Poetik İmge Nedir? (Şiir’de “İmge” Nedir, Nasıl Kurulur?)
Felsefi anlamda imgenin tanımı, “Nesnel gerçekliğin insan zihnindeki yansımaları” şeklindedir (Felsefe Sözlüğü/ Orhan Hançerlioğlu). Yani “gece imgesi” denilebilir felsefi anlamda, ama Şiir’de “gece” sözcüğü tek başına imge olmaz, çünkü Şiir’de bahsedilen imge, bir başka deyişle “poetik imge” farklı bir anlam içermektedir. Çünkü “gece” dediğimiz zaman herkeste benzer çağrışımlar oluşur, ama gece+ x sözcükleri ile yani “ilk kez kullanılan” ve en az iki sözcükten oluşan kombinasyon ile “poetik imge” oluşturulur. Şiir’deki “imge”den kastımız da budur.
Sıradan bir “doğal sözcüğü”, yani günlük hayatta aynı dili konuşan herkesin ortaklaşa kullandığı bir sözcüğü ele alalım, örneğin “ağaç”. Anlambilimin (semantik) alt kolu dilbilimsel açıdan ifade edersek, somut bir sözcük olan “ağaç” sözcüğü bir göstergedir. İnsanlar kavramlarla düşünür ve düşündüklerini ifade etmek için göstergeleri kullanırlar. Bu göstergelerin realite içinde imledikleri nesnelere, durumlara, olgulara, kavramlara ve eylemlere gönderge denir. Dilin temel işlevi olan “bildirişimin” oluşabilmesi için bir göstergenin diğer insanlar için de aynı göndergeyi imlemesi gerekir. Bu demektir ki bir sözcüğü yazılı ve/veya işitsel olarak alımlayan tüm bireylerin zihninde oluşan izlenim, görüntü (imaj/ image) göstergenin genel özelliklerinin toplamıdır. Yani, somut bir sözcüğü örnek olarak ele alırsak, “ağaç” dediğimizde (veya “ağaç” diye yazdığımızda) işiten (veya okuyan) kimsenin zihninde bir zeplin ya da asansör görüntüsü oluşmaz. Keza, aynı şekilde, “ağaç” dediğimizde kimsenin zihninde, örneğin cimrilik veya bela gibi soyut kavramların izdüşümü de oluşmaz.“Ağaç” sözcüğünü alımlayan her bireyin zihninde farklı ağaç türlerinin görüntüleri oluşsa da sonuçta ağaçların ortak özellikleri algılanır. Soyut bir sözcük olan “gece” sözcüğünü ele aldığımızda ise, gene benzer bir sonuç ortaya çıkar. “Gece” dediğimizde veya “gece” diye yazdığımızda, işiten veya okuyan her bireyde, ortak izdüşümlerin toplamı oluşur. Yani “gece” denilince alımlayan bireylerde ölüm, sessizlik, eğlence hayatı, sokak lambası, uyku, bar taburesi, yalnızlık, karyola, hırsız, seks, vs. gibi çeşitli soyut kavramlara ve somut nesnelere dair ortak izdüşümler oluşur, ama hiç kimse “gece” sözcüğünü duyunca ya da okuyunca zihninde “rüşvet” gibi soyut bir kavram veya “ok” gibi somut bir nesneye dair izdüşüm oluşmaz.
Burada bahsedilen imaj/image/ imge, bizim ele aldığımız poetik imge değildir, çünkü dil içinde ortak kullanıma dâhil olan göstergelerin (sözcüklerin) imlediği göndergeler, her birey için “aynı” ortak görüntüler (imajlar) toplamını oluşturur. Poetik imge ise aralarında analojik ilinti kurulan anlamca birbirine uzak iki sözcüğün (göstergenin) yazılı ve/veya işitsel olarak alımlandığında, her bir alımlayıcı bireyin zihninde farklı şekilde, “kendi öznel algılarına koşut” izdüşümdeki bir göndergeyi veya göndergeleri oluşturur. Bu gönderge, poetik imgenin eylem öznesi olan şairin kendi zihninde, kavramsal (conceptional) ve düşlemsel (imaginational) açıdan oluşan “yaratı”nın içkin olarak taşıdığı hedef ile birebir örtüşmez, her bireyde aynı ve sabit izdüşüm oluşturmaz. Bu “yaratı” diye tanımladığımız zihinsel ürünün oluşum mekanizması, şair öznenin etken ve/veya edilgen konumu gibi pek çok konu, ayrı bir makalede işlenmesi gereken çok katmanlı bir sorunsaldır (problematik). Keza, daha önceki cümlede “kendi öznel algılarına koşut” diye ifade ettiğimiz durum, alımlayıcı bireylerin her birinin kendi özgün algılama düzlemlerinin oluşum ve ayrışım süreçlerinden, bu süreçlere yol açan bireysel ve toplumsal nedenlerden yola çıkılarak şair-şiir-okur sacayağına dair derin bir çözümlemenin yapılacağı apayrı bir makaleye kapı aralar.
Evet, döndük başa. Elimizde ne var, “gece” sözcüğü. Nedir? Bir soyut isim.
Bir diğer sözcüğümüz nedir? “Gömlek” sözcüğü. Bir somut isim.
Bu iki sözcük arasında örnekseme (analoji) yoluyla ilinti kurup bir “poetik imge” oluşturacağız. Sadece bu örnekteki gibi soyut-somut sözcük kombinasyonuyla değil, somut-somut, somut-soyut, soyut-soyut, soyut-somut kombinasyonlarıyla da iki (en az iki) sözcük arasında örnekseme yapılarak “poetik imge” kurulabilir.
İlk örneğimizde isim + isim kombinasyonu üzerinden bir poetik imge kuracağız. Ayrıca isim + fiil veya fiil + isim kombinasyonu ile de poetik imge kurabiliriz. Bunu da ikinci örneğimizde ele alacağız.
Şematik olarak ifade edersek,
gece……doğal sözcük
gece + x= gecenin gömleği……………..birbirinden anlamca uzak iki sözcük arasında örnekseme (analoji) yoluyla kurulan poetik imge
yz + gece +x = Aşk’a yırtıldı gecenin gömleği……………zincirleme poetik imgeler ile oluşturulmuş bütün dize.
Dizeyi, zincirleme etkiyi oluşturan alt birimlere ayırırsak:
1- gecenin gömleği
2- yırtıldı gecenin gömleği
3- Aşk’a yırtıldı gecenin gömleği
gece + x = “gecenin gömleği” = poetik imge (Doğal dilin yapıtaşlarından iki sözcük arasında örnekseme yoluyla, konvansiyonel mantığın ötesinde, kendi içsel mantık paradigması şair öznenin bilinç ve bilinçaltının bileşkesine dayalı olan ve şiir/ sanat tarihinde ilk kez kullanılan özgün ilinti, poetik imgeyi ortaya çıkarır. Doğal dil içinde “gecenin gömleği” diye bir ifade yoktur. Gece, gömlek giymez elbette, soyut bir kavrama somut bir özellik atfettik burada, ama ilk kez yapılan, sadece bize ait, özgün bir atıf ve bu atıfla oluşan poetik imge, sözlü veya yazılı olarak kendisini alımlayan her bir bireyde farklı ve yepyeni izdüşümlere yol açacaktır. Her bir alımlayıcı öznedeki nihai izdüşümler, poetik imgenin şair öznenin zihnindeki yaratılma sürecinde ve daha önemlisi şair öznenin poetik imgeye birikme sürecinde, şairin zihninin içkin olarak hedeflediği izdüşüme yakın veya uzak olacaktır. )
z + gece +x =“yırtıldı gecenin gömleği” = zincirleme poetik imge (Poetik imge, konvansiyonel mantığın sınırlarını aşan yeni bir söyleyiş ortaya koymuştu, “gecenin gömleği”, buna bir fiil sözcüğü olan “yırtılmak” sözcüğünü ekledik, ortaya “zincirleme poetik” imge çıktı. Doğal dil içinde elbette “gecenin gömleği” diye bir ifade yoktur, hele ki bunun “yırtılması” diye bir ifade hiç yoktur. Somut bir nesneye, yani “gömleğe” dair fiziksel bir durumu, “yırtılmak” edilgen fiilini, soyut bir kavrama dair sözcüğe, yani “gece”ye atfettiğimizde, zincirleme poetik imgeyi kurmuş olduk.
yz + gece +x = “Aşk’a yırtıldı gecenin gömleği”…zincirleme poetik imgeler ile oluşturulmuş bütün dize (Bir önceki poetik imge zincirine, bu sefer de “Aşk’a yırtılmak” ifadesini katarak yeni bir poetik imge daha elde ediyoruz. Doğal dil içinde, “aşka yırtılmak” diye bir tabir yoktur elbette, konvansiyonel mantığa dâhil değildir, bizim kurduğumuz kendimize özgü üst dil (metalanguage) içinde realize olmuş ve poetik imgeyi oluşturmuştur.
Nihai Sonuç: “Aşk’a yırtıldı gecenin gömleği”. Soldan sağa, sağdan sola toplasan topu topu 4 kelime, ama ne çok katman var içinde, zincirleme kaç iç içe imge.
Bir başka örnek üzerinden devam edelim. Bu seferki isim + fiil kombinasyonu olsun:
İsim sözcüğümüz: sokak
Fiil sözcüğümüz: ağlamak
ağlamak…..doğal sözcük
x + ağlamak = sokağa ağladım….poetik imge (Bu sefer, önceki örnekten farklı olarak, bir somut isim ile bir fiil arasında örnekseme yoluyla ilinti kurduk. Doğal dil içinde “sokağa ağlamak” diye bir tabir yoktur. Doğal dilin sıradan yapıtaşlarını, yani herkes için aynı izdüşüme sahip olan iki sözcüğü alıp doğal dilin dışında ve üstünde, konvansiyonel mantığın dışında ve ötesinde bir kombinasyonla bize özgü yeni bir dilin yapıtaşlarına dönüştürdük.)
x+ ağlamak + z= sokağa ağladım heveslerimi……….zincirleme poetik imge
x+ ağlamak + y + z= sokağa ağladım mor heveslerimi……….zincirleme poetik imgeler bütünü dize.
Tam da burada “Kral çıplakkk!” diye samimiyet ve cesaretle haykıran çocuk gibi şu soru sorulabilir: “E, iyi madem, biz de birbirleriyle alakasız ne kadar sözcük varsa, yan yana koyalım, biraz üstünde kafamıza göre düzenlemeler yapalım, ne de olsa mantık ve gramer kurallarıyla da sınırlı değiliz, uydur babam uydur, Şiir bu mudur yani?”.
Onu da yapanlar var günümüzde şiir niyetine, “postmodern” şairler. Bu noktada, daha önceden yazdığım makalelerimden birinden alıntı yapacağım:
“Post-modernist şiir, şiirde anlam’ı ve anlak’ı hiçleyerek, şiiri sadece sözcük ve harf oyunlarına indirgeyen ve şair öznenin bilinçaltını dışavurumundan öteye geçmeyen şiir türüdür. Eklektik olarak sürrealizm, dadaizm, letrizm gibi akımların etkilerini içinde barındıran post-modernist şiir, öteki’lerle empati kurmayı ve bunu yansıtmayı önemsemeyen ve dolayısıyla da okur tarafından özdeşlik kurul(a)mayan, hayatın şair öznenin bilincinden dönüştürülerek yansıtılmadığı, ancak şairin içsel bunalımlarının şımarıkça dışavurumundan öteye geçmeyen bencil ve şımarık bir metinsel oyundur. Bu şiirlerdeki insan, sadece bir plastik malzemedir. Yaşayan, umutları, kaygıları, dertleri, sevinçleri olan insan yoktur bu şiirlerde. Sadece şair öznenin kendisi ağırlık merkezidir, sadece kendi yarasını yansıtmak kaygısındadır, sadece kendisi anlamlı ve önemlidir çünkü kendisi için. Temel çelişki ise, bunca bencilliğin içinde şiirlerini “okunmak” üzere yayımlamalarıdır. Okuru umursamayan bir şiir anlayışında yazanların, “okunmak” talebiyle, yazdıklarını matbu ya da sanal ortamda paylaşması, dergilerde ya da kitap halinde yayımlaması ise, kendileriyle çelişkiye düşmelerine neden olan gülünç bir durumdur.
Son yıllarda kimi dergilerin ağırlık merkezini oluşturduğu “görsel şiir” anlayışı da, gene insanı merkez almayan, okur tarafından özdeşlik kurulmasını önemsemeyen, şiirden anlam’ı ve anlak’ı dışlayan yapısıyla, post-modernist şiir algısına dahildir. Ne var ki, harf kombinasyonlarının ve şekillerin, sadece bilgisayar aracılığıyla üretilmesi üzerine kurulu, aslen tipografik bir oyun olan bu şiir(!) anlayışı, temelde, şair özne tarafından üretilmiş yazılı metnin okur tarafından metin üzerinden okunması paradigması üzerine kurulu şair-şiir-okur ilişkisinin dışında olduğu, şiirden çok görsel sanatların ilgi alanında değerlendirilmesi gerektiği, nesnel gerçekliğin hayattan yansıtılması ile okur tarafından empati ve özdeşlik kurulabilecek yazınsal ürünler olmaktan çok uzak oldukları, ancak geçici bir moda olmaktan öte varlıklarını sürdüremeyecekleri çok aşikar olduğundan dolayı, kanımca üzerinde çok fazla durulması gereken bir yapılanma olmamaktadır.”
Post Modernist Şiirler(!) Sirki/ Serkan Engin/BirGün Kitap Eki Sayı 100, 2024/ Afrodisyas Sanat Sayı 27-28, 2024/ İnsancıl Dergisi Sayı 263-264, 2012
Zurnanın zırt dediği nokta, “denge” meselesidir. Ne düzyazı mantığıyla yazılmış cümleleri kırıp kırıp alt alta yazarak, az biraz uyak, redif düşürerek yazdığınız metin şiir olur ne de bilinçaltı kusmuklarınızı kağıda döküp zırvalayarak şiire ulaşabilirsiniz.
İmgeleriniz, kolektif bilinçaltına, onun çekirdek yapıları arketiplere erişebilmeli ve izlek olarak, sizin biricik kişisel yaşantınızın ötesinde başka başka birey ve toplulukların ortaklaşa yaşadıkları realiteleri imleyen yapıda olmalıdır. Ancak o zaman, yani kendi bireysel varoluşunuzda sıkışıp kalmayıp ötekiler’in de şiir düzleminde dili olabiliyorsanız, yaşayan ve devinen “sahici” şiirler yazabilirsiniz.
Serkan Engin
Ocak 2024
Yazarın diğer yazılarını okumak için tıklayınız.
Lezbiyen Şair ve Roman Kahramanı Olarak Sappho
Eşcinselliğin ve cinsel çeşitliliğin tarihini ve tam olarak belirlemek, genel ve sabit bir kategoride toparlamak çok kolay değildir. Gey, lezbiyen ve trans deneyimlerindeki tarihsel farklılıkları göz önünde bulundurursak, bu edebiyat üretimindeki farklılıkları ve çatışma noktalarını da görebiliriz. Kadınların deneyimlerinin çoğu, kamu kayıtlarında ve geleneksel arşivlerde belgelenmemiştir, kadın hemcins arzusu tarihleri genelde geçmişin bugünde hatırlanacağı ve anlaşılacağı kaynaklardan mahrumdur. Oysa kadınlar arası aşk ilişkileri ve cinsel pratikler ise özgül bir tarihsel ve kültürel bağlamdan ayrı düşünülemez. Çok farklı kültürlerde varolagelmiştir ve hâlâ varlığını sürdürmektedir. Özellikle Veda öncesi Hindistan yontu sanatı ve söylenceleri ile Lesbos Adası’nda Sappho’nun şiirsel ifadeleri buna tanıklık etmektedir. Gey erkek kültüründe mevcut birçok tarihsel kaynak ve gelenekle karşılaştırıldığında Sappho, lezbiyen soy kütükleri içerisinde evrenselleşmiş tek figürdür.
Nitekim Batı kültürel geleneklerinde lezbiyenlik Terry Castle tarafından “hayaletimsi” diye nitelendirilmişti. Castle’a göre lezbiyen, bizi “kovalayacak” “tuhaf bir kültürel güce sahipken” Batı imgelemi tarafından “hayaletleştirilir” ve “gerçekliğin dışına çıkarılır.” [1]
Bir lezbiyen şair, evrenselleşmiş bir lezbiyen imge ve temsil olarak Sappho da Castle’ın teorisinde olduğu gibi erkek egemen iktidar ve kültür tarafından, bu kültürün isterleri doğrultusunda şekillendirilerek adeta hayaletleştirilmiştir. Şiirinin günümüze sadece fragmanlar halinde kalması, bir bölümünün tutucu çevrelerce erotik olduğu zannıyla yok edilmesi, ancak 19. yüzyılın sonunda eserleri bir araya getirilmeye çalışılması ve biyografik ayrıntılarının karanlıkta olması başlı başına kadın hemcins arzusunun tarihinin üstünü örter. Ancak imgesi, 20. yüzyılın ilk dönemine ait öncü bir lezbiyen sanatçının, onların yaşam biçimini dile döken yegâne kültürel mitoloji kaynağının meşruiyet kazanmasını sağlamıştır.
Kadınların kamusal alanın tamamen dışında, evde, kapalı, mahrem mekânlarda yaşamak zorunda oldukları bir dönemde Sappho, Yunan edebiyatında lirik şiirin doruğuna ulaşabilmiş, hem de kadınlara duyduğu hayranlığı ve aşkı şiirleriyle dile getirebilmiştir.
Kahramanlar çağının destansı şairi Homeros’la başlayan destan şiirini içeren erken dönem Yunan edebiyatı yerini, 7. ve 6. yüzyıllarda bireyin özünü, doğasını ve aşkını özgürce dile dökebildiği lirik döneme bıraktı. Bu yüzyıllarda değişen ticari ve ekonomik koşullar sonucu Yunanlıların toplumsal yapısı da değişmeye başlamış, ticaretle zenginleşen burjuva sınıfı sayesinde bireysellik öne çıkmış; toplumsallıktan bireyciliğe geçişte yaşanan bu süreç lirik şiiri beraberinde getirmiştir. Yunan’da lirik şiirin özünde duygular, melodi ve müzik vardır; kimi lir eşliğinde okunur. Lirik şiirin doruğunda ise Lesvoslu Sappho vardır. Onun kullandığı ve ilk kez onunla biçimlenen lirik sanat, Yunan edebiyatı için bir dönüm noktasıdır. Sözcükler her şeyden önce salt melodi için seçilir Sappho’da; biçime özü, içeriği, müziği sokmuştur. Onda oluşan şiir, erotik, duygusal, umutsuz, arzu, özlem doludur. Yapıtı kadını, aşkı hedefler. Kendisiyle ilgili her şeyi, hem iç titreşimlerini, hem de bitip tükenmeyen aşk uğraşının kahramanlarını sakınmadan anlatır. Salvatore Quasimodo’ya göre, “bir ten ve ruh öyküsü” yansıtır dizeleri:
“Hiç uyarmadan,
kasırga nasıl sökerse
meşeleri kökünden,
öyle sarsıyor yüreğimi aşk.”
Hem kadınlara hem erkeklere âşık olmuş, kendine özgü bir şiir ekolü ve okulu yaratmış, şiire özgün bir dil ve müzikalite getirmiş döneminin şarkı-melos şairlerinden oluşan şiir akımı içinde büyük önem kazanmıştır. Platon şöyle yazar: “Bazıları, dokuz sanat perisi olduğunu söyler -gelin sayalım tekrar- bakın, onuncusu; Lesvos’lu Sappho.”
Yaşadığı dönemin yalnız şiir kurallarını değil, ahlâk kurallarını da hiçe sayan Sappho, şiirlerinde köpüklerden doğmuş aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit’e övgüler yağdırır, âşık olduğu genç kızlara seslenir, bakirelere ilahiler söyler. Günümüze kalan tek eksiksiz şiiri “Aphrodite’ye Yakarış”ta, genç bir kadına olan tutkusunu karşılıklı aşka dönüştürmesi için tanrıçasına yalvarır:
“Ey tahtı ışıl ışıl Aphrodite
ulu Zeus’un düzenci kızı,
yalvarırım yüreğimi acılarla dağlama!
Yardımıma gel gene, hani eskiden
sesimi duyunca nasıl, çıkıp babanın sarayından kanat çırpan kuşların
çektiği yaldızlı arabana biner; yeryüzüne inerdin bulutsuz mavilikten
ölümsüz dudağında o aydınlık gülüşle sorardın,
‘Gene nen var?’ derdin, ‘nedir gene/deli gönlünü çelen?
Tılsımımla kimi/baştan çıkarıp yollamam gerekiyor koynuna?”
Tanrılara, özellikle koruyucu bir anne olarak gördüğü Afrodit ile oğlu Eros’a adanmış şiirlerin ve kişisel şiirlerin yanı sıra Sappho düğünler için tören ve sofra şiirleri, ölüm törenleri için de mersiyeler yazmış ve lir eşliğinde söylemiş. Çağına kadar süregelen İon lehçesindeki Hexametron ve Attika lehçesine daha uygun olan iambos vezinlerinde yazılmış betiklerden farklı olarak, Dor öğeleri ile katışık Aiol lehçesinde; “Monodikte” denilen tek bir ozanın lir ile söylediği şiir biçiminde eserler veren Sappho’nun lir çalmadaki ustalığı o kadar ileri gitmiş ve enstrümanla kurduğu bağı o kadar mükemmelleştirmiş ki daha önce bilinen lirik ölçüler yeni şekilleriyle “Safik ölçüler” diye anılmaya başlanmış.
Kadınların toplumun tamamen dışında, evlerine kapanık yaşamak zorunda oldukları, siyasette, felsefede, sanatta, edebiyatta, erkek hâkimiyetinin bulunduğu bir dönemde Sappho’nun şiirleri dışında neredeyse tüm Yunan edebiyatı erkekler tarafından oluşturulmuştur ve erkeklerin kadınlara bakışını yansıtmaktadır. Kadınların korkuları, özlemleri, aşkları, hayal kırıklıkları konusunda neredeyse hiçbir şey söylememektedir bu metinler. Sappho’nun şiirleriyse okuma yazmaları olmadığı için neredeyse hiçbir Yunanlı kadın tarafından bilinmiyordu. Fahişeler dışında hiçbir kadın erkeklerin şölenlerine alınmadığından, burada okunan şiirlerden haberleri olmuyordu. Yunanlı evli kadın, kendisine ait değildi. Babası tarafından kocasına meşru çocuklar doğurma amacıyla verildiği için yaşamının çoğunu ev işi yaparak, çocuk bakarak, dikiş dikerek geçiriyordu. Nesiller boyunca, bir âşıktan alabileceği haz konusunda fikri olmadı.
Kadının birçok yönden yok sayıldığı böyle bir toplumda Sappho’nun, kadına, tene, aşka adanmış, kadının içselliğini özümseyen aşk şiirleri yazma cesaretinde hiç kuşkusuz bir Afrodit kültü rahibesi olmasının büyük payı var. Eski Yunan’da özel olarak eğitilmiş “kurtizan”lar (aşk kadınları), aşk, güzellik ve şehvet tanrıçası Afrodit’in kızları sayılırdı. Afrodit’e adanmış kızlar genç, güzel, genellikle soylu, varlıklı ailelerden kızlardı ve özel okullarda eğitilirlerdi. Lesvos’ta diğer Yunan adalarına kıyasla, çok ileri seviyede bir genç kız, kadın eğitimi söz konusuydu. Sappho’nun yanı sıra rakipleri sayılan Ğorğo ve Andromeda gibi birkaç kadının daha yürüttüğü, genç kızların genel kültür, konuşma, davranış, yürüyüş, müzik, dans, sanat, heykel, sosyal ilişkiler gibi konularda, yani güzel ve estetik olanın alanında eğitildiği pek çok okul vardı. Ancak tüm bunların neredeyse nihai amacı, genç kızların evliliğe dört dörtlük hazırlanmasıydı. Tanrıça Aphrodite onuruna kurduğu okulda, yanına erken yaşlarda aldığı genç kızları evlilik çağına kadar yetiştirdi Sappho. Hem antik dünyanın önemli kadın şairleri çıktı bu okuldan, hem de kız öğrencileri Sappho’nun, kadın doğasının gizli kalmış tüm gizemini anlatan lirik şiirlerinde ebedileşti.
“Ah Gongyla, benim biricik gülüm,
sıyır sütbeyaz giysini üzerinden.
Nasıl istiyorum şimdi gelmeni, benim
isteğimi beslesin diye güzelliğin.
Ne zaman görsem seni
bu giysinin içinde, öyle güçsüz ve öyle
mutlu oluyorum ki,
çok kızsam da Kyprian’a, işte yalvarıyorum
öç almasın diye benden, belki hemen
salıverir seni, Gongyla
ve gelirsin yeniden bana,
bil ki sensin en çok arzuladığım
dünya bir yana, sen bir yana.”
Antik Yunan’da eşcinsel ilişkiler, üst sınıflar arasında yalnızca yaygın bir pratik olmakla kalmayıp aynı zamanda evrensel bir ilişki tarzı ve yüksek bir kültürel değer olarak algılanıyordu. Ancak bu yüceltme sadece erkek ile erkek arasındaki ilişkide geçerliydi. Hatta Marilyn Yalom’un belirttiği gibi, eşcinselliği canla başla savunanlar bile bunu yalnızca bir erkekle oğlan çocuğunun ilişkisiyle sınırlamaktaydı. Oğlancılık, genç adamları güçlü birlikteliklerle tanıştırmak için tasarlanmış toplumsal kabul gören bir kurumdu. Erkekler kamusal alanlarda eşcinsel ilişkilerini gururla yaşarken kadınlar arası romantik dostluk ilişkileri mahrem alanlara kilitlenmişti. Sappho’nun dizeleri sayesinde haberdar olduğumuz bu aşklar, cinsel olmaktan ziyade tinsel ve ruhsal boyutlarda, sevgi, özdeşleşme ve hayranlık duyma biçimlerinde yaşanıyordu. Kadınlara adanan şiirleri ve sadece genç kızlardan oluşan okulu yüzünden lezbiyen olarak anılan Sappho’nun lezbiyenliği de kimi kez bedenseldir ama
öte yandan bu bedenselliğe sık sık güçlü annelik duyguları ve geç kalmışlığın hüznü karışır.
“Memelerimden hâlâ süt geliyor olsaydı
ve bir bebek taşıyabilseydi karnım
çılgın gibi koşardım bu zifaf odasına,
fakat yıllar damgaladı tenimi binlerce kırışıkla,
aşkın hiç acelesi yok bana
sarılmaya, armağanlarıyla haz dolu sancıların.”
ERKEKLERİN SAPPHO’SU: LEZBİYEN-FAHİŞE-METRES
Lezbiyen olduğu söylencesine rağmen Sappho’nun Kerkylas adlı bir zenginle evli olduğu ve şiirlerinde de söz ettiği Kleis adlı bir kızı bulunduğu da bilinir. Helenistik, özellikle de Roma Dönemi’nde Ovid başta olmak üzere birçok yazar Sappho’nun Phaon adlı oldukça yakışıklı bir gence âşık olduğu, aşkına karşılık bulamadığı için de Leukos kayalığından atlayarak intihar ettiğinde ısrarcıdır. Çünkü erkek yazarlar, lezbiyen ilişkilerin geçiciliğini ya da cinsel ve tensel olmaktan çok tinsel olduğu fikrini benimsemişlerdir. Bachofen Likya’daki anaerkil sistemi; Atina’da başlangıçta varolan anaerkilliğin İon’laşmayla birlikte özdeksel/ dişil ilkeden uzaklaşarak yerini ataerkilliğe bırakma sürecini anlatırken Lesbos’ta anaerkil ilke olarak, Sappho aracılığıyla, kadınların kendi cinslerine duyduğu sevinin tinsel güzelliğe dönüşmesini göstermiştir. [2]
İlk ansiklopedicilerden biri olan Pierre Bayle, Sappho’ya ilişkin makalesinin büyük bölümünü, onun Phaon uğruna kadınları terk etmesi tartışmasına ayırmıştır. Sappho, Phaon’a o kadar tutulmuştur ki, tutkusuna yanıt alamadığında yaşamının bir anlamı kalmaz. Safo’nun şiirlerinin kimi bölümlerinden esinlenen Long Ago adlı şiir kitaplarında vurgu, kadınlar arası aşkta değil, heteroseksüel Phaon efsanesi üstündedir. Bu söylencelerin tümünün kaynağı Ovid’in “Sappho’nun Phaon’a Mektubu” adlı şiiridir elbette:
“İstek yaratmıyor bende artık, bir zamanlar
Yasak aşkımın sevgili nesnesi olan lezbiyen kadınlar
Bütün aşklar eriyip gitti aşkında senin,
Bilemedin genç adam, değerini böyle bir ateşin.”
Lezbiyenliğin kalıcı olmadığına dair en mitik hikâye olarak Sappho-Phaon söylencesi kullanılmıştır yüzyıllardır sanatta, edebiyatta ve sinemada. Sappho’nun şiirlerinde tek bir tasviri, dizesi, hatta sözcüğü bile anılmayan türlü pornografik lezbiyen fantezi, Fransız libertin yazarların eserleri sayesinde Sappho’ya mal edilmiştir ne yazık ki. Lezbiyen seks konusunu ilk kez ayrıntılı olarak 1700’lerin sonunda Mathieu François Mairobert, “L’Espion Anglois” adlı romanında ele alır. Kadınlar arasındaki seks üzerine yoğunlaşan pornografi yazını için bir prototip olan romanda ana karakterler, genç Sappho ve ondan on yaş büyük, lezbiyenlerin zevk alemleri yaptıkları bir evin sahibi Madam de Furiel’dir. Sappho ilk lezbiyenlik deneyimini Madam’ın görkemli konağında, her türlü hizmetkârla aksesuarın hazır olduğu bir ortamda yaşar ve burada cinsellik konusunda sert bir eğitim görür. Nihayetinde genç bir erkek gelir ve genç kızı, bu histerik yaşlı lezbiyenin elinden kurtarır. Mairobert, kendisinden sonra yüzyıllarca sürecek bir tarih yazmıştır. Son derece çiğ ve iğrenç sadomazoşist seks sahneleriyle doldurulan kitap, erkeklerin lezbiyenliğe dair tahayyüllerindeki nefreti ve korkuyu besleyerek, cinsel fantezilerini tatmin etmekle kalmaz, lezbiyen pornografinin de öncüsü olur. Faderman’ın belirttiği gibi, edebiyatta lezbiyenlik ile kırbaçlama arasında kurulan ilişkinin de yaratıcısıdır Mairobert; kırbaçlanan Sappho, lezbiyen sevişmenin odak noktasındadır. Öyle ki Giovanni Frusta, tümüyle ustasından etkilendiği “Flagellation and the Jesuit Confessional” adlı romanında, devrim sırasında Paris’te birkaç lezbiyen kırbaçlama derneğinin bulunduğu ve Sappho’yu koruyucu tanrıça kabul ettiklerini anlatır. Bu âlemlerde Sappho’nun resmi, her şeyin duygu ve fantezileri kışkırtmak üzere hesaplandığı salondaki mihrabı süslemektedir. Sefahat âlemleri kırbaçlamayla başlar, en utanç verici cinsel sapıklıklarla sona erer.
Lezbiyen eğilimli üç kadınla ilişkisi olan Baudelaire de Sappho’nun negatif lezbiyen imgesini hazla kullanmıştır şiirlerinde. “Les Lesbiennes”in ilk şiiri olması düşünülen “Lesbos”ta kadınlar, “baygın ve çılgın,/Karpuz kadar serinletici, güneş kadar sıcak öpücükler” verirler birbirlerine. Sappho, Venüs kadar güzeldir ama bilinir ki, lezbiyenler lanetlidir. Kadınların birbirlerine kondurdukları öpücükler, onların “aklını başından almış” geçici ve yalan bir hazza kapılmışlardır. Sonunda fallik merkezli adalet işe karışır. Sappho, Phaon’a teslim olur! Ovid’den bu yana erkek şairler arasında fallik üstünlük yarışması sürüp gider. Verlaine’in “Sappho” şiiri de Baudelaire’e benzer şekilde, Phaon’a olan aşkından hasta düşmüş, acınılası bir Sappho portresi çizer. Kültünün lezbiyen törenlerini unutmuş, çareyi ölümde ararken anlatılır Sappho. Pierre Louys ise daha da ileri giderek, gerek “Bilitis’in Şarkıları”nda gerek “Aphrodite” adlı romanında fahişelikle lezbiyenlik arasında kendince çok güçlü bağlantılar kurar. “Psapha” adlı şiirinde sokaklarda dolaşıp, tavlanacak kız arayan erkeksi bir lezbiyendir Sappho; Bilitis Lesbos’a gelir gelmez onu doğruca yatağa götürür.
Guy de Maupassant, “Paul’ün Metresi”nde yozlaşmış lezbiyen fahişeyi, masum ve genç bir erkekle karşılaştırır. Lezbiyenlik tüm kötülüklerin komutanıdır ve romandaki lezbiyenler “Lesbos, Lesbose” tanımıyla aşağılanır. Alphonse Daudet’nin “Sappho”sundaki fahişe model, genç erkek sevgilisini de kendini perişan eder. Daudet, hayatından izler taşıyan bu romanda, ilk büyük aşkı, Paris’in ünlü modellerinden Marie Rieu’yu anlatır. Dönemin tüm sanatçılarına poz vermiş, birçoğuyla aşk yaşamış, güzelliği tablolara işlenmiş Marie ile yaşadıklarını düşünerek Sapho’yu yazmıştır Daudet. Romanın Sappho’su ünlü erkeklerin metresi olmuş Fanny, lezbiyen maceralarıyla sevgilisinde rahatsız edici kaygılar uyandırır ama bir yandan da lezbiyenliği bizzat kendisi “en aşağılık, en korkunç” kötülük olarak tanımlar.
Yüzyıllarca edebiyatta süren Sappho’nun negatif lezbiyen imgeleri, sinemada çok daha abartılı bir görsel boyut kazanır. 1968’lerin kült filmlerinden Gunnar Steele’in yönettiği “Sappho Darling” ve yıllar sonra Robert Crombie tarafından yeniden çekilen “Summer Lover”, Sappho’yu bir lezbiyen cinsellik imgesi olarak fetişleştiren, erkeğin skopofilik hazzını besleyen fantezilerdir. Lesvos adasına tatile giden bir karı kocanın ilişkisi, cezbeli bir kadın tarafından bozulur. Önce kadın kadına, sonra erkeğin de eklemlendiği bir “Menage à trois” yaşanır. Erkek olmaksızın lezbiyenler arası bir cinselliğin tam olamayacağına dair eril yargı sağlanır. Kadınlar bakışın etkin denetleyicisi olan erkeğin bakışına sunulmak ve erkeğe zevk vermek üzere teşhir edilirken, kadınların kendisi için bir kayıp olduğu kaygısı, erkek röntgencinin lezbiyen seksin seyrinden aldığı hazzı kışkırtmaktadır. Ama nihayetinde erkeğin kaygısı yatıştırılır; tüm Sappho’ların sonunda Phaon’lara boyun eğdiğinin güvencesi verilir.
FEMİNİSTLER VE SAPPHO
Lezbiyen erotik sahneleri alabildiğine abartılı gösteren Sappho miti üzerine erkeklerce üretilen lezbiyenlik temalı yapım ve yapıtlar, heteroseksüel erkek fetişizminin, röntgenciliğin, sadistik dürtülerin tatmin edildiği tümüyle oportünist ve pragmatist ürünlerdir. Buna karşılık özellikle lezbiyen feministler Sappho’yu sahiplenerek, Sappho mitini olumlayan eserler ortaya koydular. Diana McLellan Hollywood’da Sapphism’in altın çağlarını anlattığı kitabı The Girls: Sappho Goes to Hollywood’da, 1920’ler ve 40’ların önde gelen lezbiyen ve biseksüel oyuncularının, özellikle Marlene Dietrich, Greta Garbo ve sevgilisi Mercedes de Acosta ile Isadora Duncan’ın hayatlarını cinsellik, feminizm ve film endüstrisindeki güç ilişkileri üzerinden değerlendirdi. Ne var ki kadınlar tarafından yazılan lezbiyen kurmacalar uzun süre Sappho’nun şiirlerindeki mitsel romantik imgelerin estetik kuşatmasına, pastoral ve saraylı rollere ve bizzat Sappho ile ilgili göndermelere takılıp kalır. Kadınlar arasındaki cinsel ilişki, heteroseksüelliğe göre biçimlendirilmediği zamanlarda da tersine narsistir: Kadınlar başka kadınları, onlarda kendilerini gördükleri için severler! Marguerite Yourcenar’ın “Sappho ya da İntihar” öyküsü bu aşılmaz çelişkiyi anlatır. Bütün kadınlar bir kadını sever; kendilerini severler delicesine, güzel bulmaya razı oldukları tek biçim her zaman kendi vücutlarıdır. Narkissos kendi olduğu şeyi sever Yourcenar’a göre Sappho ise kız arkadaşlarında bir zamanlar kendisinin olmadığı şeye tapar buruklukla. Genç kızların solgunluğu onda bekâretin neredeyse inanılmaz hatırasını uyandırır.
Kadınların yaşadığı aşk acılarını, kadın cinselliğini ve kadınlar arası aşkı anlattığı romanlarıyla entelektüel kadın dostluğunu ve sevgisini, modern anlamda lezbiyen cinselliğinin belirleyicisi olan aşka dönüştürerek, eski Yunan’dan günümüze taşıyan Colette’in, ünlü romanı O Zevkler’de anlattığı aristokrat ve entelektüel iki kadının aşkı, Sappho’nun Lesvos adasına kadar uzanır. Lezbiyenlerin estet-dekadan imajları içselleştirmelerine tahammül edemeyen Colette, lezbiyen aşkın temelini, geçici cinsel tutkulardan daha derine inen bir bağ olarak tasvir eder. Lezbiyenlerin estet-dekadan imajları içselleştirmelerine tahammül edemeyen Colette, The Pure And The Impure’da lezbiyen aşkın temelini, geçici cinsel tutkulardan daha derine inen bir bağ olarak tasvir eder. Ancak bir afyon batakhanesinde geçen romanda lezbiyenliği cinsel doyumsuzlukla aynı kefeye koyarak olumsuz stereotipleri yinelemekten kaçınamaz. Romanda aşk hayatı detaylarıyla anlatılan ise Renée Vivien’den başkası değildir. Paris edebiyat dünyasında asla tam olarak kabul görmeyen Vivien, şiirlerinde birinci tekil şahıs kullanarak cesurca dile getirdiği lezbiyen aşklarıyla tanınır. Yapıtlarında karamsarlığın ve ölümün ağır bastığı Vivien, Natalie Clifford Barney ile birlikte Sappho’yu yücelten şiirler yazdı; lezbiyen bir şiir akımı yaratmayı amaçladı. Yine beraber açtıkları “Dostluk Tapınağı” adlı salon lezbiyen kimliğin ve kültürün oluşmasında önemli rol oynadı.
Barney ve Vivien’in yanı sıra Romain Brooks, Radclyffe Hall, Katherine Bradley, Edith Cooper gibi dönemin yazarları ve H.D. ile Amy Lowell gibi modernist şairler, Sapphist ve lezbiyen terimlerinin türetildiği Sappho’nun hayatını ve eserlerini temel ve ilham kaynağı almışlardır. Sapphistlerden Radclyffe Hall, lezbiyen kimliğini açıklama ve kabul görme arzusunu, edebiyat aracılığıyla seslendirme cesareti gösteren, dönemin ‘aykırı’ yazarlarından biriydi. Heteroseksüel bir kadına âşık, doğuştan erkeksi bir üst sınıf lezbiyeni -büyük ölçüde kendi hayatını- anlattığı romanı The Well of Loneliness (1928), 1960’ların sonlarına kadar “lezbiyenlerin incili” olarak kabul edildi. Toplumsal kabul ve tanınırlık isteyişiyle politik bir mesaj taşıyan, lezbiyen cinselliğini ve tensel arzuyu detaylarıyla betimleyen roman ne var ki lezbiyeni, kadınlar tarafından dahi içselleştirilmiş negatif imgesinden kurtaramamıştı.
Ana akım toplumda lezbiyen haklarını destekleyen eşcinsel özgürlük hareketi ve lezbiyen feminist hareket ortaya çıkınca, olumlu, gerçekçi lezbiyen tasvirleri ve karakterler de üretilmeye başlandı. Tanrıça hareketi ve dişil mistisizmle de bağları olan kimi feministler, kadınlığın yeni simgelerinin kadınlığa özgü karşıtlıkları ifade edeceği düşüncesiyle, yeni simgeler ve imgeler için yarı mitsel bir anaerkil geçmiş ararlar. Lezbiyen yazını, alegorik anlatımlardan, gizli kodlardan, lezbiyen köken mitlerinden, fantezilerden, imgelemlerden beslenir. Eskil çağın kadın şairleri, Sappho ve Bilitis bu anlamda önemlidir.
70’lerden itibaren kendilerine Sappho’nun Kızları” adı veren lezbiyen topluluklar kurulur, Sappho’nun sanatını temel alan tiyatrolar sahnelenir. 80’li yıllarda Amerika’da feminizm ve cinsellik temalarını cesurca işleyen kitaplarıyla tanınan Erica Jong, Uçurumdaki Çığlık Sappho’da, şiirlerinden esinlenerek ve çocukluğundan başlayarak bizi Sappho’nun yaşamında bir yolculuğa çıkarır, tutkulu ve hassas Sappho’ya dişilliğini iade eder. Page Dubois, Sappho is Burning adlı çalışmasında, Sappho’nun Batı medeniyetlerinde, erkek egemen kültürlerde nasıl yalnızca bir lezbiyen şair imgesine indirildiğinin izini sürer. Erkeklerden tamamen farklı, özgün bir dil kullanan Sappho’yu, edebiyat tarihi, felsefe, cinsellik ve psikanaliz içinden yepyeni bir bakışla okuyarak yüzyıllar boyunca deforme edilen, fetişleştirilen, cinsel leştirilen Sappho mitine karşı durur. Sappho’s Immortal Daughters da yine Sappho mitleri için kültürel bir araştırmadır. Nancy Freedman, Sappho: The Tenth Muse adlı tarihi romanında çocukluğundan başlayarak bambaşka bir Sappho ile karşılaştırır okuru. Sappho denilince akla ilk gelen lezbiyen şair imgesinin onun çok yönlü kişiliğini örttüğünü belirten Freedman’a göre Sappho, ahlâki, entelektüel, cinsel açılardan bölünmüş bir ruh olmuştur.
Hande Öğüt
handeogut@gmail.com
Yazarın diğer incelemelerini okumak için tıklayınız.
Yazıya kılavuzluk eden Sappho kitapları:
Sapfo’nun Şiirleri, Çev: Kriton Dinçmen, Mephisto Yayınevi, 1994
Adım Hiç Unutulmayacak, Çev: Cevat Çapan, Adam Şiir Klasikleri, 2024
Nedir Gene Deli Gönlünü Çelen, Çev: Cevat Çapan, Can Yayınları, 2024
Şiirler Sappho, Çev: Samih Rifat, Yapı Kredi Yayınları, 2024
Fragmanlar Sappho, Çev: Erdal Alova, İş Bankası Kültür Yayınları, 2024
[1] Jodie Medd, “Günümüz Lezbiyen ve Gey Kurmacasında Geçmişle Karşılaşmak”, Gey ve Lezbiyen Yazını içinde, der. H. Setevens, çev. Kıvanç Tanrıyar, Sel Yayıncılık, 2024
[2] Bachofen, J.Jacob, Söylence, Din ve Anaerki, Çev. Nilgün Şarman, Payel Yay., 1997
Kapadokya’da Saatler
Şubat 4, 2024 by Editör
Filed under İzlenimler, Fotoğraf, Fotoğraf Sanatçıları, Fotoğraf Sanatı, Manşet, Sanat
Kapadokya’da Saatler
Fotoğraflar: Hakan Bilge
Kaybedenler Kulübü (2011, Tolga Örnek)
Şubat 3, 2024 by Editör
Filed under Manşet, Sanat, Sinema, Türk Sineması, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Filmin hikâyesi resmi internet sitesinde şöyle aktarılıyor:
‘’Alternatif kitaplar basan bir yayınevinin sahibi olan Kaan (Nejat İşler) ile Kadıköy’de bar işleten, çok sıkı bir plak ve efemera koleksiyoneri olan Mete (Yiğit Özşener), 90’lı yılların ikinci yarısında, sanki bir yerde oturmuş konuşuyorlarmış ve kimsenin bundan haberi yokmuş gibi bir radyo programı yapmaya başlarlar. Yaptıkları program zaman içinde hem onların hem de dinleyenlerin hayatını değiştirecektir. Programın şöhreti hızla yayılırken Kaan ve Mete eski hayatlarına aynen devam ederler. Her gün başka kadınlarla yalnızlığını gidermeye çalışan Kaan, aradığı aşkı Zeynep’te (Ahu Türkpençe) bulur ve aralarındaki hayat görüşü farklılığına rağmen bu aşkı tutkuyla yaşamaya çalışır. Bu arada herkesin ‘kendi kaybını’ bulduğu ‘Kaybedenler Kulübü’, toplumun farklı kesiminden insanları bir araya getirerek adeta bir ‘ortak mahalle’de buluşturur. Kendi yalnızlıklarıyla bile dalga geçen, sisteme her gün başkaldıran, hayatın kıyısında yaşayan Kaan ve Mete’nin renkli hayatlarını yansıtan programın tutkunları, ‘Kaybedenler Kulübü’nün üyeleridir artık…’’
Yaptıkları programın karşılığı olarak para, pul, şan, şöhret istemeyen, ikide bir ‘’Burası Türkiye, öyle Amerika’daki gibi ‘’cool’’ takılamazsınız, hacamat ediverirler adamı.’’ diyerek adeta gizli bir Oryantalist Cemiyeti’nin Türkiye temsilcisi gibi davranan yapımcı Aslı’nın her türlü kafakola alma, telif ödeme, sözleşme imzalama, profesyonelliğe geçme taleplerine ustalıklı bir şekilde karşı çıkan elemanlarımızın, tüm programlar arasında gün birincisi olduklarının ertesi günü yayının ortasında ‘’Kaybedenler Kulübü burada bitti’’ diyerek artık program yapmayacaklarını deklare etme cesaretleri karşısında yaşadığım şaşkınlığı, ünlü bir Türk büyüğünün şu veciz ‘’vay, vay, vay çantaya bak’’ sözleriyle ancak ifade edebildiğimi söylemeliyim.
Hakkında ‘’kesin öldürülecek’’ dedikoduları çıkmaya başladığı sıralarda ülkeyi terk eden Nazım Hikmet için birileri ‘’keşke kaçmasaydı’’ der demez Rahmi Eyüboğlu sorar: ‘’Sen hiç öldün mü, arkadaş?’’ Elemanların aldıkları tehditler ve can güvenliğini sağlayamayacaklarından dolayı programı son erdirmiş olmaları daha insancıl bir son olabilir hatta filmin tüm kurgusu bu tür bir finale yönelik hazırlanabilirken ‘’zirvedeyken bırakırım arkadaş’’ pozları inandırıcılık yönü çok düşük, aşırı idealize edilmiş bir tavırdır.
Yine de filmde böyle bir son tercih edilmiş olabilir ancak Kaan ve Mete’nin program yapmayı bırakmalarının yarattığı, daha başka bir ifadeyle yaratması istenilen etki ne kurguda, ne oyunculuklarda, ne müziklerde ne de seyircide karşılığını bulmuyor. Aynı zayıflık intihardan vazgeçen çocuğun aramasından sonra Aslı ile birlikte çorba içtikleri mekândaki sohbette göze çarpıyor. ‘’Cool’’ takılmak isteyen Kaan ve Mete, bunu yine beceremiyorlar ve bir şeyler sürekli eksik kalıyor. Ankara ve İstanbul’un pek çok ‘’mekân ve ortamında’’ bulunduğumu ve yirmi yıl önce bu ortamlarda şimdikinden daha ‘’ağır’’ takıldığımızı söylemeliyim. Yirmi yıl öncesini anlattığını düşünen bir filmin, kişisel tecrübelerimden de faydalanarak, döneme uygun anlatmadığı düşüncesindeyim.
Film beni hiçbir noktasında içine çekmedi. Oyuncularda bir tutukluk ve zorlama hali olduğunu gördüm. Örneğin, Kaan’ın yayımladığı kitaplar ve okuduğu yazarlardan bahsettiği bölümü, yutkunarak ve bitse de gitsek havasında oynadıkları metalik seslerinden anlaşılıyor. Bununla birlikte ‘’biz nasıl bir film yaptık be oğlum’’ diyen avangard bir ruh hali içerisinde iki sevişme arasını doldurmak için çekilmiş amaçsız ve ruhsuz pek çok bölüm bulunuyor. Gösterime girdiğinin ilk günü daha tepkiler ortaya çıkmadan, ‘’biz bir saate yakın sevişme sahnesini filme koymadık, DVD’den izlersiniz.’’ demek nedir alla’sen?
Bir tip bir yerde ‘’bizim 68 kuşağımız da bu’’ benzeri laflar geveliyor ki, tek kelimeyle içler acısı olduğu düşüncesindeyim. Dünya kapitalist sisteminin karşılaştığı en büyük toplumsal muhalefet dalgası olan, Fransa Mayıs 68’i kastedilerek 1968’le simgelenen, gücünü kapitalist tüketim toplumuna duyulan tepkiden, emperyalizme karşı verilen ulusal bağımsızlık mücadelelerinden ve Amerikan karşı-devrimciliğine duyulan öfkeden alan hareketi kızlarla marihuana eşliğinde içki içmek olarak anlayan zihniyete çok görmüyorum bu sözleri. 68 hareketi üzerine hiçbir şey bilmeden ve yalnızca kendi meşrebine göre yorumlayınca böyle bir sonuca varmış olmaları muhtemeldir ki doğaldır. Oryantalist zihniyetin en önemli temsilcilerinden birisi olduğunu düşündüğüm bir yayın organı başta olmak üzere çeşitli markaları gözümüze soka soka sistem, düzen ve toplum eleştirisi yaptığını düşünen elemanlarımızın bu ikilem ve yabancılaşmayı nasıl izah edebileceklerini merak ediyorum. Bu vesileyle ‘’Haram parayla sadaka vermek, sidikle abdest almaya benzer’’ sözünü, düzenin temsilcilerinin parasıyla düzen eleştirisi yaptığını düşünenlere ithaf etmek istiyorum.
Filmin olduğu hemen her yerde ‘’pompaya devam’’ sloganının karşımıza çıkıyor olması ne anlama gelmektedir? 70-80’li yıllarda sekse bulaşmış Yeşilçam’ın kentli, modern ve entelektüel kadının cinsel özgürlüğü kılıfı adı altında yeniden hayat bulmaya çalışması mıdır? Hollywood’un her ay onlarcasını çektiği bu türün Türk sinemasının çıtasını yükselttiği düşünülüyorsa, o çıtanın şu an nerde durduğunu inanın çok merak ediyorum.
Aslı ise değişik bir tipleme olmuş. Batıda eğitim görmüş ve Türkiye’yi de iyi biliyor. Her iki tarafın özgürlük sınırlarını, toplum yapılarını, kültürel kodlarını anlama kapasitesine sahip. Elemanlarımızın ‘’en iyi seks pozisyonu’’ oylaması yapmaları üzerine ‘’telefonların kilitlenmesine’’ neden olabilecek kadar yoğun bir şikâyet trafiği yaşanır. Yardımcısının durumu iletmesi sonrası ‘’tamam ben onların kulaklarını çekerim’’ diyerek otoriter bir yönetici portresi çizerken, odadan çıkmakta olan yardımcısının ardından ‘’peki hangi pozisyon birinci olmuş’’ diye seslenerek, aslında ne kadar özgürlükçü ve ‘’cool’’ olduğunu, hepimizi ters köşeye yatırarak bu tür ‘’ilkel’’ şikâyetlerin yalnızca ‘’Türkiye gibi ülkelerde’’ olabileceğini ‘’göstermiş’’ oluyor.
Hayatı kontrolsüz ve akışına göre yaşadıklarını düşünen adamlarımızın her hareketlerinin aşırı kontrollü olduğunu görmek de bir o kadar şaşırtıcı. Saç sakal, kılık kıyafetlerinin pejmürde görünmesi için normal kıyafetlerine verdiklerinden daha fazla para harcıyor olmalılar. Peki, bu adamlar neyi ‘’kaybetmişler’’? Kaan her anında kendisini yalanlayan bir karakter… Mete ile yan yana sevişirlerken utanmayan Kaan, Zeynep ile öpüşerek girdikleri ve içeride olacağı kesin Murat’ı ‘’fark edince’’ başka bir karaktere bürünüyor. Filmde tek sevdiğim Yiğit Özşener’in oyunculuğu olmuştur. Ancak güzelliğini olgunlukla harmanlaması gereken Ahu Türkpençe’nin olabilecek en kötü şekilde perdeye yansıtıldığı düşünüyorum; öyle ki, yönetmenin beceriksizliği sayesinde her gördüğümde kocaman bir burun ekranı kaplıyordu.
Yan karakterler üzerine bir şeyler yazmak gereksiz ancak Kuşbeyin karakteri Deliyürek dizisindeki Kuşçu karakterine eleştirel bir gönderme olabilir mi acaba? Aralarında sıkı bir benzerlik olduğu aşikâr… Sonra, Amerikalı veya Avrupalı ‘’kaybedenlerin’’ tek yiyeceği pizza olabilir ancak güzide ülkemizde pizza pahalı bir yiyecektir ve sürekli pizza yiyebilen kişi, bir de üzerine sürecek mayonezi varsa zengin bile sayılabilir. Alternatif kitapların marjinal çevirmeni Murat’ın ‘’dürüm’’ veya ‘’lahmacun’’ yediğini düşünebiliyor musunuz? Bu mümkün değildir çünkü bu durumda hem kaybeden hem ‘’kıro’’ olacaktır… Program sayesinde intiharın eşiğinden döndüğünü söyleyen gencin tam da Aslı hanımın elemanlarımızı fırçalamaya geldiği sırada arıyor olması dramatik değil, araklamaya çalıştıkları karma sosuna bulanmış tipik Hollywood romantizmi olmuş. Radyo başındaki başörtülü köylü kızı Ayşe tam bir karikatürize karakter… Hele Mete’nin boynuna düşen reçel hikâyesini erotik sosa bulayarak anlatmaya çalıştığı sırada utancından mıdır, nedir, zaten çeken radyonun anteniyle oynaması var ki, Freud bile gelse çözümlemekte zorlanır diyorum.
Freud demişken, Freud kişiliği oluşturan üç temel yapıyı id, ego ve süper ego olarak tanımlayarak, cinsel arzular ve saldırgan tepkilerin, sürekli tatmin peşinde olan id’den kaynaklandığını, id’in ego ve süper ego arasındaki çatışmaların kontrolden çıkması sonucu bireyin içinden çıkılmaz bir kaygıya düştüğünü ve ardından çocukluk çağındaki cinsel yaşamın acı olaylarına bağlı ruh hastalığı olan nevrozun geldiğini söylemiştir. Nevrotiğin sorunu yetişkinliğe geçişin tamamlanması yerine yetişkin olarak yeniden doğmak üzere bebekken ölmektir, kişisel yapısının belirgin bölümü başarısızlık konumunda takılmıştır. Her şeyi cinsellik olarak algılamak nevrotiğin hastalığıdır.
Erkek çocukta kastrasyon kargaşasının oluşumu kadın cinsel organını görüp de onca önemsediği penisin kadın bedeninin bir parçası olmadığını öğrenince başlar. Bundan sonra ilerdeki gelişiminin en güçlü itici gücünü sağlayan kastrasyon duygusunun etkisi altına girer. Dinsel öğreti ve törenlerin ana amaçlarından biri benlik duygusunun olabildiğince bastırılması ve katılım duygusunun geliştirilmesidir. Kadın bir çocuğun geçici gövdesini doğurur fakat erkekler onu ruhsal olarak yeniden doğururlar. Bu ikinci doğum esnasında birey, ilk doğumda olabileceği gibi sakat doğum veya fiziksel kazayla karşılaştırılabilecek bir konum yaşayabilir.
Mete ve Kaan üzerinde ikinci doğumlarını gerçekleştirmelerinde etkili olabilecek bir baba karakterini göremeyiz. Ailesi ile ilişkileri nasıldır, babaları kendilerine nasıl davranmıştır, bilemeyiz. Aile hakkında bilgi sahibi olmadığımız gibi arkadaş çevreleri de dardır ve dışarıdaki arkadaşları, iş arkadaşlarıdır. Radyoda sorumlu oldukları kişinin bile kadın olması manidardır. Tek baba figürü, Zeynep’in ‘’seni babama nasıl tanıştıracağım’’ sözlerinde belirir. Burada da Kaan dışlayıcı ve reddedici bir tutum sergiler.
Kaan ve Mete’nin engellenmiş ve tam bir insan kimliğine ulaşamamış, olgunlaşıp bütünleşememiş bir benlikten kaynaklanan çok ciddi sorunları olduğu, hayatlarındaki boşluğu, yalnızlık ve anlamsızlığı yeni bir anlam odağı oluşturarak doldurmaya çalışan zayıf karakterli insanlar olduğunu düşünüyorum. Kadını aşağılayan bir yaşam tarzını yücelten, kadını insan yerine koymayan, adının bilinmesine dahi gerek duyulmayan, yalnızca seks için gerekli bir nesne olarak gören Mete ve Kaan’ın tedaviye muhtaç hasta kişilikler olduğu ortadadır.
‘’Dahası inançları öylesine yozlaşmış insanlar var ki, İsa hakkında ağza alınmayacak küfürlere ses çıkarmıyorlar da papaya ya da prense şaka yollu hafif bir şeyler söylemenize dayanamıyorlar, özellikle kendi çıkarlarına dokunuyorsa.’’ Bilge Erasmus’un bu sözünden hareketle diyebiliriz ki, aslı bir Laz fıkrası olan (Temel çırağına sorar. Biz geçen Cuma namazını ne zaman kılmıştık. Çırak da kafasını kaşıyarak, galiba geçen Salı usta, der) ve bir filmde espri olarak kullanılamayacak kadar sığ bir repliği filmde kullanmak nasıl bir ifade biçimidir, anlayamıyorum.
Annesinin ‘’dün akşam programını dinledim’’ demesi üzerine Mete’nin ‘’niçin böyle bir şey yaptın’’ demesinin anlamı nedir? Korkuyor mu, endişeli mi yoksa yaptığından utanıyor mu? ‘’Utanç, utanılacak bir şey yapıldığının anlaşılmasıyla olur; genç insanlarda, bu iyi bir isim sahibi olma isteğinin işaretidir ve övgüye değerdir. İyi isim sahibi olup olmamanın umursanmaması ise pişkinlik olarak adlandırılır.’’ diyen Hobbes’a göre adamlarımızın yapmaya çalıştıklarının ‘’pişkinlik’’ olduğu anlaşılıyor.
Tür olarak ‘’komedi’’ yazan filmde tek bir espri olmaması nasıl açıklanabilir? Konuşmaları yazı ile verilen tipin ‘’siktirin gidin lan’’ demesinin ‘’lütfen gidin’’ olarak yazılması mıdır filmin türünü komedi olarak belirleyen ya da Beyoğlu’nun arka sokaklarında ‘’yaptığı yemekler ile güzel, paralı kadınlar arasında kalmış’’ Issız Adam hikâyesinin Kadıköy’de geçen sürümü diyebilir miyiz, bilemiyorum.
Donundaki kahverengi lekelerden bahsedebilecek kadar samimi, yazma aşkıyla dolu ve yazmayı bir an için bile bırakmayan, daktilosu olmadığı zamanlarda el yazısını kitap harflerine benzetmeye çalışarak bir gecede bazen iki-üç kopya yazarak editörlere gönderen Bukowski içindeki umudu hep muhafaza etmiş ve çok güçlü bir mizahı entelektüel pırıltıyla eserlerine başarıyla yaymışken kendilerini onunla kıyaslayan ‘’kaybetmişlere’’ ne diyebilirim?!
Fazla uzatmadan, filmin bir yerinde alaycı bir ifadeyle ‘’her şey için bir şiir yazmıştır abi’’ denilen, ‘’Biz, gerçek şiirin ölçüsünü arıyoruz. Vezin yok, kafiye yok, teşbih yok, istiare yok, demek ki şiir yok diyenin değil; vezin var, kafiye var, mecaz var, mübalağa var, teşbih var, hepsi var, hepsi var, fakat şiir nerede, diyecek olanın ölçüsünü’’ diyen bu dünyadan çok erken bir yaşta ayrılan Türk şiirinin en büyük kalemlerinden Orhan Veli’nin sözleriyle ifade etmek istersem: ‘’Müzik var, kurgu var, senaryo var, oyunculuk var ama film nerde?’’ demek isterdim ama inanın müzikler dışında -onlar da kendi emek ürünü değil ve filmi kurtarmaya yetmiyor- güzel bir şey yok.
Salim Olcay
salimolcay@hotmail.com.tr
Yazarın diğer film yazılarını okumak için bakınız.
b style=”mso-bidi-font-weight: normal;”
Salak Memo ve Çağdaş Aşiret Kültürü
Pek sık yaptığı bir iş değildi ama Salak Memo bir gazetedeki haberi okuyordu. Genellikle olaylarla ilgilenmezdi, yaşamı zaten zordu. Bilmesi gerekenleri televizyondan ya da tanıyıp güvendiği kişilerden kolayca öğreniyordu. Açıklamaları pek umursamıyordu. Büyükleri saymayı, onların söylediklerini tartışmadan kabul etmeyi, aşiretin isteğine asla karşı gelmemeyi yaşamanın temel yasası olarak çocukluğunda öğretmişlerdi ona. Çok büyük bir kente gelip eski dünyasından uzaklaşması onu yeni bir insan yapamamıştı. Aylardır işsiz olması kimsenin suçu değildi. Hiç değilse dağıtılan kömürler, erzak paketleri, yeni zenginlerin küçük hizmetler karşılığında bağışladığı yardımlar vardı. Karısı ve beş çocuğuyla aç kalmıyordu çok şükür. Aykırı görüşlerle karşılaşınca sanki elindekileri de kaybedecekmiş gibi öfke duyuyordu. Karşılaştığı aydın tipli, tepeden bakan, ona akıl vermeye kalkan, dediklerini pek de anlamadığı kişilerden hiç hoşlanmamıştı. “Konuşup çekip giderler, bir işin ucundan tutmazlar, adama değer vermez, bol bol akıl verirler” diyordu.
Başlangıçta ona çok kızdıysa da Salak Memo’ya bu adı, karşılaşıp biraz sevdiği eğitimli gençlerden biri takmıştı. “Mahmut Abi, kusura bakma da bu halde yaşıyorsun, okuyup yazman var, ne olup bittiğini görüyorsun, sen yokluk içinde, birileri sürekli zenginleşiyor, kendilerini zenginleştirmenin ilmini yapıp bunu sürdürmenin düzenini kuruyorlar, sen hala onlardan yardım bekliyorsun, hani dünyadan hiç haberi olmayan kara cahillerden biri olsan, ya da bozuk dönen çarklardan üç beş kuruş çıkarabilsen anlayacağım ama bu durumuna söyleyecek söz bulamıyorum. Senin gibilere adları ne olursa olsun ‘Salak Memo’ diyorum ben.”
Bunları bir başkası söylese Mahmut onu fena yapardı. Bu çocuk farklıydı, sesini çıkaramadı. Zamanla içindeki Salak Memo’yu tanıdı. Bazen biraz sevdi, çoğunlukla da kızdı. Kendine ve kendi gibi olanlara öfkesi, hiçbir zaman onlara aptal diyenlere duyduğu nefrete yaklaşamadı. İster akıl vermeye ister salaklığını yüzüne vurmaya kalksınlar, bu tondan konuşanlara hep “Evet, ben Salak Memo olabilirim, ama kimse bana böyle seslenemez” diye kızıp köpürdü.
….
Aydın kendini biraz yorgun hissediyor, bu yaşta soluğunun niçin böyle çabuk kesildiğini anlayamıyordu. “Belki de çok hızlı koştuğumuz için” diye düşündü. Her an iletişim içinde olunca bazen dakikalar saatler gibi yoğun geçiyordu. İnsanların oranlarla anlatılmaktan kurtulması gerektiğini düşünüyor, toplumun yüzde kaçının aptal olduğunu merak etmemeye çalışıyordu. Okumayı seven ve kafasının iyi çalıştığını düşündüğü Mahmut’un bile günü kurtaracak yardımlar dışında bir yol görmemesi iyice canını sıktı. Durumu kendince anlamaya çalıştı. Gözünün önüne büyük kentlere göçüp dışlanmış yaşamlar süren köylüler ve onlara aşiretlerinin buyruklarını cep telefonundan kısa mesajla gönderen eski ağalarının karikatürü geldi. “Eski düzen yeni biçimlerde sürüyor. Çağdaş aşiret kültürü kentlerde yeni bir ortaklığın temeli oluyor, eskiden yoksulluktan ağanın toprağında çalışmak zorunda kalan garibanlar, şimdi işsizlikten ve iş bulma umutlarının tümüyle ortadan kalkmasıyla onurlarını da yitiriyorlar. Yeni büyük ağaların küçük sadakalarına muhtaç oluyorlar.”
Aşiretlerin yoğun olarak hâkim olduğu bölgeleri koruyarak aşiret reisi ve ağa çocuklarını Osmanlı kültürüyle yetiştirmek amacıyla Sultan II. Abdülhamit 1892′de Mektebi Aşiret-i Hümayun’u açmış. (1)
Çağdaş aşiret kültürü. Böyle bir kavramın geçerliliği olabilir miydi? Bir “Türkiye Aşireti” mi kurulmak isteniyordu? Dindar nesil yetiştirme çabalarının amacı neydi? Üç çocuk yapma, kürtaj ve sezaryenden uzak durma, alkol kullanmama, kız erkek aynı evde kalmama, aykırı bulduklarını engelleyip ihbar etme çağrıları insanlara sorgulamayı unutturup tek bir yöne çevirmeyi mi amaçlıyordu? Toplumu aşiret kültürü benzeri bir yaklaşımla kaplayarak sessiz, söz dinleyen, karşı çıkmayı bilmeyen bir seçmen çuvalı yaratmak mı isteniyordu? Oysa sorgulayıcı, neden gösterici bir yaklaşımla toplumun etkinleştirilmesi, düşüncenin, bilimin, emeğin önünün açılması gerekmez miydi? Uzlaşma ancak böyle, karşıdakine saygı duyup anlamaya çalışarak, açıklamalar yaparak olmaz mıydı?
Tarihi ve yaşanmakta olanı çok iyi bilmese de özellikle kırsal alanda korunan eski tip ilişkilerin yeni İnternet’teki sanal cemaat ortamında bir anlamda sürebileceğini düşünüyordu. Bu durum nasıl başlamıştı? Her araç iyi ve kötü amaçlarla kullanılabiliyordu. Bir kâğıda yazılan not gerçeği yansıtabileceği gibi yalan da olabilirdi. Gazete, televizyon, İnternet haberleri gibi bilgisayar ve cep telefonlarına gönderilen mesajlar da doğru ve yanlış olabilirdi. Merkezi güç tüm teknolojik olanakları dürüstlüğü yasaklamak ve çağdaş aşiret kültürünü yaygınlaştırmak için kullanabilir miydi?
Büyük güç İnternet’i kontrol ettiğinde 1949′da canlandırılan 1984′ten bile daha derin bir karanlık mı başlayacaktı? (2)
….
Mahmut biraz zorlansa da haberi (3) okuyor, olup bitenleri anlamaya çalışıyordu.
Her şey bir salı sabahı başlamıştı. Yolsuzluk ve rüşvet soruşturması için düğmeye basılmış, sonrasında her gün yeni gelişmeler yaşanmış, tasfiyeler başlamış, istifalar olmuş, karşılıklı açıklamalar yapılmıştı.
Önemli iddialar varmış. Rüşvet çarklarının kara para aklama, altın kaçakçılığı gibi suçlar için döndüğü, para transferlerinden pay alındığı, engellerin de aynı yöntemlerle aşıldığı öne sürülüyormuş. Evlerde para sayma makinesi, çok sayıda çelik kasayla bir ayakkabı kutusunda para bulunmuş. Gün bitmeden karşı bir hamleyle operasyonu gerçekleştirenlerin de aralarında olduğu müdürler görevden alınmış. Yerlerine hemen yeni atamalar yapılmış, soruşturmaya ek savcılar atanmış. Bunların soruşturmaya müdahale olduğu söylenmiş. Gazeteciler işten atılmış. Tasfiyeler diğer kurumlara da sıçramış. Soruşturmada toplam 26 kişi cezaevine gönderilmiş. Birçok zanlı da serbest kalmış. Adli Kolluk Yönetmeliği’nde değişiklik yapılarak adli amir, savcı yerine emniyet müdürü ve vali olmuş. Hukuk çevreleri buna büyük tepki göstermiş. İptali için davalar açılmış. Emniyetin kapıları muhabirlere kapanarak basın odasını boşaltmaları istenmiş. “Herhangi bir yolsuzluk veya yanlışlık söz konusu olursa bunların üstü falan kapanmaz, kapanamaz” açıklaması yapılmış. Ardından bakan istifaları gelmiş. Bir bakan, başbakanın da istifa etmesi gerektiğini söylemiş. Bu arada ikinci bir soruşturma yürütüldüğü ortaya çıkmış. Gözaltı listesinde başbakanın oğlu için de ifade davetiyesi varmış. Ancak polisler gözaltı emrine uymamış. Kolluk kuvvetleri hakkında soruşturma başlatılmış. Dosyadan alınan savcı soruşturma yapmasının engellendiği açıklamasını yapmış. Başsavcı da onu eleştiren ve suçlayan karşı açıklamada bulunmuş. Adli kolluk yönetmeliğinin anayasaya aykırı olduğu söylenmiş. Kimliği belirsiz bir kişinin mali şube bilgisayarlarına girdiği söylenerek inceleme başlatılmış.
Yolsuzlukları protesto için Taksim’de düzenlenen eyleme polis müdahale etmiş. Çok sayıda kişi yaralanmış ve gözaltına alınmış.
Gerçeği görmek hiç kolay değildi. Her açıklamaya karşı tam tersi bir başkası yapılabiliyor, yavuz hırsızlar gariban evlerin sahiplerini bastırabiliyor, saraylara kimse giremiyordu. Olanlarda bir yanlışlık olmalıydı. Son dönemlerde yaşananları düşündü. Meydanların, caddelerin ve sokakların, sıradan insanların üzerine ne çok biber gazı sıkılmıştı. Kentte yaşayıp gözleri bu karanlık sisin içinde yaşarmayan, püskürtülen ilaçlı suları görüp yolunu değiştirmeyen insan neredeyse kalmamıştı. (4, 5, 6, 7) “Komplo, komplo, iç odaklar, dış odaklar deyip duruyorlar, onlar mı basıyor üzerimize bu gazları? Onlar mı getirip vermiş bu adamlara kutulara saklanan bunca parayı?” diye düşündü Mahmut.
….
Mahmut yoksulluk ve işsizliğin, başkalarına yalvarmaya ve sadakaya bağlı bir yaşamın çocuklarının da değişmez kaderi olabileceğini düşünüp deli gibi korktu. Genç arkadaşı sanki yanındaymış gibi onunla konuştu. “Aydın kardeş, Salak Memo olabilirim ama bu halkın yüzde kaçı öyle olursa olsun, ben aptal değilim” dedi. “Emaneti yağmalayanları bağışlamam, çocuklarımın geleceğini düşünüp bağışlamam. Ben artık aptal değilim!”
Mehmet Arat
mehmetarat@ymail.com
Yazarın diğer yazılarını okumak için tıklayınız.
1. Azınlık Okullarından Aşiret Mektebi’ne İstanbul’un En Gözde 100 Okulu,
http://www.millihaberler.com/yasam/azinlik-okullarindan-asiret-mektebine-istanbulun-en-gozde-100-okulu-h2785.html
2. Mehmet Arat, 1984, 1949′dan 2024+X’e,
http://sanatlog.com/sanat/1984-1949dan-2000xe
3. Fatih Yağmur, Türkiye’yi sarsan 12 gün,
http://www.radikal.com.tr/turkiye/turkiyeyi_sarsan_12_gun-1168406
4. Mehmet Arat, Taksim’siz Bir Mayıs,
http://blog.milliyet.com.tr/taksim-siz-bir-mayis/Blog/?BlogNo=413805
5. Mehmet Arat, Bir Taksim Polisiyesi,
http://sanatlog.com/sanat/bir-taksim-polisiyesi
6. Mehmet Arat, Kadınlar Nerde?,
http://sanatlog.com/sanat/kadinlar-nerde
7. Mehmet Arat, Türkiye CNN’de,
http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/turkiye-cnnde-24247