Federico Fellini’den Sözler
“Ben gerçeği herkesin kendisinin bulması gerektiğine inanırım. Bana kalırsa, sosyal bir öbek için bir çağrı hazırlamak, ya da herkes için çağrı olacak bir film çevirmek boşunadır. Bir topluluğa hitap edilebileceğine inanmıyorum. Çünkü topluluk dediğimiz nedir ki? Her birinin kendi gerçeği olan belli sayıda bireylerin toplamı. Filmlerimin bir sonu olmayışının nedeni de budur. Filmlerimin hiçbir zaman basit bir çözümü yoktur. Bana kalırsa, bir sonuca ulaşan herhangi bir öykü anlatmak, sözün tam anlamıyla ahlâk dışıdır. Perdede bir sonuç sunduğunuz anda seyircinin işine karışıyorsunuz demektir.”
“Sanatta tanımlamalar anlamsızdır. Etiketler bavullara konur… Sanatta bütün yolların geçerli olduğu kanısındayım.”
(Andrei Tarkovski hakkında) “Büyük sanatçı, büyük ruh, büyük usta.”
“Buster Keaton, Charlie Chaplin’den daha çok hoşuma gider. Kedi parlaklığındaki gözleri, kemirgenleri andıran keskin dişleri ile Chaplin bende bir tür kuşku, güvensizlik yaratıyor. Chaplin’in belki de en büyük olduğunu kabul ediyorum. Ancak Keaton’ın duygu sömürüsüne ihtiyacı yoktu. Giriştiği mücadeleleri ve başına gelen yıkımları, haksızlıkları ya da adaletsizlikleri ortadan kaldırmak için yaşamamıştır. Ve bu mücadeleler, bizi heyecanlandırmayı ya da bize tepeden bakmayı amaçlamaz. İnatçı çabasının özü, bize bir bakış açısı, tümüyle değişik bir perspektif önerisinden ibarettir. Âdeta bir felsefedir bu, değişmez kavramlardan oluşan bir sistemin içinde donup kalmış bütün varsayımları ve fikirleri altüst eden ve bunları geçici ve yararsız kılan değişik bir din. Budizm’den direkt gelen gülünç bir varlık.”
(Oto e mezzo hakkında) “Aslında, bu filme bir isim vermeyi bile becerememişim. Notlarımın olduğu deftere, o güne kadar çekmiş olduğum bütün filmlere gönderme yapmak amacıyla 8 1/2 şeklinde bir not düşmüştüm, geçici olarak. O, filmin adı oldu.”
“Bir sanat eseri, yalnız ve tek bir ifadeden, kendi öz ifadesinden doğar. Genellikle tercihim, sinema için yazılmış özgün konulara yöneliyor. Öyle sanıyorum ki sinemanın edebiyata ihtiyacı yok. Yalnızca sinema yazarlarının, yani merakını ritimle, sinemaya özgü ahenkle anlatan kişilere ihtiyacı var. Sinema, en iyi varsayımla bile her seferinde hayali kopya resimler gibi üst üste çakışmalara ihtiyacı olmayan özerk bir sanat dalıdır. Her sanat eseri, algıladığı ve ifadesini onda bulduğu boyutta yaşar. Bir kitaba ne basılır? Durumlar… Ancak, bu durumlar kendileri olmadan, hiçbir anlam taşımazlar. Önemli olan, bu durumların ifade edildiği duygulardır, yani hayal gücüdür, ortamdır. Işıktır ve sonuç olarak bunların yorumudur. Oysa bu olguların kâğıt üzerindeki yorumunun, sinematografik yorumu ile hiçbir ilgisi yoktur.”
“Bir sanatçı her zaman kendinden söz edermiş gibi geliyor bana. Bir filme giren günlük şeyler bile sanatçının acı ve kaygılarının tanıklarıdır.”
“Gerçeği abartmaktan, süslemekten, güzelleştirmekten hoşlandığımı bütün dostlarım bilir. Bazı insanlar bu yüzden yalancı olduğumu söylüyorlar. Benim gibi düşlerin ve görüntülerin dünyasında yaşayan birisi için gerçeğe sadık kalmak ancak doğaüstü, aşırı bir zorlama olabilir.”
“Kitaplar okumaya, tablolar görmeye hiç gerek yok. Yaşam bugüne dek, bu yapıtlarla şartlanmıştır; çağın özü onlardır. Öyleyse yaşamak yeterlidir.”
“Asıl katıksız anlamda Yeni-Gerçekçiliğin benim için almamı: insanın kendini ve başkalarını araştırması, bütün yönlere, hayatın bulunduğu her yöne doğru bir araştırma…”
“Franz Kafka… Düşsel bir peygamber…”
“Tek gerçeklik düşlerdir.”
“Düşlerimiz bizim gerçek yaşamlarımızdır.”
(Alfred Hitchcock’un The Birds – Kuşlar filmi hakkında) “Kıyamet şiiri…”
“Yeni-Gerçekçiliğin ‘film yapmak yaşama karşı bir alçakgönüllülük eylemidir.’ öğretisini kabul etmiyorum… Çünkü bu yaşama karşı alçakgönüllülük işini, kamerayla olan işinize dek uzatacak olursanız, artık sinema yönetmenine gerek kalmayacaktır.”
“Duyduğum tek sorumluluk duygusu, cehalet ve aptallık tarafından üretilen vasatlıktan kaçınmaktır.”
“Seyirci (…) istekleriyle şartlanmak olanaksızdır. Buna önem verecek olursanız, kendinizi aşağılayıcı ve küçültücü bir duruma sokarsınız…”
“Bir insanın gerek kendisi ve gerek başkalarıyla ilişkileri, gerekse de hayatın gizemleri konusundaki bütün araştırmaları tinsel ve gerçek anlamda dinsel bir araştırmadır.”
“Son yok. Başlangıç yok. Sadece hayatın sonsuz tutkusu var.”
“Benim bir tek hayatım var, onu da sana anlattım. Bu benim vasiyetim, çünkü anlatacak başka bir şeyim yok.”
(Akira Kurosawa hakkında) “Büyük bir gösteri adamı.”
“Ben yarım Romalıyım. Annemin ailesi Romalı. Hem de çok uzun yıllardan beri. Soykütüğü araştırmalarıyla uğraşmaktan haz duyan bir yeğenim var, annemin kızlık soyadı Barbiani’ye kayıtlarda ilk olarak 1400′lü yıllarda rastlamış. Papa 5. Martin’in maiyetinde bir Barbiani’nin çalıştığını bile saptamış hatta. Bunaryosuz senaryoları filme çekmeye zorlayan kişi çok uzaklardaki bu atadır… Roma’da yaşamaya 1938′de başladım. Burada kendimi çok daha rahat hissettim. Ama peki benim Romalı yanım var mı? Genel düşüncelere göre Romalı, dışa dönük, nefsine düşkün, eli açık, epey sosyal, insanlarla birlikte olmaktan zevk alan, iyi masalardan keyif alan, siyasete tutkunluk derecesinde bağımlı, kendisini dinsiz diye tanıtan, ama karısıyla kızlarını ‘Bir ailede tanrı ile arasının iyi olması gereken kişiler de olmalıdır…’ düşüncesiyle kiliseye yollayan biri… Ancak bu pek sempatik kusurları ve insani nitelikleri kişiliğimde tam anlamıyla yansıttığımı hiç sanmıyorum. Özellikle siyasal tutkuya gelince, bu konuda Romalı değil, tam bir Eskimo’yum.”
“Sinema sirke çok benzer; eğer sinema olmasaydı, pekâlâ bir sirk yöneticisi olabilirdim. Sirk de sinema gibi katıksız bir teknik ve doğaçlama karışımıdır.”
“Şanslı olanlar mantığa pek fazla bel bağlamazlar. Onlar sezgilerine güvenmekten, sezgileri tarafından yönlendirilmekten kor
kişi uyuşturucu müptelâsıymış ve bir zehirlenme olayıyla ilgili olarak engizisyonda yargılanıp hapse atılmış; otuz yılını fareler ve örümceklerle iç içe geçirmiş. Kim bilir, beni belki de bu tür sekmazlar.”
“İtalya gibi bir ülkede hayatımda tek bir futbol maçı bile izlemediğimi bir şekilde öğrenmeleri ya da herhangi bir seçimde bilinçli verilmiş herhangi bir oya sahip olmayışımı ifşa etmem, linç edilmem için yeterli sebeptir sanıyorum. Neyse ki, İtalyanım ve Orta İtalya’da yaşıyorum… Vatandaşlarım beni linç etmek için gerekli enerjiyi toplayıncaya kadar, kaçmak için gerekli enerjiyi toplamış olurum sanırım.”
“Her filmimin başında, vaktimin en büyük bölümünü çalışma masamda geçirir, habire kıç ve meme resimleri çiziktiririm. Bu, benim filmime başlama, bu karalamalar arasında onu çözme biçimimdir. Tıpkı bir labirentten çıkışı sağlayan ipuçları gibi…”
“Film (…) kendi kendimi araştırmamı sağlar. Aslında hiçbir zaman çözümü bulmayı istemem. Ne yapayım çözümü? Yaşam belirtisi bu değil mi; aramak, durmaksızın aramak…”
“Eğer Brigitte Bardot varolmasaydı onu yaratmak zorunda kalacaktık.”
“Işık, filmin özüdür. Ve bu nedenle sinemada ışık ideolojidir, duygudur, renktir, tondur, derinliktir, havadır, öyküdür.
Işık, fantastiğe, düşe eklenen, yok eden, sınırlayan, coşturan, zenginleştiren, nüanslandıran, altını çizen, benzeten şeydir, bu şeylere itibar kazandırır, onları kabul edilebilir hale getirir. Ya da tam tersine, gerçeği fantastik hale getirir, en gri günlük olayı mucizeye dönüştürür, şeffaflık katar, gerilimler, titreşimler önerir.
Işık, bir yüzü oyar ya da parlatır, olmayan ifadeyi ekler, donukluğa zekâ pırıltısı, yavanlığa çekicilik katar. Işık, bir yüzün zarafetini ortaya çıkarır, bir manzarayı yüceltir, onu yok olmaktan çekip çıkartır, bir dekorun fonuna büyü katar.
Işık, film hileleri vb. gibi özel efektlerin birincisidir. En basit, en kabaca gerçekleştirilmiş dekor, ışık sayesinde beklenmedik, hiç akla gelmedik perspektifler yaratabilir ve konuyu muğlak, endişe verici bir atmosfere sürükleyebilir; ya da yalnızca güçlü bir projektörü yakarak ya da bir başkasını devreye sokarak, kasvetli hava yok edilebilir ve her şey ferah, bildik, güven verici bir hale girer. Film denen şey ışıkla yazılır; biçim, ışıkla ortaya dökülür.”
___________
Ek;
Federico Fellini’nin Sevdiği Filmlerden Bazıları:
1925 Maciste all’ inferno (Guido Brignone)
1928 The Circus – Sirk (Charlie Chaplin)
1931 City Lights – Şehir Işıkları (Charlie Chaplin)
1931 Frankenstein (James Whale)
1933 The Devil’s Brother (Hal Roach & Charles Rogers)
1939 At The Circus – Üç Ahbap Çavuşlar Sirkte (Edward Buzzell)
1939 Stagecoach – Cehennem Yolcuları / Posta Arabası (John Ford)
1946 Paisa – Hemşeri / Köylü (Roberto Rosselini)
1947 Monsieur Verdoux (Charlie Chaplin)
1950 Rashômon (Akira Kurosawa)
1957 Smultronstället – Yaban Çilekleri (Ingmar Bergman)
1962 Totò e peppino divisi a berlino (Giorgio Bianchi)
1963 The Birds – Kuşlar (Alfred Hitchcock)
1968 2024: A Space Odyssey – 2024: Uzay Macerası (Stanley Kubrick)
1972 Le Charme Discret de la Bourgeoisie – Burjuvazinin Gizemli Çekiciliği (Luis Bunuel)
(Yararlanılan kaynaklar: Göstermenin Sorumluluğu, sabah.com.tr, Ekşi Sözlük, IMDb, Sinema Dümyası)
Derleyen: sinefil78
Federico Fellini’den Bir Burjuvazi Güzellemesi: La Dolce Vita (1960; Tatlı Hayat)
28 Kasım 2024 Yazan: admin
Kategori: Klasik Filmler, Sanat, Sinema
— İtalyan mutfağı hakkında ne düşünüyorsunuz?
— Yoga yapıyor musunuz?
— Yeni Dalga hareketi hakkında ne söyleyeceksiniz?
— Sizce İtalyan Yeni Gerçekçiliği öldü mü?
— Halkların kardeşliğine inanıyor musunuz?
(…)
Yukarıdaki soru bombardımanına muhatap kalan kim derseniz, İsveçli bir sarışın ve aktris namzedi.
Soru sahibi ise ‘paparazziler’. Malum, günümüzdeki sosyete-magazin kanadı arasındaki içli dışlı ve dejenere münasebetlere bakar iseniz, Federico Fellini’nin ustaca bir ‘öngörüsüyle’ ve örtük bir hiciv ile karşı karşıyayız. Hanım kızımızın dudaklarından ise sadece üç kelime dökülecektir cevap olarak: Aşk, aşk, aşk!
(…)
Bu arada sorulara dikkat ederseniz arkadaşlar, Fellini’nin keskin mizah anlayışı ilâ o her daim belirttiğim ‘otantik’ kültür saplantısını farkedeceksiniz. Bu filmin genelinde de mevcut aslında, az sonra kısaca değineceğim. Tıpkı kentine saygı duruşunda bulunduğu ‘Roma’ (1972, Fellini’s Roma) gibi… Filmin ana mekânı da yine Roma zaten. Yine kadınlara olan meşhur takıntısı bu filmde de sabit. Bunları, başlığın ana konusu olmadığından hareketle üstünkörüce geçiyorum.
La Dolce Vita (1960, Tatlı Hayat), ikinci savaş ertesi her açıdan irtifaya erişen yüksek tabakayı (yani burjuvaziyi) merkezine alarak; içinde bulundukları ‘yoz ve sefih ilişkiler ağı’nı gözler önüne serer. Bir sınıf üzerine erken bir ‘dekadans’ manifestosu olarak da algılanabilir bence Fellini’nin bu başyapıtı…
Salyangozlu yemekler yerler lüks clublarda, tavernalarda… Paranın gücüyle dansöz ve palyaço oynatıp, vecd ile kendilerinden geçerler. Lüks ev partileri verir; entellektüel ve sabun köpüğü muhabbetlere koyulurlar. Filmin hemen giriş sahnesinde de görüleceği üzere, dev bir İsa heykelini helikopter ile taşırlar, sırf eğlence ve gösteriş olsun diye… Kadınları havuz başında güneşlenir; erkekleri elbise değiştirir gibi sevgili değiştirir, zengin dullarla takılırlar. Ellerinde ş.mdanlarla, devasa konaklarında ruh çağırma, hayalet arama seansları düzenlerler. Günlerini gün ederler vesselam!
Madem helikopter sahnesinden bahsettim belirtmeden geçemeyeceğim. O sahnede bir yanda da bu helikoptere el sallayan ameleleri hatırlayacaksınız izlediyseniz. Fellini, daha giriş sahnesindeki bu kontrast ile rengini ortaya koymaktadır.
‘Marcello’ (Marcello Mastroianni), filmin ana figürü. Orta yaşlarda bir gazeteci olan Marcello, ünlü bir yazar olmanın hayallerini kurmaktadır. Fiziği ve mevkiine istinaden güzel kadınlarla, bu bahsettiğim sefih çevrelerle yakın münasebet içerisindedir. Çoğu etkinlik ve eğlencelerinin bizzat içerisindedir. Burjuva yaşam biçiminin cazibesine kapılan Marcello’yu söz konusu sınıfın üyesi kadınlarla, lüks gece kulüplerinde, şatafatlı evlerde verilen içkili ve sözüm ona nezih (!) partilerde, bahsini ettiğim hayalet arama seanslarında vs… görebilirsiniz.
Aslına bakarsanız Marcello, köken olarak İtalyanın güneyinde ikamet eden orta sınıf mensubu ‘gelenekçi’ bir aileden gelmekte. Marcello’nun babasıyla havaalanı restoranında ilk karşılaştığı sahneyi hatırlayın derim. Bu yoz ve sefih burjuva yaş.mıyla iyice haşır neşir olan oğlunun aksine baba, hâlâ eski aristokrasi gelenekçiliğini ve kibarlığını muhafaza etmektedir. Leopar (The Leopard, Luchino Visconti) filminde, -ana mesajda da yazılıdır- bir balo metaforuyla başat hale gelen bir sınıfa çaresizce yerini devreden çöküş içerisindeki aristokrat klanın bir mensubudur o. Bunu da nereden çıkarttın be adam! diyecek olursanız lütfen garsondan adiyö yani hesabın istendiği anı hatırlayın. Hesabı getirir garson. Baba hepsini ödemek ister ama nafile! Bireyselci bir seremoni ile karşılaşır. Zira garsonun cevabı “Burada herkes kendi hesabını kendi öder efendim!” olacaktır. Küçük bir detay belki ama anladınız meramımı değil mi?
Burjuvazinin kendi arasında kullandığı dil son derece kibar ve adeta protokole bağlı gibidir. Diyaloglar belli bir kaç konu etrafında döndüğü gibi; yüzeysel ve sahtedir. Kitap ve tablo merakı vardır. Ressamların eserleri, eserlerdeki ışık/açı kontrası üzerine hasbıhalda bulunurlar. Yönetmen tüm bunları ustaca verirken, arada -tıpkı ‘Amarcord’da yapacağı üzere- ‘Şarkiyat’ meselesine de eğilmiştir. Üstsınıfların paradigmasıyla tabi…
Bir parti esnasında kalantor bir burjuva mensubu beyefendi, Meryem Ana’dan hareketle sözü Doğu’nun maneviyat yönünden üstünlüğüne getirirken; Federico Fellini’nin -kendisinin de aslında içine dâhil olduğu- burjuva sınıf üzerine inceden inceye bir ağıt yaktığını göreceksiniz. (Film, bu açıdan çok tartışılmıştır zamanın konjonktürü içerisinde.) Mezkûr beyefendi aynen şöyle der: “Doğu kadınları daha makbuldur ve anaçlığı simgeler!”
Şimdiiiii bir noktaya daha geleceğim buradan, dikkat edin. “Doğu kadınları daha makbuldur ve anaçlığı simgeler!” Bu tümce açıkça burjuvazinin ‘bireyci’ ve adamsendeci hayat tarzı ve pratiğine yönelik açık bir tenkittir. Hatta Fellini’nin konumunu düşünür isek ‘öz eleştiridir’ demek daha doğru. Aynı kişi şunu da ilave ediyor değerli arkadaşlarım: “Uygarlık, uygarlık, uygarlık… Nereye kadar! Daha sevişmeyi bile bilmiyorsunuz!”
Yani Federico Fellini sözü burjuvazi mensubu kadınlardaki bireyci, ben-merkezci hallere getirmek istiyor. Öyle bireyci ve günübirlik yaşarlar ki, evlenmek ve çocuk sahibi olmaktan dahi yüksünürler. Hatırlayın lütfen; eşinden henüz boşanan bir kaknem bayan, bunu Marcello’nun evinde düzenlenen bir partide kutlar; hem de bir striptiz gösterisiyle… Levent Kırca ve Nevra Serezli’nin oynadığı ‘Ne Olacak Şimdi’ filmini hatırlıyorum da… (Ki bu film de başlığımıza uygundur, orada da yerli burjuvazimizden kesitler görüyor idik.) Sondaki mahkeme sahnesinde aynen bunları ifade ediyordu Nevra Hanım. Kadınların bencilliğinden yakınıyor, “haremden çıkardılar ama birey de yapamadılar” diyordu.
Bir öz eleştiri daha yapalım… Bu defaki hayli kalantor bir üst sınıf mensubu ve de ev sahibi. Bu sınıfın karaktersitiğine ve yaşam pratiğine iyiden iyiye intibak sağlayan Marcello ile gardende konuşurken aynen şöyle bir ifade kullanıyor, zira hepsini not ettim izlerken: “En sefil hayat bile, her şeyin önceden belirlendiği ve kusursuz olduğu bir sınıfın ferdi olmaktan iyidir!”
Fellini burada “düdüklü tencerenin tazyikini alacaksak biz alalım da, ötekilere fırsat kalmasın!” mı demek istiyor içten içe, bilemiyorum. Bunu siz de bir düşünün derim. Ancak eğer öyle bile olsa yine de samimi bir öz eleştiri barındırıyor bu cümleler. Bu sessizlik, bu monotonluk ve bu “huzur” kahramanımızın canına tak etmiş anlaşılan!
—Spoiler!—
Peki, Marcello’ya ne olmuştur? Sahte zerafet ve sefahatla örülü o burjuva yaşamlardan kendini çekip alabilmiş midir? Yönetmen bunu finaldeki ustaca metafor ile yanıtlayacaktır. Daha evvel daktilosuyla bir şeyler yazarken bir cafede karşılaştığı alt sınıflara mensup mazbut bir hanım vardı izlediyseniz. Normal halk yığınlarını temsil eden bu hanım kızımız, sahilin biraz ilerisinde beliriyor ve “gel! gel!” diye sesleniyor Marcello’ya… Fakat Marcello ona “seni duyamıyorum, seni duyamıyorum!” diye karşılık veriyor ve üstsınıftan dostlarıyla (!) arkasına bakmadan uzaklaşıyor oradan…
O, artık ebediyen özünden kopmuş; söz konusu sınıfın ve “Tatlı Hayat”ın daimi bir parçası olmuştur.
Son Sözü, paparazzilerin hemen girişte sıraladığım sorularıyla muhatap olan İsveçli hanım kızımıza bırakıyorum:
“Tıpkı gotik bir kule gibi ilkeldir burjuvazi… Öyle yükseklerde dolaşır ki, aşağıdakilerin sesini bile duymaz!”
İmza: okaliptus80