Lider. Tek Devlet.” Hitler’in miting konuşmalarında yer alan “Ben. Siz ve Biz” ifadesi benzer bir yapıyı vurgulamaktadır: “Ve artık biz (Parti yönetimi) olmadığımızda, sizin göreviniz bir zamanlar bizim derin İm hoşluktan çıkarttığımız bayrağımızı sağlam taşımak olacaktır. Ve biliyorum ki siz olsanız siz de farklı davranmazdınız ve davran-mayacaksınız; sizin canınız bizim canımız, sizin kanınız bizim ka-nımızdır ve bizim hizmetinde olduğumuz ruh sizin genç zihinlerinizde ateşlenenle aynıdır.
Filmde gösterildiği gibi miting birkaç gün sürmüştür. Çoğunlukla genç erkeklerden oluşan katılımcılar ülkenin değişik bölgelerinden gelmiştir (film, bu askerlerin, farklı bölgelerden yola çıkarak bir araya gelişini anlatmaktadır): bu genç erkekler askeri kamp bölgelerinde birlikle yemek yiyip, birlikte yıkanıp, birlikte uyumaktadır.
Faşizm “ilerleme” fikrini reddetmiştir. Kökeni XVIII. yüzyıl Aydınlanma geleneğine dayanan ilerleme anlayışı, tarihin insan aklının kendini geliştirmesiyle doğrusal bir çizgide geliştiği iddiasını içerir. Faşizm, bu geleneği (Avrupa kolonyalizminin “geri kalmış ülkelere batı medeniyetini” dayatma hakkına sahip olduğu görüşüne dayanarak) liberalizm ve Marksizm’le birleştirmiştir. Doğrusal tarih anlayışının yerine döngüsel bir yeniden doğuş veya canlanma tezini savunmuş ve kayıp bir altın çağa dönüş hayali yaratmıştır.
Kayıp altın çağa dönüş hayali faşist sanal ve mimaride yaygın olarak kullanılan arkaik imge ve biçimlerin temelidir. Faşizm yeni bir sanat üslubu yaratmamıştır. Aslında hiçbir rejim tek bir sanatsal üslup kullanmamıştır. Faşizm varolan sanat biçimlerini yeni konulara uyarlamış veya politik görünmelerini sağlayacak bağlamlara yerleştirmiştir. Tasfiyeler ve denetimlerle düzenlenen devlet destekli sergilerde, halk kurullarında ve hükümetin yayınladığı sanat dergilerinde desteklenen resmi sanat kriterleri farklılık göstermiştir.
Faşizmde bedenin yorumlanışı en üst aşamada bedenin devlet için bir model olduğu bir metaforla desteklenmiştir. Bedenin organları gibi devletin bölümleri de uyum içinde_fakat eşit olmayan bir şekilde çalışmalıdır. Başın kol ve bacaklar üzerinde egemen olması gibi hükümet de insanlar üzerinde egemendir. Yine de hükümet ile halk birine organik olarak bağlıdır ve devlet ulusla böyle kaynaşmaktadır. Devletin varlığı iç hastalıklardan temizlenmiş ve bu hastalıklara karşı bağışıklık kazanmış olduğundan saftır. Organik bütünlük kavramı Batı siyasi düşüncesinde yüzyıllardır yer almasına rağmen faşizm için özel bir önem taşımıştır. Faşist sanatta, insan bedeninin her temsilinde amaç, bu metaforun önemini vurgulamak olmuştur. Beden gücü, dinçliği, saldırganlığı ve çevikliği Albert Janesch resimlerinde faşist devletin tasarlanmış özelliklerini yansıtacak şekilde kullanılmıştır.
III. Bölümde ise Komünist Devletlerde Propaganda konusu ele alınır. Öncelikle Komünizmin, teorik olarak devrimi toplumsal gerçekliğin dönüşmesiyle bilincinde dönüştüğü sürekli bir oluşum olarak tanımlanmaktadır.
Komünist yönetimlerin toplumsal değişimi bir sansür ve yanılsama perdesinin arkasından sunmuş ve günlük yaşam ile gerçekliğin resmi sunumu bazılarının hayali olarak tanımladığı bir durum yaratmışlardır. Devlet komünizminin sanattaki temel ifade biçiminin 1934 yılında Stalin tarafından Sovyetlerin resmi estetik anlayışı olarak tanımlanan ve daha sonra diğer sosyalist devletler tarafından dünyaya yayılan toplumcu gerçekçilik olduğu ifade edilmiştir.
Stalin’in 1920’lerin sonundan itibaren başlayan parti yönetiminin özelliklerinden bir olan toplumcu gerçekçiliğin 1934 yılında sanatçılara zorla dayatılmasının Sovyet devletinin sanat üzerindeki etkisini arttırtan bir etken olduğu vurgulanır.
Lenin’i gösteren birçok tablonun onu çalışıp yazarken göstermesinin nedeni olarak, onun Marksizmi yorumlayan bir ideolog olarak öne çıkarılması isteği öne çıkmaktadır. Ekim devrimi’nin üçüncü yıl dönümünde propaganda adına önemli bir olay gerçekleşir. Kızıl Ordu ve Kızıl tiyatro guruplarında yer alan binlerce kişinin Kış Sarayı’nı ele geçirişi canlandırılmıştır.
Komünist devletler için vazgeçilmez olan politik lider anıtlarının amacının vatandaşlara tepeden bakan, devletin gücünün ve denetiminin her yerde olduğunu hatırlatan ürkütücü yapıtlar oldukları söylenmektedir.
Komünist parti tarafından tanımlanmış sosyalizm anlayışına göre, toplumcu gerçekçilik kuramı, bu tarihsel ilerlemeyi tanımlama, yönünü tayin etme ve dolayısıyla gerçekliğin doğru aktarımını belirleme gücünün yalnızca komünist parti’ye ait olduğu konusunda ısrar etmiş olduğuna değinilir.
Sovyet toplumunda sporun fonksiyonları Nazi Almanya’sındakilere bezer olduğu söylenerek, Nazilerde bedensel güzelliğin üstün ırkı ifade ettiği, Sovyetler de ise sporcunun bedensel mükemmelliği ve güzelliği üzerinde daha az durulmuş olduğu söylenmektedir.
IV. Bölüm Savaş ve Propaganda başlığını taşımaktadır. Savaş süresince yapılan propagandanın halkın anormal savaş koşullarına uyum sağlaması ve etik ölçütleri ile önceliklerinin savaşın gerekliliklerine uyarlaması amacını taşıdığı söylenir. Bu yüzden askere toplama afişleri sıklıkla reklamlara veya film afişlerine benzer şekilde tasarlanmış ve propaganda filmlerinde western ve suç filmlerinin formülleri kullanılmıştır. Sinema oyucuları, şarkıcılar, sporcu kişilikler ve çizgi film kahramanları sayesinde savaş girişiminin resmi mesajlarının yayılmasını sağlamaya çalışmışlardır.
Bu süreçte, resim, heykel ve tiyatro gibi geleneksel sanat türlerinin rollerinin de genellikle marjinal olduğu belirtilmiştir.
Savaşa katılan ulusalar, dünya sorunlarını özellikle kendi yurtsever bakış açılarıyla anlattıkları haber filmlerinin üretimini hızla arttırmıştır. Sosyal mühendislik projelerinin günlük yaşamın bir parçası haline geldiği, Nazi Almanyası, Faşist İtalya ve Sovyetler Birliği’ndeki tek parti yönetimlerinin geliştirdiği tekniklerin demokratik ülkelerdeki propagandacılar tarafından hemen kullanılmaya başlanmış olduğu söylenir.
Özellikle askere çağırma afişleri çok önemli ve dikkat çekici bir şekilde kurgulanmışlardır. Bu bağlamda “Ülkenin sana ihtiyacı var” sloganı halkın çoğu için çarpıcı ve alışılmadık bir düşünce sergilemiştir. Lord Kitvhener’in görünmeyen bir yüze doğrudan seslenmesi, kaçılması mümkün olmayan gözleri ve izleyiciye yönelen işaret parmağı birey ve devlet arasında birdenbire güçlenen bağa işaret etmektedir.
Asker toplama amacı taşıyan imgelerin çoğunda ulusun korunması ile ailenin korunması düşünceleri birleştirilmiştir. Bu bütünleştirme yoluyla ulusal ve kişisel bağlılıklardaki herhangi bir çatışma hem ulus hem de aileye yönelik sorumlulukları reddetmek olarak görülmüştür.
Düşman nüfuslar da propaganda izleyicileri olarak hedef alınmıştır. Bu amaçla radyo yayınları yanıltıcı ve zayıflatıcı bilgilerin savunma hatlarını ve ulusal sınırları geçmesinin bir aracı olarak kullanılmıştır.
Sinemadan sonra en etkin kullanılmaya başlayan araç ise televizyon olmuştur. Televizyon ve savaşın ilk tehlikeli birlikteliği Amerikan izleyicisine ilk olarak 1960’ların sonlarında Vietnam savaşı’yla nakledilmiş olduğu belirtilir. Haber kameralarına savaş alanlarında, ülke içinde ise, savaşın neden olduğu önemli sosyal krizlerin kanıtları olan gösteri ve ayaklanma meydanlarına rahatça girme izni verilmiştir.
Körfez savaşı’nda karşılıklı ateş 1996 yılında aniden başladığında Başkan George Bush savaşı 160 milyon Amerikalı ile birlikte televizyondan canlı izlemiştir. Bu görüntülerin Amerikan televizyon tarihindeki en yüksek izlenme oranına sahip olduğu söylenmektedir. Haftalar boyunca gece gündüz süren bombalamalarda atılan patlayıcıların esas miktarı ile hedefler üzerindeki etkileri açıklanmaz ve tasavvur edilmezken, dikkatle seçilerek kurgulanmış kan içermeyen görüntüler televizyon izleyicilerinin hayal gücünü hızla ele geçirmiş olduğu vurgulanır.
Savaş anıtlarıın ayrıca propaganda ve alternatif tepkisellikler adına kullanılabildikleri belirtilir. Vietnam Gazileri Anıtı ulusal kimliğin sembolü olarak inşa edilen geleneksel anıtların açıkça ifade ettiği didaktik monoloğa muhalif bir alternatiftir. Siyasi kamusal anıt geleneğindeki azalma “kamu” ve “halk” kavramlarının tek bir kategori olarak düşünülmesinin sona ermesinden kaynaklanmaktadır.
Son bölüm olan V. Bölüm Muhalif Sanat: Vietnam’dan AIDS’e başlığını taşımaktadır.
Sanatçı Latham’ın 1967 Mayısında Clement Greenberg’in makalelerinin toplandığı, Art and Culture adlı kitabının okul kütüphanesinde bulunan kopyasına zarar verdiği için Londra’daki okulundaki görevinden çıkartıldığı belirtilir. O sıralarda Amerika’daki en önemli modernist eleştirmen olduğuna vurgu yapılır.
Biçimcilik 1960’lar boyunca büyük modernist müzelerde ve sanat piyasasında egemen olmuştur. Biçimcilik karşıtları, modern müze ve galerilerdeki “beyaz kutu” denilen alanlarda örneklenen soğuk kuru pürist soyutlamalara benzetmiştir. Soyut sanat değerlerini küçümseyen Latham’ın saf olma ve olmama durumunun özelliklerini keşfetmek için Grenberg’in kitabını sözde bilimsel, ayrıntılı bir deney yaparak parçalamış olduğuna değinilir.
Latham’ın eyleminin açık bir politik mesaj içermemesine rağmen, ABD’nin Vietnam’a müdahalesi sırasında radikalleşen sanatçıların uyguladığı yeni yöntemlerin bir örneğidir. Kavramsal sanat ve performans sanatına dayanan bu yeni yöntemler sanatın politik mücadele karşısında tarafsız kalma düşüncesini reddetmiş, sanat ve politikanın bildik söylemlerinden kaçınan eylemler yaratmıştır. Örneğin, 1970 yılında Terry Fox Berkeley Üniversitesi Sanat Müzesi önündeki büyük bir çiçek tarhını Vietnam’da kullanılan alev makinelerine benzer bir aletle yakmıştır.
“Savaşı Yurda Getirmek” Uzakdoğu’daki militarist emperyalizmi kendi ülkelerinde ırkçılık, cinsiyetçilik ve ekonomik sömürgeciliğin genişlemesi olarak gören politikacıların yaygın sloganı olarak kabul edilmiştir. 1960’lar her türlü kuramsal bilginin sorgulandığı bir dönemdir. Bu dönemde alternatif sanat çalışmaları ile postmodernist bir anlayış çerçevesinde ürünler ortaya konmuştur.
Modern sanat müzesine yönelik eleştiri bombardımanı sanatçı Eva Cockcroft’un Art Forum’da yayımladığı, müzenin üst düzey yöneticileriyle CIA arasındaki bağlantıları ortaya çıkaran “soyut sanat, soğuk savaşın silahı” adlı makalesiyle başlamış olduğu söylenir.
1970 yılında, “siyah sanatın özgürleşmesi için toplanan kadın sanatçılar ve öğrenciler” topluluğu kurulmuştur. 1963 ve 1967 yılları arasında bir dizi resimde Vatandaşlık Hakları hareketi ve Siyah Güç’ün yükselişi ile birlikte militan ayrılıkçıların kanuni bütünleşme amacıyla gerçekleştirdikleri mücadelenin yarattığı değişimin çatışmalarını ve ateşkeslerini resmetmiştir.
Bayrak Kanıyor adlı çalışmasının Ringgold’un basit bir imgeyi rahatsız edici bir belirsizlik içerisinde sunabilme başarısını gösterdiği ifade edilmektedir. Düz ve sade renklerin kullanıldığı yüzey, bayrağın ardında kol kola girerek beceriksizce poz veren beyaz bir çift ile siyah bir adamın yüzlerindeki anlamsız ve boş ifadeleri ile uyuşmaktadır.
Paris 68 alt başlığı içerisinde ise, öğrenci hareketleri ile gelişen siyasal ve toplumsal olayların sanat ve propaganda açısından hangi aşamalarda gösterildiği belirtilir.
1968 Mayıs olaylarının Avrupa’nın diğer önemli şehirlere sıçramış olmasının nedenlerine değinilmiştir. Protestocuların nedenleri birbirinden tamamen farklı yerel, ulusal ve uluslararası sorunlardır. Harekete katılan öğrenciler aşırı kalabalık, bütçesi yetersiz, etrafı çitlerle çevrilmiş okulların eğitim sistemlerinin değişmesini talep etmişlerdir. Eylemlerini Küba’da Guevera, Vietnam’da Ho Şi Minh ve Çin’de Mao gibi birbirinden farklı ideolojik konumları olan devrimci kahramanların devrimleriyle birleştirmişlerdir.
Daha sonra estetik anlamada Tiyatro da Brecht ve sinema da Godard’ın ortaya koyduğu sanatsal arayışlar örneklendirilir. Devamında sinemanın politik bir araç olarak değerlendirildiği Latin Amerika sinemalarından örnekler sunulur.
1960’larda bir patlama olarak gerçekleşen Feminizm akımının sanat alanına özellikle politik bir imge olarak nasıl yansıdığı ele alınır.
Son olarak 1990’lar ile beraber değişen sosyo-kültürel yapı ve bunun sanatsal ürünlere olan yansımaları ve sert politik meselelerden çok sivil sorunların daha kapsayıcı olduğu konuların ele alınışı incelenir.
Sanat ve Propaganda adlı yapıt, sanat ve politika arasında oluşan yakınlaşma noktalarının tarihsel sürecini vermenin yanında sanat-propaganda ilişkisini sorgulayarak politik imgeleri inceleme altına alır.
Toby Clark, Sanat ve Propaganda, çev: Esin Hoşsucu, Ayrıntı Yayınları, 2024, 224 sayfa
Serkan Fırtına
serkanfirtita35@gmail.com
Yazarın diğer yazıları için bakınız.
Kurtlar Vadisi Filistin (2010, Zübeyr Şaşmaz)
Kasım 27, 2024 by Editör
Filed under Manşet, Sanat, Sinema, Türk Sineması, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
İnsanlık tarihinin en bilindik hikâyelerinden birisi şöyle rivayet edilir. İsrail ve Filistin orduları karşı karşıya gelmiştir. Tanrının kendisine yardım edeceğinden şüphe etmeyen ve kendisine verilen zırhları giymeye gerek duymayan on dört yaşında bir çocuk olan Davud hiç kimsenin karşısına çıkmaya cesaret edemediği korkunç güçlere sahip Goliath’a meydan okur. Sapanıyla attığı taş Goliath’ın alnına saplanır ve Davud’un yere düşen Goliath’ın başını kesmesi üzerine kahramanlarının öldürüldüğünü gören Filistinliler korkarak kaçışırlar. Günümüzün Goliath’ı diyebileceğimiz İsrail’in tanklarına, helikopterlerine, teknolojik üstünlüğüne karşı Polat Alemdar çağdaş Davud rolüne bürünerek zırhsız çıplak vücudu ve Rus menşeli AK-47’siyle harekete geçerek Goliath’ı öldürmek üzere harekete geçiyor. Peki, kopardığı bunca patırtıya karşın başarılı oluyor mu?
‘’İsrail’e değil Filistin’e geldim’’ diyen Polat’ın bu sözlerini anlayabilmek için tarihsel gerçeklere kısa bir göz atmanın faydalı olacağı düşüncesindeyim.
“Arzı Kenan, Arzı Mukaddes” ya da Musevîlerce “Eretz İsrael” olarak adlandırılan Filistin bölgesi Finike, Yunan ve Roma dönemlerinde farklı isimlerle anılmışsa da bu alanı ilk işgal eden kavmin adına izafeten İbranilerce “Paleşteh” denildiği için bu adı çağrıştıran Filistin adıyla tanınır olmuştur. Asya ve Afrika kıtaları ile karadan irtibatı olan yegâne toprak parçası olan bu bölge Mısır’ı diğer diğerlerinden ayırarak Arap âlemini fiziksel olarak ikiye bölmektedir. Doğu Akdeniz’e olan sahili ve Süveyş Kanalına olan yakınlığı ile bu bölgedeki deniz ulaştırma yollarını da kontrol edebilmektedir.
Kudüs merkezli Filistin, M.Ö 2024 yılında Arap, M.Ö. 1800 yılında Hitit, M.Ö. 1286 yılında Mısır hâkimiyetine girmiş ve bunu takiben Hz. Musa öncülüğündeki İsrailoğulları bu bölgeye yerleşmişlerdir. Hz. Davud ve Hz. Süleyman’ın yönetimlerine sahne olan bölge, sürgünler ve savaşlarla geçen yıllardan sonra M.Ö. 64 yılında Roma İmparatorluğu topraklarına katılmıştır. Roma işgalinin ardından topraklarını terk etmeye zorlanan Yahudiler bu büyük göçü ‘’diaspora’’ olarak tanımlamışlardır. M.S. 395 yılında Roma İmparatorluğunun ikiye bölünmesi sonucu Doğu Roma sınırları içinde kalan Filistin 637 yılından sonra bütünüyle İslâm egemenliğine girmiş, Emeviler, Abbasiler, Fatımîler ve Selçuklulardan sonra 1516 yılında Osmanlı toprağı olmuş ve 400 yıl boyunca Osmanlı hâkimiyetinde kalmıştır.
Yahudilerin Filistin hayali tarihin hiçbir döneminde sönmemiş olsa da bu rüyanın gerçekleşmesi yolundaki ciddi adımlar 1896 yılından sonra atılmaya başlamıştır. Aslen gazeteci olan Theodor Herzl önderliğinde, dünyaya yayılmış Yahudilerin Filistin’de toplanıp bir devlet kurması maksadıyla 1897’de Basel’de toplanan Birinci Siyonist Kongre’de ‘’Siyonizm’in hedefi, Yahudiler için Filistin’de kamu hukukuyla güvence altına alınmış bir vatan yaratmaktır’’ kararı alınmış; bu hedefi gerçekleştirecek temel yöntemler tespit edilmiş, çeşitli örgütler kurularak fonlar oluşturulmuş ve toplanan paralarla Filistin’de yaşayan Araplardan geniş araziler satın alınmaya başlanmıştır.
Siyonizm ve Orta Doğu’da yarattığı sorunlar, gerek bölgede gerekse dünyanın diğer birçok ülkesinde tepkilere yol açmıştır. Bu tepkilerin en belirgin olanlarından biri BM Genel Kurulu’nun 10 Kasım 1975 tarihinde aldığı 3379 sayılı karardır. Bu kararda “ırk ayrımcılığının her türlü şeklinin yasaklanmasına” ilişkin 20 Kasım 1963 tarihli ve 1904 sayılı karara atıf yapıldıktan sonra “Siyonizm’in bir çeşit ırkçılık ve ırk ayrımı olduğu’’ denmiştir. Genel Kurulda 35’e karsı 72 oyla kabul edilen bu kararın ortadan kaldırılması için İsrail uzun süre mücadele etmiş, bu çabalarının ve ABD’nin desteği ile 16 Aralık 1991 tarihinde alınan 46/86 sayılı kararla 3379 sayılı kararı yürürlükten kaldırtmayı başarmıştır.
Herzl, 19 Mayıs 1901’de II. Abdülhamit ile yaptığı bir görüşmede, “Avrupa borsasını ellerinde tutan Yahudilerin Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün borçlarını ödemesi karşılığında Filistin’de bir yurt verilmesi” dileğini gizli kalmak şartıyla iletmiş, ancak padişah bu teklifi kabul etmemiştir. 1914 yılından sonra Yahudiler, bölgede yayılmak amacıyla Filistin’deki Araplardan toprak satın alma çabalarını yoğunlaştırarak Yahudi yerleşim faaliyetlerine de hız kazandırmışlardır. Bu gelişme aynı zamanda günümüze kadar uzanan Arap - İsrail sorununun da başlangıcını oluşturmuştur.
İngiltere’nin 1917’de “Balfour Bildirisi” ile Filistin’de ‘’Yahudiler için yurt’’ kurulmasını destekleyeceğini açıklaması üzerine 1918’de Araplar adına sözcülük yapan, daha sonra Irak tahtına geçen Faysal’ın, bir Musevi yurdu fikrini kabul ettiği ve buna karşılık olarak Arap ülkelerinin hepsinin bağımsızlıklarına kavuşması şartını koştuğu kaynaklarda yer almaktadır. Ancak o tarihte bağımsızlıkları verilmemiş olduğundan hareketle Araplar kendilerinin kandırılmış olduğunu ileri sürerek bu mutabakatı yok saymışlardır.
Museviler Filistin’de bir azınlık olarak yaşamayı istemiyor, Araplar ise onlara azınlık haklarından öteye bir hak vermeye yanaşmıyorlardı. 1936’da Filistin’deki Arap ayaklanması üzerine, İngiliz Hükümetinin tarafından Lord Peel bölgeye gönderilmiştir. ‘’Peel Raporu’’ adıyla bilinen belge, Filistinliler ile Yahudilerin bir arada yaşamalarının mümkün olmadığını vurgulayarak, bu küçük bölgenin Araplarla Museviler arasında bölünmesini tavsiye etmişse de hem Araplar, hem de Museviler tarafından reddedilmiştir. 1936-1939 arasında Araplara yönelik yoğun İngiliz baskısı gündeme gelmiş, 3000’den fazla Filistinli öldürülmüş, 2024 kişi yaralanmıştır. 110 kişi asılmış, 6000’den fazla kişi toplama kampları ve hapishanelerde öldürülmüş, binlerce Filistinli ile yüzlerce Yahudi ve İngiliz’in ölümüne neden olmuştur. II. Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine İngiltere bu planı rafa kaldırmış ve 1939’dan itibaren Filistin’e göç edecek Museviler için ve beş yıla yayılmak üzere 75.000 kişilik bir kota tanımıştı. Bir süre sonra Ben-Gurion başkanlığında bir Musevi heyeti, Koloniler Bakanını ziyaret ederek 100.000 mülteci için muhaceret sertifikası verilmesi talebinde bunmuş ancak İngiltere tarafından reddedilmiştir.
Musevilerin Filistin’de mücadeleye başlaması bu talebin İngiliz Hükümetince reddedilmesi üzerine olmuştur denilebilir. Bir taraftan Museviler Filistin sahiline yığılmağa başlarken diğer taraftan da Haganah, Palmach, İrgun Svai Leumi, Stern Gang gibi yeraltı örgütleri kurularak Almanlara karşı kullanılmak üzere İngilizler tarafından teşvik edilmiş, yetiştirilmiş ve silâhlandırılmış olan Museviler İngilizlere karşı mücadeleye başlamışlardı. Haziran 1946’da İngilizler büyük bir tutuklama hareketine girişince, bunun karşılığı, Temmuz’da Kudüs’deki King David otelinin havaya uçurulması oldu. 84 kişinin ölüp 46 kişinin yaralandığı bu olay İngilizlerin öyle kolaylıkla hakkından gelebilecekleri bir durumla karşı karşıya olmadıklarını ortaya koymuştur. Filistin’de meydana gelen bu olaylar bölgedeki Arap desteğini kaybetmek korkusuna düşen İngiltere’nin siyasetini değiştirmesine neden olmuştur. Tarih sayfalarına “Filistin Üzerine Beyaz Belge” olarak geçen ve İngiltere tarafından yayınlanan bir bildiri ile Filistin’in taksiminden vazgeçilerek, on sene içerisinde bu bölgede bağımsız bir Filistin Devleti kurulmasının öngörülmesi, Yahudilerin İngiltere’ye karşı olan güvenini büyük ölçüde sarsmıştır.
İkinci Dünya Savaşından güçsüz olarak çıkan İngiltere, bu bölgedeki görevini yerine getiremeyeceği gerekçesi ile çareyi ABD ve BM’yi devreye sokmakta bulmuş, 1947’de BM’de kurulan Filistin Özel Komitesinin çalışmaları neticesinde ortaya iki plan çıkmıştır. ‘’Çoğunluk Planı’’ denilen ilk planda Filistin, Arap Devleti, Yahudi Devleti ve Kudüs bölgesi olarak üçe bölünmekte, Filistin bölgesinin %42.88’i Araplara, %56.47’si Yahudilere veriliyor, Kudüs BM yönetimine bırakılıyordu. ‘’Azınlık Planı” olarak adlandırılan ikinci plana göre ise; Arap ve Yahudilerin bir arada yaşayacağı ve başkenti Kudüs olan bir federal devlet kurulması tasarlanmıştır. Arapların bütün itirazlarına rağmen sonuçta, 29 Kasım 1947 tarihli Birleşmiş Milletler (BM) kararı ile Çoğunluk Planı’nın uygulanması kabul edilmiştir.
Bu karar Yahudiler tarafından memnunlukla karşılanmakla birlikte, Araplar üzerinde olumsuz etki yaratmış ve bölgedeki diğer Arap Devletleri kararı tanımadıklarını beyan ederek, Yahudilere karşı mücadeleye başlamışlardır. Fakat mücadeleye birlikte başlama kararlılığı içinde olan bu devletlerin her biri, daha sonraları kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye başlayınca, dava üzerinde ortak hareket oluşturmakta başarılı olamamışlardır. Bu nedenle de, Filistin Araplarının geleceği Arap liderliğini elde bulundurmak isteyen devletlerin güç mücadelesi haline dönüşmüş ve konunun asıl kahramanı olan Filistin Arap Topluluğunun kaderi çoğu zaman olayların gelişimine bırakılmıştır.
2500 yıllık bir süreçten sonra kurulan ilk Yahudi devleti olan İsrail, 15 Mayıs 1948 tarihinde Tel Aviv’de ilân edilmiştir. Kuruluş bildirgesi, son İngiliz birliğinin bölgeden çekilmesinin ardından yayımlanmış ve bağımsızlık kararı derhal yürürlüğe konulmuştur. Filistinli Araplar, 15 Mayıs’ı “El Nakba” yani “Felâket Günü” olarak ilân etmişlerdir. Bağımsızlığını ilân eden İsrail devletinin ilk Başbakanı ve Savunma Bakanı Ben Gurion olmuştur.
İsrail Devleti’nin kurulmasının ilan edilmesini takip eden birkaç saat içinde, Mısır, Ürdün, Lübnan ve Irak kuvvetleri Filistin’e girmişlerdir. Özellikle Mısır cephesinde Mısır kuvvetlerinin hezimete uğraması neticesinde İsrail kuvvetleri Mısır topraklarına girmiştir. Bunun üzerine İngiltere devreye girmiş ve Mısır, BM’ye başvurarak ateşkesi kayıtsız şartsız kabul ettiğini ve İsrail ile mütareke için görüşmeye hazır olduğunu bildirmiştir. Mısır’ın 24 Şubat 1949’da mütareke imzalamasını takiben, Lübnan, Ürdün ve Suriye’de mütareke imzalamışlardır. İsrail bu savaşlarda 1947’de BM tarafından kendisine verilen toprakları genişletmiştir. İsrail Mısır mütarekesi 24 Şubat 1949’da, Lübnan-İsrail mütarekesi 23 Mart 1949’de, Ürdün-İsrail mütarekesi 3 Nisan 1949’da ve Suriye-İsrail mütarekesi de 20 Haziran 1949′da imzalanmıştır. Bu mütarekeler sonucunda Musevileri Filistin’den çıkarıp atmak isteyen Arap devletleri Filistin’in hemen tamamının İsrail’in eline geçmesini adeta sağlamışlardır.
Yapılan mütarekelerle ülkeler kendileriyle ilgili sınır düzeltmeleri yaparken, Filistin’le ilgili herhangi bir düzenlemeye gidilmemiştir. Ürdün ele geçirdiği bir kısım Filistin topraklarını ilhak ettiğini açıklamış, Gazze bölgesi de Mısır’a bırakılmıştır. Bu savaşlar ve mütarekeler sonucunda, İsrail bölgede yeni bir varlık olarak ortaya çıkmıştır.
‘’İsrail topraklarının Tevratsal sınırlarını (Biblical borders) gösteren farklı haritalar içinde en büyük sınırlara sahip olan versiyon su bölgeleri içine alır: Güneyde tüm Sina Yarımadası ve buna ek olarak Kuzey Mısır’ın Kahire’ye uzanan bir parçası; doğuda, Ürdün’ün tamamı ve Suudi Arabistan’ın kuzey bölgesi; Kuveyt’in tümü ve Irak’ın çok büyük bir bölümü; kuzeyde Lübnan ve Suriye’nin tamamı ve Türkiye’nin Van Gölü’ne kadar uzanan büyük bir parçası ve batıda ise Kıbrıs.’’ (İsrael Shahak)
‘’İsrail’in bugünkü haritası İngiliz manda yönetimi tarafından çizilmiştir. Yahudi halkının, gençlerimizin ve yetişkinlerimizin yerine getirmeleri gereken bir başka harita daha var. Bu harita Nil’den Fırat’a kadar olan bölgeleri kapsamaktadır.’’ (David Ben-Gurion, 1948, İsrail’in İlk Başbakanı)
‘’Bizler Tevrat’a sahipsek, bizler kendimizi Tevrat’ın halkı olarak görüyorsak, Tevrat’ta vaat edilen bütün topraklara sahip olmak zorundayız.” (Moşe Dayan, 1948, Genelkurmay Başkanı)
II. Dünya Savaşı’nın ardından alınan kararlar Araplar ve Yahudileri, İngiliz varlığı olmadan yüz yüze getirdiği için her iki taraf da silahlanmaya başlamış ve birliklerini seferber etmiştir. 1945 yılından itibaren Siyonist askeri şefler bir dizi plan geliştirmişlerdi. 1948 yılında uygulamaya konulan Dalet planı şu askeri operasyonları içeriyordu. Nachson Operasyonu; 1 Nisan’dan itibaren Tel-Aviv ile Kudüs’ü birleştiren ve tasarlanan Arap devletinin ana kısmını bölecek olan bir koridor oluşturacaktı. Harel operasyonu; 15 Nisan’dan itibaren Latrun yakınlarındaki Arap köylerine saldırılacaktı. Misparatim operasyonu; 21 Nisan’dan itibaren Hayfa işgal edilecek ve rap nüfus kaçmaya zorlanacaktı. Chametz operasyonu; 27 Nisan’dan itibaren şehri tecrit etmek ve fethi kolaylaştırmak için Yafa çevresindeki Arap köyleri tahrip edilecekti. Jevussi operasyonu; 27 Nisan’dan itibaren Kudüs’ü kuşatan Ramallah-Kudüs, Jericho-Kudüs, Bethlehem-Kudüs yollarını kontrol eden Arap köyleri çemberi tahrip edilecek ve böylece Kudüs’ün fethi hazırlanacaktı. Yiftrac operasyonu; 28 Nisan’dan itibaren Galile’nin doğu kısmı Araplardan temizlenecekti. Matatch operasyonu; 3 Mayıs’tan itibaren Tiberias ile Galile’nin doğu kısmını birleştiren köyler tahrip edilecekti. Maccabi operasyonu; 7 Mayıs’tan itibaren Kudüs’ün kuzeyindeki Ramallah bölgesinde ileri harekât devam ettirilecekti. Gideon operasyonu; 11 Mayıs’tan itibaren Beisan işgal edilecek ve yakınlarındaki bedevi kabilelerinin sürülmesine başlanacaktı. Barak operasyonu; 12 Mayıs’tan itibaren Bureir yakınlarındaki köyler tahrip edilecekti. Ben Ami operasyonu; 14 Mayıs’tan itibaren Acre işgal edilecek ve Galile’nin batısı Araplardan ‘’temizlenecekti.’’ Pichfork operasyonu; 14 Mayıs’tan itibaren Kudüs’ün yeni kesimindeki Arap yerleşim yerleri işgal edilecekti. Schfifon operasyonu; 14 Mayıs’tan itibaren Kudüs’ün eski kesimi ele geçirilecekti. Bu plan büyük ölçüde uygulanmış, İngilizler daha Filistin’i boşaltmadan saldırıya geçmişlerdi. 09 Nisan 1948 tarihinde Irgun ve Sern grupları Deir Yasin köyünün sakinlerini katletmişler; böylece sıranın kendilerine geleceğinden korkan yüz binlerce Müslüman Filistinlinin Lübnan, Mısır ve Batı Şeria’ya kaçmalarını sağlamışlardır.
Söz açılmışken 16-18 Eylül 1982 tarihlerinde, İsrail’le ittifak içindeki Falanjistlerin, İsrail birliklerinin kuşattığı Sabra ve Şatilla mülteci kamplarına girerek yüzlerce Filistinliyi öldürmelerinden bahsetmeden geçilemeyeceği kanaatindeyim. Sabra ve Şatilla katliamı, Orta Doğu tarihi boyunca meydana gelen en kanlı eylemlerden biridir.
Bitmek bilmeyen çatışmalar tarihte ‘’Altı Gün Savaşı’’ olarak bilinen savaşın çıkmasına yol açmıştır. İsrail’in hava baskınıyla başlattığı harekât 05-11 Haziran 1967 tarihleri arasında, Orta Doğu’nun çehresini değiştiren etkilere yol açmıştır. İsrail Ordusu (IDF) Mısır, Ürdün ve Suriye’den oluşan Arap kuvvetlerine karşı üstün bir başarı kazanmıştır. Mısır’ın kontrolündeki Sina yarımadasını, Gazze Şeridini, Suriye’ye ait olan Golan tepelerini ve Ürdün’ün elindeki Batı Şeria ile Doğu Kudüs’ü işgal etmiştir. Savaşın ilk günü İsrail, Mısır’ın güçlü hava filosunu harekete dahi geçemeden yerde imha etmiş ve çarpışmalar sonucu İsrail, denetimindeki topraklan iki kat genişletmeyi başarmıştır.
James Bamford Sırlar Evreni isimli eserinde İsrail’in, 5 Haziran 1967 günü saatler 07.45’i gösterirken tüm hava gücüyle Mısır hava sahasında saldırı başlatırken eş zamanlı olarak da basın aracılığıyla asılsız bildiriler yayarak Mısır’ın kendilerine karşı büyük bir saldırı başlattığını ve İsrail’in de kendisini savunmak zorunda kaldığını hatta Dış İşleri Bakanı Abba Eban’ın gerçek amaçlarının öteden beri olabildiğince toprak almak olduğu halde, İsrail’in niyetleri konusunda yalan söylemeye devam ettiğini yazıyor ve şöyle devam ediyor.
‘’İsrail’in savaşı başlatmasından üç gün sonra Sina’da Mısırlı esirler başa bela olmaya başlamıştı. Ne onları yerleştirecek bir yer ne de başlarında nöbet tutacak yeterli sayıda asker vardı ne de onları esir kamplarına götürecek araç vardı. Fakat onlardan kurtulmanın başka bir yolu vardı. İsrailli askerler savaş esirlerini sistematik olarak katledip kasabayı bir mezbahaya çevirdiler. El Arish Camii’nin gölgesinde, elleri arkalarından bağlı altmış kadar silahsız Mısırlı esiri sıraya dizdiler ve üzerlerine, solgun çöl kumu kızıla dönene dek makineli tüfeklerle ateş ettiler. Sonra da diğer esirleri kurbanları toplu mezarlara gömmeye zorladılar. İsrailli ordu tarihçisi Aryeh Yitzhaki’ye göre İsrail askerleri Sina’da bin kadar savaş esirini soğukkanlılıkla öldürmüştü. 1956 Süveyş krizi sırasında da 49 savaş esirinin öldürüldüğü de yakın zamanlarda kabul edilmiştir.’’ (James Bamford-Sırlar Evreni)
İşgal edilen Arap toprakları İsrail’e yeni pazarlar, ucuz işgücü ve önemli doğal kaynaklar sağlamıştır. Örneğin, Sina yarımadasındaki Abu Rudeis petrol kuyuları, İsrail’e ihtiyacının yarısından fazla petrol sağlamış, Golan Tepelerinin kontrolü ise, İsrail hükümetine Ürdün nehrinin sularını Galile gölüne aktarmasını sağlamış ve bu nedenle Chula vadisinde 12000 hektarlık yeni bir tarım alanı kazanılmıştır. Bu arada, savaş sonrası ekonomik gelişme ve büyüme sağlanmış, işsizlik oranını %3’ün altına düşürmüş, 1967 öncesi kötüye gidişi tüketim patlamasına dönüştürmüştür: 1967 yılındaki %1’lik büyüme oranı 1968 yılında %13’e tırmanmıştır.
“…1967 yılındaki şaşırtıcı zafer, İsrail ordusu ve askerlerindeki kendine güvenin tesisine katkıda bulunmuştur. Artık İsrail ordusundan (IDF) herkesin ortak beklentisi, gelecekteki herhangi bir savaşın kısa süreli ve az zayiatla olacağı şeklinde idi.’’ (Tümgeneral Avraham Adan, İsrail Tümen Komutanı)
Diğer taraftan soruna barışçı bir çözüm bulmanın, hem kendi ülkesi hem de Filistinli Araplar için en akılcı çözüm olacağını düşünen Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat, 19 Kasım 1977′de Kudüs’e giderek İsrail Parlâmentosunda bir konuşma yapmış ve tüm dünyayı şaşırtmıştır. Sedat 1973′teki Yom Kippur Savaşı’ndan dört yıl sonra İsrail’i tanıyan ilk Arap lider olarak ABD ile yakınlaşma siyasetine yönelmeyi ülke yararına gördüğünden Mısır ve İsrail, 1978 yılının Eylül ayında Camp David Mutabakatı’nı imzalamışlardır. Mısır- İsrail Barış Anlaşması 1979 yılının Mart ayında Enver Sedat ile İsrail Başbakanı Menahem Begin tarafından imzalanmıştır. Bu anlaşma ile İsrail’in 1967′deki Altı Gün Savaşlarında ele geçirdiği Sina yarımadası Mısır’a geri verilmiştir. Bunun üzerine Arap devletleri, İsrail’le kendi başıma anlaşma imzalayan Mısır’ı boykot etmişlerdir.
BM Güvenlik Konseyi 1967 yılında oybirliğiyle aldığı 242 sayılı kararıyla “savaş yoluyla toprak elde etmenin kabul edilemezliğini” vurgulamış, İsrail’e işgal ettiği topraklardan çekilmesi, savaş durumuna son verilmesi, bölgedeki her devletin, egemenlik, toprak bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığını tanınması çağrısında bulunmuştur.
Filistin Ulusal Konseyi, Kasım 1988’de, Cezayir’de toplanarak, BM Güvenlik Konseyinin 242 ve 388 sayılı kararlarını kabul ettiğini, terörizmi kınadığını, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde bağımsız bir Filistin Devleti’nin kurulmuş olduğunu ilan etmiştir. Arafat 18 Aralık 1988’de yaptığı açıklamada; 242 sayılı Güvenlik Konseyi Kararını kabul ettiğini, terörizmden vazgeçtiğini ve İsrail’in varlığını tanıdığını açıklamıştır. Arap devletleri, egemen olduğu bir toprağı olmamasına ve bir hükümeti bulunmamasına karşın, bu devleti derhal tanımış, İsrail ise reddetmiştir. Türkiye, Filistin Devletini ilk tanıyanlar arsasında yer almıştır. ABD, Tunus’ta FKÖ ile diyalog kurmuş ancak bağımsız Filistin devletini tanıdığını bildirmemiştir.
Bu kadar tarih dersinin yeterli olduğunu düşünerek filme devam ediyorum.
İsrail, tarihsel dönemdeki amansız düşmanı olan ve Tevrat’ın sert ve acımasız bir savaş emrettiği Amalek kavmine yönelik savaşını günümüzde Araplarla sürdürdüğü mücadelesiyle özdeşleştirmekte, İsrail’in yok edilmesini öngören tüm unsurlar Yahudi şeriatınca Amalek kavmi olarak görülmekte ve bunlara karşı savaşın dini bir gereklilik olduğu savunulmaktadır. İsrail sonsuz düşmanlarla çevrelenmiştir. Yahudi inancında Amalek, Yakup’un kavminin azılı düşmanıdır ve efsaneye göre şeytani görevini tamamlamak üzere her nesilde yeniden doğmaktadır.
‘’Şimdi git, Amaleklilere saldır. Onlara ait her şeyi tümüyle yok et, hiçbir şeyi esirgeme. Kadın erkek, çoluk çocuk, öküz, koyun, deve, eşek hepsini öldür.’’ (I.Samuel 15:3)
Zorunlu askerlik hizmeti bu gerekliliklerin başında gelenidir. Liseyi bitiren her İsrailli kadın ve erkek zorunlu askerlik hizmetine, ardından da yedek asker olarak emredilen askeri faaliyetlere katılmak zorundadırlar. Böylece muhakeme yeteneğinin gelişmediği genç yaşta ordu disiplini altına giren bireylerin ortak hedeflere yönlendirilmeleri ve ortak algılar etrafında kümelenmeleri sağlanmakta ve başbakanından başlayarak her bireyi askerlerden oluşan bir toplumun güvenlik ve terör algısı da doğal olarak aynı olmaktadır.
İsrail kendi sınırları içindeki bir tam ölçekli savaşa ya da kesintisiz devam eden bir çatışmaya tahammül edemez. Toprakları içinde devam eden düşük yoğunluklu bir çatışma toplumsal hayatın sonu, büyük bir savaş ise ülkenin varlığının sonu olabilecektir. İsrail toplumunu birlik beraberlik, kenetlenme ve ortak hareket etme motivasyonu etrafına toplayan unsur her zaman Filistin kaynaklı saldırı eylemleri olmaktadır. İsrail toplumu her eylem karşısında daha da radikalleşmekte ve barış yanlılarının tavırları etkisiz ve sönük kalmaktadır. Bu yönüyle saldırı ve terör eylemleri İsrail toplumunu mevcut bir düşmana karsı sürekli bir gerilim düzeyinde tutmaktadır çünkü barış rehavetine kapılan bir İsrail için yok olma tehdidiyle karsılaşması olasıdır.
Yine de, 1967 Altı Gün Savası’ndan toprak kazanımıyla çıkan İsrail uluslararası kamuoyunda işgalci etiketiyle anılmasının yanı sıra içte de işgale karsı duygular besleyen insanlar işgal topraklarında görev yapmayı reddederek seçici retçiler hareketinin 1970’lerin basında dogmasına neden olmuşlardır. Yesh Gvul ( Her Şeyin Bir Sınırı Vardır ) seçici reddetme oluşumu olarak ortaya çıkmıştır. 1982 Lübnan işgali sonrasında hız kazanarak ordunun vicdan muhasebesi görevini yerine getiren bir harekete dönüşmüştür. Nüfusun 6 milyon olduğu bir ülkede binlerle ifade edilen retçi kitle önem arz etmektedir. Ancak El-Aksa intifadası sonrasındaki kan davası tarzındaki şiddet sürecinde barış yanlıları güç kaybetmişlerdir.
Yesh Gvul hareketinden sonra Reddetme Cesareti, Pilotlar, Retçi Aileler, Yüksek Okul Öğrencileri grupları kurulmuştur. 25 Ocak 2024 tarihli Haaretz Gazetesi İsrail ordusundaki bir grup askerin işgal altındaki topraklarda görev yapmayacakları ve bunun bir ret hareketinin de ilanı olduğu duyuruyordu. Hareketin kurucularının ve devam ettirenlerin asker olmaları ordudaki ve dolayısıyla İsrail toplumundaki anlayış değişimini ortaya koymaktadır. İsrail gibi terör paranoyası yaşayan, bu paranoyayı ülke politikası olarak benimseyen bir yönetim altında, Filistinlilerin açık düşman kabul edildiği bir toplumda bu duruşa karsı gelmek ciddi bir toplumsal değişimin belirtisidir.
Barış yanlısı İsrail grupları söyle sıralanabilir; Peace Now, B’Tselem, Gush Shalom, Ev Yıkımına Karsı İsrail Komitesi, İşgale Karsı Yahudiler, İnsan Hakları İçin Hahamlar, Arap-İsrail Dostluğu, Filistin’de Adalet İçin Öğrenciler ve Uluslararası Kadınlar Barış Hareketi.
Barışın gerçekleştirilmesi görevinde başlıca önemi haiz olan şey, bilgi ve kavrayıştır ile olgun bir bakış açısıdır. Kurtlar Vadisi – Filistin filminde böyle şeyler göremediğimi belirtmek zorundayım. Film ‘’İslam barış dinidir’’ diyor ancak ‘’biz cephedeki çocuğu esirgeriz’’ söylevinden başka barışa yönelik hiçbir adım atmıyor ve militarizm güzellemesi yapmaya çalışan basit bir propaganda filminden öteye gidemiyor. Silahların susmadığı bir yerde barıştan nasıl söz edilebilir? İsrail içerisindeki barış yanlılarına bile el uzatmayı becerememesine karşın nasıl olup da barış dininin temsilciliğini yaptığını söyleyebiliyor. Kendisine silah çekene gül uzatması gerekirdi ki dünya kamuoyu dikkate alsın ancak amaç bir köşe yazarının da gururla yazdığı gibi ‘’ciğer soğutmak’’ değilse.
Barış nerede? Daha filmin ilk sahnesinde –kimlik kontrolü gibi sıradan bir işlem- adam öldürmeye başlamanın anlamı nedir? Burada ister silah çeksin isterse kimlik kontrolü yapsın suçlu suçsuz ayrımı yapılmadan tüm İsraillileri düşman gören ve öldürülmelerini isteyen bir yaklaşım göze çarpıyor. Hz. Ali’nin savaş meydanında tam öldürmek üzereyken yüzüne tüküren bir adamı affettiği, adamın niçin kendisini öldürmediği sorusuna Hz. Ali’nin ‘’az evvel seni Allah adına öldürecektim ama yüzüme tükürünce seni öldürme isteğime kişisel kinimin karışmasından korktuğum için vazgeçtim’’ dediği rivayet edilir. Kurtlar Vadisi Filistin filminde ise Türklüğü ve İslam’ı temsil ettiğini söyleyen birkaç tip önüne geleni öldürmekten başka bir şey yapmıyorlar, haklılık diye anlattıkları bireysel nefretlerinden öteye gitmiyorsa savunulacak bir yan göremediğimi söylemek zorundayım.
Yahudi adı; başlangıçta, on iki İsrail kavminden Yahudaoğullarını ve bunların şimdiki Filistin’in kuzeyinde kurmuş oldukları Yahuda Krallığı’na bağlı uyrukları, Babil sürgününden sonra ise İsrail oğullarına özgün dinsel kimliği benimseyen bütün inananları kapsamaktadır. Yahudilik kavramı, sadece bir dinî kimliği ifade etmemekte olup “Yahudi” yerine “Musevî” kavramını kullanmak aynı anlamı vermemektedir. Filmimizde Siyonistler ile Yahudiler ayrımının yapıldığı söylenmektedir ki tam olarak öyle olmadığı düşüncesindeyim. Polat ve adamlarının kimlik kontrolü yapan askerlere ateş açmaya başlaması, görevini doğru düzgün yapmayan bir görevliye haddini bildirmek midir yoksa zaten İsrail askeri olduğundan dolayı ölmeyi hak ettiği düşüncesini taşıdığından mıdır? Siyonist-Yahudi ayrımı yapmaya çalışılmışlarsa da, görünen, ellerine yüzlerine bulaştırdıklarıdır.
Kurtlar Vadisi Filistin şiddete şiddetle karşılık verilmesi gerektiği konusunda yanılgı içerisinde olduğunu düşünüyorum. Constantin Brunner “Yahudiler, Yahudi düşmanlarının ırkçı teorilerinden etkilenmişlerdir” derken çok doğru bir şey söylüyor. Bence filmin yapımcıları da Yahudi ve Filistin düşmanlarının, silah tüccarlarının, insanların sırtından çıkar sağlayan işbirlikçilerin hareketlerinden etkilenerek barış filmi yerine nefret ve savaş filmi yapma yoluna girmişlerdir. Çünkü şiddet ortamı İsrail toplumunun, kendisini Filistinlilerden farklı görmenin ötesinde onları tehdit olarak algılamasına sebep olmaktadır. Tehlike algısı ve dini yönlenme İsrail toplumunu kendi sosyal kimliğine daha fazla sahip çıkmaya neden olmakta ve ayrım yapmaksızın diğerlerini düşman kategorisine dâhil etmesi sonucunu doğurmaktadır. İsrail toplumu ve yönetimi kendilerine karsı yapılan her saldırıyı terörist girişim, kendileri tarafından yapılan her türlü güç kullanımını da meşru müdafaa olarak değerlendirme eğilimi göstermektedir.
‘’Yahudilerin çoğunun 2.000 yıl kadar önce İsrail toprağından atılmasıyla, onlar başka ülkelere dağıldılar; esas olarak Avrupa, Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerine. Asırlar boyunca, yakın ve uzak topraklarda birçok büyük Yahudi cemaati kurdular. O topraklarda, uzun refah ve büyüme dönemleri yaşadılar, fakat zaman zaman sert ayrımcılığa, vahşi pogromlara ve topyekûn veya kısmi ihraçlara da maruz kaldılar. Her zulüm ve şiddet dalgası “sürgünlerin toplanması” kavramına inançlarını güçlendirdi.’’ (İsrail Enformasyon Merkezi tarafından 2024 yılında yayımlanan eserden)
İsrail nüfusunun yaklaşık yüzde yirmisi büyük çoğunluğu Filistinli olan Araplardan meydana gelmekte olup Araplar Yahudi olmayan en büyük topluluğu oluşturmaktadırlar. Arapların hızlı nüfus artış oranı (Yahudilerin doğurganlık oranı 2,75 iken bu oran Araplarda 3,68’tir) nedeniyle 2024 yılına gelindiğinde ülkedeki Yahudi ve Arap nüfusunun eşitleneceği değerlendirmeleri yapılmaktadır. İsrail içindeki bu tartışmalar, İsraillilerin geçmişte kesinlikle kabule yanaşmadıkları Filistin’le “iki devletli çözüm” fikrini benimsemeye başladıkları bir süreci tetiklemektedir. Nitekim ABD’nin Annapolis kentinde Kasım 2024’nin son haftasında yapılan konferans, iki devletli çözüm için müzakerelere başlanması kararı ile son bulmuştur. Konferansın ardından İsrail’de yayımlanan Haaretz gazetesine açıklamalarda bulunan İsrail Başbakanı Olmert “günün birinde iki devletli çözümün çökmesi durumunda eşit oy hakkı için Güney Afrika benzeri bir mücadeleyle karşı karşıya kalacaklarını ve o gün geldiğinde İsrail Devleti’nin sona ereceğini” belirtmiştir. Duvarlar üzerindeki ‘’No War, UN?’’ Yazıları aslında pek çok şeyi özetliyor. Hatta Yahudi asıllı Amerikalı kızımızın Avi’ye ‘’artık İsrail devletini’’ tanıyorlar demesi, Kurtlar Vadisi – Filistin filminin kendi topuğuna kurşun sıkmasıyla eşdeğer. İnsana sormazlar mı, 1948’de tanımadıkları İsrail Devletini niçin şimdi tanıyorlar diye… Ve bu durum da İsrail’in yaptığı bütün politikaları, döktüğü kanları meşru hale getirmez mi? İlk anda İsrail’i tanımıyorlardı ama artık öyle değil demek İsrail politikalarını teyit etmek demektir. İki devletli çözüm olmadığı takdirde İsrail Devleti’nin yaşamasının zora gireceği Batı kamuoyunda dile getirilmişken burada Filistinlilerin acz içinde gösterilmesi acıklıdır. Eleştirmeye çalışırken övmek budur herhalde.
Polat’ın nefreti o kadar elle tutulur bir haldeydi ki, elinde imkânı olsa Moşe’nin dirilmesini ve ‘’bak seni öldürdüm, ben kazandım’’ demeyi isterdi diye düşünüyorum. Mavi Marmara baskını emrini veren komutanı öldürmek istiyorsa sorun ‘’münferit’’ diyebiliriz. Çünkü öyle değilse neden daha önce gelmediğini, yıllardır nerede olduğunu sorabiliriz? ”Görevli” olarak gönderilmişse –acaba kim göndermiştir- bu somut nefret neden? Neticede profesyonel bir adamın görevini yapması ve kendisine verilen emrin dışına çıkmaması gerekir düşüncesindeyim.
‘’Size bu toprakları kim vaat etti bilmiyorum’’ diyen Polat’ın veya Filistinlilere ‘’niçin kalmaya devam ediyorsunuz’’ diyen Memati’nin sözleri cehalettir. Memati bu sözleriyle Filistin davasına bağlı olarak bireysel mücadeleye atılmak amacında olmadığı, ‘’görev’’ maksadıyla orada bulunduğunu dile getirmiştir. Bu da senaryonun en büyük eksikliklerindendir. Amaç Filistin halkının direnişini göstermekse, bu sorular Amerikalı kıza sordurulabilirdi.
Amerikalı kızımızın yemek sofrasına oturmayarak, ikram edilen yemeği ‘’vejetaryen’’ olduğu gerekçesiyle reddetmesi beni düşündüren bir kaç sahneden biri olmuştur. Bu topraklarda her gün insan ölürken, siz Amerikalılar hayvanların öldürülmesine tahammül edemediğinizi söylüyorsunuz, bu ikiyüzlülük değil midir denmiş olabilir mi? Filmin bütününe bakınca derin anlamlar çıkarmak güç olsa da –hakkını yemeyelim- burada ciddi bir eleştiri getirildiği düşüncesindeyim.
Varoş, gecekondu yıkımları, bakımsız evler, estetikten yoksun yapılar, dışı boyasız hatta sıvasız evler, çöplerini konteynere değil de direk diplerine, sokak ortalarına atarak kedi büyüklüğünde farelerin dolaştığı mahalleler ile Filistin’de gösterilen yerleşim yerleri arasında bir fark göremedim. Bu göremedim kelimesinin yanlış anlaşılmasını istememem. Bununla anlatmak istediğim bu görüntüler yalnızca Filistin’de değil, gerek ülkemizde gerekse dünyanın pek çok yerinde bulunduğudur. Filistinlilerle kısmen aynı koşullarda yaşayan yoksul Mizrahi ve Haredi Yahudileri ile Kudüs’te ve diğer bazı merkezlerde yaşayan Hıristiyan dinine mensup Filistinlilerin durumundan da söz edilmemesi filmin eksilerindendir. Barış yanlısı olduğunu söyleyen film daha geniş bir pencereden bakmalıydı. Eldeki malzemenin iyi kullanılmadığını, çek gitsin yap gitsin zihniyetiyle filmin bitirildiğini düşünüyorum.
Oryantalizm Batı’nın bizlere baktığı gibi bakmaya çalışmak ve kendimizi eleştirmek demektir. Bu zihniyet genlerimize o kadar işlemiş ki artık kendimize başka türlü bakamıyor ve bunun sonucunda da başımıza gelenlerden kurtuluşu Batı’dan beklemekten asla vazgeçemiyoruz. Tur rehberi kızımız Yahudilere sınırsız destek veren ABD’yi simgelemektedir. Kızımızın gerçekleri görmesi aslında Amerika’nın gerçekleri görmesi demektir. Burada Amerika ve Batı’yı temsil eden kızımız bir kez Filistinlilerin yaşadıklarına tanık olsa, bir kez Siyonistlerin ‘’yalanlarından’’ fırsat bulunarak gerçekler dünya kamuoyuna anlatılabilse her şey yoluna girecektir.
Ziya Paşa ‘’Rüya’’ isimli yazısında, Yeni Osmanlılar hareketinin ağırlık verdiği siyasi yöntemi anlatıyordu. Buna göre en iyi yöntem, Padişah Abdülaziz’i sarayın bir köşesinde tek başına yakalayabilmekti. Bu şansa bir kez ulaşılabilse, padişaha, o zamana kadar etrafındaki hiç kimsenin dile getirmediği ya da getiremediği her şeyi yani bütün gerçekleri anlatılabilirdi. Yanlış ve çıkara dayalı bilgilendirmenin sonucunda Padişah’ın kafasında canlanmış tüm önyargıları yıkmanın yolu buradan geçiyordu. Bir kez olsun Sultan’ın kötü ‘’etraf’’ı değiştirilerek iyiler burada yer alabilse işler kendiliğinden yoluna girecekti. Çünkü iyiler kötülerin yerini almıştı ve Padişah doğal olarak iyilerin yanındaydı.
Kolunda Kabalacı olduğunun göstergesi olan kırmızı iplik bağlı olan Amerikalı kızımızın -senaryodaki tek tük inceliklerden bir tanesi- kurtuluşu Müslüman ve Türk Polat’ın kollarında buluyor olması ve Filistinlilerin yanında birkaç gece geçirerek hidayete ermesi komiktir. Hidayete eren genç kız rolüyle amaç Amerikan toplumunun gerçekleri görmesi midir? Niçin amaç dünya kamuoyunun gerçekleri görmesi değildir, niçin bir örgütlenme yaratmak değildir de en güçlünün görmesidir. Burada bir güce tapınma yok mudur? Böyle düşünenlerin aşağıdaki paragrafı okumalarını istiyorum.
“İsrailliler bağımsız değildirler. İsrail’i bağımsız kılan öğeler bir ölçüde, yirmi yılı aşan geçmişiyle içice oluşturulmuştur. Bütün İsrail hükümetleri İsrail’in varlığını ‘Batı’ya uyumlu’ olmaya dayamışlardır. Yalnız basma bu durum İsrail’i Orta Doğu’da Batı’nın karakolu yapmaya yeterli olmuş, böylece kurtuluşları için savaşım veren Arap halkları ile emperyalizmin (ya da yeni-sömürgecilik) arasındaki büyük çatışmaya karıştırmıştır.” (Isaac Deutscher)
Çatışmaların yalnızca Filistin topraklarında bulunan İsrail karakolları ve askerleriyle kısıtlı tutulması, Rus, Alman veya Avrupa’nın Yahudilere yaptığı katliamlardan bahsetmek yerine gariban Polonya adını zikretmek hak mıdır? Filmin Almanya’daki gurbetçiler tarafından izlenebilmesi için böyle denilmiş olduğu düşüncesindeyim. 1940’ler, Naziler, Auschwitz, Rusya, Pogromlar dururken 1640’lı yıllara girmek korkaklık mıdır yoksa oportünizm rüzgarına kapılmak mıdır? Filistin halkının yanında yer aldığını söyleyen ancak gerçeklerin bazılarını söylemekten korkan ve böyle yapan diğerlerini korkaklıkla niteleyen film ne yapmak istemektedir.
Kurtlar Vadisi çok uzun yıllardır ülke kamuoyunda büyük izlenme oranlarına sahip olmuştur, bu inkâr edilemez. Ancak bu durum beraberinde kaliteyi getirmemiş, içerik ve estetik olarak hayli silik kalmıştır. Bir bilinçlendirme, ortak bir hedefe yönlendirme konusunda adım atmak yerine kitap okumaktan, bir şeyleri öğrenme çabasına girmekten uzak ancak kahvede, minibüste, otobüste, maçta vatan kurtarmayı bir borç bilen ‘’bilgi sahibi olmadan fikir sahibi’’ olan insanımızın yumuşak karnına vuran, onların zaaflarına oynayan yapım olmaktan ileri gidemediği düşüncesindeyim.
Sinemanın propaganda yönü de sevdiğim bir alan olmasına karşın kör parmağım gözüne şeklinde yapılanları da hiç sevmem. Örneğin yönetmenlik, oyunculuk, sahneler, planlar, çekimler, müzikler konusunda Kurtlar Vadisi – Filistin’e her alanda fark atacak bir film olan The Hurt Locker da benim için aynı yolun yolcusudur.
Oyunculukların -diziyi izlemeyen benim için- ve yönetmenliğin çok kötü olduğu düşüncesindeyim. Uzun soluklu bir yapımda yer almasına karşın oyunculuğun bu denli kötü olması ya yönetmenlik başarısızlığıdır ya yeteneksizlik göstergesidir ya da paranın gücüdür ki her halükarda seyirciye saygısızlık vardır. Bu kadar çok silah sesi duyacağımı bilsem herhalde Shoot em Up filmini tercih ederim Silahların ağzındaki ‘’maytaplar’’ dikkat çekici. Namluların ucunda ‘’alev gizleyen’’ bulunmasına karşın gece, gündüz, sabah, akşam demeden ve tabanca olsun, tüfek olsun hepsinden alevler fırlıyor ki komik olmaktan çok sinir bozucu. Polat’ın stinger füzelerini ateşlerken yüzüne bakın, silah kendiliğinden ateşlenmiş gibi duruyor çünkü ortada bilinçli bir hareket yok. Kapı kilitlerine ateş etmekten silahında mermi kalmadığını çatışma anına kadar anlayamayan ve ilk ateşi edemeyen kişi nasıl bir komandodur? Aksiyon sahneleri bir süre sonra mide bulandırıcı bir hal alıyor. İsrail karakoluna baskın yaparak silahları ele geçirdiklerinde Polat’ın mermileri boynuna bir dolaması vardı ki bir an Death Wish’teki Charles Bronson gibi sokağa dalacağını düşünmedim desem yalan olur. Çekilen her tetik ve namludan çıkan her merminin bir alıcısı mutlaka var. Önce ateş ediliyor, mermi boşa gitmesin diye İsrailli merminin önüne atlıyor. Ayrıca adamlarımızın camın arkasındaki adamı camı kırmadan öldüren mermileri olduğu gibi İsraillilerin yerçekimine karşı koyan ve kurşunun vücuda girdiği yöne değil de tam tersine sıçrayan damar ve kan yapısına sahipler. Seyircinin pek çoğunun hayal kırıklığı yaşadığı, filmin hayranlarının bile beklentilerini karşılamadığını çok net olarak salon çıkışı gördüğümü söyleyebilirim.
Siyonizm ideali Nil nehrinden Fırat nehrine kadar uzanan çok geniş topraklan içeren ve “Arzı Mev’ud” denilen Orta Doğu’nun merkezî kısmında bir Yahudi devletinin kurulmasını amaçlamaktadır. Siyonizm hareketleri, dünya üzerinde farklı boyutlarda kendini göstermiştir. Bunlar; işçi Siyonizm’i, dinsel Siyonizm ve genel Siyonizm olarak üçe ayrılabilir. Hahamlar tarafından ortaya atılan ve geniş bir etki alanı bulan dinsel Siyonizm, Araplarla savaşmanın Allah’ın bir emri olduğunu iddia ederek bugünkü İsrail Devleti’nin yayılmacı ve işgalci tutumunu körüklemiştir. Yine de ‘’vaad edilmiş topraklara’’ dönüşün Mesih’in gelişinden sonra gerçekleşmesi gerekeceğinden bazı çevreler Siyonizm’in bu inancı istismar edebilmek için Mesih inancını yeniden yorumladığını söylemekte ve Ortodoks Yahudiler İsrail’in kurulusunu Tevrat’ta vaat edilen geriye dönüş olarak görmediklerini belirtilmektedirler.
1907’de Londra’da toplanan Britanya Sömürgeler Konferansında, 1869’dan itibaren işletilmeye başlanan Süveyş Kanalı’nın yakınında, eski dünyayı Avrupa’ya bağlayacak, yabancı, güçlü, bölge halkına düşman ancak Avrupa’ya bağlı ve onun çıkarlarını koruyacak bir güç meydana getirilmesi fikri İngiltere’nin dikkatini zengin petrol yataklarına sahip olduğu anlaşılan Ortadoğu, Filistin toprakları ve Yahudiler üzerine çevirmiştir.
İngilizlerin bu siyaseti ile Siyonist düşüncenin benzerliği görülmeye değer. Bununla ilgili olarak Kasım 1914’de Dr. Weizmann’ın İngiliz hükümetine yazdığı mektup şöyledir: ‘’…Biz makul bir şekilde diyebiliriz ki, Filistin İngilizlerin nüfuz alanına girmelidir ve bir İngiliz sömürgesi olarak orada İngiltere, Yahudi yerleşimini teşvik etmelidir; ta ki, yirmi ya da otuz yıl içinde bu bölgede bir milyon, belki daha da fazla bir Yahudi nüfusuna sahip olalım. Bu Yahudiler orayı kalkındıracak, medeniyeti geri getirecek ve Süveyş Kanalı için etkili bir koruma sağlayacaklardır.’’
Asırlardır bölgede var olan Filistinli Araplar yerlerinden, yurtlarından ayrılarak mülteci durumuna düşmüşlerdir. Bundan sonra Filistin meselesi bir mülteciler sorununa dönüşmüştür. İsrail Devletinin 1948 yılında kurulması ile Yahudilere bir yurt sağlanmış, ancak sorun bitmemiştir. Bu kez o topraklarda yüzyıllardır yaşayan Filistinliler, dünyanın dört bir yanına göç etmek zorunda kalmışlar ve gittikleri yerlerde kendi örgütlerini kurarak, kendilerine yurt edinme çabalarını başlatmışlardır. Aslında bu, yeni bir yurt edinmeden çok, kendilerine ait olduğuna inandıkları, toprakların yeniden kazanılması mücadelesidir. Böylece Yahudilerin yurt edinme sorunu Filistinlilerin yurt edinme sorununa dönüşmüştür.
Diğer Arap ülkelerine sığınan bu insanlar aynı ırktan olmalarına rağmen o ülkelerin nüfusunun içine karıştırılmamış, ayrı bölgelerde tutulmuştur. Arap devletleri bu şekilde hareketle, mültecileri uluslararası kamuoyunu etkilemek ve İsrail’e karşı bir baskı aracı olarak kullanmayı öngörmüşlerdir. Mülteci Filistinliler bundan sonraki günlerde, BM’in çeşitli forumlarında ele alınmıştır. Bu insanların nerelere yerleştirileceği üzerinde pazarlıklar yapılmış, ancak ciddi hiçbir sonuca ulaşılamamıştır. Yahudiler bölgedeki Arap nüfusu ortadan kaldırmayı devlet olabilme şartı gördüklerinden, Filistinli mültecilerin geriye dönüşünü engelleyici ne mümkünse yapmışlardır. Ayrıca bölgede kalma cesaretini gösteren Araplara da çeşitli kısıtlamalar getirerek, onlarında oradan ayrılmaları için baskı uygulamışlardır. Bu insanlar Lübnan, Suriye, Ürdün, Filistin Arap kesiminde, Gazze’de ve İsrail bölgesinde uygun olmayan şartlarda hayatlarını sürdürmeye başlamışlardır.
1949 yılında bölgeye bir inceleme gezisinde bulunmuş olan İngiltere Dışişleri Daimî Sekreteri Lord Strang yaptığı temaslardan edindiği izlenimleri “Home and Abroad” isimli kitabında yazmıştır. Yazdıkları günümüzde de değerini korumaktadır.
“Din, dil ve politik menfaatlerin desteklediği Arap Birliği, hanedanlar ve şahıslar arasındaki kıskançlıklar dolayısıyla sarsıntıdaydı. Irak ile Ürdün’de ayni hanedan vardı, fakat her ikisini de idare eden Haşimî hanedanı diğer Arapların çoğu tarafından sevilmiyordu. Mısır, Irak’ı kıskanıyor ve Haşimilere karşı olan Suudi Arabistan ile anlaşmaya çalışıyordu. Lübnan ve Irak’ta, Suriye-Irak ve Belki de Ürdün’ü toplayacak “Münbit Hilâl” taraftarları mevcuttu. Kral Abdullah, Ürdün ile Suriye’yi “Büyük Suriye” olarak birleştirmek düşüncesindeydi. Ayni fikri paylaşan bazıları ise Büyük Suriye’nin Haşimi Hanedanının idaresinde olmasına mutlak şekilde karşıydılar. Araplar arasındaki ayrılıkları gören Arapların konuştukları tek mevzu diğer Arap devletlerini eleştirmekti. O tarihlerde Arap devletleri İsrail’e karşı da tamamen ayni tutumda değildiler. Ürdün, Mısır ve Suriye, İsrail’in mevcudiyetini kabul etmemekle beraber, onunla geçici düzenlemeler yapmaya da karşı görünmüyorlardı. Irak, İsrail ile herhangi bir ilişki düşünmüyordu. Hiç bir Arap kalben İsrail’in mevcudiyetini kabul edemiyordu… Her şeye rağmen Arap devletlerinin İngiltere karşı itimatlarını kaybetmemiş olduklarını görmek enteresandı. ABD ve Rusya İsrail tarafındaydılar. Biz onların nazarında kötüler arasında en iyisiydik… Araplar bölünmüş oldukları için kaybetmişlerdi. İngilizler onları ihmal etmiş, Amerikalılar karşılarına çıkmış, Ruslar ise istismar etmişlerdi…”
İsrail Devleti’nin kuruluşuna karşı ret cephesi hareketinde lider olmak Arap devletleri aralarında büyük bir rekabete yol açmıştır. ‘’Filistin halkı’’ fikri olarak Arap devletleri arasında bölünmüş, mücadelenin Filistin’de yapılması gerekirken, diğer Arap başkentlerinden yapılmaya çalışılması, Filistinlilerin üstünlüğü ele alabilecek bir organizasyona sahip olmalarını engellemiştir. Arap ülkelerinin hemen hepsi Filistinlileri ya birbirlerine karşı kullanmışlar veya Arap liderliği yolunda onları bir basamak yapmak istemişlerdir. Bu durumun vahametini gören Filistinliler ‘’Filistin Kurtuluş Örgütü’’’nün (FKÖ) kurulması çalışmalarına başlamışlardır. Aslen Gazzeli ve örgüt ismi Abu Ammar olan Yaser Arafat gittiği Kuveyt’te ‘’ El Fetih’’ teşkilatını kurmuştur. Kurtlar Vadisi – Filistin filminin -belki de bilinçli bir şekilde- hiç değinmediği Filistin davasının ortak bir hedefe dönüştürülememesi ve aptalca bölünmüşlük harika bir film olan Life of Brian filminde mükemmel bir şekilde işlenmişken Kurtlar Vadisi Filistin bu konunun yanından bile geçme cesareti bulamıyor.
Filmle hiçbir anlamı olmayan zikir sahnesinin anlamını çözemedim. Müslümanlıktaki durumu tartışmalı olan tarikat ayinlerini İslam dinini temsilen göstermek ne derece anlamlıdır. Eğer bunlar örgütlü iseler niçin ortaya çıkmıyorlar. İnsan için en önemli şey özgürlüğüne sahip olmaktır. Her şeye çare bulunur ancak mücadele etmeden özgürlüğe kavuşulamaz. İslam Cuma namazı kılmak için Müslüman erkeğin hür olma şartını getirmiştir. Filistinli insanların açlığı, yokluğu, sıvasız evlerini değil özgürlük yoksunluğunu anlatabilmeliydi. Yoksa yurdumuzda aç, gariban, hasta, yiyecek bir film ekmek bulamayan, sömürülen, ilkel şartlarda yaşayan insan sayısı tüm Filistinlilerin sayısından fazladır.
Yahudi kimdir? Yahudi, bir Yahudi anası olan ya da, Yahudi din yasaları (Halaçah) uyarınca Yahudiliği kabul etmiş herhangi birisidir. Bu tanım bile ırkçılığı dışlamaktadır. Yahudilik ilkelerini benimsemiş kişiler bulmaya çalışmaz; ancak bu ilkeleri kabul edenler eşitlik esasına göre kabul görürler. En mümtaz ve saygı gören hahamların bazıları Yahudiliği sonradan kabul etmiş kişilerdir. Yahudi analar çocuklarını her Sebt günü ve tatil arifesi kutsarlar ve bunu yüzlerce yıllardan beri yaparlar. Çocuklar kızsa, kutsama “Allah seni Sarah, Rebeka, Raşel ve Leah gibi yapsın”dır. Bu anaerkillerin hiçbiri Yahudi olarak doğmamıştı; onlar Yahudiliği sonradan kabul edenlerdendi. Çocuklar erkekse, kutsama “Allah seni Efraim ve Menaşe gibi yapsın” biçimindedir. Bu ikisinin anası daha sonra Yahudi ve Yusuf’la evlenen Mısırlı bir kadındı. Gelmiş geçmiş Yahudilerin en büyüğü Musa bile daha sonra Yahudi olmuş Midyalı bir kadınla evlenmişti. Son olarak, Yahudilerin kutsal yazıları olan Tenaç, Ruth’un kitabını kapsar. Bu kadın, doğuştan Yahudi gibi, Yahudi halkının geleneksel düşmanı olan Moab’lılardan gelmedir. Bu kitap, Ruth’un Yahudiliğe geçişini betimler ve her yıl “Yasa”nın (Tevrat) vahiysini yaşatmak için kutlanan tatilde “Eski Ahd”in ilk beş kitabı olarak okunur. Ruth’un kitabı, hemen bitiminde adı geçenin Yahudilerin en büyük kralı olan Kral Davud’un büyükannesinin ninesi olduğunu anlatır. İşte gerçek Yahudi düşüncesi…
TORA’nın beşinci kitabı olan Devarim’in Şofetim Peraşasında şöyle bir pasuk vardır: ‘’Adaleti takip et; bu sayede yaşayacak ve Tanrın Aşem’in sana vermekte olduğu Ülke’yi miras alacaksın.’’ İbn Ezra’nın yorumuna göre ‘’Adaletten şaşmadıkları sürece, bu Ülke mirası gelecek nesillerin elinde kalmaya devam edecektir. Ama adalet eksikliği, bu mirası ellerinde tutmalarının önünde engel teşkil edecektir. ’’Hayatın boyunca adaletten hiç şaşma; her seferinde tekrar tekrar adaletin arkasında ol’’ diyen atalarının sözlerine uymadıkları sürece İsrailoğulları oturdukları topraklar üzerinde nasıl hak sahibi olduklarını iddia edebilirler?
İnsanlar kendi kin, öfke ve nefretlerinin neticesi olan öç alma ve cezalandırma isteklerini Tanrı vasıtasıyla gerçekleştirmek için cehenneme ihtiyaç duyarlar. Sözlerimi barışın egemen olması ve insanların birbirleri için cehennem yerine cenneti dilemeleri arzusuyla sona erdiriyorum.
Salim Olcay
salimolcay@yahoo.com
Yazarın öteki yazıları için tıklayınız.
Kaos GL: 127. Sayı
Kasım 19, 2024 by Editör
Filed under Dergi & Fanzin, Duyurular, Edebiyat, Sanat
Kaos GL #127 - Kasım-Aralık, 2024
Peki, Ne Yapmalı?
İşte “Sosyal Politikalar” dosya konulu 127. sayımızla karşınızdayız! Aslında LGBT’ler nerelerde nefes alır ya da aldırılmaz, çalışır da nasıl çalışır, okula gider de hangi yoldan gider, hastaneye giderse de neleri yutar anlatamaz, kapılar nerede nasıl yüzlere kapanır, ailelerde her şey çok güzeldir de kırılan kolun yeni kaç kalbi acıtır sorularının birleştiği bir dergi bu… Peki, ne yapmalı?
Bu sorunun yanıtını bin bir açıdan bizimle birlikte arayan dosya konuklarımız Burcu Yakut-Çakar, Şemsa Özar, Dicle Çakmak, Elif Tuğba Doğan, Erdal Partog, Gaye Burcu Yıldız, Gülbahar Örnek, Selçuk Candansayar, Simten Coşar, Volkan Yılmaz ve Yüksel Akkaya…
Bu sayının bereketi, ülke dışından gelen katkılardan da geliyor. Sosyal hizmet uzmanı, eğitimci, sağlık uzmanı ve sendikacı konuklarımızdan Kanadalı Brian O’Neill, İsveçli Hans Knutagard, Hollandalı Marten van den Berge ve Juul van Hoof, İngiltereli Martyn Higgins, ve son olarak Kanadalı Onyii Udegbe, Zack Marshall ve Tess Vo, eşsiz katkıları ile dergiye konuk oluyor. Dergi sayfalarındaki evsahipliğimizin, 10-16 Aralık tarihlerinde Ankara’da gerçekleştireceğimiz “Ayrımcılıklara Karşı Sempozyum” ile devam edeceğini ve siz okurlarımızı da beklediğimizi ayrıca dile getirelim bu vesileyle…
Dosya dışı konuklarımızdan Cenk Erdem, “Orta Şark’ın Altın Bülbülü” Neşe Karaböcek ile bizler için sohbet ediyor. Hakan Bilge, yine tadına doyum olmayan yazısıyla, “Kadın düşmanı bir film nasıl yapılır?” diye soruyor. Osman Bulugil, bu dergiye ayrı bir değer katan futbol derlemelerinin sonuncusuyla, Akdeniz-göçfutbol çemberini bizler için zorluyor. Seçkin Tercan ise, “Don’t Ask, Don’t Tell” yasasına atfen derlediği sergisiyle ABD’li fotoğraf sanatçısı Jeff Sheng’i sayfamıza taşıyor ve soruyor: Sorma! Söyleme! Peki, bu geyler nasıl yaşıyor?
128. sayımızın dosya konusu “Şeyleşme vs. Queer”. Dosya editörü Göksun Yazıcı, bizler için şu sözleri aktarıyor şimdiden: “Akışları yerli yurtlu hale getiren, yeniden kodlayarak şeyleştiren ve katılaştıran kapitalizm, sadece yıkmaz aynı zamanda üretir de… Bu dosyada kapitalizmin ürettiği öznellikleri, işlevselleştirdiği özneleştirme süreçlerini göz önüne alarak, queer düşüncenin bu özneleştirme -kimlik, kendilik ilişkileri vesaire- süreçlerini nasıl sekteye uğratacağını, antikapitalist bir queer kadar queer anti-kapitalizmin nasıl olacağını tartışacağız.” Sizlere şimdiden yardımcı olalım… Anahtar kelimeler: Queer, kapitalizm, kaçış çizgisi, özneleştirme ve şeyleşme.
Katkılarınız için son gönderim tarihini de paylaşalım: 10 Aralık 2024!
İçindekiler
Kaos GL’DEN
Bir sosyal politika meselesi olarak LGBT bireylerin çalışma yaşamında karşılaştığı ayrımcı pratikler
Sosyal Politika(yı): Ne Yapma(ma)lı
Muhafazakârlığın Vatandaşlığı: Sosyal Olanın Reddi
Adalet’in iffeti var mı?
Sosyal Politika Uygulamalarında Sosyal Adalet ve Kimlik
LGBT Politikasının Homo-Nasyonalizm ile İmtihanı
Farklılığın Onuru
Sosyal Adalete Doğru: Queer Bireylerin İnsan Haklarına Uluslararası Bir Bakış
İnsan Hakları Haftasında Ayrımcılıklara Karşı Sempozyum
Görünmez Erkekler
Gökkuşağı Şehirleri’nin kartopu etkisi, Hollanda’nın Yerel LGBT Politikaları
Özgürlük, Aşk, Gurur, İktidar ve Umut
LGBT Gündem
Kadın Düşmanı Bir Film Nasıl Yapılır?
Sorma! Söyleme! Peki, bu geyler nasıl yaşarlar?
New York’ta Beş Minare (2010, Mahsun Kırmızıgül)
Kasım 18, 2024 by Editör
Filed under Manşet, Sanat, Sinema, Türk Sineması, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Aksiyon Her Şeyi Halleder mi?
Beyaz Melek ve Güneşi Gördüm filmleri ile iddialı çıkışlar yapabilmiş ve yakaladığı gişe başarıları kendisini sevindirmiş olsa da, filmlerine getirilen eleştirileri göğüslemek yerine sert ve anlaşılması çok güç bir tepki koyan Mahsun Kırmızıgül son filmi olan New York’ta Beş Minare filminin ön gösterimine devlet bakanları, gazetelerin genel yayın yönetmenleri ve magazin dünyasının renkli kişiliklerini davet etmiş ancak hiçbir sinema eleştirmenini çağırmaya gerek duymamıştır. Daha iyisini sen yap diyenlerin ve eleştiriye tahammülü olmayanların fikirlerine ne derece saygı duyulmalıdır ve böyle bir zihin yapısı kendisini ne kadar geliştirerek Türk sinemasına nasıl bir katkıda bulunabilir, bilemiyorum.
Sinemada izlemediğim Beyaz Melek ve Güneşi Gördüm filmlerinin oyuncu kadrolarının geniş ve nitelikli olmasına karşın senaryo, kurgu ve yönetmenliğin zayıf olduğu, artık Mahsun Kırmızıgül ile özdeşleşmiş sayılan ‘’mesaj verme’’ kaygısının da filmlere egemen olduğu görülüyordu. Eşimin ısrarları üzerine New York’ta Beş Minare filmini sinemada izlemek için yola düştüğümüzü ve sağ olsun, yer gösterici arkadaşın ‘’mükemmel bir film abi’’ şeklindeki telkinleri eşliğinde yerimize oturduğumuzu söylemeliyim.
Eski sinema geleneğinde aksiyon, filmin her alanında değil genellikle finaline doğru yaşanır ve film seyirciyi bu ana hazırlardı. Speed (1994) ile ilk karesinden son sahnesine dek aksiyonun hiç bitmediği bir dönem başlamış oldu. Böylece aksiyon finale sıkıştırılmaya çalışılmıyor, seyirci filmin her anında aksiyona doyuyordu. Salt aksiyona bulaşmış ama niteliksiz pek çok film bu dönemde ortaya çıkmıştır. New York’ta Beş Minare filminin açılış sahneleri ve devam eden aksiyon sahneleri göz önüne alındığında kendisine Yeşilçam’ın avantür geleneğini değil Hollywood’un 90’lı yıllarda geliştirmiş olduğu akımı örnek aldığı açıkça görülebilir.
Işıkların sönmesiyle birlikte patlayan arabalar, komünizme, faşizme geçit vermeyeceğine and içen ülkücüler, mezuniyet törenindeki polisler derken bir terörist grubun hücre evine düzenlenen baskınla aksiyon fırtınası başlamış oldu. Her ne kadar çatışma sahnelerinde, Türk aksiyon filmleri ile kıyaslanınca belli bir ustalığın tutturulduğu söylenebilirse de, bu işte teknik yönün yönetmenlikten önce geldiği ve çoğu zaman parayı verenin düdüğü çaldığı aşikârdır. Ustalığın gösterilebileceği yerler olan kurgu ve sahne geçişlerinin ise kopuk, oyunculukların zayıf ve göstermelik, karakter analizlerinin ve derinliklerinin sığ, söyleminin naif olduğu göze çarpıyor. İlk andaki çatışma sahneleri için Doom veya Counter Strike tarzı her odada bir teröristin elinde silahla ‘’beklediği’’ ve izledikçe heyecanın yerini sıkıntının almaya başladığını söyleyebilirim.
Sanat, kendini ifade etme biçimlerinden bir tanesidir ve ‘’insanın insanileşmesine’’ katkı sağladığı ölçüde değerlidir. Sanat, doğa ile insanın birleşmesidir. İnsanın, doğada ‘’kendiliğinden’’ olmamış, olmayan ve olmayacak olan ancak olabilirliği de asla yadsınamayacak ‘’şeylerin’’ -ki bu sonsuzdur- insanileştirilmesidir. Bu insanileştirme esnasında kullanılan yöntemlere ‘’güzel’’, güzeli arayan bilime de ‘’estetik’’ denir. Sanat olmayandan bir şeyler oldurma değildir. Sanat olabilirliği her zaman var olan ancak daha önce ol(a)mamış ve ol(a)mayacak ‘’olabilenin’’ bilinçli bir üretim ve güzellikle ortaya konmasıdır. Sanatçı, insanı, doğayı, toplumu inceler ve öğrendikleri neticesinde tam bir bilinçle insanın insanileşmesi yönünde yeni dönüşümleri tetikleyecek ürünlerini insanlığa sunar.
Estetik güzelin bilimidir, güzelliğin değil. Güzellik bütünüyle göreceli bir kavramdır. Böyle olmamış olsaydı tüm erkeklerin aynı kadına -ya da tam tersi- âşık olması beklenir ve âşık olmayanların güzellikten anlamadığından söz edilebilirdi. Oysa güzelliğin algılanmasında eğitim, kültür, çevre, ortak din, ortak dil gibi pek çok faktör etkilidir. Oysa estetik sanat yapıtındaki güzeli araştırmakla yükümlüdür, doğadaki değil. Yoksa her bir ulus ve kültür yalnızca kendi sanat yapıtını göklere çıkarır diğerlerine yüz vermezdi. Yine de bütün bu idealist tanımlara rağmen yıllar boyunca pek çok ülke ve toplum kendi güzelini en üst seviyede tutma amacıyla başarısız eserlerini körü körüne savunmaktan geri durmamış yalnızca bir avuç insan güzele güzel diyebilmiştir. Bu açıdan bakıldığında New York’ta Beş Minare filmine güzel diyebilmek için ya güzelin tanımını hayli zorlamak ya da fanatik olmak gerekecektir.
Filmin gösterime girmesiyle taraf tutmayı pek seven insanımız hemen ikiye bölündü. Bir kısım Türkiye’de örneğinin olmadığından hareketle filmi başyapıt kategorisine yükseltmekten ve Mahsun Kırmızıgül’ün ustalık eseri olduğunu söylemekten geri durmazken diğerleri filmin içeriğinden ziyade yönetmenin mazisinden dem vurarak eleştirme yoluna gittiler. Bazı yorumlarda Deccal’in boyunun iki metre olacağından hareketle New York’ta Beş Minare isminin seçilmiş olabileceğini ve muazzam bir gönderme olduğunu okudum ki, pes doğrusu. Tüm bu ‘’gaz vermeler’’ yönetmene hakarettir. Sinemaya gönül verdiyse ve bu yolda yürümeye devam edecekse bu filmler ancak emekleme ve öğrenme dönemlerine ait olmalıdır, ustalık değil.
Deccal lakaplı bir terörist için Türkiye kırmızı bülten çıkartmıştır. Bu teröristin ABD tarafından yakalandığı haberi gelmesi üzerine Türk yetkililerin Deccal’i teslim almak üzere görevlendirdiği iki polis Amerika topraklarına ayak basar. Ergenlik dönemi etkilerini hala üzerinden atamadığını düşündüğüm kıdemsiz ‘’acar’’ polisin gençlik günlerinin Amerika sokaklarında geçtiğini ve anadili gibi İngilizce konuştuğunu New York sokaklarında araba ile giderken ‘’Hey Amerika, sokaklarında ne günlerim geçti’’ demesinden anlarız. Tabii bu sahne tipik ergen yöntemi olup şımarma yoluyla çevresini etkileme çabasından başka bir şey değildir.
Kıdemli polis Fırat ise İngilizce bilmediğinden garip bir şekilde çevreye bakmaktadır. Gençlik günleri Amerika sokaklarında geçen ‘’acar’’ polisin Arapça, Kürtçe ve Kur’an bilgisine sahip olmadan ‘’İslamcı’’ ‘’terörist’’ grupların içine sızabilmeyi nasıl başardığını çok merak ettiğimi söylemeliyim. Kısa ve öz söylemek gerekirse, iki polis ancak bir adam etmektedir. Bu iki yetersiz polisin hangi özellikleriyle emsalleri arasında temayüz ettiğini çözemediğim gibi, gizli görevlerde bulunan bu adamlar niçin bir tutukluyu adamı teslim almak uğruna kendilerini deşifre ederler. Gizli örgütlere, terör yuvalarına adam sokmak üç ay sakal uzatmakla olabilecek kadar basit bir iş midir? Deccal’in ele geçirilmesiyle her şey sona ermeyeceğine, lideri ele geçirilen kadrolar kendi kendilerine teslim olmayacağına ve hatta eylemlerini artırabileceklerine göre polis teşkilatının ‘’gizli’’ adamlarını açığa çıkarmaları hangi mantıkla açıklanabilir?
Elçilik görevlilerinin nerede olduğunu merak ediyorum, tak filmden yanıt geliyor. Savcı bu işin neresinde diye düşünüyorum, yine film yanıtlıyor sorumu. Mahsun Kırmızıgül de senaryonun delik deşik olduğunu, iler tutar bir yanının olmadığını film ilerledikçe görmüş olmalı ki -iş işten geçmiş tabii ki, bir sürü para harcanmış, çekimler yapılmış, yeni sahneleri çekecek ne para ne istek kalmış ve Türk seyircisinin ‘’yiyeceği’’ düşünülerek- oraya buraya sıkıştırdığı sözlerle zevahiri kurtarmaya çalışıyor. Oluyor mu, peki?
Deccal, İslam dâhil pek çok dinde insanları doğru yoldan saptırmaya çalışan olağanüstü güçlere sahip birisi olarak tanımlanmıştır. Adı, bir şeyi örtmek, boyalayıp yaldızlamak anlamına gelir. Kıyamet alametlerinden olduğu kabul edilen ancak Kur’an-ı Kerim’de geçmeyen, yanında ateş ve su taşıdığına, bir gözünün kör ve alnında kâfir olduğunu gösteren yazının bulunduğuna, önce peygamberlik, sonra tanrılık iddiasında bulunacağı söylenen Deccal’in Hz. İsa tarafından Filistin’de Lud denilen bir yerde öldürüleceğine inanılmaktadır. Hacı Gümüş’e bu ismi kimin taktığı konusunda şüphelerim bulunduğunu söyleyerek bu bahsi kapatıyorum. Zaten her şey ortada iken hacı, İslamiyet, gümüş, Deccal sembollerinin beceriksizce senaryoya serpiştirildiğini düşünüyorum.
Bir sineği bile incitmeyecek bir kişi olarak bahsedilen ‘’Deccal’’ Hacı -Danny Glover, ‘’Hacı’yı 30 yıldır tanırım, öyle biri değildir’’ demekten başka bir şey yapmıyor- hem de Amerika topraklarında FBI aracına tuzak kuracak ve onlarla çatışmaya girebilecek cesareti nerden alıyor acaba? ABD Başkanı Bush’un, 20 Kasım 2024 tarihinde imzaladığı bir kararname uluslararası teröre karışan zanlıların ABD’de, temyiz yolu kapalı özel bir askeri mahkemede yargılanmasının önünü açmıştır. Böylesine etkili bir kanunu uygulayan Amerikalı yetkililer topraklarında kendilerine saldıran insanların ellerini kollarını sallayarak ayrılmasına izin veriyor ve karıncaezmez Hacı, çevresini etten bir duvar gibi ören bu silahlı yarmaların varlığından rahatsızlık duymuyor.
Terör kelimesi; Latince kökenli “terre” kelimesinden gelmektedir. Kelime olarak ‘’korkudan titreme” veya “titremeye sebep olma” anlamına gelir. Terör kavramının dilimizdeki karşılığı ise “yıldırma, korkutma”dır. Jakobenler kendileri hakkında konuşur ve yazarken teröristi olumlu anlamda kullanmışlardır. Thermidor’dan sonra cani anlamında kullanılmaya başlanan terör kelimesi bugünkü anlamında, ilk defa Fransız Devriminden sonra kullanılmış, 1793 Martından 1794 Temmuzuna kadar süren dönem “Terör Rejimi” veya “Terör dönemi” olarak adlandırılmıştır. (Faruk ÖRGÜN: Küresel Terör, Okumuş Adam Yayınları, 2024)
Günümüzde, çok kullanılan bir kavram olmasına rağmen terörün hâlihazırda 100’den fazla tanımı bulunmaktadır. Ülkelerin çıkarları nedeniyle farklı düşüncelerden hareket edilmekte, değişik tanımlar ortaya çıkmaktadır. Bir tarafın “terörist” ilan ettiğini, diğer taraf “özgürlük savaşçısı” olarak niteleyebilmektedir. Nitekim 1980 yılında tespit edilen Türkiye’de eylem yapan 45 sol örgüt, 7 sağ örgüt, 15 bölücü örgütün; Almanya’da 289; Hollanda’da 29; İngiltere’de 23; Belçika’da 17; İsveç’te 13; Fransa’da 12 olmak üzere toplam 408 adet destekleyici yan kuruluşu tespit edilmiştir.
ABD, 11 Eylül terör saldırısının ardından “terör” ve “terörist” kavramlarını bir örgüt, tarikat ya da cemaatle değil de, doğrudan İslamiyet ile özdeşleştirme yanılgısına düşmüştür. Çünkü binlerce masum insanın ölümünden sorumlu “17 Kasım Örgütü”, “Kızıl Tugaylar”, “ASALA”, “IRA”, “ETA” gibi terör örgütlerinin kanlı eylemleri, “Hıristiyancı Terör” ya da “Katolik-Protestan-Ortodoks Terörü” olarak nitelendirilmemiştir. Bu açıdan bakıldığında, en az 1.300.000.000 insanın inandığı bir dini doğrudan terör kavramı ile özdeşleştirmek, sadece haksızlık olmayacak, diyalogu geliştirmek yerine, dinsel çatışmaları ve de insan hakları ihlâllerini yaygınlaştırabilecektir. (Necip HABLEMİTOĞLU: Şeriatçı Terör ve Batı’nın Kıskacındaki Ülke: Türkiye, 28 Ocak 2024’de The Marmara Otelinde düzenlenen “Uluslararası Eğitim ve Terör Sempozyumu”ndaki bildirisi)
Herkesin terörizm kavramı farklı olduğu için ittifaklar kurmak zor, yaşatmak daha zordur. Makedonya’daki Arnavut gerillalar bundan böyle terörist midir? (11 Eylül 2024 olaylarından sonra Makedonya’ya giden ABD temsilcisi bu doğrultuda yorumlar yapan Makedon yetkililere karşı çıkmıştır.) 1994-96 senelerinde hürriyet savaşçısı olan ve görmezden gelinen Çeçenler hangi sıfatı hak edeceklerdir? Bir İsrail helikopterinden atılan füze ile ölen bir FKÖ subayının cenazesinin kaldırılmasının ardından İsrail’de bir otobüste kendini havaya uçuran bir Hamas militanının terörist olduğuna Kahire, Şam veya İslamabad’daki insanlar nasıl inanacaktır?
Terörizmi önleme çabalarını güçleştiren en önemli sorun, ulusların terörizm ve uluslararası terörizmin tanımı konusunda henüz bir uzlaşmaya varamamış olmalarıdır. Bütün dünya devletleri ya da en azından etkili olduğu kabul edilebilecek çoğunluğu tarafından onaylanmış bir terörizm tanımı yoktur. Aksine hemen herkesin kendine göre başka bir terörizm tanımı vardır. Hatta bazen aynı devletin değişen zaman içinde farklı tanımlar yaptığı görülmektedir. ABD’nin resmi belgelerinde yarım düzine kadar değişik terörizm tanımı kullandığı bilinmektedir. (Terörizm İncelemeleri, Doç. Dr. Ümit ÖZDAĞ, Doç. Dr. Osman Metin ÖZTÜRK)
Nitekim pek çok örgüt Batı’nın bilgisi dâhilinde, hatta bazı örneklerde Batılı istihbarat örgütlerinin desteğiyle kurulmuştur. Bu nedenledir ki terörle mücadele eden hemen her ülkede, terör olaylarında Batı’nın pek de masum olmadığını savunan ciddi bir görüş varken New York’ta Beş Minare filminin tanımı başkaları tarafından belirlenen terör tanımı sahipleniyor olması vermek istediği mesajla asla örtüşmüyor ve kendi ayağına kurşun sıkıyor.
Başarılı bir İngiliz savaş muhabiri olan Robert Fisk son kitabı Büyük Medeniyet Savaşı Ortadoğu’nun Fethi isimli kitabında kendisine şöyle denildiğini yazıyor. ‘’(…) Amerikalıların bölgeyi işgalindeki sebep doğrudan petrol değil; işgalden önce petrolü son derece cazip fiyatlardan satın alıyorlardı zaten. Başka sebepler de var ki en önemlisi İslam’ın gücünden ve İslami bir rönesansın kendilerini boğacağından korkmaları…’’ Doğru ya da değil, aşırı ya da değil bir ülkenin yöneticileri ve istihbarat örgütünün aklına böyle bir şey gelmez mi, acaba böyle bir durum olabilir mi diye düşünmez mi ve her iki duruma da uygun çözümler bulmaya çalışmaz mı? Filmde böyle bir akıl yürütmeye ve çözüm aramaya ilişkin ipuçları bulamıyoruz.
11 Eylül’ün ardından bazı ülkelerin terörü önlemek yerine terörden yararlandıkları bilinmekteyken, zaten bu ülkelerin istihbarat birimlerinin isteği doğrultusunda kendi toplumunun dini tarikat ve oluşumlarını potansiyel terörist ya da terörizme destek vermesi olası kategorisine dâhil ederek aralarına ‘’sızmışken’’ sıradan bir Amerikalı yetkilinin karşısına geçip –hem de Amerika topraklarında- ‘’Irak’ta 1 milyon adam öldürdünüz’’ demek hiçbir anlam ifade etmiyor. Hele bu sahnede İngilizce bilmeyen kıdemli polis bir dışlanmışlık havası içerisinde bön bön etrafa bakarken belki de amirinden izinsiz konuşmaması gereken ‘’acar’’ polisimiz konuşmaları amirine aktarmak yerine ‘’bi saniye’’ diyerek kendi bildiğini okumaya devam ediyor. ‘’11 Eylül ile had safhaya ulaşan İslam karşıtı hareketlere bir yanıt verme amacıyla’’ çekildiği söylenen filmin bunu başaramaması bir yana İslam eşittir terörizm algısını kabullendiğini söylemek mümkün. Bir insanın Müslüman olduğu için terörizme destek verdiğini söylemek hakkaniyetle sığmazken o dinin kendisini terörle eşdeğer görmek en hafif deyimiyle yozluğun ve alçaklığın en açık göstergesidir. Film tüm bu tartışmaların ortasına girermiş gibi yapıyor ve tipik bir kan davası, kişisel bir intikam (vendetta) biçimine bürünerek olay yerinden hızla uzaklaşıyor.
ABD’nin güdümünde yürütülen bir hareketin kilit noktalarından birini işgal eden Deccal lakaplı kişiden Amerikan istihbarat örgütlerinin haberdar olmaması da işin ayrı bir noktası. Çünkü gerçekten bir Deccal var ve ele geçiriliyor. Bu insanların terörist sayılmaması için mutlaka Amerikan topraklarında dolaşması ve onu suyundan içmesi mi gerekiyor. ABD topraklarında mutlu günler geçirmiş olan acar polisimiz Hacı’nın masumluğuna ilk şahadet eden oluyor. Suyundan içip vakit geçirmeye başladıktan sonra da Fırat ikna oluyor ve 40 yıllık kininden ve intikamından iki dakikada vazgeçiyor. Mahkeme süreci sona ermeden Emniyet müdürü özür diliyor, acar polisimiz tesadüfen bir kapı dinlemesi sonucu Hacı’nın suçsuzluğuna inanmaya başlıyor. Ne romantik ve naif karakterli adamlarmış demekten başka bir söz bulamıyorum.
ABD-Alman Marshall Fonu ile Chicago Dış İlişkiler Konseyi’nin 9000’den fazla kişiyle yaptığı anket, Avrupalıların yüzde 55’inin ‘ABD’nin dış politikasının 11 Eylül 2024’deki trajik olaylara katkısı bulunduğuna inandığını’ ortaya koymaktadır. ABD’nin saldırılarla ilgili olarak kendini de suçlaması gerektiğini düşünenlerin çoğunluğunu % 63 ile Fransızlar oluştururken bu görüşün en az paylaşıldığı ülke ise % 51 ile İtalya’dır. Batı ülkelerinde yaşayan insanların bile ikna olmakta zorlandığı bu duruma her şeye şüphe ile yaklaşmaları gereken istihbarat eğitimi almış polislerimiz hemencecik ikna oluyorlar.
Fırat, döverek, işkence ederek adamı konuşturduğu sırada içeri giren polis müdürü, iki elini beline dayayarak, çaresizce, bıkkın ve elinden bir şey gelmiyormuşçasına ‘’Fıraaat’’ diyor, dudaklarını büzerek ve gözlerini yuvarlayarak. Sanki halıya tuvaletini yapan evcil hayvanına kızarmış gibi… Amirsen cezasını verirsin. Ağzında diş kalmamış amirimizin suça göz yummaktan veya ‘’AB müktesebatından’’ ve ‘’İşkencenin kalktığından’’ haberi yok galiba.
FBI ajanı David Becker, kendini her tanıttığında aklıma David Beckham ismi gelmedi desem yalan olur. Milyonlarca lira harcanan bir filmde bu kadar basit isim benzeşmelerinin olması vahim hatadır.
Hacı, kendisini annesine tanıttığı anda sırtından vurularak öldürülmüş olsaydı, senaryoda bulunan bazı boşlukları affetmeye hazırdım ancak olmadı. Çünkü iyi adamlar her zaman sırtlarından vurulurlar. Acaba yönetmen Hacı’nın sırtından değil de göğsünden vurulması ile bir mesaj veriyor olabilir mi?
Pek çok okur filmi ‘’Amerikan tarzında’’, ‘’bol aksiyon sahnesine sahip’’, ‘’Amerikan sinemasından ayırt edilemeyecek kadar gerçekçi’’, Türk sinemasının ‘’çıtasını yükselten’’, ‘’seviyeyi oldukça yükselten’’, ‘’Türk sinemasının üstünde’’, ‘’Türk sinemasının en iyi açılış sahnelerine sahip’’, ‘’Hollywood filmlerine taş çıkartacak’’ olarak nitelendirmiştir ki bu anlatımlara katılabilmem mümkün değil. New York’ta Beş Minare filmi Yeşilçam gelenekleriyle örtüşmeyen, bakış açısı ve sırtını dayadığı anlayışın tipik Hollywood olduğunu söylemeliyim. Kaya Genç’in sözleriyle yazmak istersem, ‘’New York’ta Beş Minare, Türklerin çektiği ilk Hollywood filmi olarak tarihe geçebilir ama (…) maalesef ruhu yok.’’
Yazımın başlığını oluşturan soruya eski bir pop şarkısında olduğu gibi ‘’güzel günlerin hatırına’’ demek isterdim ancak Mahsun Kırmızıgül’ün sinemayı kendine yontmaya çalışan anlayışı buna izin vermiyor ve maalesef aksiyon her şeyi halletmiyor. Mesaj verme kaygısını içinden atamayan Mahsun Kırmızıgül filmleriyle dünyayı kurtaramayacağını, sinema salonlarından çıkan herkesin ilahi bir erginlenmeyle ‘’doğru yola’’ girmeyeceğini idrak etmelidir. İşlediği konu olan İslamiyet’in 23 yılda tamamlandığını, her şeyin başının sabır olduğunu, seyirciye, verilmek isteneni anlayabilecek kadar saygı duyması gerektiğini hatırlatmak isterim. New York’ta Beş Minare, yönetmenin ustalık eseri değildir, umarım kendisi de aynı fikirdedir.
Salim Olcay
salimolcay@yahoo.com
Yazarımızın diğer film eleştirileri için tıklayınız.
Sanatın Buzdağları, Yaşamın Sonsuz Renkleri, Grinin Elli Tonu
Sanatın Buzdağları
Sanat üzerine öyle çok yazılıp çizilmiştir ki bazen “Söylenecek yeni bir söz kaldı mı acaba?” diye düşünürüm. Sonra yaşamın çeşitliliği, insanın düşünce dünyasının ulaşabildiği boyutlar, tarihin ve günümüzün sıradan görünen olaylarının açıklanmasının inanılmaz güçlükleri aklıma gelir ve sanatçıların kelimeler, ışık ve sesle iletebilecekleri öykülerin sonsuzluğunu bir kez daha hatırlarım.
Hangi dalda olursa olsun izleyicinin önündeki sanat yapıtı buzdağının suyun üzerindeki bölümü, dokuzda biridir. Onun maviliklerde yüzerek dünyaya anlamlı bir iz getirmesini sağlayan asıl derinliklerdeki görünmeyen bölümü, gizli kalan sekiz parçasıdır. En temelde sanatçının gelişmeye başladığı andan başlayarak biçimlenen bakışı, duruşu, özgün seçiciliği, değer yargıları vardır. Onun üzerinde evren, dünya ve yaşadığı coğrafyayla ilgili algıları, üçüncü katta iki temeli destekleyen ana kaynaklar, insanın düşünme, bilgi ve felsefe deneyimi gelir. Dördüncü katta asıl uğraş konusuyla ilgili temel bilgiler, edebiyatın, resmin, müziğin, sinemanın ya da ilgi duyduğu herhangi bir alanın kuramı yer alır. Beşinci bölüm bu kuramın tarihsel gelişimine, en son olgunluğuna nasıl ulaştığına ilişkin değişime ayrılmıştır. Altıncısında sanatçının artık belirlenmeye başlayan kişiliğine uygun dostları, kendi alanının düşünürleri, kuramcıları, tarihçileri bulunur. Yedincide bu konunun en iyi örnekleri ve özellikle de kendi dünyasına en yakın olanlar vardır. Sekizincide yalnızca büyük bir karmaşa görülür. Düşünceler, kaygılar, umutlar, sevinçler, düş kırıklıkları, korkular, acılar, yalnızlık, kalabalık, doğumlar, yaşam öyküleri, ölümler, ölümsüzlük, tükenmişlik, sonsuzluk, akla gelebilecek ya da asla düşünülemeyecek her şey bulutun içinde döner durur. Sanatçı bu karmaşayı belirli bir anda kontrol edecek güce ve başarıya ulaşırsa bunun üzerinde buzdağının görünen kısmı belirir. Önce kendisi, sonra diğerleri, çağdaşları, tüm insanlar buna hayranlıkla bakar. Ve çağlara meydan okuyan bir başarı yakalamışsa yapıtı bir klasik olarak nitelendirilir.
Yaşamın Sonsuz Renkleri
Yaşamın sonsuzluğu içinde grinin yeri ne olabilir? Milyonlarca rengin içinde bir renk. Milyonlarda bir. Sıfır. Grinin sıfır tonu.
Gri, aynı zamanda siyahın ve beyazın herhangi bir oranına karşı gelebildiği için çok zengin bir içerik de sunabilir mi?
Cinselliği konu alan kitaplar çok satar, ama okuyucuları daha çok erkeklerdir. Oysa son günlerin popüler kitabı Grinin Elli Tonu’nu (1) okuyanların milyonlarca kadın ve birkaç erkek olduğu söyleniyor.
Kitapta gerçekten grinin elli tonu var mı, cinsellikle ilgili konular ve sorunlar incelikle örülüyor mu, yoksa yalnızca siyahın ve beyazın bir kadının yazdığı yeni bir yorumuyla mı karşıyız, bilmiyorum.
Günün birinde kitabı okur muyum? İnsana, kadına ve erkeğe derinlikli bir yaklaşım bulabilir miyim? Yoksa günümüz toplumundaki kadın ve erkek algısının, salt yumuşaklığın ve salt sertliğin alışılmış tonuyla mı karşılaşırım? Cinsellik tarihinin izleri, günümüz toplumlarında yaşananlar anlatılan öyküde görülebilir, hissedilebilir mi?
Yaşamın renkleri içinde cinsellik çok güçlü ve parlak olsa, hemen dikkat çekip fark edilse de yalnızca bir tanesi. Çok satan bir kitabın ekonomideki yansıması da hemen görülüyor.
Grinin Elli Tonu kitaplarının çok satması ABD’deki East Millinocket kasabasına (2) ekonomik bir canlılık getirmiş. Bir zamanlar “kâğıdın yarattığı kasaba” diye adlandırılan bölge bir süredir zor günler geçiriyormuş. Kitabın yayıncısı üçlemeye artan talebi karşılayabilmek için burada yeniden açılan fabrikayı basım yerleri arasına katmış. Böylece fabrikada yoğun bir üretim başlamış, daha önce işini kaybedenlere bir iş kapısı açılmış.
Ana öyküsü pek de yeni ve ilginç görünmeyen bu kitabın çok satma nedeni ne olabilir?
Kitap çok satmanın elli yolunu da mı bulmuş, kullanıyor?
Bir kitap nasıl çok satar?
Bunun kesin kurallarla tanımlanan, önceden bilinip uygulanabilen yolları olsaydı yaşam, özellikle de yayıncılık dünyası çok farklı olurdu kuşkusuz.
Satış olabilmesi, ürünün ticari bir değer taşımasını gerektiriyor, alıcının bir isteğini karşılayacak, ya da istememesine karşın istediğini sandığı, buna inandırıldığı bir ürüne sahip olmanın mutluluğunu yaşayacak.
Sanat ürünlerinde konu biraz daha karmaşık. Normalde çağının ilerisinde olması gereken sanat, serbest değişim ve ticaret dünyasında satışın ve tüketicinin genel beğeni düzeyinin sınırlamalarını yaşıyor. Hiç satmamakla çok satan olmak arasında bir yere yerleşmesi gerekiyor sanat ürünlerinin.
Sanatçı ne için üretiyor? Alıcı ne için tüketiyor? Bunun ipuçları yazarların ve okuyucuların verdiği yanıtlarda olabilir.
Edebiyat örneğini seçersek “Niçin yazıyoruz?” sorusuyla ilgili yanıtlar, “Niçin okuyoruz?” için de bir ölçüde geçerli olabilir.
Orhan Pamuk, “İçimden geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Onu ancak değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyorum. Ben, ötekiler, hepimiz, bizler İstanbul’da, Türkiye’de nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya bilsin diye yazıyorum. Kâğıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için yazıyorum. Edebiyata, roman sanatına her şeyden çok inandığım için yazıyorum. Bir alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum. Unutulmaktan korktuğum için yazıyorum. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için yazıyorum. Yalnız kalmak için yazıyorum. Hepinize, herkese neden o kadar çok çok kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum. Okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum. Bir kere başladığım şu romanı, bu yazıyı, şu sayfayı artık bitireyim diye yazıyorum. Herkes benden bunu bekliyor diye yazıyorum. Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın raflarda duruşuna çocukça inandığım için yazıyorum. Hayat, dünya, her şey inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için yazıyorum. Hayatın bütün bu güzelliğini ve zenginliğini kelimelere geçirmek zevkli olduğu için yazıyorum. Hikâye anlatmak için değil, hikâye kurmak için yazıyorum. Hep gidilecek bir yer varmış ve oraya —tıpkı bir rüyadaki gibi— bir türlü gidemiyormuşum duygusundan kurtulmak için yazıyorum. Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum. Mutlu olmak için yazıyorum.” diyor. (3)
Bir okuyucu için bunların anlamı ne olabilir? Milyonlarca kadın niçin grinin gizli tonlarını anlamaya böyle büyük bir ilgi duyuyor? İçlerinden geldiği için mi okuyorlar? İstedikleri gibi bir cinsel yaşamları olmadığı, herkese çok kızdıkları için mi? Bir odaya kapanıp yaşayamadıklarını kitap sayfalarında bulmak hoşlarına gittiği için mi? Sorunlarından uzaklaşıp yalnız kalmak için mi? Eşlerine neden böyle çok kızdıklarını anlamayı umdukları için mi? Cinselliğin güzelliğine inandıkları ve bunu hiç değilse sayfalarda bulmak istedikleri için mi? Yaşamın güzelliklerine ulaşmak, bir türlü mutlu olamadıkları gerçeğinden kurtulmak için mi?
Yaşamın sonsuzluğu içinde grinin yeri ne olabilir? Milyonlarca rengin içinde bir renk. Milyonlarda bir. Sıfır. Grinin sıfır tonu.
Grinin elli tonunun yaşamın sonsuz renklerinin yaşanmasına bir katkısı olabilir mi?
Grinin Elli Tonu
Veysel Atayman sinemada kadın hazzını öne çıkaran filmlerin çok az olduğunu söylüyor:
“Kadın ile cinselliğin ne zaman nasıl buluşturulacağı, kadının cinselliğin nesnesi mi yoksa öznesi mi olacağı, çok faktörlü düzlemlerce belirlenir. (Ne var ki, kadının cinselliğini kendisi için ve kendi hazzı adına istemesi, erkek toplumunun en büyük korkusu olmalı ki, pornografik filmlerde bile, kadın hazzını öne çıkaran, hazzın, zevkin öznesi kılan film sayısı ötekilerin yanında devede kulak kalır. Kadın erkek zevkine hizmet eden nesne konumundan çok az çıkabilir bu filmlerde.” (4)
Fantezilerindeki doyuma gündüz düşlerinde asla ulaşamayan mazoşist bir kadın olan Severine’i anlatan “Gündüz Güzeli” (5) filmi bu konuda değişik bir örnek olarak kabul edilebilir.
Arka kapak “Grinin Elli Tonu” kitabını yetişkin okurlar için bir “Erotik Romans” olarak tanıtıyor. Kısa özette, “Edebiyat öğrencisi olan Ana Steele, genç girişimci Christian Grey’le röportaj yapmaya gittiğinde son derece çekici, zeki ve sinir bozucu bir adamla karşılaşır. Toy ve masum Ana, bu adama duyduğu arzu karşısında şaşkına döner ve adamın gizemli doğasına rağmen ona yakınlaşma arzusuyla yanıp tutuşur. Ana’nın güzelliği, zekâsı ve özgür ruhuna direnemeyen Grey de onu istediğini kabul eder, ancak şartları vardır. Grey’in sıra dışı erotik istekleri karşısında şoka uğrayan ama bir yandan da heyecana kapılan Ana tereddüde düşer. Büyük başarısına rağmen - çokuluslu şirketleri, uçsuz bucaksız serveti ve sevgi dolu bir ailesi vardır - Grey şehvete esir olmuş ve hükmetme hırsı olan bir adamdır. Çift, cüretkâr ve tutkulu bir fiziksel ilişkiye yelken açarken, Ana, Christian’ın karanlık sırlarını ve kendi gizli arzularını keşfeder.” deniyor.
Süreyyya Evren dizinin “anne pornosu” denerek hor görülmesinde kadınları gerçekten aşağılayan bir yukarıdan bakma sezildiğini, 40 milyon kadına iyi gelmiş bir kitabı ancak maço bir zihniyetin anne pornosu diye damgalayıp köşeye kaldırmaya cüret edebileceğini söylüyor. (6)
Bu arada Grinin Elli Tonu’nun pabucunun dama atılmasıyla ilgili bir haber çıkıyor. (7) Japon-Amerikalı yazar Sylvia Day’in bir milyarderle güzel bir kadın kahramanın hikâyesini anlattığı “Reflected in You” (8) adlı romanının İngiltere’de sadece altı günde yaptığı satışla E. L. James’in rekortmen kitabının ilk hafta satışını geride bıraktığı belirtiliyor. Kitabın orijinal adı farklıymış, ama yayıncı bazı satış yerleri için fazla kırmızı olabileceği gerekçesiyle bu adı değiştirmiş.
Kitapların içeriğinden çok yarattıkları olay, gördükleri ilgi ve aldıkları tepkiler, tüm bunların günümüz dünyasıyla ilgili yansıttığı gerçekler anlamlı görünüyor.
Yaşamın renkleriyle ilgili anlatılabileceklerin bir sonu olabilir mi?
NOTLAR
1. E. L. James, Grinin Elli Tonu, 2024, Pegasus
2. Mehmet Arat, Kasabanın Kurtuluşu: Grinin Elli Tonu, http://mehmetarat.blogspot.com/2012/09/kasabann-kurtulusu-grinin-elli-tonu.html
3. Orhan Pamuk: Babamın Bavulu, Nobel Konuşması, 2024, © THE NOBEL FOUNDATION 2024
4. Veysel Atayman, Sinemanın Oyuncağı: Kadın, http://sanatlog.com/sanat/sinemanin-oyuncagi-kadin/
5. Mehmet Arat, Belle de Jour: Gündüz Güzelinin Gece Düşleri, http://sanatlog.com/sanat/belle-de-jour-gunduz-guzelinin-gece-dusleri/
6. Süreyyya Evren, Türkiye’de keyifle seks kölesi olmak mümkün mü?, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1101149&CategoryID=40
7. Grinin Elli Tonu’nun Pabucu Dama, http://kitap.radikal.com.tr/Makale/grinin-elli-tonunun-pabucu-dama-251492
8. Reflected in You, http://reflectedinyou.com/bared-reflected-entwined-sylvia-day/
Mehmet Arat
mehmetarat@ymail.com
Yazarın öteki yazıları için bakınız.