Kaybedenler Kulübü (2011, Tolga Örnek)

Filmin hikâyesi resmi internet sitesinde şöyle aktarılıyor:

‘’Alternatif kitaplar basan bir yayınevinin sahibi olan Kaan (Nejat İşler) ile Kadıköy’de bar işleten, çok sıkı bir plak ve efemera koleksiyoneri olan Mete (Yiğit Özşener), 90’lı yılların ikinci yarısında, sanki bir yerde oturmuş konuşuyorlarmış ve kimsenin bundan haberi yokmuş gibi bir radyo programı yapmaya başlarlar. Yaptıkları program zaman içinde hem onların hem de dinleyenlerin hayatını değiştirecektir. Programın şöhreti hızla yayılırken Kaan ve Mete eski hayatlarına aynen devam ederler. Her gün başka kadınlarla yalnızlığını gidermeye çalışan Kaan, aradığı aşkı Zeynep’te (Ahu Türkpençe) bulur ve aralarındaki hayat görüşü farklılığına rağmen bu aşkı tutkuyla yaşamaya çalışır. Bu arada herkesin ‘kendi kaybını’ bulduğu ‘Kaybedenler Kulübü’, toplumun farklı kesiminden insanları bir araya getirerek adeta bir ‘ortak mahalle’de buluşturur. Kendi yalnızlıklarıyla bile dalga geçen, sisteme her gün başkaldıran, hayatın kıyısında yaşayan Kaan ve Mete’nin renkli hayatlarını yansıtan programın tutkunları, ‘Kaybedenler Kulübü’nün üyeleridir artık…’’

kaybedenler-kulubuYaptıkları programın karşılığı olarak para, pul, şan, şöhret istemeyen, ikide bir ‘’Burası Türkiye, öyle Amerika’daki gibi ‘’cool’’ takılamazsınız, hacamat ediverirler adamı.’’ diyerek adeta gizli bir Oryantalist Cemiyeti’nin Türkiye temsilcisi gibi davranan yapımcı Aslı’nın her türlü kafakola alma, telif ödeme, sözleşme imzalama, profesyonelliğe geçme taleplerine ustalıklı bir şekilde karşı çıkan elemanlarımızın, tüm programlar arasında gün birincisi olduklarının ertesi günü yayının ortasında ‘’Kaybedenler Kulübü burada bitti’’ diyerek artık program yapmayacaklarını deklare etme cesaretleri karşısında yaşadığım şaşkınlığı, ünlü bir Türk büyüğünün şu veciz ‘’vay, vay, vay çantaya bak’’ sözleriyle ancak ifade edebildiğimi söylemeliyim.

Hakkında ‘’kesin öldürülecek’’ dedikoduları çıkmaya başladığı sıralarda ülkeyi terk eden Nazım Hikmet için birileri ‘’keşke kaçmasaydı’’ der demez Rahmi Eyüboğlu sorar: ‘’Sen hiç öldün mü, arkadaş?’’ Elemanların aldıkları tehditler ve can güvenliğini sağlayamayacaklarından dolayı programı son erdirmiş olmaları daha insancıl bir son olabilir hatta filmin tüm kurgusu bu tür bir finale yönelik hazırlanabilirken ‘’zirvedeyken bırakırım arkadaş’’ pozları inandırıcılık yönü çok düşük, aşırı idealize edilmiş bir tavırdır.

Yine de filmde böyle bir son tercih edilmiş olabilir ancak Kaan ve Mete’nin program yapmayı bırakmalarının yarattığı, daha başka bir ifadeyle yaratması istenilen etki ne kurguda, ne oyunculuklarda, ne müziklerde ne de seyircide karşılığını bulmuyor. Aynı zayıflık intihardan vazgeçen çocuğun aramasından sonra Aslı ile birlikte çorba içtikleri mekândaki sohbette göze çarpıyor. ‘’Cool’’ takılmak isteyen Kaan ve Mete, bunu yine beceremiyorlar ve bir şeyler sürekli eksik kalıyor. Ankara ve İstanbul’un pek çok ‘’mekân ve ortamında’’ bulunduğumu ve yirmi yıl önce bu ortamlarda şimdikinden daha ‘’ağır’’ takıldığımızı söylemeliyim. Yirmi yıl öncesini anlattığını düşünen bir filmin, kişisel tecrübelerimden de faydalanarak, döneme uygun anlatmadığı düşüncesindeyim.

kaybedenler-kulubu-film-elestirisi

Film beni hiçbir noktasında içine çekmedi. Oyuncularda bir tutukluk ve zorlama hali olduğunu gördüm. Örneğin, Kaan’ın yayımladığı kitaplar ve okuduğu yazarlardan bahsettiği bölümü, yutkunarak ve bitse de gitsek havasında oynadıkları metalik seslerinden anlaşılıyor. Bununla birlikte ‘’biz nasıl bir film yaptık be oğlum’’ diyen avangard bir ruh hali içerisinde iki sevişme arasını doldurmak için çekilmiş amaçsız ve ruhsuz pek çok bölüm bulunuyor. Gösterime girdiğinin ilk günü daha tepkiler ortaya çıkmadan, ‘’biz bir saate yakın sevişme sahnesini filme koymadık, DVD’den izlersiniz.’’ demek nedir alla’sen? 

Bir tip bir yerde ‘’bizim 68 kuşağımız da bu’’ benzeri laflar geveliyor ki, tek kelimeyle içler acısı olduğu düşüncesindeyim. Dünya kapitalist sisteminin karşılaştığı en büyük toplumsal muhalefet dalgası olan, Fransa Mayıs 68’i kastedilerek 1968’le simgelenen, gücünü kapitalist tüketim toplumuna duyulan tepkiden, emperyalizme karşı verilen ulusal bağımsızlık mücadelelerinden ve Amerikan karşı-devrimciliğine duyulan öfkeden alan hareketi kızlarla marihuana eşliğinde içki içmek olarak anlayan zihniyete çok görmüyorum bu sözleri. 68 hareketi üzerine hiçbir şey bilmeden ve yalnızca kendi meşrebine göre yorumlayınca böyle bir sonuca varmış olmaları muhtemeldir ki doğaldır. Oryantalist zihniyetin en önemli temsilcilerinden birisi olduğunu düşündüğüm bir yayın organı başta olmak üzere çeşitli markaları gözümüze soka soka sistem, düzen ve toplum eleştirisi yaptığını düşünen elemanlarımızın bu ikilem ve yabancılaşmayı nasıl izah edebileceklerini merak ediyorum. Bu vesileyle ‘’Haram parayla sadaka vermek, sidikle abdest almaya benzer’’ sözünü, düzenin temsilcilerinin parasıyla düzen eleştirisi yaptığını düşünenlere ithaf etmek istiyorum.

Filmin olduğu hemen her yerde ‘’pompaya devam’’ sloganının karşımıza çıkıyor olması ne anlama gelmektedir? 70-80’li yıllarda sekse bulaşmış Yeşilçam’ın kentli, modern ve entelektüel kadının cinsel özgürlüğü kılıfı adı altında yeniden hayat bulmaya çalışması mıdır? Hollywood’un her ay onlarcasını çektiği bu türün Türk sinemasının çıtasını yükselttiği düşünülüyorsa, o çıtanın şu an nerde durduğunu inanın çok merak ediyorum.

sanatlogcom

Aslı ise değişik bir tipleme olmuş. Batıda eğitim görmüş ve Türkiye’yi de iyi biliyor. Her iki tarafın özgürlük sınırlarını, toplum yapılarını, kültürel kodlarını anlama kapasitesine sahip. Elemanlarımızın ‘’en iyi seks pozisyonu’’ oylaması yapmaları üzerine ‘’telefonların kilitlenmesine’’ neden olabilecek kadar yoğun bir şikâyet trafiği yaşanır. Yardımcısının durumu iletmesi sonrası ‘’tamam ben onların kulaklarını çekerim’’ diyerek otoriter bir yönetici portresi çizerken, odadan çıkmakta olan yardımcısının ardından ‘’peki hangi pozisyon birinci olmuş’’ diye seslenerek, aslında ne kadar özgürlükçü ve ‘’cool’’ olduğunu, hepimizi ters köşeye yatırarak bu tür ‘’ilkel’’ şikâyetlerin yalnızca ‘’Türkiye gibi ülkelerde’’ olabileceğini ‘’göstermiş’’ oluyor.

Hayatı kontrolsüz ve akışına göre yaşadıklarını düşünen adamlarımızın her hareketlerinin aşırı kontrollü olduğunu görmek de bir o kadar şaşırtıcı. Saç sakal, kılık kıyafetlerinin pejmürde görünmesi için normal kıyafetlerine verdiklerinden daha fazla para harcıyor olmalılar. Peki, bu adamlar neyi ‘’kaybetmişler’’? Kaan her anında kendisini yalanlayan bir karakter… Mete ile yan yana sevişirlerken utanmayan Kaan, Zeynep ile öpüşerek girdikleri ve içeride olacağı kesin Murat’ı ‘’fark edince’’ başka bir karaktere bürünüyor. Filmde tek sevdiğim Yiğit Özşener’in oyunculuğu olmuştur. Ancak güzelliğini olgunlukla harmanlaması gereken Ahu Türkpençe’nin olabilecek en kötü şekilde perdeye yansıtıldığı düşünüyorum; öyle ki, yönetmenin beceriksizliği sayesinde her gördüğümde kocaman bir burun ekranı kaplıyordu.

Yan karakterler üzerine bir şeyler yazmak gereksiz ancak Kuşbeyin karakteri Deliyürek dizisindeki Kuşçu karakterine eleştirel bir gönderme olabilir mi acaba? Aralarında sıkı bir benzerlik olduğu aşikâr… Sonra, Amerikalı veya Avrupalı ‘’kaybedenlerin’’ tek yiyeceği pizza olabilir ancak güzide ülkemizde pizza pahalı bir yiyecektir ve sürekli pizza yiyebilen kişi, bir de üzerine sürecek mayonezi varsa zengin bile sayılabilir. Alternatif kitapların marjinal çevirmeni Murat’ın ‘’dürüm’’ veya ‘’lahmacun’’ yediğini düşünebiliyor musunuz? Bu mümkün değildir çünkü bu durumda hem kaybeden hem ‘’kıro’’ olacaktır… Program sayesinde intiharın eşiğinden döndüğünü söyleyen gencin tam da Aslı hanımın elemanlarımızı fırçalamaya geldiği sırada arıyor olması dramatik değil, araklamaya çalıştıkları karma sosuna bulanmış tipik Hollywood romantizmi olmuş. Radyo başındaki başörtülü köylü kızı Ayşe tam bir karikatürize karakter… Hele Mete’nin boynuna düşen reçel hikâyesini erotik sosa bulayarak anlatmaya çalıştığı sırada utancından mıdır, nedir, zaten çeken radyonun anteniyle oynaması var ki, Freud bile gelse çözümlemekte zorlanır diyorum.

Freud demişken, Freud kişiliği oluşturan üç temel yapıyı id, ego ve süper ego olarak tanımlayarak, cinsel arzular ve saldırgan tepkilerin, sürekli tatmin peşinde olan id’den kaynaklandığını, id’in ego ve süper ego arasındaki çatışmaların kontrolden çıkması sonucu bireyin içinden çıkılmaz bir kaygıya düştüğünü ve ardından çocukluk çağındaki cinsel yaşamın acı olaylarına bağlı ruh hastalığı olan nevrozun geldiğini söylemiştir. Nevrotiğin sorunu yetişkinliğe geçişin tamamlanması yerine yetişkin olarak yeniden doğmak üzere bebekken ölmektir, kişisel yapısının belirgin bölümü başarısızlık konumunda takılmıştır. Her şeyi cinsellik olarak algılamak nevrotiğin hastalığıdır.

nejat-isler-filmleri

Erkek çocukta kastrasyon kargaşasının oluşumu kadın cinsel organını görüp de onca önemsediği penisin kadın bedeninin bir parçası olmadığını öğrenince başlar. Bundan sonra ilerdeki gelişiminin en güçlü itici gücünü sağlayan kastrasyon duygusunun etkisi altına girer. Dinsel öğreti ve törenlerin ana amaçlarından biri benlik duygusunun olabildiğince bastırılması ve katılım duygusunun geliştirilmesidir. Kadın bir çocuğun geçici gövdesini doğurur fakat erkekler onu ruhsal olarak yeniden doğururlar. Bu ikinci doğum esnasında birey, ilk doğumda olabileceği gibi sakat doğum veya fiziksel kazayla karşılaştırılabilecek bir konum yaşayabilir.

Mete ve Kaan üzerinde ikinci doğumlarını gerçekleştirmelerinde etkili olabilecek bir baba karakterini göremeyiz. Ailesi ile ilişkileri nasıldır, babaları kendilerine nasıl davranmıştır, bilemeyiz. Aile hakkında bilgi sahibi olmadığımız gibi arkadaş çevreleri de dardır ve dışarıdaki arkadaşları, iş arkadaşlarıdır. Radyoda sorumlu oldukları kişinin bile kadın olması manidardır. Tek baba figürü, Zeynep’in ‘’seni babama nasıl tanıştıracağım’’ sözlerinde belirir. Burada da Kaan dışlayıcı ve reddedici bir tutum sergiler. 

Kaan ve Mete’nin engellenmiş ve tam bir insan kimliğine ulaşamamış, olgunlaşıp bütünleşememiş bir benlikten kaynaklanan çok ciddi sorunları olduğu, hayatlarındaki boşluğu, yalnızlık ve anlamsızlığı yeni bir anlam odağı oluşturarak doldurmaya çalışan zayıf karakterli insanlar olduğunu düşünüyorum. Kadını aşağılayan bir yaşam tarzını yücelten, kadını insan yerine koymayan, adının bilinmesine dahi gerek duyulmayan, yalnızca seks için gerekli bir nesne olarak gören Mete ve Kaan’ın tedaviye muhtaç hasta kişilikler olduğu ortadadır.
‘’Dahası inançları öylesine yozlaşmış insanlar var ki, İsa hakkında ağza alınmayacak küfürlere ses çıkarmıyorlar da papaya ya da prense şaka yollu hafif bir şeyler söylemenize dayanamıyorlar, özellikle kendi çıkarlarına dokunuyorsa.’’ Bilge Erasmus’un bu sözünden hareketle diyebiliriz ki, aslı bir Laz fıkrası olan (Temel çırağına sorar. Biz geçen Cuma namazını ne zaman kılmıştık. Çırak da kafasını kaşıyarak, galiba geçen Salı usta, der) ve bir filmde espri olarak kullanılamayacak kadar sığ bir repliği filmde kullanmak nasıl bir ifade biçimidir, anlayamıyorum.

Annesinin ‘’dün akşam programını dinledim’’ demesi üzerine Mete’nin ‘’niçin böyle bir şey yaptın’’ demesinin anlamı nedir? Korkuyor mu, endişeli mi yoksa yaptığından utanıyor mu? ‘’Utanç, utanılacak bir şey yapıldığının anlaşılmasıyla olur; genç insanlarda, bu iyi bir isim sahibi olma isteğinin işaretidir ve övgüye değerdir. İyi isim sahibi olup olmamanın umursanmaması ise pişkinlik olarak adlandırılır.’’ diyen Hobbes’a göre adamlarımızın yapmaya çalıştıklarının ‘’pişkinlik’’ olduğu anlaşılıyor.

Tür olarak ‘’komedi’’ yazan filmde tek bir espri olmaması nasıl açıklanabilir? Konuşmaları yazı ile verilen tipin ‘’siktirin gidin lan’’ demesinin ‘’lütfen gidin’’ olarak yazılması mıdır filmin türünü komedi olarak belirleyen ya da Beyoğlu’nun arka sokaklarında ‘’yaptığı yemekler ile güzel, paralı kadınlar arasında kalmış’’ Issız Adam hikâyesinin Kadıköy’de geçen sürümü diyebilir miyiz, bilemiyorum. 

Donundaki kahverengi lekelerden bahsedebilecek kadar samimi, yazma aşkıyla dolu ve yazmayı bir an için bile bırakmayan, daktilosu olmadığı zamanlarda el yazısını kitap harflerine benzetmeye çalışarak bir gecede bazen iki-üç kopya yazarak editörlere gönderen Bukowski içindeki umudu hep muhafaza etmiş ve çok güçlü bir mizahı entelektüel pırıltıyla eserlerine başarıyla yaymışken kendilerini onunla kıyaslayan ‘’kaybetmişlere’’ ne diyebilirim?!

tolga-ornek-filmleri

Fazla uzatmadan, filmin bir yerinde alaycı bir ifadeyle ‘’her şey için bir şiir yazmıştır abi’’ denilen, ‘’Biz, gerçek şiirin ölçüsünü arıyoruz. Vezin yok, kafiye yok, teşbih yok, istiare yok, demek ki şiir yok diyenin değil; vezin var, kafiye var, mecaz var, mübalağa var, teşbih var, hepsi var, hepsi var, fakat şiir nerede, diyecek olanın ölçüsünü’’ diyen bu dünyadan çok erken bir yaşta ayrılan Türk şiirinin en büyük kalemlerinden Orhan Veli’nin sözleriyle ifade etmek istersem: ‘’Müzik var, kurgu var, senaryo var, oyunculuk var ama film nerde?’’ demek isterdim ama inanın müzikler dışında -onlar da kendi emek ürünü değil ve filmi kurtarmaya yetmiyor- güzel bir şey yok.

Salim Olcay

salimolcay@hotmail.com.tr

Yazarın diğer film yazılarını okumak için bakınız.

b style=”mso-bidi-font-weight: normal;”