Entre les murs (2008, Sınıf)
14 Aralık 2024 Yazan: Editör
Kategori: Manşet, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Entre Les Murs / Sınıf (2008, Laurent Cantet), her şeyiyle bir ritüeli andıran tanışma sahnesiyle başlar. Bu tanışma özellikle okulda yeni göreve başlamış öğretmenler ile daha önce okulda görev yapan öğretmenler arasındaki karşılıksız diyaloglardan oluşur ve bu sohbet biraz da soğukluk yaratır. Birbirleriyle yıllardır çalışan öğretmenlerin davranışları ve resmi konuşmalarından bunu anlıyoruz. Bu yüzden sanki bir ayinsel tanışma faslı izliyormuş hissine kapılırız. Öğretmenlerimizin çoğu daha önce banliyöde görev yapmışlardır. (Ülkemizde zorunlu doğu görevine benzer sanırım). (Ayrıca Fransız banliyölerini anlatan 95 yapımı La Haine/ Protesto filmini izlemek bu film için bir ön hazırlık olabilir. Nasıl olsa ‘sınıf’tayız. ) Öğretmenlerin şimdiki görev yerlerine baktığımızda da ortam ve öğrenci açısından pek farklı olmadığını, farklı kültür ve ülkelerden gelen çocukların benzer kozmopolit yapının taşları olduğunu görebiliriz. Özellikle benzer tanışma ritüelini sınıf içerisinde de görmemiz ve bir öğrencinin kendisini tanıtırken ismini yazdığı kâğıdın altına Cezayir bayrağı çizmesi oldukça ilginçtir. Bu bize izleyeceğimiz filmin arka fonunu da yansıtmaktadır. Bir nevi kara koyun muamelesi yapılan, ötekileştirilen toplumların durumlarını da yansıtır. Film bu konuda bize bazı kopyalar vermekten de geri kalmaz. Başrolde bir Fransız öğretmeni olduğu için derslerimizde Fransızcadır. Haliyle yapılan vurgu biraz da Fransız milliyetçiliğine üzerinedir. Derste anlamı bilinmeyen kelimeler tahtaya yazılır, bir öğrenci kalkıp bilmediği kelime olarak ‘Arjantinli’ kelimesini söyledikten sonra öğretmenin şu sorusuyla karşılaşır. ‘Arjantin’de yaşayan insanlara ne denir?’. Cevabı oldukça basittir hatta soruya aynı öğrenci cevap verir. Arjantinli. Peki ya bilinmeyen kelime Fransalı- Fransız- olsaydı ne olurdu? Bilinmeyen kelimeyi değiştirdiğimizde ve açılımladığımızda karşımıza bilinmeyen bir kelimeden çok daha büyük bir sorun çıkar.
Filmin derdi aslında kelimelerden çok daha büyük, dersler öyle bir hale gelmeye başlar ki, ders olmaktan çıkar bir manifestoya, aforizmalara dönüşmeye başlar. Eleştirilen eğitim sisteminin tamamen dışına çıkar; özgür akılların, düşüncelerin filmi haline gelmeye başlar. Anlamı bilinmeyen kelimelere baktığımız da saçma sapan kelimelerin tahtaya yazıldığını görmekteyiz. Pekâlâ, öğrenciler bu basit kelimeleri bilmeyebilir ama bildikleri başka şeyler, daha önemli şeyler vardır. Öğretmenin cümle kurarken sürekli özne durumunda kullandığı ‘Bill’’ ismine karşı çıkar bir öğrenci. Sürekli bu ‘ soluk benizli’ ismi kullanmasını eleştirir. Neden Rachid, Ahmet ya da Aisatta isimlerini kullanmadığını biraz da kızgınlıkla dile getirir. Öğretmenin cevabı basittir. ‘Eğer hepinizin kökenleriyle ilgili isimleri yazarsam zamanımız yetmez.’’ Tabi ki sonunda öğrencilerin dediği olur ve Aisatta ismi yazılır. Burada dikkat edilen nokta öğrencilerin bir şey öğrenmiş olması ya da istediklerini yaptırabilme güçleri değil, eğitim sistemindeki çarpıklığın düzeltilmeye çalışılmasıdır. Bu da filmimizi ‘anarşist’ bir yapıya taşımaktadır. Eğer sistem düzeltilecekse yıkım olmalıdır kaos olmalıdır, değişim- devrim- olmalıdır. Bir kız öğrencinin öğretmenine dediği gibi ‘Siz de biraz değişin’’.
Öğretmenimiz değişime hazır değildir. Hatta bu değişimi reddetmekte ısrar etmektedir. Kendisi var olan düzeni korumayı amaçlamaktadır. ‘Aydınlanma hareketi’ni çocuklara öğretmek isteyen Tarih öğretmeniyle olan kısa diyaloglarını yazarsak sanırım aydınlatıcı olacaktır.
—Aydınlanma Hareketi” onlara ağır gelecektir.
—Peki ya Voltaire? O da mı ağır gelir?
—Voltaire”i anlamaları zor.
—Candide basit…
—Candide için henüz erken.
—Zadig…?
—Evet, ama yine de ağır gelecektir.
Görüleceği üzere Tarih öğretmeninin bütün çabaları, Fransız öğretmenimizi ikna etmek için yetmez. Hâlbuki öğrencilerin derslerdeki duruş ve konuşmalarından bunun çok ötesinde olduklarını anlıyoruz. Acaba bunu sembolik anlamda Fransız devrimiyle karşılaştırabilir miyiz? Değişime direnen sistem (aynı zamanda yıkılması gereken) öğretmendir ve bu sistemi yıkmaya çalışan (aynı zamanda yıkacak olan) öğrencilerdir. Bu iki kutup arasındaki gerilim her daim var olmuştur ve ihtiyacı olan tek şey herkesin bildiği gibi bir tür ‘kıvılcım’dır. Öğrencilerin de sorunlu bir dönem (ergenlik) içerisinde olmaları da bunu açıklıyor. Aslında var olan kıvılcım pek fazla uzakta değildir. Bir tenefüs arasında başka bir öğretmenin, öğretmenler odasında sinirli bir şekilde öğrencileri aşağılaması, onları hor görmesi ve nerdeyse onları birer hayvan olarak tanımlaması belki de bu konuda diğer öğretmenlerin bir takım fikirlerini değiştirmelerine neden olabilmektedir. Burada da doğrudan bir devrim olmasa da dolaylı olarak oluşan ve Fransızca öğretmenimizin onların daha çok içsel yapılarını incelemeye koyulması ilginçtir.
Derslerde bizde derse gireriz ancak bu dersler genelde gerilim üzerine kuruludur tenefüs olduğu zaman biz de rahatlarız. Filmin amacı da bu zaten. Türk sinemasında yer edinmiş Hababam sınıfı’nı ele alalım bu açıdan. Benzer şekilde derslerde ders işlenmez ister istemez öğretmenler kendilerini farklı bir ortamda farklı bir şekilde bulurlardı. Aslında Sınıf’ta da aynı şeyleri görürüz. Tek farklı yönü mizahi ya da eğlendirmeye dayalı olmasından çok dersin ‘ders’ olmaktan çıkıp bir tür suçlama, düşünüş tarzını eleştirme, öğretmen-öğrenci arasındaki gerilimin artması üzerinedir. Öğrenciler burada öğretmenlerine ‘erkeklerden hoşlanıyor musunuz’ ya da ‘bize karşı çok çirkin kelimeler kullanıyorsunuz’’ şeklinde sorular sormaktan geri durmazlar. Ancak bu karşılıklı gerilim belli bir süreden sonra birbirini tanımaya ve kişiliğe değer verme şeklinde olarak fışkıracaktır. Bunu özellikle utanma üzerine yapılan konuşmalarda görebiliriz. Neden veya neyden utandıkları sorulduğunda öğrencilerin cevaplarının daha çok kendi ırk ve deri renklerinden dolayı ya da kültürel farklılıktan oluşan kaygıları dile getirdiklerini görmekteyiz. ‘Sınıf ‘ Fransa’nın alegorisine dönüşür bu derste.
Aslında film söylemek istediklerini sonradan söylemeye başlıyor, ilk bakışta bakıldığı zaman ilkin devrimci altyapısıyla başlayan film sanki bunu kabullenmiş vaziyette ilerlemeye konusunu daha da özel bir duruma çeviriyor. Bir anlamda bunun handikap olup olmadığını söylemek zor. Çünkü sonrasında bahsedilen birçok şey her ülkede her okulda yaşanan tür olayları kapsıyor. Veli toplantıları, öğrencilerin kendilerini tanımaya başlaması, öğretmenin ‘iyileşmesi’ ve öğrencileri takdir etmesi oldukça klişe bir özellik kazandırıyor. Hababam Sınıfı’ ndaki veli toplantılarını, öğrenci sorularını hatırlayacak olursak konu bütünlüğünü de kavramış oluruz. Bana göre film bu açıdan bakıldığında söylemek istediğinin altından kalkamayacak olduğunu anlayıp yön değiştiriyor ve bu şekilde kendini sıradanlaştırıyor. Uyumsuz öğrenciler, ergenlik sorunları olanlar, arkadaşlar arası dedikodular çekişmeler vs. filmin yönünü daha da özelleştiriyor. Hatta sınıf temsilcilerinin öğretmenlerin toplantısında bulunması ve burada özel olarak konuşulan birçok durumun dışarıya taşınması beraberinde birçok sorunun patlak vermesine neden oluyor. Bu tip diyalogların ve rahatsızlıkların seyirciyi öğretmenin tarafına çektiğini ayrıca belirtelim. Truffaut’un bu konudaki devrimci filmi Les Quatre Cents Coups/ 400 Darbe filmini bir sınır olarak kabul edersek şimdiki Fransız eğitim sistemi ve öğrenci kapışmalarının ne yönde değiştiğini görebiliriz…
Kusagami (Orhan Miçooğulları)
kusagami@sanatlog.com
Sinemada ‘Savaşın Çocukları’
30 Temmuz 2024 Yazan: Editör
Kategori: Klasik Filmler, Manşet, Modern Klasikler, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Bu yazıda, sinemada savaş ve çocukluk düzlemini kalkış merkezi yaparak, çok fazla detaya girmeden ve genel özelliklerden hareketle bu filmlerdeki savaş psikopatolojisi ve çocukluk travmalarına odaklanacağız…
Sinemanın, konuşmaya başladığından itibaren masumluğunu yitirdiğine dair ilginç ve tartışmaya açık bir tez vardır. Sesli filmi kabul etmeyen Amerikalı öncü-maestro David W. Griffith, ki Amerikan epiği The Birth of a Nation’da (1915, Bir Ulusun Doğuşu) alabildiğine sancılı bir ulusal öykü anlatmayı denemişti, Hollywood’da film çeken ilk yönetmen olarak sesli filmi benimsemeyen bir vizyon geliştirmiştir… Adolf Hitler’in megalomanisini takip ettiği The Great Dictator (1940, Büyük Diktatör) filmiyle tartışmalar yaratan Charlie Chaplin, nam-ı değer Şarlo, Greed’de (1924, Hırs) tüm zamanların en kaotik dünyalarından birini görselleştiren ve Hollywood’u “sosis fabrikası”na benzeten Erich von Stroheim ve Yeni Dalga’nın (Nouvelle Vague) majör ismi Jean-Luc Godard da, bu yoruma açık tezi, sözüm ona sinemanın giderek bir illüzyon aracına dönüştüğünü dillendiren, hatta filmleriyle bu fikri muhtelif açılardan pratize eden belli başlı yönetmenlerdir. Hepsi de savaş filmi çekmiştir üstelik… Peki, sinema konuşarak nasıl bir illüzyon / yanılsama aracına dönüştü? “Konuşan sinema” aslında hiçbir şey anlatmıyor mu ve/ya da iktidarı kalkış noktası yaparak mı konuşuyor? Kuşkusuz iktidar olgusunu pas geçerek bu soru(n)ları yanıtlayamayız / kavrayamayız. “Konuşan sinema,” “merkez”den konuşan sinemadır. Adını saydığımız isimler de bu doğrultuda beyanlar vermişlerdir zaten…
Söz konusu savaş propagandası olunca ne demek istediğim daha iyi anlaşılacak, öyle zannediyorum. İkinci Dünya Savaşı döneminde, Hollywood’da çekilen propaganda filmleri ve dokümanterleri, yine Nazi dönemi Almanya’sında üretilen fabrikasyon ajitatif filmleri anımsadığınızda, mesele yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başlıyor. John Ford’lar, Frank Capra’lar Amerikan sanayisi içinde; Leni Riefenstahl’lar da Alman stüdyo şartları içinde görkemli dokümanterlere imza attılar bu dönemde. Bir yanda cephede kafaları tıraşlı tüysüz gençlerin kellesi uçuyordu; beri tarafta da yönetmenler propaganda üstüne propaganda yapıyorlardı. Savaş iyi bir şeydi. Faşizme karşı savaşmalıydık. Amerika’nın ve dolayısıyla demokrasinin yanında saf tutmalıydık. Bu, Hollywood ve Amerikan özgürlük ütopyasının vaat ve çağrısı idi. Almanlar ise arî ırkın Germen şahlanışı idealini dillendiriyorlar, belgesellerde ise kaslı ve güçlü erkekler boy gösteriyordu. Dünya, ele geçirilmeliydi…Ya çocuklar? İktidar savaşlarından, emperyal-kolonyalist planlardan, değişen haritalardan, sinema filmlerinden ve propagandadan bihaber çocuklar? Çocuklar bir şeyden haberdar değillerdi fakat sinema onları unutmayacaktı. Birçok filmde boy gösterdiler. Kullanıldılar. Cephelerde su taşıdılar. Orduya yardım ettiler. Gaz odalarında sabun yapıldılar. Öldürüldüler. Sömürüldüler. Kafalarına bombalar yağdı. Tankların paletleri altında kemikleri çatırdadı. Ajan veya muhbir olarak, haberci veya ulak olarak, hizmetçi olarak, çeşitli görevlerde saf tuttular. Evet, evet, haberdardılar birçoğu olan-bitenlerden. Haberdardılar…
Şimdi çocukların yer aldığı bazı sinema filmlerine bakabiliriz… Hemen haşiye olarak düşelim: Birçok savaş filmi var ve elbette çocukların da yer tuttuğu onlarcası… Burada sadece 100 küsur yıllık sinema tarihinden önem arz ettiğimiz filmlere bir bakalım istiyoruz.
Andrei Tarkovsky’nin Ivanovo detstvo’su (1962, Ivan’ın Çocukluğu) sözünü ettiğimiz “görev” kavramına dönük bir debü film olarak uluslararası arenada büyük ses getiren, Jean-Paul Sartre’ın da bir yazısında değindiği, başrolünde Ivan adlı bir Rus çocuğunun yer aldığı bir filmdir. Cepheden cepheye haber taşıyan, ölümlere teğet geçen Ivan’ın kimi kez sürreal boyutlara da ulaşan trajik öyküsü… Film, aynı zamanda, ortajen Sovyet-Alman savaşı / rekabetini irdeleyen filmlerden de büyük farklılıklar taşımaktadır. Ivanovo detstvo, savaşın insan-özneyi nasıl yıkıma uğrattığına dair verileri çocukluk imajlarına bağlı olarak biçimlendirir. Tamamıyla “büyükler”in kanlı iktidarlarının üretimi olan savaş, çocukluğu da sekteye uğratmaktadır. Öksüz kalan çocuklar, sakat kalan çocuklar, başka sınır coğrafyalarına sürgüne gönderilen çocuklar, trenlerle gaz odalarına yollanan çocuklar bize Hiroşima’ları ve Nagazaki’leri anımsatmaktadır.
Steven Spielberg ise hemen her filminde çocukluk imajlarına yer veren nadir yönetmenlerden biri. Çoğu filmi Amerikan rüyasının (American Dream) motifleri ile bezeli olmasına karşılık son yıllarda karanlık temalara da (future noir) ilgi duymaya başlamıştır. 1987’de çektiği Empire of the Sun (1987, Güneş İmparatorluğu) ve 1993 yapımı Schindler’s List (1993, Shindler’in Listesi) filmografisindeki önemli filmlerden bazıları. Schindler’s List’de, siyah-beyazın ortasına yerleştirdiği kırmızı montlu çocuk görüntüsü gerçekten de unutulacak gibi değildir. Bu film gibi, Fransız auteur Louis Malle’in Au revoir les enfants (1987, Hoşçakalın Çocuklar) adlı filmi de Nazi dönemlerine dönük otobiyografik bir filmdir. Henüz çocuk yaşta muhbirlerin ağına takılan insanların dramı kuşkusuz savaş dönemlerinde rastlanan geleneksel bir trajediye işaret etmektedir.
Yahudi soykırımı ve Nazi Almanya’sının terör estirdiği yıllarda yaşanan insan trajedileri sinemada başı başına bir alt dal olarak defaatle işlenegelmiştir. Bu filmlerin birçoğunda savaş kaotizmi ya genel bağlamda kavranmaya çalışılmış ya da bireysel yıkımlar takip edilmiştir. Roman Polanski’nin Altın Palmiye’li (Golden Palm) The Pianist’i (2002, Piyanist), Agnieszka Holland’ın uçuk ve şaşırtıcı Europa Europa’sı (1990, Avrupa Avrupa), Tim Blake Nelson’ın olağanüstü başarılı The Grey Zone’u (2001, Gri Bölge), Roberto Benigni’nin, yoğun eleştirilere hedef olan La vita è bella’sı (1997, Hayat Güzeldir), Joseph Losey’nin özdeşleşim politikalarını sınadığı Mr. Klein’ı (1976), Alan J. Pakula’nın iç burkan Sophie’s Choice’si (1982, Sophie’nin Seçimi), Lars von Trier’in kara film (film noir) geleneğine yaslanan Europa’sı (1991, Avrupa), George Stevens’ın The Diary of Anne Frank’ı (1959 Anna Frank’ın Günlüğü) söz konusu insan dramlarını çeşitli açılardan irdeleyen yapıtlardır. La vita è bella’da Nazi çalışma kampındaki bir babanın çocuğuna her şeyi bir oyunmuş gibi anlatması, kuşkusuz birçok sinema yazarını rahatsız etmiş, tartışmalara neden olmuştur. The Diary of Anne Frank ise Anna’nın, sözüm ona küçük bir kızın günlüğüne yansıyanların sinemaya uyarlanmış halidir.
Şimdilerde İran’da bir hapishanede çile dolduran yönetmen Bahman Ghobadi’nin Zamani barayé masti asbha (2000, Sarhoş Atlar Zamanı) ile Lakposhtha parvaz mikonand (2004, Kaplumbağalarda Uçar) adlı yapıtları, bütün dünya çapında ses getiren filmlerdendir. Her iki filmde de İran’ın sınır coğrafyasında tutunmaya çalışan Kürt çocuklarının yaşam zorlukları dile getirilmiştir. Özellikle ikinci filmde, mayın patlaması sonucu kolu bacağı kopmuş çocuk görüntüleri sinema sanatı adına nirengi noktalardandır. Emprovize yöntemlerle natürel bir realist atmosfer (tonality) kuran Ghobadi, Bernardo Bertolucci gibi sanatsal kurmacaya (fiction) bağlı auteur’leri de etkilemeyi başarabilmiştir.
Michael Winterbottom, In This World’de (2002, Bu Dünyada) Asya kara parçalarına uzanırken kurmaca ve dokümanterin stil araçlarını iç içe kullanmayı denemiştir. Afganistan ve Irak’tan sonra şimdilerde Libya dolayımında emperyal düzleme, “öteki” sorununa, terör dalgasına, Müslüman ayrımcılığına dönük filmler yapılacağa benziyor. The Road to Guantanamo’da da (2006) saptanabileceği gibi Winterbottom’ın temel meselesinin gerçekliği (reality) “içeriden” gösterme kaygısı olduğu mimlenebilir. In This World’de kaçak insan ticareti, Doğu-Batı sorunu, terörizm (ama hangi terörizm?) ve paranoya filmin ruhuna nüfuz etmiştir. Daha iyi bir yaşam için kurtuluşu Batı uygarlığında arayan çocuklar, potansiyel birer proleter adayıdırlar. Ya da geleceğin Guantanamo’larında hücrelerinde cop korkusuyla titreyen…
“Dogma” yönetmenlerinden Søren Kragh-Jacobsen’in The Island on Bird Street’i (1997, Kuş Sokağındaki Ada) Polanski’nin The Pianist’iyle paralellikler kurulabilecek bir filmdir. Polanski, biyografik elemanlardan enternasyonal bir çizgiye konumlanmıştı. Kragh-Jacobsen de Piyanist’ten beş yıl evvel, benzer bir konuyu bir çocuğun gözlerinden yansıtmayı denemiştir. Her iki filmde de Nazi’lerden saklanma ve hayatta kalma mücadelesi betimlenmiştir.
Sinema tarihi boyunca birbirinden etkileyici savaş filmleri çekilegelmiştir. Birçok majör filmde, savaşın irrite ediciliği, anlamsızlığı, yarattığı kişisel ve toplumsal sorunlar, psikolojik yıkımlar görselleştirilmiştir. Kon Ichikawa’nın Nobi’si (1959) ikinci savaş dönemi Japonya’sını merkez alan tüyler ürpertici bir filmdir. Aç kalan Japon askerlerinin insan eti yediği bir zaman dilimi… Stanley Kubrick’in Paths of Glory’si (1957, Zafer Yolları) ise Fransız ordusundaki ast-üst ilişkilerine bakan sıra dışı bir filmdir. Ve uzun yıllar Fransa’da yasaklanmıştır.Francis Ford Coppola’nın Apocalypse Now’ı (1979, Kıyamet) isminin de işaret ettiği üzere napalm’larla, hava bombardımanlarıyla bir kıyamet arenasına dönüşen Veitnam’ı tasvir eden bir başyapıttır. Yine Vietnam’ı kalkış noktası yapan birçok majör film çekilmiştir. Michael Cimino’nun Deer Hunter’ı (1978, Avcı), Stanley Kubrick’in Full Metal Jacket’ı (1987), Terrence Malick’in The Thin Red Line’ı (1998, İnce Kırmızı Hat), Adrian Lyne’ın Jakob’s Ladder’ı (1990, Dehşetin Nefesi) savaşın cinnete evrilişini betimleyen önemli örneklerden bazıları… Savaş çılgınlığını Soğuk Savaş (Cold War) paranoyası bağlamında ele alan kara komedi (black comedy) Dr. Strangelove (1964, Doktor Garipaşk), savaşın aile ilişkilerini ve toplumsal güveni nasıl zedelediğini gösteren The Best Years of Our Lives (1946, Hayatımızın En Güzel Yılları) gibi filmler de savaş mitini sorgulayan, savaşın anlamsızlığı üzerine görüş beyan eden düzeyli örnekler…
Salt sinemada çocuk ve çocukluk olgusuna odaklanmayan ama genel anlamda savaşın anlamsızlığını didikleyen / sorgulayan bu filmleri neden anımsatıyorum? Kuşkusuz oturup ciddi ciddi düşününce savaş, bir çocuğun konsolun üzerindeki fare zehrini alıp içmesi gibi bilinçsiz bir otomatik-davranışın ürünüdür. Dolayısıyla savaşları çıkarıp milyonları öldüren, sakat bırakan mantık, çocuk-adamlar’ın mantığıdır. Gayet planlı bir biçimde, en ince ayrıntısına dek hesaplanarak kurgulansa da bu, yani savaş, çocuk-adamlıkla paralel düşünülmesi gereken bir sosyolojik parametredir…
hakanbilge@sanatlog.com
Hayal Bilgisi Dergisi’nin 2. sayısında (15 Nisan 2024), ayrıca burada, şurada, bu adreste ve şu adreste yayımlandı.