Pak Parti
PKK kendisine Pak Parti denmesini istedi.
Bu haber başlığını görenler uzun süre düşündükleri halde bir anlam veremediler. Neydi bu PKK, nereden çıkmıştı, neden şimdi böyle bir açıklama yapıyordu?
Bazıları yaşadıkları hızlı iletişim çağının gereklerini yerine getirerek hemen unuttular, başka dünyalara dalıp bir daldan diğerine sekerek gezintilerini sürdürdüler.
Pek azı konuyu araştırmaya değer gördü. Kısa bir uğraştan sonra bazı bilgilere ulaşabildiler.
….
İlk izlenimleri haber yeni olsa da konunun epey geride kalmış olmasıydı. Geçmişteki bazı olaylarla ilgili yeni kaynaklar bulunmuştu. Anlamakta zorlandıkları bir kavrama ulaşmışlardı. Bölücülük. Uzun süredir çatışmalardan, savaşlardan uzak yaşadıkları için ayrı düşmek nedir bilmiyorlardı. Nefretten, düşmanlıktan tümüyle habersizdiler. Konuyla ilgili buldukları bir metni yorumlayarak anlamaya çalıştılar.
“Bölücülük. Bunu anlatmak kolay değil. Bir örnek vereyim. Yağmur yağdı yağacak bulutlu bir sonbahar gününde Tayyar Bey eline keskin bir bıçak alıp olgunlaşmış parlak, bir yanı kırmızı elmayı ikiye ayırırsa kim bölücü olur? Yarısı yeşil elmanın parçalarından biri mi? Onu kesen bıçak mı? Bıçağı elinde tutan Tayyar Bey mi? Yoksa ona “Bu elmanın yarısı yeşil, yarısı kırmızı. Bir yanı güneş görmüş, olgunlaşmış, serpilip gelişmiş. Diğer yanı geri kalmış. Toprağın suyundan, güneşin sıcaklığından yararlanamamış. Kesip ayırmalısın ikisini birbirinden” diyen bir başkası mı?”
Bu tuhaf paragrafı kim, ne zaman yazmıştı? Bu konuda bilgi yoktu. Ama şu an içinde oldukları kardeşlik ortamından çok önce olmalıydı mutlaka. Çünkü gördükleri diğer yazılar, haberler hiç de güzel bir ilişkiyi anlatmıyordu. Çıkar çatışmasıyla beslenen nefret ve hoşgörüsüzlüğün getirebileceği sonuçların en acı örneklerini görüyorlar, bunlarla karşılaşmaya alışmamış yürekleri derin bir acıyla yanıyordu.
….
Pak Parti’yle ilgili araştırmalarından bir sonuç alamadan bu kez bir Akça Parti’yle karşılaştılar.
Buldukları not “Akça Parti kararıyor mu?” diye başlıyor ve içinde şöyle deniyordu:
“Öteden beri AKP’nin kısaltma olarak Akça Parti kullanılmasını istemesini pek anlayamadım. Aydınlanma ve Kurtuluş Partisi’ne niçin böyle densin ki? Ya PKK bu kısaltma bizi kötü gösteriyor, bize Pak Parti densin derse ne olacak? Ama sonuçta her bireyin, her kurumun başkalarına zarar vermediği sürece dilediğini düşünme, söyleme ve isteme hakkı vardır.”
Daha sonra anayasa tartışmalarından söz ediliyordu. Notları okumadan önce bunun anlamını öğrenmeleri gerekti. Çünkü yaşamlarında yasaların ne kendisi, ne anası, ne de babası vardı. Epey çaba harcadıktan sonra bunların ilkel toplumlardaki insanlar ve gruplar arasındaki ilişkileri düzenleyen kurallar dizisi olduğunu anlar gibi oldular. Bir gezegende yaşayanların ne kendilerine, ne birbirlerine, ne geçmişlerine, ne de çocuklarının geleceğine saygısı yoksa, davranışlarını tümüyle bencillikleri ve çıkarları belirliyor, çatışmalarda üstün gelen her istediğini yapabiliyorsa işlerin çok da kötüye gitmemesi için bazı önlemler alınması gerekiyordu. Hukuk denilen genel bir doğruya uymaya çalışarak önce genel, sonra özel kurallar hazırlanıyordu. Yine de bu uygulamalar kesin çözüm getirmiyordu, çünkü gücü eline geçiren hepsini dilediği gibi çarpıtıyor, değiştiriyor, bildiğini okuyordu.
Anayasayı araştırırken bir yazıda (1) karşılaştıkları sansür sözcüğü başlarına iş açtı. Bunun ne olduğunu anlamak için epey kafa yordular.
O koşulları tümüyle anlamaları olanaksızdı. Yine de bir an için orada olduklarını düşündüklerinde büyük bir üzüntü duydular. Acımasız kalabalığın içine düşmüş duyarlı, güzel insanlar büyük zorluklara katlanmış olmalıydı.
Sonra insanların hak ve özgürlüklerini korumayı güvence altına alması beklenen anayasayla ilgili buldukları notları anlamaya çalıştılar.
“Ama anayasanın eşitlikle ilgili maddesinde yürütme ve yasama gücünü elinde tutan tarafın mutlak anlamda eşitliğe, ayrımcılık yasağına, sosyal dışlanmaya karşı güvence verilmesine, devletin pozitif yükümlülüğü ve kadın erkek eşitliği gibi temel kavramlarda düzenleme yapılmasına karşı çıkmasına bir anlam veremedim. Yönetimde olmak, güç, insanı değiştirebilir. Ama yine de sorumluluk, sağduyu ağır basmalı. Haklı isteklere kulak tıkamak, zorla, baskıyla, katı sınırlarla insanları ve toplumu dönüştürmeye çalışmak olumlu sonuçlar vermiyor. Üstelik çok ağır bedeller ödenmesine yol açabiliyor. İletişimin, düşüncenin, bilimin önünün en azından teknik olarak böylesine açılmış olduğu bir çağda özgür bir gelecek diliyorum.”
Geçmişi anlamak kolay değildi. İletişim, düşünce ve bilim sözcüklerinde bir sorun yoktu. Artık bunların tümü sonsuz bir özgürlüğe kavuşmuştu. Yeryüzünü paylaşan insanlar doğanın bir parçası olduklarının bilincindeydiler. Hem birbirlerini, hem de gezegeni paylaştıkları tüm canlıları her an yüreklerinde hissediyorlardı. Ama baskı ve sınır kavramları onlar için bir anlam taşımıyordu. Ancak çok uzun bir araştırma ve okuma programından sonra biraz olsun atalarının bir zamanlar yaşadığı sıkıntıları anlayabildiler.
Bir başka notta “Anayasayı cinsellik ve mahalle baskısı tıkadı” deniyordu. Cinselliğin yalnızca nüfus artışı sağlamak ve çocuk yapmak için yaşanması isteniyor, bunun dışındaki yaklaşımların yanlış olduğu söyleniyordu. Özgürlüklerinin gücüyle yaşadıkları mutluluğu düşününce bunu da anlamaları kolay değildi.
“En az üç çocuk önerisi batıda kabul görse bile artış hızı uzak bölgelerdekine yetişemez. On yıl, yirmi yıl sonra oradaki nüfus ezici bir çoğunluğa ulaşabilir. Geçmişte bugünün güçlü partisine kayan avantaj o bölgede yaşayanların destekleyeceği bir başkasına kayabilir.”
Burada ne söylendiğini pek anlamadılar. Seçim, propaganda, oy almak ya da satın almak, yönetimi ele geçirmek için her türlü yolu deneyerek kendi çıkarlarına yatırım yapmak tanıdıkları kavramlar değildi. Fazla üzerinde durmadan geçtiler.
Beynin değişkenliği ve aşkı konu alan not epey ilgilerini çekti. Onlar için geçmişten gelen böyle bir not bulmak, taş devrinden kalmış bir bilgisayar bulmaktan farksızdı. Notta bilim insanlarının cinsel tercih konusundaki çalışmalarından söz ediliyor, bazıları cinsel tercihin doğuştan geldiğini söylese de yıllarca heteroseksüel olan ve hiçbir biseksüel geçmişi olmayan insanların bile homoseksüel aşk yaşayabildiği anlatılıyordu.
Notlardan birinde insanın doğaya verdiği zarardan söz ediliyordu. (2)
Çevreye ve topluma karşı duyarlı olmaya çağıran notlar onları duygulandırıyor, kendilerini borçlu hissediyorlardı. Yaşadıkları güzel dünyayı işte bu tür kişilere borçluydular, kim olduklarını bilmeseler de onları kendi ataları olarak kabul ediyor, seviyor, saygı ve minnet duyuyorlardı.
….
“PKK kendisine Pak Parti denmesini istedi.”
Haberin kaynağı olan notta böyle yazıyordu.
Tarih 29 Ekim 2024 olarak atılmıştı ama ayrıntılı bir inceleme yapmadan bunun gerçekten bu zamanda mı, yoksa çok daha önce mi yazıldığını bilebilmek olanaksızdı.
Amed adı verilen bir yerde yapılan açıklamadan söz ediliyordu.
Yazıda geçmişte karşılıklı yanlışlar yapıldığı, ancak dönemin başbakanının önerilerini dikkate alan yoksul bölge insanlarının üstün doğurganlığının önce bölgede, sonra da genelde diğerlerini azınlık durumuna getirdiği belirtiliyordu. Bundan sonra yeni bir sayfa açılacağı, partinin eski kısaltmasının hem kötü çağrışımlar yapan söyleniş biçimi, hem de geçmişte yaşanan üzücü olayları anımsatması nedeniyle artık kullanılmayacağı söyleniyordu.
“Partilerin Kardeşlik Kuruluşu olarak açıldığımızda kısaltmamızın PKK olacağını hiç düşünmemiştik. Geçen yıllarda kısaltmamız adımızdan çok yıprandı. Sorunları geride bıraktığımız, gerçek kardeşlik, barış ve dayanışmanın ışıklarını gördüğümüz bu koşullarda yaptığımız değişiklikle “Partiler Arası Kardeşlik” oluşumunun yaşama geçmesinin mutluluğunu yaşıyoruz.”
….
Gördükleri haberle ilgili gerçeği araştıranların buldukları son not bu oldu. Geçmişle ilgili yeni izler taşıyarak günlük yaşamlarına döndüler.
1. Burcu Cebesoy, Sinemada Sansür, http://sanatlog.com/etiket/sansur-sistemi-ve-anayasa/
2. Mehmet Arat, Doğanın En Büyük Yanlışı: İnsan, http://blog.milliyet.com.tr/doga-nin-en-buyuk-yanlisi–insan/Blog/?BlogNo=352989
Mehmet Arat
mehmetarat@ymail.com
Yazarın öteki yazıları için tıklayınız.
Fatih-Harbiye’den Nişantaşı-Tophane’ye
GAG isimli bir program vardı hani, eski reklamlar, kamera şakaları, “komik görüntüler”den müteşekkil; özgün sayılamayacak, sanıyorum, hafta sonu gecelerini doldurması için yayınlanan bir yapım. Bir de, bu GAG ile hayatımıza giren, işin açığı, fiziki açıdan, ekrana pek de estetik olmayan bir görüntü veren ve ilgili kasetler arasında, içerikle ilgili, bazen de içerikten bağımsız, espriler yapan, ya da yaptığını zanneden bir sunucu kadın; Gülse Birsel.
Ben böyle, pek de olumlu şeyler söylemedim, kendisini tanıtırken; ama, Birsel, GAG’dan sonra, birden köşe, hatta kitap yazarı, dizi senaristi ve hem dizi hem sinema oyuncusu oldu. Kendisinin, bunların tamamında vasat, vasatın altında olduğunu, bence, söylemeye bile gerek yok; ancak, ne yazık, medya patronlarının tam da istediği tipteki “yetenek”lerin başında geliyor artık, Gülse Birsel. Tabii, biz kıskandığımız için bok atıyoruz kendisine; bakmayın siz, O, bir entelektüel ve kalem ehli bir mütefekkir aslında!
Her ne ise, kendisinden neden bahsetmek icap ettiğine gelirsek; Gülse Hanım, sahillerde şenlenilsin, diye; yeni bir kitapla, yaza merhaba, demiş; çift renkli kapaklı bu kitabın adı da, Yazlık imiş; güzel. Ben, henüz bunun korsikasyonuna, korsan diyenler de var, rastlamadığım için, kitabı okumadım. Merak buyrulmasın, okumadığım kitaba dair konuşacak, değilim. Sadece, Berrin Karakaş’ın, 11 Haziran’da, Radikal’de yayınlanan, kitap vesilesi ile Birsel ile, yaptığı röportajdaki bir bölümden bahsedeceğim.
Sanıyorum, Yazlık’ta geçtiği için, Karakaş, Gülse Hanım’a şu soruyu yöneltiyor: “Yarın öbür gün Türkiye’de demokrasiyi göreceğiz. ‘Nişantaşı gibi mi yoksa Tophane gibi mi?’diye soruyorsunuz. Demokrasiyi nasıl tarif ediyorsunuz? Nişantaşı demokrasisi Tophane demokrasisi ayrımı nasıl yapılır?” Öncelikle, bunu okur okumaz, burada, güzel bir kavram analizi değilse bile, “ilginç” bir “kavramsallaştırma” gördüğümü itiraf etmeliyim.
Cevaba gelirsek, Birsel, şöyle demiş: “Nezaket kavramının değerini tamamen unutmak üzereyiz. Ne siyasette, ne günlük hayatta, ne medyada, kibarlık, adap kalmadı, geçmiş olsun. Hâlbuki hoşgörünün, kendini ifade edebilmenin, tahammülün, önemli ayaklarındandır. Nişantaşı’nın o nezaketini seviyorum. Saldırganlık yok. Mahalleye bufalo sürüsü girse, insanlar semtin genel havası yüzünden gülümseyerek bakıp, en fazla belediyeye telefon açar. Demokrasinin, herkesin isteklerini bağıra çağıra, diğerini eze eze ve gerekirse kaba kuvvetle söke söke alacağı bir hayat tarzı olduğunu zannetmeye başladı millet. Öyle değil. O bakımdan oyum Nişantaşı tarzı demokrasiye.”
Ekleyelim, Nişantaşı ile ilgili, önceki soruda da şöyle bir malumat var: “Nişantaşı’nın neşesini, mutluluğunu seviyorum. Dertsiz, aydınlık, herkesin birbirine kibar davrandığı bir mahalle. Ama bir yandan da steril, zevksiz değil, bir tarihi, 50 yıldır oturanları, tanıdık bakkalı çakkalı var.” Röportajda, daha pek çok “önemli” konuda, daha pek çok “önemli” tespitin bulunduğunu da belirteyim, okumayanlar için.
Başlamadan, biz tabii, Nişantaşı’nı, Orhan Pamuk’un romanlarından, Ahmet Hakan’ın “olağanüstü” köşe yazılarından, Pelin Batu’nun içinde bulunduğu magazin haberlerinden biliriz, o yüzden buraya dair pek konuşamayacağız; ancak, Nişantaşı, mahallelerini bufalo sürüsü basınca bile gülümsemeye devam edecek olan insanlara sahip bir semt ise, ortada çok “sakat” bir durum var bence. İlgililer, bu konuya el atmalı, zekâlarında azlık ve durgunluk sezdiğim bu güruhu, derhal müşahede altına almalı.
Gülse Birsel, aslına bakarsanız, bu çok naif ve apolitik gibi görünen tespitlerinde, gayet zekice şeyler söylüyor. Çok ciddiyim. Yazarın, Tophane ve Nişantaşı tasnifi ve çözümlemesinde, memleketi ve siyaseti, gayet iyi analiz eden, AKP’lileşmemiş bir liberal akademisyenin soğukkanlı havası var. Neler sayıyor, Nişantaşı’nı tarif ederken; nezaket, kibarlık, tahammül, hoşgörü, neşe, mutluluk, dertsizlik vs. İtirazı olan yoktur sanırım, olamaz da zaten. Ülkenin en zengin veya en ünlü insanlarının yaşadığı en arınık muhitini, içeriden birinin, başka türlü anlatması, zaten tuhaf olurdu. Ama dediğim gibi, bunlar basit görülmesin, burada, Birsel, bu söylediklerinin politik arka planını gayet iyi biliyor ve dikkat edilsin, “Nişantaşı demokrasisi” söylemi ve vurgusu da, asıl bu yönler ile, anlam kazanıyor.
Tabii, bu doğru sözlerin, doğru siyasi analizin, reel karşılığının olup olmadığı ise, apayrı bir mevzu ve işte Gülse Birsel ve türevlerinin içinden çıkamayacağı şey de bu. Bu kimselerin tahayyül ettikleri, sınırları belli olan ve bu sınırlar içindeki herkesin mutlu, özgür, güvenli yaşadığı bir ülke, şehir, özelinde Nişantaşı ve de bunları daimi kılacak bir siyasi anlayış, rejim, burjuva demokrasisi, konu dâhilinde Nişantaşı tipi demokrasi, artık tarihe karışmıştır ve bir daha asla geri gelemeyecektir!
Bu Nişantaşı sakinleri, bugüne dek, kendi sonlarını da hazırlayacak olan AKP’ye, iki çift laf etmekten özenle kaçındılar, çok müşkül durumda kaldıklarında da, üstü kapalı biçimde ve küçük harflerle eleştiri ürettiler. Zira, koca bir ülke felakete sürüklenirken, koca bir halk açlıktan sürünürken, her yer Tophaneleşirken, onların, her zaman, sığınacakları lüks bir evleri, bu kasvetten sıkılınca gidecekleri devre mülkleri, kendilerini oraya götürecek spor arabaları ve nihayetinde geri dönecek semtleri vardı! Hala da var, işin açığı; ama özellikle son süreçte, tedirgin olmaya, dahası, korkmaya başladılar.
Bir dönem, ki bu dönem uzundur, AKP’nin gerçekten burjuva demokrasisine sadık, memleketi satsa da, insanların yaşam tarzlarına karışmayan bir iktidar olabileceğine inandılar. Şimdi ise, AKP’nin temsil ettiği demokrasinin, “herkesin isteklerini bağıra çağıra, diğerini eze eze ve gerekirse kaba kuvvetle söke söke alacağı bir hayat tarzı olduğunu” gördüler. Gördüler de bize faydası mı var, diye soranlar olacaktır; bize ne bunlardan, her iki taraf da düşmanımız, diyecekler bulunacaktır. Biz, öyle düşünmüyoruz, öyle düşünmediğimizden, bunlara dair konuşmaya lüzum görüyoruz.
Anlaşıldığı üzere, solumuzun, bu konulara, geçmişten bu yana ilgi duymamasına tepkiliyiz; zira, Gülse Birsel’in dahi, bakın dahi diyorum, bazı şeyleri bu netlikte gördüğü bir ortamda, bizim, adı geçenin gerisinde kalmamıza, tahammül edilemez. Buna dairse, geçtiğimiz sene yazdığım bir yazıda söylediklerime, tekrar dönmek isterim. Çünkü, bu Tophane konusunu, biz, daha evvel işlemiştik.
Geçtiğimiz 21 Eylül’de, hatırlanacaktır, Tophane’deki bir sergi açılışında, otuz kişilik bir grup, sergiyi basmış, burada içki içildiği gerekçesi ile, katılımcılara taş, sopa ve biber gazlı saldırıda bulunmuştu. Sonrasında, olayda pek çok kişi yaralanmış ve mağdur olmuşken, gerek İBB Başkanı, gerek Vali, gerek iktidar partisi üyeleri, gerekse neo-liberal faşist köşe yazıcıları; saldırganları “ak”lamak için ellerinden geleni yapmışlardı.
O günlerde ise, solumuz, bu olaylara pek ilgi göstermiyor, bazı solcular da, referandumda “hayır” dediğimiz için, bizi, laikçilik, Baykalcılık, bilmem necilik ile suçluyor, bu tip bir vahim hadise yerine, şahsım üzerinden, bizimle aynı düşünen solculara laf yetiştirmekle meşgul oluyordu. Her ne ise, 24 Eylül’de, bir yazı yazmış, saldırı ve niteliği ile şunları söylemiştim: “Bu gözü dönmüş, eli sopalı güruh da, en azından bize, ‘yabancı’ değilmiş bu arada. Geçen yıldan tanırmışız kendilerini, 6 Ekim 2024’daki IMF protestoları esnasında, polisle çatışırken, Tophane mevkiine kaçan yoldaşlarımıza linç girişiminde bulunan kitleyi de oluşturuyorlarmış meğer. Yani, buradan şunu çıkarabiliyoruz ki, bunlar, tam da AKP’nin gözündeki makbul vatandaş tipi. Hem ‘dinlerine bağlılar’, mahallerinde içki içirmiyorlar; hem de özelleştirme, piyasalaştırma politikalarının sembolü olan IMF gibi bir kurumu protesto edenlerden hazzetmiyorlar. Fethullahçı polis ağabeylerinin yükünü hafifletip, onlarla beraber, devrimcilere saldırıyorlar. Dincilik, liberallik, faşistlik başta; sağın tüm özelliklerini, aynen Recep Bey gibi temsil ediyorlar.”
Belirtmek isterim, yazımın başlığı, “Tophane Cumhuriyeti’ne doğru” idi. Evet, o gün de netti; ama bugün daha nettir, AKP’nin yarattığı toplum, yeniden kurduğu ülke, piyasacılık ve dincilikten ibaret, her türlü farklı değerin, yaşam tarzının, algının, dünya görüşünün yok sayıldığı, buna itirazı olanın yok edildiği bir toplum ve ülkedir. Ne yazık, bunu Gülse Birsel bile görmüş, içimizden bazıları görememiştir.
Tabii, şunu daha da açmak isterim, Birsel şahsında, bu kesimlerin, bugün bir şeyleri fark etmiş olması, onları tabii ki ilerici falan kılmıyor, tersine, tarihi gericiliklerini, konu dâhilindeki bu “ileri” bakışlarına rağmen, teyit ediyor, bir kez daha gözümüze sokuyor. Pekâlâ, nedir bu tarihi gericilik, bitmeyen karanlık dünya görüşü?
Başlık, aslında bunun cevabıdır. Ülkemizde, her daim birbirinin tam zıddı yere konumlanan, birbirleri ile kati bir karşılığı sürekli, bile isteye yaratan iki kesim vardır. Daha doğrusu, bu iki kesimi yaratan ve bunlara, öyle ya da böyle, daimi bir yaşam alanı açan bir mesele vardır: Doğu ile Batı’nın bilek güreşi. Kimse merak etmesin, artık “klişe” haline gelmiş bu mevzuya dair konuşmayacağım. Konumuz çerçevesinde, bununla ilgili birkaç kelam edeceğim sadece.
Tabii, önce şunu söyleyeyim, klişe dedim; ama, bu mesele, henüz bile tam anlamı ile, her yönü ile analiz edilmiş, çözümlenmiş, sonuca bağlanmış değil. Batı’da bunun nasıl çarpıtıldığı malum, ülkemizde Batı’ya çarpılanların bunu nasıl çarpıttığı da. Keza, Doğu’nun dibine düşen ve o çukurda hiçbir şey görememesine rağmen, konuya dair “düşünce” üretenleri de biliyoruz. Bu hastalıklı görüşlerin, siyasetimize, toplum yaşantımıza, medyamıza, özelimize, kadın-erkek ilişkilerine nasıl tesirlerde bulunduğu ve bizi geriye götürdüğü de, maalesef, apaçık ortada.
Konu, en çok edebiyatımızda yer bulmuştur. Hatta diyebiliriz ki, edebiyatımızın neredeyse yarısından fazlasını Doğu-Batı, “Batılılaşma sürecinde Doğululuktan kopma sancıları” oluşturmuştur. Özellikle, Cumhuriyet dönemi yazını, tamamen bu yönde gelişmiştir. Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa gibi yazarlar, tabir yerinde ise, bu işin “ekâbir”idir.
Üniversitelerde, sağ tandanslı Hocaların, öğrencilere özellikle okutmaya çalıştığı bu yazarlar, (ki elbette bu isimler, sağın algısının çok çok üzerinde ve kaliteli eserler yaratmışlardır) kitaplarında, “mütedeyyin halk kitleleri”nin ve “aydın”ların, süreç içerisindeki yanlışları, mağduriyetleri, komiklikleri ile ilgilenmişlerdir. Tabii, eleştirdiklerinin yerine koyacak bir şeyleri var mıdır; bence yoktur. En nihayetinde, önermeleri, “Batı’nın tekniğini alalım, ahlakını değil”den öteye gidemez. Tekrarla, bu, onların edebi yetkinliklerine dair bir eleştiri değildir.
Bu türdeki eserlerin en ünlülerinden biri ise, andığımız, Fatih-Harbiye’dir. Peyami Safa, anlaşılacağı üzere, Fatih’i Doğu’nun, Harbiye’yi Batı’nın değerleri ile özdeşleştirmiştir. Kitapta, iki yeri bağlayan tek şey, Fatih-Harbiye tramvayıdır ve bu tramvay ile ayrılan, aslında birleşen iki dünya arasında kalan Neriman, “resmi olarak Lozan’ın ardından, özünü, benliğini, masumiyetini kaybetmeye başlamaktadır.”. (Burada aslında, bir rejim hesaplaşmasının olduğu açıkça görülecektir; sağın asıl derdi, Batı ile falan değil, Cumhuriyet devrimi iledir!)
Başkahraman Neriman çok “saf”tır, Doğu ve Batı algısı, şu seviyededir: “O Fatih meydanının önünden geçerken meydan kahvelerinde bir sürü işsiz, güçsüz, softa makulesi adamlar oturuyorlar. Biraz temizce giyindin mi insanın arkasından fena fena bakıyorlar, kim bilir neler söylemiyorlar, insan yolda bile rahat yürüyemiyor… Dün Tünel’den Galatasaray’a kadar dükkânlara baktım. Esnaf bile zevk sahibi. İnsan bir bahçede geziniyormuş gibi oluyor… Sonra halkı da başka. Dönüp bakmazlar. Yürümesini giyinmesini bilirler. Her şeyi bilirler canım.”
Devam etmeden, şunu söyleyeyim; sadece bu birkaç satır bile, aslında, toplumsal hayatın, üretim şekilleri yani rejimin ekonomik yapısının karakterine göre biçimlendiğini, az da olsa siyasi birikime sahip herhangi birisine, derhal sunacaktır. Oysaki, Safa ve diğerleri, eserlerinde bunu anlatmamış, belki de anlatamamışlardır. Meseleyi kültürel duyarlılıklar, dini değerler üzerinden okursanız, felsefi derinlik açısından da, gidebileceğiniz yer, uzak olmaz. Haklı olarak, Batı’ya ve yoz kültürüne eleştiri sunarsınız; ancak, bu kez Fatih’teki kaba ve yobaz adamların kültürünü meşrulaştırmış olursunuz.
Kitapta, yukarıdaki sözleri eden Neriman, en sonunda hatasını anlar, Fatih’teki yaşantısına şartsız döner; ancak, yazar, asıl derdini ortaya koymuştur. Bu ülkede, Batılılaşma ile, bu denli basit insanlar türemiştir! Doğru mu, kesinlikle! Fakat, şunu unutmamak gerekir, aynı süreç, yani modern bir ulus-devlet devlet yaratma süreci, sadece bu “tip”leri değil; bilim, felsefe, sanat, edebiyatta çok mahir, siyaseten ilerici, aydınlık kafalı kuşaklar da yetiştirmiştir. Halkı ümmetlikten kurtarıp vatandaşlığa taşımıştır, kısmen de olsa özgürleştirmiştir, hurafelerden kurtarıp eğitim ve öğretimle tanıştırmıştır vs.
Yukarıda da söyledim, olaya sadece kültürel açıdan bakılırsa, sağlıklı sonuçlar elde edilemeyecektir. Kültürel uyuşmazlık, sıkıntılar, sorunlar ise, açık söylüyorum, gayet normaldir. Ben örneğin, siyasi ve toplumsal hayatta, moderniteden taviz verilemeyeceğini, ısrarla savunan biri olsam da, Fazıl Say’ı yıllardır sevemedim gitti! Lise yıllarındaki üç senelik Cengiz Kurtoğlu ihtisasımla hala övünürüm; ancak, Say’ın konçertolarını dinlemeyi sevmiyorum, sevmeyeceğim! Bu, beni sağcı yapmadığı gibi, Batı kültürüne alışamadım türünden bir üzüntüye ya da Doğu savunuculuğuna sevk etmiyor; niye etsin ki?
Özetle, söylediğimiz; geçmişten bu yana, bu ülkede, sürekli birbiri ile didişen, kendilerine ait bir yaşam alanı bulduğuna razı, diğerine orada istemeyen, biri Doğu biri Batı diye tasnif edilebilecek iki kesim var. Fakat, son süreçte, Doğucular Batıcıları, eskisi gibi hoş görmüyor ve yukarıdan, iktidarları ile yok etmeye çalışıyor. Koca bir ülke, Tophaneleştiriliyor. Tekrarla, burada şu hataya düşmemek lazım; bu sadece Nişantaşı’ndakileri değil, hepimizi, en çok da solcuları ilgilendiriyor.
Kimse kızmasın; ama, solumuz, bu ikilikte, ben oynamıyorum, ben kendi üçüncü cephemi yaratacağım, deyip küsmekten başka bir şey yapmadı, yapmıyor. Çözüm, evet, bu taraflardan birine iltihak etmekte değil; fakat, şehrin kimsenin gitmediği bir semtine, Gazi’ye örneğin, çekilmekte de değil. Bizce, artık, Tophane’yi de Nişantaşı’nı da boş bırakmamak gerekiyor, öyle bir şey ki, örneğin, Taksim’i iyi zapt etmek, orada büyümek ve iki türlü gericiliğin de beslendiği yerleri etkilemek, onları bastırmak lazım geliyor.
Fatih-Harbiye’den Tophane-Nişantaşı’na süren bu bölünmüşlük, Tophane’deki yoksulları doyuracak, insanlaştıracak; Nişantaşı’ndaki modernleri de ehlileştirecek, mülksüzleştirecek bir siyasi projeyle, sol müdahale ile sonlandırılmalı.
alpererdik@mynet.com
Ahmet Şık ve “Faşizmin Ordusu”
1 Nisan 2024 Yazan: Editör
Kategori: Dergi & Fanzin, Edebiyat, Sanat
Bağımsız mizah ve karikatür dergisi Leman, 1010. sayısında, Gazeteci Ahmet Şık’ın toplatılan “İmamın Ordusu” kitabı dolayımında Türkiye’deki gerici bünyenin prototipini kapağına taşıyarak polis devleti ve faşizmden bir enstantaneyi de görselleştirmiş oldu…
Geri kafalı AKP iktidarı, topu yargıya atsa da, hiçbir ülkede iktidarın haberi olmadan kuşun dahi uçmayacağını Mısır’daki sağır sultan bile biliyor. Bebeler bile biliyor. Öğrencileri coplayan polisler bile biliyor. Satılmış bürokratlar da…
Fakat “cihana bedel” Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının her zamanki gibi hiçbir şey umurunda olmadığı için, daha iyisi, balık hafızalı oldukları için bu hazin meselenin nihai anlamı da geniş kitlelerce önemsenmemiş görünüyor. Düşünce özgürlüğü nedir, kim özgürdür, gazetecilik hangi koşullarda yapılır gibi hayati sorular yine arada kaynamış durumda…
Basın erbabı ve medya çalışanları ise, gazetedeki köşelerini yalakalığa ayıran entel-dantel liboşlar ise (örnek: Mehmet Barlas) büyük ölçüde kafalarını kuma sokmuş durumda. Kendilerine dokunmayan yılan bin yaşasın havalarında çoğu. Kendileri tutuklanana dek farkında olmayacaklar anlaşılan… Kendi karıları ve çocukları cezaevi kapılarında değiller ya, ne önemi var efenim bunların. Hiç ama!…
Nedim Şener, Ahmet Şık… Veya Uğur Mumcu. Ya da Hrant Dink. Ve dahi Turan Dursun. Ahmet Taner Kışlalı, Çetin Memeç, Abdi İpekçi… Sahi bu isimler cidden ama cidden medyanın umurunda olmuş muydu? Sadece ölüm yıldönümlerinde haber yapmak anlamlı mı?
Gazetecilik, Karl Marx’ın, taaa 19. yüzyılda işaret ettiği gibi kendi özgürlüğünü baltalayan bir kurum olagelmemiş midir?
Faşizmi dolaylı yoldan evetleyen ama kusana kadar demokrasi diye bağıran AKP’li milletvekillerine, basın-yayın çalışanlarına, medya patronlarına “bir gün”, hiç ummadığınız bir anda yatağınızdan uyandırılıp bilgisayarınıza el koyulacağı günü beklemelerini öneriyorum.
Bekleyin, görün…
hakanbilge@sanatlog.com
BM’den Libya’ya Özgürlük ve Demokrasi Harekâtı
Haftalık Mizah Dergisi Penguen, son sayısında Libya’daki kargaşayı kapağına taşıdı…
Dünya halklarının büyük çoğunluğunun inanılmaz bir kayıtsızlık ve sessizlikle izlediği, birçoğunun da Muammer Kaddafi’nin kellesinin gideceği ânı sabırsızlıkla beklediği emperyalizmin ve acımasızlığın kaotik dünyasında kimse masum sivilleri, petrol oyunlarını, demokrasi yanılsamasını görmüyor, düşünmüyor… En azından büyük bir çoğunluk…
Dünyanın majör jandarması Amerika Birleşik Devletleri, onun daimi yalakası İngiltere, müzmin sömürgeci Fransa kollarını sıvadılar…
Entrikaya Amerika’nın papağanı Ak Parti de katıldı…
Körler sağırlar birbirini ağırlar!…
Amerika, İngiltere, Fransa ve Türkiye… Hepiniz demokratsınız, özgürlükçüsünüz, eşitlikten yanasınız…
Ama Libya, ama İran, ama Suriye, ama Lübnan faşizmden yana. Sizden başka herkes diktatörlükten yana…
Ejderha Dövmeli Kız & Lezbiyenlik Temsili
30 Aralık 2024 Yazan: Editör
Kategori: Magazin & Popüler Kültür, Manşet, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
“Eşcinsellik, hastalıktır.” (Selma Aliye Kavaf, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı)
Danimarkalı yönetmen Niels Arden Oplev’in Ejderha Dövmeli Kız (2009, Män som hatar kvinnor / The Girl with the Dragon Tattoo) adlı filmi sinemada eşcinsellik ve dolayısıyla da lezbiyenlik temsilini “okumak” için en yakın örneklerden biri olarak değerlendirilmeyi hak ediyor!… Çünkü 2024’li yıllarda, yani uygarlığın tavan yaptığı yıllarda yaşamamıza ve mağara adamlığı dönemlerimizi çoktan geride bırakmamıza karşılık doğal cinsel eğilimler baskı altına alınmaya devam ediyor ve erkeksi dayatma sinema sanatı eliyle fütursuzca dışavuruluyor.Acınası bir dünyada yaşıyoruz sevgili okur; hem de pek acınası…
Bu film, “geleneksel klişe”nin günümüze değin uzandığını yordamak için elzem bir film, denebilir her şeyden önce. Neydi o “geleneksel klişe?” Şöyle ki; burada da lezbiyen tiplemesi bütünüyle arızalı, yabanî, seksüel tercihleri gelgitli bir figür olarak resmedilmiştir. Erkeklerden korkan genç bir kadın oluşuyla Lisbeth (Noomi Rapace), ilk olarak frijit bir görünüm çizmektedir. Erkeksi tavırları da handiyse kuvvetlendirir bu izlenimi. Erkeklerden korkma sebebi ise aynı tarz klişenin işlemesini sağlar. O da şu:
Küçük kız tacize uğrar ve artık erkeklerden ürken bir frijit hâline dönüşür. Bu kadar basit!…
Bütün anksiyetelerin, hastalıkların, nevrozların, konumuz icabı da seksüel tercihlerin dönüp dolaşıp çocuklukta ya da ilk gençlikte yaşanan kimi travmalara dayandırılması sizin de canınızı yeterince sıkmadı mı? Sinema daha ne kadar bu alanda vakit öldürmeye devam edecek sizce? Elbette bu tür klişe görüntüler Freud ve onun modernist terminolojisini de bulandırıyor. Psikanalitik paradigmayı örseliyor. Çünkü artık çocukluk travması denilince akla ilk olarak Freud ve tartışmalı teorileri (fallik dönemde fiksasyon ile oidipus ve elektra karmaşası burada anılabilir) geliyor. Cinsellik ise salt yatak odasında harcanan sıcak bir mesai olarak algılanıyor. Dolayısıyla da erotizm ve onun sofistike göstergeleri yeterince derinlikli bir bakış açısından betimlenemiyor. Vesaire vesaire.
Lisbeth’in, bir Hitchcock kahramanını (haksız yere suçlanan adam tipolojisi) çağrıştıran Mikael (Michael Nyqvist) ile ilineksel ilişkisine baktığımızda onun cinsel-psikolojik gelgitlerini daha iyi kavrarız. Özetle; Lisbeth, mazide kalan ama sık sık yüzeye çıkarak kendisini psikolojik olarak huzursuz eden travmasını –eğer çaba gösterirse– aşabilecektir. Bunu aşması için erkeklerle yatmayı denemesi gerektir! Yatar da… Eğer “travmatik geçmiş”i onu rahatsız etmese idi ya da böyle bir “ruhsal şok” yaşamasa idi zaten lezbiyen de olmayacaktı! Dolayısıyla tek ve “normal” olan, genelgeçer ve yerleşik diyebileceğimiz ilişki biçimi heteroseksüel ilişkidir. Normalliğin adıdır heteroseksüellik. Filmin tezi budur aşağı yukarı…
İşte bu noktada şu soru: Neden eşcinsellik doğal akışı içerisinde betimlenegelmemiştir? Neden eşcinseller hep patolojik olgular olarak karşımıza çıkmak zorunda ki? Eşcinsellik bir hastalık mıdır, patolojik bir mesele midir? Kuşkusuz hayır. Bugün eşcinsellik doğal bir cinsel eğilim olarak benimsenmektedir. Özellikle 60’lardaki feminist canlanma sonrası akademik çevrelerde de eşcinselliğin bir sapma ya da hastalık olmadığı, bilakis doğal bir cinsel eğilim olduğu fikri yaygınlık kazanmıştır. Kinsey’in araştırmalarını ansak yeridir hani…
Bununla birlikte toplumsal arenada eşcinsellik hâlen sapkın ve hastalıklı bir ruh hâli olarak değerlendiriliyor. Beyoğlu’nun arka sokaklarında yürürken gördüğüm birçok eşcinselin, transseksüelin çekimser davrandığını, linç korkusuyla yaşadığını çok iyi tahmin edebiliyorum…
“Ben eşcinselliğin biyolojik bir bozukluk, bir hastalık olduğuna inanıyorum. Tedavi edilmesi gereken bir şey bence. Dolayısıyla eşcinsel evliliklere de olumlu bakmıyorum. Bakanlığımızda onlarla ilgili bir çalışma yok. Zaten bize iletilmiş bir talep de yok. Türkiye’de eşcinseller yok demiyoruz, bu vaka var.”
yollu aforizmik sözleriyle tarihe geçen Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf, mevcut kini ve patolojik bakışı kuşkusuz daha da hortlatmış durumda; ama iktidarlar gelip geçicidir.
Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf
Eşcinselliği görmezden gelemezsiniz, yok sayamazsınız. AKP, iktidarını bir başka partiye devrettiğinde de bu sorun yaşamaya devam edecek çünkü. Selma Aliye Kavaf’ın bakış açısı, salt faşizan bir dıştalamayı meşrulaştırmıyor; yanı sıra darkafalılığın da bir resmi olup çıkıyor.
“En az üç çocuk yapın!”
sözü de Recep Tayyip Erdoğan’ın dâhiyâne önerisi idi. Dolayısıyla heteroseksüel dayatma bu zaviyeden bakınca daha da görünür kılıyor mevcudiyetini. Ak Parti ve uzantıları, büyük çoğunluğu cahil erkek egemen bir toplumun güvenerek sürekli iş başına getirdiği bir parti ve niçin acınası bir dünyada yaşadığımızın da bir başka göstergesi…
Sokakta, caddelerde, köşe aralarında bastırılan, gizlenen, ötekileştirilen, dıştalanan, yok sayılan ve aşağılanan cinsel kimlikler hâliyle sinemada da bir kenara itiliveriyor.
Ve elbette Türk sinemasında da bu konu yaygın olarak işlenememiştir. 70’lerdeki seks furyasında ise zaten eşcinsel sinema yapan bir yönetmen yoktu. Prodüktörler ve zanaatkâr yönetmenler daha çok kasalarıyla ilgileniyorlardı.
Dünya sineması cephesinden baktığımızda da diken üstünde bir konuyla karşı karşıya olduğumuz ortada. Senaristler, film yapımcıları, yönetmenler hâlen muhafazakâr, ötekileştirici, babaerkil, aşırı katı tutumunu muhafaza etmektedir. “Erkek sinema” olageldikçe “erkek” yönetmenler de olagelecektir ve “erkek egemen” dizge sorunlu ve hastalıklı varoluşunu sürdürecektir. Evet, hastalıklı olan eşcinsellik değil, bizatihi sinemanın ta kendisidir. Hastalıklı olan eril dizgenin ikiyüzlü doğasıdır…
Ve deminden beri ifade ettiğimiz problem: Ejderha dövmeli kız, yani Lisbeth de öncelleri gibi fahişe ruhludur. Artık iyiden iyiye içinde yaşadığı düzenin dışına çıkar. Kimlik değiştirir, gözden kaybolur…
Sinema sanatının özgürleştirici olması gerektiğini hatırlatmanın zamanı gelmedi mi?
Not: Ejderha Dövmeli Kız, Stieg Larsson’un “milenyum üçlemesi” (Millennium Trilogy) adını verdiği best-seller romanlarının ilk filmi. Bütün dünya bu romanları okuyor. Umarım okuyanların ruh sağlığı ve gözleri bozulmaz… Gördüğünüz gibi ikinci ve üçüncü filmi ele almadım bu yazıda. Bunun bir vakit kaybı olacağını düşünüyorum… Seven (1995, Yedi) ve Fight Club (1999, Dövüş Kulübü) gibi filmleri yaratan ve şimdilerde “memur yönetmen” olma yolunda yoğun mesai harcayan David Fincher da bu filmi çekiyor. Hollywood ruhunun Fincher’ın filmine nasıl nüfuz edeceğini de artık siz bana anlatırsınız!…
Ayrıca şurada yayımlandı.
hakanbilge@sanatlog.com