SanatLog yazılarına abone olunYazılar RSSSanatLogYorumlar RSS

Seks ve Cinayet

Başlarken…

Yeşilçam’ın janr sinemasında uzmanlaşmış yönetmenlerinden Mehmet Aslan’ın Aşka Susayanlar – (1972) filminin ismini ilk işittiğimde kahkahalarla güldüğümü iyi anımsıyorum. Öyle pek üstünde durmamış ve hemen unutmuştum. Gel zaman git zaman Beyoğlu’nda bir evde ilk izlediğimden bu yana da üstünden epey geçmiş, ben yine en ufak ilgi göstermemiştim… Geçen ay yeniden izledim bu filmi… Ve üstüne birçok Giallo… Neyse. Aşağıda okuyacağınız metin, İtalyan thriller / korku sinemasında “kişisel” bir gezintidir aslında ve yolu oradan Yeşilçam’a sapmaktadır. Herkese iyi okumalar…

 

Sergio Martino’nun Giallo’su (1971, The Strange Vice of Mrs. Wardh / Bayan Wardh’ın Garip Ahlak Bozukluğu) Sigmund Freud hazretlerinin;

“The very fact that the commandment says ‘do not kill’ makes us aware and convinced that we are descended from an unbroken chain of generations of assassins for whom the love of murderwas in their blood, as it is perhaps in ours too.”

sözleriyle açılıp, referansını Tevrat’daki “10 Emir” düsturunun “Öldürmeyeceksin!” emrine yayarak metafizik bağlantısını da ortaya koyuyordu. Freud’un tümcesini;

“‘Öldürme!’ emri bizim cinayet aşkı kanlarında olan katiller neslinin kırılmamış bir zincirinden geldiğimiz konusunda bizi haberdar ve ikna ediyor; bu gerçeğin ta kendisi çünkü bu belkide bizim içimizde.”

şeklinde çeviriyorum… Hazret haklı değil mi?

Sergio Martino’nun söz konusu filmini anıştırma nedenim şu: Aşka Susayanlar – Seks ve Cinayet, adını zikrettiğim İtalyan Giallo’sunun serbest bir uyarlaması. Serbest dediysek, konunun bütününe, belli başlı temalara büyük ölçüde sadık bir uyarlama. Farklılıklar hususunda şöyle değişik bir yol izlenmiş: İlk filmde ormanda biçilen sarışın, Yeşilçam varyasyonunda, Eva Bender’in canlandırdığı “” karakterine büründürülmüş. Ne menem bir “oyuncu” olduğu sonradan anlaşılan çapkın sevgili modeli ise Yeşilçam uyarlamasında, klasik “mutlu son” havasının daha da pekiştirilmesi düşüncesi ile jönümüz Kadir İnanır’a teslim edilmiş. Oya’dan sonra (Eva Bender) havalanıp Mine’ye (Meral Zeren) konan “işçi arı” bu çiçekten de bal almasını başarıyor. Ama elbette ilk filmde seksin (Fenech ile daha başka filmleri de var Martino’nun. Bu güzel kadın cömertçe soyunuyor. Sahnede her belirişi, benim Sevda Ferdağ’ı her görüşümde aklımın başımdan gitmesi gibi. Fenech’i ne kadar seviyorsam, Ferdağ’ı daha çok seviyorum. Bu gereksiz ayrıntıyı da burada verip parantezi kapıyorum sevgili okuyucu…) üzerinden verilen dozajı daha fazla. Giallo ve seks ayrılmaz ikili olarak thriller janrının da vazgeçilmez elemanlarından biri bildiğiniz gibi.

Korku filmlerinde ise cinsellik zaten olmazsa olmaz bir sinemasal kural olarak beliriyor. Ama elbette her filmde sevişenler ölmese de çoğu kadın ya da erkek cezalandırılıyor bu minvalde. Psycho’da (1960, Sapık) “yasak ilişki”nin kadın figürü Marion (Janet Leigh), Norman Bates’in (Anthony Perkins) bıçağının sivri tarafları ile tanışıyordu örneğin… Bu filmden sonra da ortajen kodlar hem B filmlerinde, hem 70’lerin istismar sinemasında, hem de A sınıfı thriller ve korku filmlerinde tekrar tekrar sınandı, taklit edildi, saygı duruşunda bulunuldu… Günümüzde de durum aynıyla sabit keza. Biz bu bağlamda Dario Argento’ya bir selam çakalım, gerisinin pek önemi yok. Zira Argento filmlerinde zavallı kadınların hoyratça hırpalandığını, etlerinin kesilip doğrandığını, tecavüz edildiklerini hanidir biliyor, izliyoruz. Suspiria’daki (1977) masum collage girl’leri anımsayın yeter…

Dario Argento da çağdaşları Sergio Martino, yönetmeni Lucio Fulci ve öncü Mario Bava gibi, tüyler ürpertici yamyam filmleri de çeken akıl sağlığından kuşku duyduğum Umberto Lenzi gibi, biraz daha kıyıda duran Pupi Avati gibi Giallo denilince akla ilk gelen isimlerden. Bu altı marjinal İtalyan, yazıp çizen, prodüksiyon sorunları ile ilgilenen yönetmenler olarak aslında bize korku janrındaki “bağımsız” çalışma misyonunu da anımsatıyorlar. George A. Romero da tarih sahnesine çıktığından beri “bağımsız” işler yapma peşinde ve Hollywood sistemi ile hiçbir ciddi bağı olmamış bir sinemacı. O da çağdaşları adını andığımız İtalyan yönetmenler gibi yazıp çekiyor filmlerini. Hatta yapımcılığını üstleniyor. Film sektörünün başka aşamalarında da (kurgu vb.) söz sahibi rolünü üstleniyor. Bunayıp da hanidir kendini tekrar etmeye başladı, o ayrı mevzuu…

İngilizce kaynaklar dahil birçok yerde, Mario Bava’nın 1963’te çektiği Valentina Cortese’li / The Girl Who Knew Too Much (Çok Şey Bilen Kız; Hitchcock’a bir saygı duruşuydu bu; fakat Hitch’in anladığı anlamdaki “suspense” duygusundan çok uzak bir filmdir.) adlı filmiyle Giallo’nun prototipini oluşturduğunu okuyorum. Yanlış bir kanıdır bu. Bu film, film noir’ın stil araçlarından beslenen, temelde ise [“katil kim?” sorusu ortaya atılır ve olaylar gelişir…] anlayışına sadık kalan bir suspense denemesidir. Denemesidir diyorum; çünkü finalde açığa kavuşan düğüm, sinema ile edebiyatın tebdil ettiği bir duruma işaret eder. Halbuki Hitchcock hiçbir filminde buna tenezzül etmez. Argento dahil birçok yönetmenin isminin önünde Hitchcock’un yer alması gerçekten acıklı bir durumdur. (Bu konuya şuradadeğinmiştim daha evvel…) “İtalyan Hitchcock Argento” yakıştırması bile pek mantıklı değildir… Kaldı ki Bava, La ragazza che sapeva troppo’da görsel olarak (Geniş Roma meydanlarının dekor olarak kullanılması, stilize bir ışık-gölge çalışmasını ihtiva etmesi vb.) 40’lı ve 50’li yılların klasik Hollywood noir’larına yaklaşan bir dil tutturmasına karşılık filmin bütünü düşünüldüğünde çok da başarılı bir iş çıkaramamıştır. Dediğim gibi, bunun sebebi, “katil kim?” olgusuna saplanması ve finalde bütün düğümü birincil ağızdan çözüme kavuşturmasıdır. Sorarlar adama: Film mi izliyoruz, roman mı okuyoruz? Maalesef Bava, romancılığa soyunmuştur. Yine de Sezar’ın hakkı Sezar’a! Çok Şey Bilen Kız, kimi açılardan iyi bir filmdir…

Gelelim Giallo imajlarına…

Giallo Sinemasının Elementleri & Giallo Yönetmenleri

Yukarıda adını andığımız tanınmış Giallo yönetmenlerinin ortak özelliklerine baktığımızda karakteristik olarak şöyle bir genellemeye ulaşabiliriz:

İtalyan Giallo filmlerinde henüz jenerikten başlayarak derin bir müzik tutkusunun izleri sürülebilir. Ortajen olarak hayli önemli bir müzik (Klasik müziğin büyük ustaları Verdi’ler, Vivaldi’ler, Paganini’ler, Puccini’ler…) geçmişine sahip İtalya’da yönetmenlerin opera sanatının inceliklerinden de faydalandıklarını görüyoruz. Kısaca, müziksiz bir Giallo filmi düşünmek neredeyse imkansızdır. Hatta müziğin abartılı ölçülerde kullanılışına bile tanık oluruz. Argento’nun Jennifer Connelly, Daria Nicolodi ve Donald Pleasence’i başrolde oynattığı 1985 yapımı Phenomena adlı filmi bunun somut kanıtlarından biridir. Bu filmde uyurgezer Jennifer Corvino’nun (Jennifer Connelly) gece yürüyüşlerine abartılı rock soundları eşlik etmektedir. Bava’nın Sei donne per l’assassino’su (1964, Blood and Black Lace) yine henüz klas jeneriğinden (mankenler ve filmin oyuncuları aynı karelerde buluşurlar) başlayarak filmin bütününe yayılan hoş tınılarla bezeli bir filmdir. Yine bir orta karar Bava filmi Reazione a catena’da (1971, Kanlı Körfez) bile müzikler, göreceli olarak filme gölge düşürecek denli güçlüdür… Filmlerini sadece yönetmeyen, senaryo yazımına katılan, prodüksiyon sorunları ile ilgilenen, (Mario Bava meslekten yetiştiği için bazı filmlerinin görüntü yönetimini de üstlenmiştir.) bu İtalyan ustaların müzik konusunda da ince eleyip sık dokudukları kesindir.

Giallo filmleri titiz bir bakış açısının ürünüdür ve dolayısıyla bu filmlerde gösterişli dekorlar bulunur, canlı bir renk kullanımı söz konusudur; ilginç ve abartılı / gösterişli kamera açıları da teknik detaylar arasındadır. Ustaca planlanmış travelling, deep focus, geniş açı ve zoom’lar çoğunlukla belirli bir ruh durumunun yansıtılması maksatlı, izolasyonu vurgulamak ve thriller imajını görünür kılmak için devreye girerler… Lo strano vizio della Signora Wardh’da ağaca yerleştirilen sabit kamera (ormandaki cinayetin ardından gelen sekans), Mario Bava’nın Reazione a catena’sında katil tarafından takip edilen genç kurbanı kameranın her izleyişi veya Terror at the Opera’da bizzat opera salonundaki baş döndürücü kamera hareketleri (ki kuşların gözünden çekim yapılır bu sahnede) örnek olarak verilebilir. Gerek Martino, gerek Bava ve gerekse de Argento sinemasal olarak akılda kalıcı planlar yaratmakta usta yönetmenlerdir.

Tıpkı müzik gibi şiddet hususunda da Giallo filmleri ölçüyü kaçırmıştır ki Giallo üslubunun (“Janr” demiyorum, dikkat ediniz. Giallo bir tarz, filmsel bir yaklaşım biçimidir. Aynı durum “Film noir” üslubu için de geçerlidir. “Film noir” da bir janr değildir; bilakis bilimkurgudan polisiyeye, gangster filmlerinden korku filmlerine değin birçok janrda uygulanan bir yaklaşım biçimidir, sinemasal bir tarzdır. Bu konuya “noir” bahsinde yazar arkadaşlarımla birlikte şurada değinmiştik.) önde gelen temsilcisi Dario Argento “kadın düşmanı” olarak anılagelmiştir. Gerçekten de birçok filminde soğukkanlı seri katil, genç kızları büyük bir iştahla kesip biçer, türlü işkenceler eder. Sadizmin doruk noktasıdır bu. Terror at the Opera’da, genç kızın göz çukuruna iğneler tutturarak vahşi cinayetlerini ona zorla izlettiren sadist bir seri katil vardır örneğin. Kamera göz hizasından çekimler yaparak özdeşleşim politikalarını tartışmalı bir biçimde pratize eder.

La sindrome di Stendhal’de (1996, Stendhal Sendromu), Non ho sonno’da (2001, Uykusuz), Inferno’da (1980, Cehennem), noir bağlaşıklıkları da bulunan başarılı ilk uzun metrajı L’uccello dalle piume di cristallo (1970, The Bird with the Crystal Plumage - Kristal Tüylü Kuş) ve Il gatto a nove code’da (1971, The Cat o’ Nine Tails), ’de (1982, Ölümün Sesi) ya da Hitchcock filmlerine (Psycho, The Birds) göndermelerle dolu filmi Profondo rosso’da (1975, Deep Red - Derin Kırmızı) buna benzer birçok irrite edici, aşırı şiddet içeren kanlı sahneler vardır. Argento son filmi Gaillo’da (2009) içinde bulunduğu akıma saygı duruşunda bulunursa da klişelerden mürekkep bu film oldukça başarısızdır ve yönetmenin kendini tekrarladığının da bir göstergesidir.

Lucio Fulci’nin (Bu yönetmenin birçok filmi tiksindirici görsel efektlerle donatılmış bir sinemasal bataklıktır adeta. Beyin ve bağırsakların ekrandan taştığı Paura nella città dei morti viventi [1980, City of the Living Dead / Ölüler Şehri] dahil.), Florinda Bolkan’ı (içimizi gıcıklayan başka bir güzel daha!) başrolde oynattığı Non si sevizia un paperino (1972, Don’t Torture a Duckling / Linç) adlı filminde bakmak için iki kere düşündüğümüz vahşi çocuk cinayetleri, Sergio Martino’nun I corpi presentano tracce di violenza carnale’sindeki (1973, Torso) göz çıkarma sekansları, Pupi Avati’nin La casa dalle finestre che ridono’sundaki (1976, The House of the Laughing Windows) sadistik gore sahneleri, Inferno’daki birçok sahne ve ayırt edici olması açısından anımsatmakta fayda görüyorum; kanalizasyon izbeliğindeki fare saldırısı, Tenebre’deki balta ile işlenen cinayetler, Non ho sonno’daki istasnasız bütün cinayet sahneleri ki müzik aletinin eşlik ettiği sadistik sahne (müzik aleti kurbanın ağzına sokulur bu sahnede) tüyler ürpertici niteliktedir.

Giallo = İstismar denebilir. Özellikle Argento, yukarıda da çıtlattığımız gibi, her ne kadar “kadın düşmanı” olarak tarif edilse de birçok filminde erkek karakterlerini de acımasız cinayetlere ortak etmiştir. Temelde gotik bir gore filmi olan Suspiria’daki kör piyanistin bizzat köpeği tarafından parçalanması, akılda kalıcı bir örnek mahiyetinde gösterilebilir. Yanı sıra, Inferno, Tenebre, La sindrome di Stendhal, Phenomena gibi Giallo’larında da “aşırı” sahneler mevcuttur. Dolayısıyla kadınlar kadar erkekler de vahşi cinayetlerden payını almaktadır…

Burada sorulması gereken soru niçin kadın ya da erkek kurbanların en ilkel koşullarda en vahşi ölümlerle (Bazı yazarlar “stilize” ifadesini kullanmayı yeğliyor. Doğrusu çıplak bir kadın bedeninin balta ile delik deşik edildiği bir sahne “stilize” terimi ile karşılanabilir mi, bunu uzun uzadıya incelemek gerekiyor.) yüzleştirildiği sorusu değil; bilakis beyaz perdede şiddetin rengi ve dozajının bu denli yüksek tutulmasının doğru olup olmadığıdır. Meseleye bu zaviyeden bakınca ister istemez “istismar” sorunsalı da bir tartışma alanı olarak önümüzde belirmiş oluyor. Evet, Giallo = İstismar sinemasıdır. Kadın ya da erkek bedenleri çiğ ve ilkel (İnsanın en eski varoluşuna bir gönderme temayülü açısından bakıyorum mevzuya, ki başlarken Sigmund Freud’un Martino filminde alıntılandığını da belirtmiştik. Freud’da sorun metafizik kökeni ile de kavranmaktadır.) öldürme pratikleri doğrultusunda kesip biçilmekte, üstelik cinayet sahneleri haddinden fazla uzun tutulmaktadır. Bu handiyse bir cinayet ritüeli, bir şiddet senfonisi gibi işlemektedir. Bunun üstüne ise müzik adeta tuz biber ekmektedir. Şöyle ki, takip sahnelerine, bizzat kanlı cinayet sahnelerine ölçüsüz ve gürültülü bir müzik (Ennio Morricone bir yana, Goblin [Profondo Rosso, Suspiria] adlı müzik grubunun çalışmaları Argento için vazgeçilmezdir.) eşlik etmektedir.

Şiddet, insanoğlu ile yaşıt oluşuyla; dinsel terminolojiyi, kutsal kitapları, yaratılış öykülerini, kısacası hemen her köşeyi kaplayışıyla aslında sinema için de her zaman bir öyküleme aracı olagelmiştir. Giallo bahsinde yukarıda şiddetin estetize ediliş süreçlerini az da olsa vurgulamaya çalıştık. Fazla uzatmadan, hemen soralım:

“Şiddetin sağaltıcı etkisinden bahsedilebilir mi?”

Bu soruyu kendi adıma “evet” olarak yanıtlayabilirim… Klasik trajedi tiyatro perdesinde şiddetin gösterilmemesi gerektiğini öngörüyordu. ’nun da benzer bir düşünüş içerisinde olduğu görülür. Bu minvalde ünlü “katharsis kuramı” anımsanabilir. (Bkz: Poetika) Klasik komedi ise avam olanı, basit olanı, çirkefi, çirkinliği göstererek farklı bir yol izlemiştir. Nihayet Victor Hugo’nun Hernani isimli başyapıtı romantizmin konjonktürel zaferini ilan ederken iki klasik tür, yani trajedi ve komedi aynı potada estetize edilmeye başlamıştır. O zamandan bu zamana tiyatral zemin ve edebi coğrafyada şiddet, her ne şekil ya da ölçüde yansıtılırsa yansıtılsın, daima kendisine yer buldu ve sıklıkla tematize edildi. Sinema cephesinden baktığımızda şiddet splastick komedilerden 30’lar Hollywood’unda mantar gibi türeyen gangster filmlerine, 40’lı ve 50’li yılların klasik film noir’larından hemen bütün dünya ülkelerinde (1. ve 2. Dünya savaşlarını yaşamış ülkeler, Fransa, İngiltere, Balkanlar, İspanya, İtalya, Japonya, Amerika Birleşik Devletleri vb.) tesadüf ettiğimiz savaş filmlerine değin defaatle sınanan, yeniden ve yeniden tasvir edilen bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Konumuz Giallo sineması olduğu için bu noktada benzer bir soru daha beliriyor önümüzde:

“Korku janrında, sözümona Giallo filmlerinde şiddetin tematize ediliş biçimi sağaltıcı etkilere sahip midir?”

Bertolt Brecht ya da Hint asıllı romancı Salman Rüşdi de dahil olmak üzere, bütün büyük edebiyatçılar, sinemanın edebiyata göre daha etkili bir sanat dalı olduğu konusunda hemfikirdirler. Dolayısıyla sinema sanatının seyirci nezdinde yarattığı etki çok daha güçlüdür. Elbette burada “sanatsal zevk”in (Sinema sanatının edebiyat türlerinden daha üstün olup olmadığı ya da daha güçlü olup olmadığı konusudur ki, söz konusu mesele bu yazının sınırlarını aşıyor doğal olarak.) ayrıca tartışılması gereklidir. Bunu bir kenara bırakıp Giallo’daki şiddetin mantığına, tasvir ediliş tarzına bakarak çok kesin ve de genelgeçer bir yanıt veremesek bile, Argento’nun Tenebre’sini ya da Bava’nın Reazione a catena’sını baz alarak sağaltıcı psikolojik etkilerden bahsedebiliriz…

Biz perdeye bakmasak bile, sokağa çıkmasak bile şiddet bizden bağımsız olarak zaten var ve her zaman olmaya da devam edecek… Ama şu: Popüler Hollywood sineması, genç ve güzel bedenleri sapık katillerin kanlı ellerine emanet ederek ölçüyü kaçırmıştır, bunu kabul etmek durumundayz. Bu tarz ölçüsüz, hatta alt metinlerden yoksun filmler günümüzde Hollywood’dan İngiltere’ye, oradan da Avustralya’ya yayılarak popülerliklerini daha da artırmaktadırlar. Özellikle yaza girerken veya yaz ortasında çekilip dağıtılan bu filmler, çoğu kez psikolojik detaydan yoksun, yüzeysel alt metinlerden (Siz, “klişe” olarak okuyun!) mürekkep filmlerdir.

Giallo filmleri thriller ya da korku janrından beslenmekle birlikte temelde suç-polisiye filmleridir. Maskeli, deri eldivenli, usturası ile ölüm saçan seri katil, “katil kim?” mottosu etrafında detektiflerce ya da polislerce araştırılır ve sonunda gizem mutlaka çözümlenir. Argento’nun birçok filmi gibi Tenebre isimli filmi de bu kodlar üzerine inşa edilmiştir. Buna başrolünde Adrian Brody’nin oynadığı son filmi Giallo da (2009) dahildir. Yine Mario Bava’nın gösterişli filmi Sei donne per l’assassino da (1964, Blood and Black Lace) mankenlerden Isabella (Francesca Ungaro) dahil birçok güzel genç kadının ölümle buluştuğu bir cinayet araştırmasıdır. Film noir geleneğindeki “sinik” vizyonun ruhuna nüfuz ettiği bu umutsuz filmde cinayet araştırması da aydınlatılamadan nihayete erer. (Klasik anlamda detektifin olayı çözümlediği ve katili faş ettiği bir film değildir bu. Daha çok burjuvazinin tükenişi üzerinde durmaktadır. “Olayın klasik anlamda çözülememesi” olgusu da bu bakış açısıyla ilintilidir.) Argento’nun Opera’sında cinayet bulmacası birçok korku filminde rastlandığı üzere eskilere, travmatik geçmişe dayandırılır. Cinayetlerin belirli motivasyonu tutkulu seksüel arzularla bağlantılandırılır. Elbette Psycho, The Birds (1964, Kuşlar) ve Roman Polanski’nin Repulsion’ı (1965, Tiksinti) dahil modern korku sinemasından tanıdık bir ruh halidir bu. Lo strano vizio della Signora Wardh’da ise cinayet araştırmasına “şaşırtma” boyutu da eşlik eder. Bu filmde “şaşırtma” katsayısı çift taraflı iken, Aşka Susayanlar – Seks ve Cinayet’te Yeşilçam kanunları gereği (jön’ün geleneksel itibarının sarsılmak istenmediği belli) tek boyuta indirgenmiştir.

Şimdi Sergio Martino’yu Yeşilçam ile buluşturmaya geldi sıra…

Lo strano vizio della Signora Wardh (1971) & Aşka Susayanlar – Seks ve Cinayet (1972)

Yukarıda saydığımız birçok nitelik, Aşka Susayanlar – Seks ve Cinayet’te, Yeşilçam standartlarınca, alçakgönüllülükle tatbik edilmeye çalışılmıştır. İkame müzik çorbası, deri eldivenli ve usturalı katil tipolojisi, ilginç kamera açıları, suspense ve thriller elementleri, şantaj ve cinayet, çıplaklık ve erotizm vb.

Giallo elementlerine sanırım yeterince baktık; bu nedenle çok değil, salt iki uçlu bir mukayeseye girişelim…

a) Burjuvazinin Çöküşü

b) Erotizm

Burjuvazinin Çöküşü

Alfred Hitchcock’un Dial M for Murder (Cinayet Var) adlı 1954 yapımı filmi, Rebecca’dan başlayarak maestronun burjuvazinin çöküşü üzerine eğilerek çektiği filmlerdendir. (Rope, Under Capricorn, Strangers on a Train de bu açıdan “okunabilir”.) Zengin, genç ve güzel karısının (Grace Kelly) gölgesinde kalmaktan hoşnut olmayan ve serveti tek başına ele geçirmek isteyen hırslı koca (Ray Milland) ve bu ilişkinin ortasına sızan üçüncü şahıs (Robert Cummings), bu filmin karakter üçgenini oluşturur ve çatışma ile öykü entrikası da buna göre şekillenir. Para hırsı ve açgözlülük, ölümcül tutku ve hoşnutsuzluk aile kurumunun çöküşünü hızlandırırken, aslında temelinden dinamitlenen bir sınıfı, burjuva sınıfını hedef alan bir bakış açısı söz konusudur bu filmde.

Otto Preminger’ın burjuvazinin çöküşünü ilan ettiği Angel Face’i (1952, Melek Yüz) ve Lewis Milestone’un kapitalizm karşıtı The Strange Love of Martha Ivers’ı (1946, Martha Ivers’ın Tuhaf Aşkı) gibi sağlam çatılı Hollywood klasikleri de birçok açıdan bu vizyonun bir parçasıdır. Angel Face, parasal doygunluğun huzur ve mutluluk vaat edemeyeceğini vurgulamakta ve temel olarakmutluluk = parakapitalist formülünün yanılsamalı doğasına bakış atarak temelde sınıflararası kini, açgözlülüğü mercek altına almaktadır. Dışarıdan mutlu ve huzurlu görünen, büyük servetleri ile her vakit özenilen, kıskanılan burjuva sınıfı ise içindeki çatlakları oluşturmaya devam etmektedir.

Konumuz icabı Lo strano vizio della Signora Wardh ile Aşka Susayanlar – Seks ve Cinayet de bu bağlamda değerlendirilebilecek bir nitelik taşırlar. Bu filmlerde aile kurumu, A sınıfı konvansiyonel Hollywood filmlerindeki gibi şematik kodlarla sarmalanmamıştır. Komşu sahibi, mutfakta vakit öldüren, çocuklarını seven aile kadınları da yoktur bu filmlerde. Birbirini her koşulda sevmeye razı, birbirlerinin çıkarlarını düşünen Capracorn karı-kocalara da rastlamayız. Dial M for Murder’daki gibi, dışarıdan mutlu görünen, güllük gülistanlık birlikteliklerin ardında kötücül arzular yatmaktadır… Bu filmlerde Frank Capra filmlerindeki gibi, birbirini tanıyıp yardımcı olan kasaba sakinleri de sahneden çok önce çekilmiştir. Geriye kalan; insanların birbirlerini her fırsatta sömürdükleri, birbirlerine tahammül bile edemedikleri kabusumsu ve ama son kertede gerçekçi ve anlaşılabilir bir dünyadır… İşte bu, içinde yaşadığımız karanlık dünyaya oldukça benzeyen bir dünyadır… Göklerde ve ötelerde aramaya gerek yok; “cehennem” bu dünyadadır…

Lo strano vizio della Signora Wardh’ın evli çifti Julie (Edwige Fenech) ile Neil (Alberto de Mendoza) beraberliği tam da bu kıstaslar üzerine inşa edilmiştir. Aynı düstur Aşka Susayanlar – Seks ve Cinayet’te Metin (Nihat Ziyalan) ile Mine (Meral Zeren) evliliğine uyarlanmıştır. Aradaki belirgin farkı Yeşilçam’da jön (Yılmaz karakterini canlandıran Kadir İnanır) prototipinin alışılageldik imajının korunması oluşturmaktadır. Her fırsatta gerçekleri zorlayan Yeşilçam (en ufak bir küçümseme iması yok bu sözümde), uyarlama bir filmde bile kendine özgü klasik şablonlarına bağlı kalmayı yeğlemiştir. Her iki öykü de “sürpriz son” klişesinden yararlanarak kurdukları dizgeyi alaşağı ederken; Lo strano vizio della Signora Wardh’ın sinemasal dizgesi daha sıkı sıkıya örülmüştür, denebilir. Elbette bunu öykünün bütününe bakarak söylüyorum; yoksa ilk filmin hesabına Yeşilçam uyarlamasını ezmek gibi bir niyetim yok.

Öykülerdeki şaşırtmaca da bununla ilgili bir durumdur. Lo strano vizio della Signora Wardh’daki sadist katil (Bruno Corazzari) ile Aşka Susayanlar – Seks ve Cinayet’teki Tarık (Yıldırım Gencer) eni sonu parayla kiralanmış katillerdir. Bu anlamda klasik Gaillo dizgesinde ilk filmin namına yeni bir açılım söz konusudur. “Katil kim?” mottosu klasik işleyişini korurken, Lo strano vizio della Signora Wardh’da şaşırtmaca finalde ikiye katlanmakta; özellikle kimi sahneler (gerilimli garaj sahnesi mesela) yeniden adlandırılmak üzere bize göz kırpmaktadır.

Klasik noir’da, neo noir’da, konumuz gereği Gaillo filmlerinde kiralıkların varlığı burjuvazinin yeraltı dünyası ile kurduğu ilişkiyi sınamamız açısından elzem doneler sağlamaktadır. Hemen yukarıda çıtlattığımız gibi, Lo strano vizio della Signora Wardh’ın Gaillo sineması içindeki farklılığı temelde çizgisini burjuva dünyası coğrafyasına çekmesinden kaynaklanır. Kısaca her iki filmde de hedef burjuva sınıfıdır, denebilir. Mario Bava’nın Sei donne per l’assassino’su da benzer pesimist yaklaşımın egemen olduğu bir çalışmadır. Burada da kendi kendilerini tüketen burjuva sınıfının hastalıklı üyeleri vardır.

Erotizm

Yeşilçam’ın bir zamanki modası Eva Bender idi. Mehmet Aslan’ın Kartal Tibet’li Tarkan filmlerinin üçünde görünen İsveç asıllı striptiz sanatçısı Bender, Aşka Susayanlar – Seks ve Cinayet’te Oya rolünde karşımıza çıkıyor. Doğrusu ilk versiyonda da sarışın bir aktris var; ama Bender daha kilit bir rol üstleniyor. Zenci partnerini Metin Erksan’ın Suçlular Aramızda (1964) adlı yapıtında Leyla Sayar’ın adlandırışına (kombinezon) benzer biçimde adlandıran bu cinselliğini özgürce yaşayan bağımsız kadın stereotipi; Lo strano vizio della Signora Wardh’da şantaj bahsinde cangılın ortasında keskin usturayla bir güzel biçiliyor…

Oya da usturalı katil Tarık gibi entrikanın bir parçasıdır aslında. Cinselliğini sonuna değin yaşayan Oya, Yeşilçam vamp standardizasyonu içerisinde aynı zamanda ölümcül ve meşum bir klasifikasyona da dahildir. Femme fatale’lar gibi o da melek yüzlü, seksi, cazibeli ve ama baştan çıkartıcı, ölümcül bir kadındır. Zenci seks arkadaşı, jönümüz Yılmaz ile olan birlikteliği ve nihayet Metin ile gizli ilişkisi Oya’yı vamp arketipinden de ötelere taşımaktadır. Hatta Oya o denli rahattır ki lezbiyenlik ima ve atıfları bile özgür cinsel yaşamı karşısında çoktan gölgede kalır. Erkeklerle cinsel olarak sorunlar yaşayan travmatik Mine’ye eğer kendisiyle yaşasaydı bütün sorunlarının ortadan kalkacağı imasında bulunarak seksüel tercihlerini de dışavurur…

Oya’nın Mine ile telefonda yaptığı şu konuşmayı özellikle alıntılıyorum:

“Şimdi gelemem hayatım. Çikolata yiyorum. Tabii çikolata. Hem de hindistan cevizli…”

Söz konusu “çikolata” zenci seks partneridir aslında… “Hindistan cevizi” ise egzotizme yapılan bir vurgu olsa gerek! Oya’yı izlemelisin sevgili okuyucu, mutlaka izlemelisin… :D

Homofobik Yeşilçam standartları içerisinde Oya’nın seksüel devrimi adeta tek başına sırtladığını görüyoruz!… Yeşilçam sinemasında erotizmin sorunlu ve hastalıklı boyutu, öpüşmekten korkan kral ve kraliçelerin sinemasal motivasyonları ile de yakından ilişkilidir. Seks genellikle çocukların dünyaya gelişi ile anlamı kavranabilecek dar bir alana -deyim yerindeyse- “hapsedilmiştir.” Bu sinemaya baktığımızda, “jönler yatağa girmez”, “hanımefendiler sevişmez” gibi absürd bir prensipler ağı ile karşılaşıyoruz… 1970’lerin ortalarında seks komedilerinin trend yapması ile söz konusu durum iyice sömürülmüş, seks bu kez karşımıza bayağı, irrite edici halleriyle çıkmaya başlamıştır. Güzel kadınların (esmer fettan Zerrin Egeliler’i ansak yeridir) karşısına aptal erkekler (Aydemir Akbaş’ın kulakları çınlasın!) çıkartılarak yaratılan tezat, yüzlerce abuk sabuk filmin çekilmesine zemin hazırlamıştır. İtalyan sinemasından (seks komedileridir bunlar) direkt etkilerle kotarılan bu düşük bütçeli, birkaç günde çekilen ticari filmler zaten televizyonun nihai egemenliği sonucu can çekişen Yeşilçam’ın tepesine sert bir balyoz gibi inmiştir. Dikkat edilirse büyük oyuncuların çoğu 1975 ertesinde sinemayı bırakmaya başlamışlardır… 12 Eylül 1980’de ise asık suratlı General’in biri TRT’de; “Ordu, yönetime el koymuştur!” şeklinde demeç veriyordur. Artık bir dönem kapanmış, Yeşilçam da ilelebet sona ermiştir…

1. Foto: Edwige Fenech

2. Foto: Meral Zeren

Benzemediklerini kim iddia edebilir?

Konumuza dönelim biz…

Lo strano vizio della Signora Wardh’da, Yeşilçam versiyonuna nazaran karmaşık ilişkiler ağı yoktur. Öykünün odak noktası Julie karakteridir. Edwige Fenech’in güzel vücudunda cisimleşen Julie, travmatik geçmişine karşılık George (George Hilton) ile sorunsuz bir cinsel yaşama sahiptir… Cömertçe soyunan Julie, Martino’nun şık kadrajları içinde deviniyor. Giallo kraliçelerinden Edwige Fenech bütün seksepalitesi ile aslında masum ve doğal cinselliğin bir sembolü. Doğal bir motivasyon gereği erkeğini arzuluyor… Zaten Avrupa sinemasında cinsellik hep bir doğal motivasyon olarak, kendi anlaşılabilir sınırları içerisinde, makul şartlarda gelişme olanağı bulmuştur. En azından bu mukayese Hollywood ve Avrupa sinemasını karşılaştırdığımızda belirgin ölçülerde doğruluk payı taşımaktadır. (Bkz: Bireylikler Dergisi’nin 31. sayısındaki “Sinemada Vamp Arketipi & Femme Fatale İmgesi & Güzellik Anlayışı” başlıklı yazım.) Roger Vadim filmlerindeki Brigitte Bardot, Louis Malle filmlerindeki Jeanne Moreau veya Michelangelo Antonioni’nin yapıtlarındaki Monica Vitti bu halkaya dahildir…

Giallo filmlerinde ise elbette seks istismar ögesi (sadistik ve aşırı uzatılmış tecavüz sahneleri, şiddet eylemlerine paralel işlenen erotik sekanslar vb.) olarak da karşımıza çıkabilmektedir. Anlaşılabileceği gibi Vadim, Malle veya Antonioni bu anlamda salt mukayese amaçlı gösterdiğim örnekler değildir. Avrupa sinemasındaki üst düzey auteur çalışmalarında da benzer bir yol izlendiğini, cinselliğin doğal akışı içerisinde verildiğini saptamak amaçlı söylüyorum bunu.

Evet, toparlayalım isterseniz…

Aşka Susayanlar – Seks ve Cinayet’te Mine, cinselliği körelmiş dokunaklı bir frijit olarak karşımıza çıkmaktadır. Travmatik geçmişi ise doğrudan tecavüz olayı ile ilişkilidir. Yılmaz ile ilişkiye girmeden önce sıradan, fazla renkli olmayan bir yaşam süren Mine, burjuvazinin bir üyesidir aynı zamanda; tıpkı İtalyan çağdaşı Julie gibi. O da Julie gibi sevgilisi Yılmaz’ı doğal bir şekilde arzular. Tecavüz şoku sonrasında seksten ve de erkeklerden korkan frijit, artık cinselliğini normal standartlar içinde yaşamaya başlayacaktır…

Peki, erotizmin perdeye yansıyış şekli? Film bantları yanmadıysa şayet, Aşka Susayanlar – Seks ve Cinayet makaslanmış izlenimi veriyor. Edwige Fenech hanımefendiyi söylemeye gerek var mı?

 

Gelecekte Argento’nun, Bava’nın, Martino’nun başka filmlerinde buluşmak üzere…

Hakan Bilge

hakanbilge@sanatlog.com

EK;

Meraklısı İçin Edwige Fenech Seçkisi:

5 bambole per la luna d’agosto / Island of Terror (1970) – Mario Bava

Il tuo vizio è una stanza chiusa e solo io ne ho la chiave / Eye of the Black Cat (1972) – Sergio Martino

Tutti i colori del buio / All the Colors of the Dark (1972) – Sergio Martino

Nude per l’assassino / Strip Nude for Your Killer (1975) – Andrea Bianchi

George A. Romero’nun Sevdiği Filmler

George A. Romero’nun adı, ağır ağır yürüyen, gözleri fışkırmış, beyinleri akan, cehenneme sığmadıkları için dünya coğrafyasında devinen zombilerle özdeşleşmiş durumda. , Robert Rodriguez gibi günümüz sinemasının b filmi hayranı yönetmenlerinin de hayranlık duyduğu Romero, düşük bütçeli ilk uzun metrajlı filmi Night of the Living Dead’den (1968, ) son filmine değin çizgisini koruyan bir kült sinemacı…

George A. Romero

Aşağıda George A. Romero’nun en sevdiği 10 filmini bulacaksınız…

1) The Brothers Karamazov – Karamazov Kardeşler (Richard Brooks)

2) Casablanca (Michael Curtiz)

3) Dr. Strangelove – Dr. Garipaşk (Stanley Kubrick)

4) High Noon – Kahraman Şerif (Fred Zinnemann)

5) King Solomon’s Mines – Kral Süleyman’ın Hazineleri (Compton Bennett & Andrew Marton)

6) North by Northwest – Gizli Teşkilat (Alfred Hitchcock)

7) The Quiet Man – Satılmaz (John Ford)

8) – Tiksinti ( Polanski)

9) Touch of Evil – Bitmeyen Balayı (Orson Welles)

10) The Tales of Hoffmann – Hoffmann’ın Sihirli Masalları (Michael Powell & Emeric Pressburger)

’nin Catherine Deneuve’ü başrolde oynattığı harika ötesi filmi Repulsion, Romero’nun korku janrından seçip listesine aldığı bir film olarak göze çarpıyor. Listenin bütününe baktığımızda ise melodram, western, kara komedi, serüven ve aksiyon filmleri dışında bir de kara film seçtiğini görüyoruz.

George A. Romero

Hakan Bilge

 hakanbilge@sanatlog.com

SanatLog.com

Korku Filmlerindeki Jinefobi

Erkekler kadınlardan her zaman korkmuştur!

Çok iddialı bir cümleyle açılış yaptım ama bunun birçok kanıtı var. İdeolojik olarak kadınlar zararlı, karanlık varlıklar olarak görülüyor. Büyü genelde kendileriyle kişileştiriliyor.

Mesela Yin Yang’a bakalım; aslında dualite ikonografisi olan bu imgede siyah olan Yin dişildir. Beyaz ve parlak olan Yang ise eril. Dişil uç karanlık, soğuk ve emici; eril uç aydınlık, sıcak ve uyarıcıdır. Daha buradan dişilliğin genelde negatif özelliklerle oluşturulduğunu görüyoruz. Acaba bu kuramları dayatanlar erkekler miydi?

Eski inanışlara göre kadınlar büyülü yaratıklardı. Ay dönümüne göre kanıyorlar, 9 ay sonra karınlarından başka bir insan çıkarabiliyorlardı. Bu büyüden başka ne olabilirdi? Eski insanlar açıklayamadıkları olaylara ilahi bir kılıf uydururlardı. Bu nedenle kadınlar çekinilmesi gereken, gizemli yaratıklardır. Erkekler gibi açık değillerdir, bir sürü giz taşımaktadırlar. Kadınların kendilerinden korkmak dışında, parça parça vücut bölümlerinden de korkuyorlardı. Mesela saçlarından.

Saç, geleneksel inanışa göre güçle eşleştirilir. Kadın büyücü olduğuna göre, gücünü de saçından almaktadır. O yüzden cadılar büyü yapmadan önce saçlarını açarmış, o yüzden Ortaçağ’da usturuplu kadınların saçları örgü ve topuzlarla toplanırmış. Bunun dinsel yansımaları üzerinde ayrıca bir yazı yazmak gerekir ama kısaca değineyim. Eski Afrika kabilelerinde, regl dönemindeki kadınların gökyüzüne bakması, tanrıları kızdıracağından yasaklanırmış. Mevsimle uyumsuz bir hava akını riskini ortadan kaldırmak için kadınların başları, yüzlerine düşecek şekilde bir örtüyle kapatılırmış. Çırılçıplak vücudun üzerinde kapalı bir baş, ironik olsa gerek! Üç büyük dinde de kadınların başı örtülür. Bunun kökeni, her ne kadar ayrı dinler için ayrı mazeret olsa da, kadının gücü olan saçını saklamak ve büyülü yönünü kontrol altına almaktır.

Cadı

Ayrıca kızıl saç da korkulan, çekinilen bir özelliktir. Tarihsel veya inanışsal kişiliklere bakıldığında, kızıl saç neredeyse kadın cinsiyetiyle bire bir ilişkilendirilmiştir. İlk kadınlar, her dinde veya mitolojide, kızıldır. kızıldır, ’in ilk karısı olduğu söylenen de…

Havva Lillith

İnsanlığa lanet olarak indirilen (kadın olması yine iyi bir örnek), kutusunu (aslında cinsel organını) açarak ortalığı karıştırmış, tüm hayat tufanla yerle bir olmuştur. Dünyada tek kalan erkekle kadından, kadın olan yani Pyrrha, ’nın kızıdır ve bilin bakalım saçları ne renktir? Zaten adı bile ateş kökünden türer; ateş kırmızısı saçları nedeniyle. Maria Magdelena’nın buğday tenli bir kızıl olduğunu, son moda tarihi romanlardan öğrenmiştik zaten.

Pyrrha Pandora

Kadınlardan korktukları kadar onlardan nefret de eden Japonlar, sinemalarında her iki hislerini yansıtmakta beis görmediler.

Ringu

Ringu ve benzeri korku filmlerindeki uzun siyah saçlı kadınları hatırlayın…

Yani erkekler kadınların saçlarından korkuyordu. Korkunç, çekinilesi ve olumsuz olarak tanımlanan kadınların çoğu kızıldı. Bu kişisel bir saptamadır. Doğru olmak zorunda değildir.

Peki başka en çok korkulan kadın bölgesi neresiydi? Tabii ki vajina… Erkeklerde penisin erk sembolü olduğu hepimizce aşikar. Vajina denen bu oyuk, sertleşmiş yani tam güçlü haldeki penisi içine alır, tüm gücünü soğurarak sönmüş bir halde dışarı çıkarırdı. Bu cehennem benzeri kavite lanetlenmeliydi. Bu yüzden vajina ve ikonografisi uzak durulması gereken, güçle donatılmış gerçek erkeği baştan çıkaran, sonra gücünü elinden çalan tüm beterliklerle eşdeğer tutuldu. Alın size Pandora’nın kutusu… Tanrılar ceza olarak bir kadını gönderiyorlar; kadının vajinası ortalığı birbirine katıyor! Düşmanımın başına vermesin…

Bu geniş girişten sonra başlığımıza dönelim. Jinefobi (Gynephobia veya Gyneophobia), kadın korkusu için kullanılan teknik bir terim. Bu hastalık (diyelim), erkeğin geçmiş yaşantısındaki bir travmanın ürünü olabiliyor. Tabii tüm ırkındaki nesiller boyunca aktarılmış, kolektif travma mirası da yadsınamaz.

Hemen başka bir terimle sinemaya geçelim; Venustraphobia. “Venüs trap” sinek kapan, etçil bir bitki, hatırlarsınız. Bu kelime, “güzel kadın korkusu” için kullanılıyor. Güzel kadınlar, erkeklerin aklını başından alır ve zarar verir. Aynen, uğursuz şarkılarıyla gemicileri tuzağa düşürüp kanını emen denizkızları, Sirenler gibi… Bu fobinin sinemadaki karşılığı “femme fatale” olgusudur. Bu imgeye o kadar çok örnek verilebilir ki hızla geçiyorum.

Black Sunday

Femme fatale’ler hızla evrimleşti ve bizzat korku unsuru oldu. Özellikle 70′li yılların erotik korku sinemasının başlıca figürleri bu ölümcül kadınlardı. Drakulanın yanına, uzun dişli bir gelin ilave etmeden korku filmi gerçekleştirilemezdi. (Dracula, Vampiros Lesbos, Le Frisson des Vampires, La Viol du Vampire, La Vampire Nue, La Orgia Nocturna de los Vampiros, From Dusk Till Dawn, Innocent Blood, La Peau Blanche, The Hunger, Vamp, Vampyres, Alucarda…) Vampir imgesi kadınlar için uygun karakterlerdi, erkeklerin kanını emmiyorlar mıydı? Cadılık ise zaten en baştan beri, dişi ırkın sırtındaki kamburdu. Buna örnek; Dario Argento’nun üç cadısı (Suspiria, Inferno, Mother of Tears), Mario Bava’dan Black Sunday, Rus klasiği Viy verilebilir. Bazen güzellik takıntılı bir kadın isteği dışında bir canavara dönüşebiliyor (The Wasp Woman) ya da bizzat kötü ruhlara hizmet ediyordu (Carrie, Chronicle of the Raven, The Guardian, Mausoleum, Sleepy Hollow).

Viy

Son zamanlarda kadının kadına karşı uyguladığı de korku unsuru değeri taşır oldu. Bunun en iyi örnekleri genelde Fransa’dan çıktı. Trouble Every Day, High Tension, Inside, Martyrs gibi filmlerde, kadınlar doğa dışı güçleri olmadan korkunçtular. Özellikle Inside’daki doğmamış bebeğe sahip olma takıntılı katil, kadının annelik içgüdüsünün bile korku sinemasına malzeme olabileceğini gösteriyordu. The Hand That Rocks the Cradle’daki Peyton da korkulması gereken kadın kategorisindeydi. Ya da tam tersi, yine kadınsı bir hal olan postpartum depresyon neticesinde katilleşen bir anne, çocuklarını kıtır kıtır kesebiliyordu (Baby Blues). Bazen kadınlar gerçekten akıl sağlığını kaybedebiliyordu (Alice Sweet Alice, Fatal Attraction, Happy Birthday to Me); Mysery’deki Annie Wilkes’dan kim korkmaz? Buradaki kadınların, kadınlıktan başka özellikleri yoktur; yani durum daha da vahim.

Bazen dişilik fiziki olarak değil, mecazi olarak korku unsuru oluyordu. Mesela Japon sinemasının armağanı olan devleşmiş canavarlar (Godzilla vb.) dişildir. Üstelik bu devleşme konusu mecazdan çıkarılıp bizzat cisimleştirilmiştir de. Tamam, devleşmiş semenderler, böcekler ve bilumum kımıl zararlısı korkunç olabilir; iyi de devleşmiş bir kadın nasıl korku unsuru olur?: Attack of the 50 ft Woman (1958, ABD, Yön: Nathan Juran Oyn: Allison Hayes, William Hudson…).

Attack of the 50 ft Woman

Bu dişillik kısmını biraz açmak istiyorum; ben ideolojik olarak dişillikten bahsediyorum. Godzilla’nın salladığı dev bir penisi olsa da devleşmiş yaratıklar dişildir. Aynı Yüzüklerin Efendisi’ndeki Sauron’un dev gözü gibi.

Sauron'un Gözü

Sonuçta bir gözün cinselliği yoktur; ama vertikal yarığı da göz önüne alındığında Allah’ına kadar dişildir.

Gelgelelim en sevdiğim örnek Alien’dır.

Alien

Yönetmen Ridley Scott aslında feminist bir yönetmen olarak tanınsa da, ilk korku filminde dişil bir yaratık kullanmıştır. Bu kendisinin de gözden kaçırdığı bir şey olabilir ama zannetmiyorum. Ünlü sürrealist sanatçı H.R. Giger’in tasarımı olan Alien (Xenomorph); ağız içinden çıkan ağzıyla iç ve dış dudakları andıran, bir kadınlık organının ayaklanmış şeklidir. Tıbbi olarak (dişli vajina) denen olgunun görsel sanatlardaki bilinçaltı izdüşümüne birçok örnek verilebilir.

Çizgi romanda bir vajina dentata etkisi Filmlerdeki vajina dentata etkisi / Predator

Asıl değinmek istediğim filme geldik böylece:

Teeth (2007)

Yön: Mitchell Lictenstein
Oyn: Jess Weixler, John Hensley, Josh Pais, Hale Appleman, Ashley Springer.
ABD 94 dk.

Erkekler ne zamandan beri vajinaların penisleri koparacağından korkmaya başladılar? Herhalde bunun köklerini kastrasyon korkusunun hemen yanında araştırmak gerek. Filmde de belirtilen “Hine-nui-te-pō” adlı tanrıçayı tanıyalım. Maoi panteonunda cehennem tanrıçası olarak kabul edilen bu tanrıça, genç kızlık hayalleri suistimal edilerek babasıyla çiftleşmiş, bu ensest tecavüzün farkına varınca da tası tarağı toplayıp evini terk etmiştir. Fakat kızından yeni çocuklar edinmeyi kafasına koymuş sapık baba Māui, mağarasında uyuyan kızına yanaşmaya çalışmıştır. Tam sertleşmiş aletini soktuğunda, ahlaklı bir kuşun canhıraş ötüşüyle uyanan Hine-nui-te-pō, vajinasındaki dişlerle babasının çükünü koparmıştır. Mitolojiye göre Māui, ölen ilk erkektir ve bu sonsuz laneti tüm evlatlarına geçirecektir. İşte vajina dentata miti buradan çıkmaktadır.

Bu bilgiyi internette googlelamadan önce Dawn da kendisinin ne olduğunu tam olarak bilmiyordu. Daha çocukken, beraber oynadıkları şişme havuzda abisinin meraklı parmağına cezasını veriyor. Yıllar sonra bile parmağında (fallus?) bu izi taşıyan abi Brad, üvey kızkardeşini bir takıntı haline getiriyor, onu arzularken yaralı parmağını emiyor. Odasında gelinlik resimleri ve pembe yumuşak hayvancıklar bulunduran, PG-13 filmleri bile uygunsuz sayan Dawn’ın aksine Brad tam bir seksist. Pislik yuvasına döndürdüğü odasında “Anne” adını verdiği köpeğini besliyor, yüksek sesli müzik eşliğinde kız arkadaşını arkadan beceriyor, uyuşturucu kullanıyor ve tabanca egzersizleri yapıyor.

Teeth 1

Bekaretini bir hediye gibi saklayan ve evleneceği erkeğe vereceğini söyleyen Dawn’ın bekaret kulübünde tanıştığı Tobey, masallardan fırlamış bir prens gibi; nazik ve sevecen. Baş başa çıktıkları bir piknikte, mitolojidekini andırır bir mağarada, Tobey’in tecavüzüne uğradığında; doğru kişiyi bulduğunu zanneden Dawn’ın bilinçaltına ittiği anılar yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başlıyor. Bu travma ile Dawn bir dönüm noktasına geliyor. Önceki saf ve temiz kız yerini, dişli cinselliğinden kendini kurtaracak kahraman arayan lanetli bir kadına bırakıyor. Okulun özel politikası nedeniyle biyoloji ders kitabının vulva bölümündeki sansür bandını çıkarıyor (penis bölümü sansürlü değil bu arada) ve belki de ilk defa kadınlığıyla tanışıyor.

Cinsel farklılığına paralel bir ruhsal değişim yaşayan Dawn, bu uyanıştan çok önce, çıngıraklı yılanların evrimini anlatan öğretmeninin sözlerine yeterince kulak vermiş miydi?: “Dawn bu seninle de ilgiliydi ve sen kaçırdın.” Evet Dawn, vücudunu reddediş sürecinde birçok şey kaçırıyor fakat odasının duvarlarından yırttığı genç kızlık hayalleri ve parmağından attığı bekaret yüzüğüyle olması gereken şey oluyor; hem de kendisini anlayacak kimse bulamadan.

Teeth 2

Filmde asıl korkunç olan vajinasında diş taşıyan bir kız mı, yoksa iş cinselliğe bindiğinde saldırganlaşan sahte yüzlü erkekler mi karar veremiyorsunuz. Dawn, gerçek bir cinsel ilişkide orgazm olabilen normal bir kızken; yattığı erkeğin aslında üzerine bahse girdiğini öğrenince dişlerini çıkarabiliyor. Bu anlaşılabilir bir şey. Keza, hastasını muayene ederken tacize doğru yol alan jinekoloğun başına gelenler… Kızın cinsel ilişkiye girdiğini öğrenince değişen tavrı, başına gelecekleri hak ettiğini düşündürüyor insana.

Filmin birçok yerinde jinefobi ve vajina dentata referansları bulunuyor. Hasta anne uyurken açık kalan televizyonda gördüğümüz eski korku filmindeki dev akrebin dişleri (The Black Scorpion); piknik yerinde şöyle bir gösterilen vajina şeklinde kovuğu olan ağaç; sarkıt ve dikitleriyle açık bir canavar ağzına benzeyen mağara ve ölen annesine aldırmadan kız arkadaşıyla sevişen üvey abi Brad’den intikam almak için silahlarını (!) kuşanarak girdiği odasında, Dawn’ın gözünün ucuyla gördüğü korku filmi (bakışlarıyla erkekleri taşa ceviren bir kadının olduğu filmin adı The Gorgon)…

Teeth 3

Film hiç de göründüğü kadar kolay lokma değil. Böylesi bıçak sırtı konuyu, gayet derli toplu anlattığı için ayrıca önem verilmesi gereken bir cevher. Erkek, er ya da geç ana rahmine geri dönmek isteyecektir. Bunun için bir kahraman olmalı ve öncelikle kadının cinselliğiyle savaşmalı, onun gücünü kırmalıdır. Bu karanlık sınavın peşinde yola çıkan Dawn, korku filmlerinde katilin önünde çığlıklar atarak koşturan kurban kızların antitezidir.

Teeth 4

Peki… Tüm bu yazdıklarımdan çıkaracağım sonuç nedir? Bilemiyorum… Yalnız, tek bildiğim evimde kızıl bir kadın var; benim eşim. Yemek yaparken bazen alev gibi saçlarını açıyor, çorba tenceresini karıştırırken gözlerinde antik bir pırıltı oluyor. Korkuyorum…

Yazan: Wherearethevelvets

İstismar Sineması Sözlüğü

Uzun zamandır önceki yazım “Sinemada Çıplaklık: Nudies, Roughies, Mondo ve Porno”yu genişletmek ve tamamlamak istiyordum. Başlığa bakıp çok iddialı bir şey beklemeyin. Film tanıtımları yaparken kullanacağım terimlerden oluşmuş bir sözlük sadece. Mutlaka eksiklikler ve yanlışlıklar olacaktır. Affınıza sığınıyorum. Wherearethevelvets

Badass: Kurallara karşı gelen tehlikeli ve asabi kimseler için kullanılır. Aşağılayıcı bir sıfat değildir.

Bavarian porn: Adını Almanya’nın Bavarya bölgesinden alan, genelde Alp eteklerindeki köylerde geçen, komik bir lehçeyle konuşan askılı şortlu karikatürize erkeklerin, seksi kızların peşinde koştuğu, campy, komik seks ve soft porno filmleridir.

Blaxploitation: Zenci istismarı. 70′lerin başında özellikle Amerika’da başlayan bu ekolün hedef kitlesi fakir zenci izleyiciydi. Bu filmlerde başrol ve yan rolleri her zaman siyahi oyuncular üstlenir, beyazlar sadece kötü karakterleri canlandırırdı. Sinemada her zaman kahraman olan, asıl kızı kapan, zengin olan, vur patlasın çal oynasın gününü gün eden beyazlara cevap olarak tüm bu rol, zencilerin üzerine giydirilmiştir. Kaçınılmaz olarak erotizm içerir ve baştan çıkarıcı kadınlar, afro estetiğini taşırlar. Shaft, Sweet Sweetback’s Baadasssss Song, Blacula, Black Mama White Mama, Foxy Brown bu türe verilebilecek örneklerdir. Cosby ailesi, Jefferson ailesi gibi diziler de bu geleneğin yumuşatılmış şeklidir. İstismar sineması örnekleri veren Quentin Tarantino’nun Jackie Brown’u ve hatta siyahi rapçilerin videoklipleri (özellikle Snoop Dogg ve 50 Cent) siyah istismarına güzel örneklerdir.

Burlesque: Garip öğeler, striptease ve komedi içeren eski bir tiyatro geleneği. En ünlü mekanı Moulin Rouge’dur. Kökenleri çok eskiye dayanır, hatta Commedia dell’arte bile bu anlamda sayılabilir. Çoğu istismar filminde, sahnede önce dans eden bir kadının sonra bir canavar tarafından tacize uğraması gösterilir. Dansçı kızlar bir yandan elbiselerini çıkarır (strip) bir yandan da erkeklerle dalga geçerek onları tahrik ederdi (tease). Günümüzde burlesque’e verilecek en iyi örnek “Pussycat Dolls” ve “Dita Von Teese”dir. Film olarak “The Wizard of Gore” verilebilir.

Camp / Campy: 50′li yıllar Amerikan yaşam prototipinin rüküş bir biçimde sanat ürünlerine yansıtılmasıyla oluşan janr. Genelde eşcinsel referanslar içerir. Kabarık etekli, ev hanımı görünümünde, “canım, balkabağım, minik kuşum” gibi laflarla ve modası geçmiş jestlerle ortalıkta dolaşan bir transvesti mutlaka vardır. filmleri camp sinemasına iyi örneklerdir. Fakat istismar sineması olmayıp campy öğeler içeren filmler de çoktur.

Chambara filmleri: Japon samuray filmleri. 70′li yıllarda altın zamanını yaşayan bu türde kollar bacaklar koparılır, kafalar kabak gibi ikiye yarılırdı. En bildiğim örneği “Lone Wolf and Cub”. Tarantino’nun “Kill Bill”i de bu türe bir saygı duruşudur.

Drive-in Movie: Arabalı sinemalarda gösterilen filmler için kullanılır. Genelde olduğundan Grindhouse ile eşanlamlı kullanılabilir.

Ero Guro Nansensu: Erotik garip amaçsız anlamına gelen bir Japon istismar terimi. de bu klasifikasyona dahil edilir. Erotik ama hiçbir ahlak kanunu içermeyen, belli bir çıkarım yapılmayacak kadar anlamsız, estetik kaygıdan uzak eylemler içerir. Sanatın her dalına uygulanabilir. Dışkılama, idrar yapma, organların vücuttan kesilerek ayrılması, fiziksel işkence detaylarıyla beslenir. Blind Beast, Strange Circus, Horrors of Malformed Men, Za ginipiggu (Guiena Pig) serisi…

Euro chic: Avrupa yapımı, anlatım sanatlarından da yararlanan porno filmler. Komedi içerebilirler. Konulu ve kaliteli porno da denebilir.

Eurotica: için kullanılır ve genelde 70′li ve 80′li yılları içerir. Diğer erotik sinemalardan farkı, anlatım tekniği ve sanat kaygısıdır. Jess Franco, Jean Rollin bu türde güzel örnekler vermiştir.

Eurotrash: Avrupa kaynaklı ucuz sanat ürünleri için kullanılır. 80′li yılların disko şarkıları da bu sınıftadır.

Exploitation: Basitçe istismar demek. Bir filmin bu türe girebilmesi için, istismar edilecek bir olgu içermesi gerekir. Eh, bu olgu her şey olabileceğinden, istismar sinemasının sınırları düşünüldüğünden daha geniştir. En çok istismar unsuru olanlar “korku” ve “tutkular”dır.

Foxy: Tehlikeli (siyahi) kadın. Aynı zamanda baştan çıkarıcıdır. Seksidir, kolaylıkla soyunur.

Fumetti neri: Bir kötünün, suçlunun ya da yasadışı adamın başkarakter olduğu İtalyan kaynaklı ucuz romanlar. Diabolik, Killink, Kriminal veya Satanik adındaki adam yarı çıplak kadınları acımadan öldürür.

Gore veya Splatter: Kan ve diğer vücut salgılarının etrafa saçıldığı, şiddet istismarı ve korku filmleri. Herschell Gordon Lewis, Gore’un babası sayılır. ’nun bazı filmleri, Evil Dead, Buio Omega…

Grindhouse: Eskiden burlesk gösterilerin yapıldığı, dans eden ve striptease yapan kızların bilet alınarak izlenebildiği tiyatrolar. Daha sonra istismar filmlerinin gösterildiği yerler olmuştur. Bizdeki karşılığı “İki film birden” sinema salonlarıdır. Tek biletle iki film izlenebilen bu yerler, açık veya otomobilli sinemaları da kapsayabilir. Tarantino’nun yapımına da adını vermiştir.

Hentai: Pornografik Japon çizgi filmi (Anime). La Blue Girl, Bible Black…

İl sexy: İtalya kaynaklı, gece klüplerini dolaşan ve buradaki erotik gösterileri sunan Mondo’lara verilen ad.

Mama: Seksi ve olgun hatun. Bir tür MILF.

Man: Beyaz adam.

Mondo: Yalancı belgeseller. Amaç şok edici görüntüler sunmak ve çıplak göğüs göstermektir. Mondo Cane, Nudo e Crudelle, Savage Africa, Shocking Asia, Faces of Death, Mondo Bizarro…

Mondo Macabre: Amerika ve genel olarak Avrupa sineması dışındaki ülkelerde yapılan, çoğu ucuz, fantastik veya korku filmleri, istismar sinema örnekleri için kullanılır. “Dünyayı Kurtaran Adam” bir mondo macabre’dir.

Nazi exploitation: SS istismar filmi de denir. Nazi kamplarında zavallı insanlara yapılan deneyler ve işkenceler ana temadır. Kurbanlar genelde çırılçıplaktır. İlsa She Wolf of the SS, Salon Kitty, Elsa Fräulein SS, La Bestia in Calore…

Nunsploitation: Rahibe istismarı filmleri. Genelde manastırda geçer. Lezbiyen ve sado mazo detaylar içerir. The Sinful Nuns of Saint Valentine, İnterno di un Convento… Pasolini’nin İl Decameron’unun bazı epizodları da bu türe girer. Ken Russell’ın “The Devils” adlı din eleştirisi yapıtı, bu formdan izler taşır. Keza Abel Ferrara’nın “Bad Lieutenant”ı…

Penny Dreadful: 19. yy’da İngiltere’de sokakta, oğlanlar tarafından satılan, her bir bölümü 1 penny olan, şok edici ve melodramik seri öyküler içeren cep kitapları. Bir tür Pulp Fiction diyebiliriz. Fransa’daki karşılığı “Romans de gare”, Almanya’daki karşılığı “Groschenroman” veya “Heftroman”dır. Dime novel da denir. İçeriği ve ucuzluğu nedeniyle istismar kültürü ürünü olarak kabul edilirler.

Peplums (Sword and Sandal): İtalya kaynaklı, Eski Yunan-Roma dönem filmleri. Tunik giyen sandaletli kahraman, kılıcıyla fantastik maceralara atılır. Spagetti westernlerle aynı soluğu taşır. Spagetti westernler de İtalyan istismar sineması ürünleridir. Örnek Mario Bava’dan “Hercules vs. the Vampires.”

Pimp: Pezevenk. Genelde siyahi muhabbet tellalları için kullanılır. Siyah istismar sinemasında başkarakter genellikle fahişeler arasındadır. Onlarla yattığı gibi pazarlayabilir de.

Pink film: Her türlü sapıklığı içinde barındırabilen, ama genelde direkt cinsel birleşme içermeyen erotik Japon filmleri. Şok görüntüler de içerebilir. The Woman With Red Hair, Spring of Ecstasy, İchijo’s Wet Lust, Love Hotel, Angel Guts: Red Rope-Until I Expire…

Propaganda filmi: Siyasal istismar filmleridir. Bir siyasi düşünceyi topluma kabul ettirmek ve güzel göstermek için yapılan sinema eserleridir. Genelde sosyalist yönetimlerin sorumlu olduğu, ari ırkın tüm güzelliğini yansıtan, yarı çıplak atletik gençlerin gösterildiği filmler, en tanınanlarıdır. “Kurtlar Vadisi” dizisi de modern zaman propaganda filmlerine güzel bir örnektir.

Sexploitation: Cinsel istismar filmleri, pornografik amaçlı yapılan filmlerdir. Genelde softturlar ve diğer ürünlerine göre, seks sahneleri daha ön planda tutulmuştur çünkü asıl mesele budur. Cinsel içerikli sahneler konuyla alakalı olmak zorunda değildir. Emanuelle serisi, The Story of O, Gwendoline… “Caligula” filmi, normalde bu türde rastlanmayan usta oyuncuları ve pahalı organizasyonuyla eşsiz bir sexploitationdur. Catherine Breillat da burada sözü edilmesi gereken bir yönetmendir.

Shocksploitation (Şok filmleri): Normalde görmek istemeyeceğimiz, asap bozucu objeleri burnumuza sokarak gösteren filmlerdir. Tabu konular ve ağır şiddet gösterileri söz konusudur. Son dönem korku filmleri aslında şok filmleridir. Bazı mondolar, Japon ero guro nansensuları, “Nekromantik”, “Salo: Sodom’un 120 günü” “Baise-moi”, “I Spit on your Grave”, “Haute Tension”, “Inside”, “Hostel”, “Pink Flamingos”, “İrréversible”…

Slasher: Gençlerin teker teker doğrandığı filmler. , Halloween, Friday the 13th, A Nigthmare on Elm Street, Scream…

Snuff: İçerisinde gerçek cinayet içeren filmlerdir. Kaynak olarak Güney Amerika’da hayatın ucuz olduğu bölgeler işaret edilse de gerçek bir snuff film bulmak imkansızdır. Bir tür şehir efsanesi olarak da değerlendirilebilir. Bir filme snuff diyebilmek için kurbanın mutlaka bu film için öldürülmesi gerekir. Gerçek ölülerin gösterildiği ama bizzat öldürülmediği filmler ya Mondo’dur ya da Shocksploitation sınıflandırmasına girer. Bu filmlerin yapılabilmesi için yapımcıların kokain çektikleri düşünüldüğünden adı Snuff’tır. İlk snuff film parçasının “Emanuelle in America”da kullanıldığı söylenir. Snuff filmi baz alan diğer yapımlar içinde “Videodrome” ve “Tesis” sayılabilir. Cannibal Holocaust, uzun süre snuff sayılmış fakat filmde gerçekten öldürülenlerin zavallı hayvanlar olduğu anlaşılmıştır.

Tecavüz-İntikam filmleri: Bu türde önce sexploitation öğeleri sonra da şiddet istismarı kullanılır. Genelde savunmasız bir kadın tecavüze uğrar veya şiddete maruz kalır. Sonuçta intikamını kişisel olarak almaya karar verir ve bir savaşçıya dönüşür. En ünlü örneği “I Spit on Your Grave”dir. Craven’dan “Last House on the Left” de sayılabilir. Daha yeni olarak, John Boorman yönetimindeki “Deliverance” (ki burada kurban erkektir), Abel Ferrara’dan “Ms.45”, Carlos Saura filmi “Dispara!” ve Jodie Foster’lı, Neil Jordan yönetimindeki “The Brave One” verilebilir. Bu janrın ana akım sinema ürünlerine dahi sindiğine dikkat çekmek istiyorum.

Trash (Z movie): Çöp filmler. Genelde belli bir yapımcısı, oyuncusu, hatta konusu olmayabilir. Efektler çok çok ucuzdur. Muhtemelen kısa bir sürede, amatör kişilerce kotarılmıştır. Bu filmler genellikle sinema aşıkları tarafından sonradan keşfedilen filmlerdir. Son dönemlerde bu kriterlere tam olarak uymasa da amatör ruhu taşıdığı için trash damgası yiyen filmler vardır. Verilebilecek en iyi örnek “”dir. Yenilerden “Acne” ve “The Lost Skeleton of Cadavra” örnek verilebilir.

Vixen: Dişi tilki. Foxy ile aynı anlamda kullanılır.

White Coater: Beyaz önlüklü demek. Yani cinsel istismar filmini, tıbbi kaygılarla sunuyormuş gibi çekilen erotik filmlerdir. Genelde beyaz önlüklü bir doktor çırılçıplak soyduğu bir kadına cinsel eğitim verir. 70′li yıllarda Amerika’da ünlü olan bu tür, Kuzey Avrupa erotik sinemasından esinlenerek ortaya çıkmıştır.

Women in Prison: Hapsedilen kadınların gösterildiği, lezbiyenlik, sado-mazo, Mondo, blaxploitation veya intikam temalarını içerebilen oldukça ekonomik filmlerdir. İsimleri içinde genelde “Cage” veya “Chained” kelimeleri geçer. Örnekler: Chained Heat, Caged Heat, The Big Doll House, Sadomania, The Big Bird Cage, Caged Hearts, Escape From Hell…

Yaoi: Erkekler arasındaki aşkı konu edinen Japon çizgi filmi (anime) veya romanı (manga). Pornografik öğeler de taşıyabilir. Japon kültüründe eşcinselliği göndermeleri çoktur. Kız görünümlü savaşçıların bu özellikleri olumsuz olarak görülmez ve yansıtılmaz. Örnekler: Loveless, Alone in My King’s Harem, Boy’s Next Door…

Yazan: Wherearethevelvets

Genovese Sendromu

Watchmen gösterime girdi.

’dan daha önce araklanan “V for Vendetta” gibi, bu uyarlama da çok tartışılacağa benziyor. “300 Spartalı” ile çoğu kişinin antipatisini kazanan yönetmen Zack Snyder bu defa eşeğini sağlam kazığa bağlamış ve kitaba bire bir sadık kalmış (diyorlar). Görünen o ki okuyucular, kült statüsüne erişmiş grafik romanların sinemaya uyarlanmasına iyi gözle bakmıyor. Hele ki gibi popüler kültürün her türlüsüne karşı çıkan bir put yıkıcının romanının, kendisiyle dalga geçercesine popüler sinema ürünü haline getirilmesi, nasıl bir zekânın ürünüdür ben karar veremedim. Bir vakası daha yaşıyoruz galiba; kendi kendini yalanlayan ve aktarmak istediği öğretiyi nötrleyen bu filmde aslında süper olmayan süper kahramanlar anlatılıyor, süper dijital efektlerin eşliğinde?!!!

(bence öyle, için fazla ciddi bir ürün çünkü), “Who watches the Watchmen (Gözcüleri kim gözleyecek?)” sorusu üzerine kurgulanmış bir etik manifesto. Amerika’nın, kitleleri yönlendirmek için yarattığı kusursuz ve örnek karakterleri yeryüzüne indiriyor ve onları sıradanlaştırıyor. Bu “gözcüler” her şeye o kadar müdahiller ki, dünyanın polisliğini yapmayı bırakın, Amerika’nın başkanını bile seçme şerefine nail oluyorlar. V for Vendetta’da İngiltere’nin faşist rejim altında çürümesini eleştiren Moore, bu romanında elini Amerika’ya uzatıyor. “Rambo” filmlerinden alışkın olduğumuz tek kişilik ordu figürler hayatımız üzerinde söz sahibiler. Peki, bunları kim denetleyecek? Yanlış yapmaları nasıl önlenecek?

Öykü nostaljik bir havada seyrediyor. Yazıldığı dönem 1986–87 yılları ve o zaman 12 fasikül halinde yayınlanmış. Eski bir süper kahramanlar grubundan bahsediliyor. “Minutemen” adlı bu örgütte şu kişiler var:

Nite Owl (I) (Hollis Mason)
Silk Spectre (I) (Sally Juspeczyk, daha sonra kökenlerinden utandığı için soyadını Jupiter olarak değiştiriyor.
Captain Metropolis (Nelson Gardner)
Hooded Justice (bu maskeli kahramanın Rolf Muller olduğu tahmin ediliyor)
Mothman (Byron Lewis)
Dollar Bill
Silhouette (Ursula Zandt)

watchmen karakterleri

Bu karakterler görevlerini bitirip emekli olmuş şahıslar ve romanda arada bir isimleri zikrediliyor. Hollis Mason’un anılarını anlattığı “Under the Hood” adlı romanında (Bu tabii ki bir kurgu. Öykü içinde öykü konseptini en gerçekçi haliyle yansıtan Alan Moore ayrıntılı anlatımıyla böyle bir roman yaratmış.) bu karakterlerin en gizli sırları ifşa ediliyor.

Watchmen’in başkarakterlerini oluşturan yeni grubun adı ise “Crimebusters”. Minutemen’in geleneğini sürdürmeyi amaçlayan bu örgüt:

The Comedian (Edward Blake)
Rorschach (Walter Kovacs)
Ozymandias (Adrian Veidt)
Doctor Manhattan (Jon Osterman)
Silk Spectre II (Laurel Juspeczyk)
Nite Owl II (Dan Dreiberg)’den oluşuyor.

Bu kadar karakteri size yardımcı olması için verdim. Filmi izlerken elinizde bir rehber olsun. Roman, aslen bir polisiye şeklinde ilerliyor. Komedyen’in gizemli bir biçimde öldürülmesinin ardında karanlık bir komplo sezinleyen arıza adam Rorschach, hem adım adım bu gizemi açıklığa kavuşturuyor hem de diğer karakterleri bizlerle tanıştırıyor. Olay örgüsü içinde asıl kilit kişi Komedyen olsa da benim derdim bu şahıs: Rorschach.

rorschach

Sorunlu çocukluğunun izlerini antisosyal kişiliğiyle yanında taşıyan Kovacs’ın yolu psikiyatri kliniğinden de geçiyor. Çünkü toplumun dejenerasyonundan rahatsızlık duyuyor ve insanların ilgisiz kaldığı vakalarda kendi kurallarını uyguluyor. Burada kendisine gösterilen mürekkep lekeleriyle (Rorschach testleri) serbest çağrışım yapması isteniyor. Adını işte buradan alıyor; yüzünde duygu durumuna göre değişen lekeler olan bir maske takıyor. Bu maskenin kumaşı Kitty Genovese’in elbisesinin bir parçasıdır aslında.

Zavallı Kitty Genovese… 1964′te suç kayıtlarına geçen gerçek bir olayın kurbanı olan 20′li yaşlardaki bu kız; New York’un göbeğinde, otomobilinden inerek apartmanına doğru yöneliyor. Tam o esnada bir sapık yaklaşıyor ve kızı sırtından 2 defa bıçaklıyor. Kız “İmdat! Beni bıçakladı!” diye bağırıyor fakat etraftaki komşulardan bir kişi bile müdahalede bulunmuyor. İzbe bir yer değil, etraf apartmanlarla dolu… Daha sonra verilen ifadelerden bir komşunun penceresini açıp “Kızı rahat bırak!” diye haykırması nedeniyle korkan sapığın kızdan uzaklaştığı aktarılıyor. Fakat kız yerde kanlar içinde ve yardımına kimse koşmuyor. Kitty, sürünerek apartmana giriyor. Sapık, kimsenin müdahale etmediğini görünce birkaç dakika sonra kızı tekrar yakalıyor. Apartman boşluğunda kızı daha da bıçaklayıp tecavüz ediyor! Görgü tanıklarının ifadesiyle bir komşusunun kapısını açtığı halde hiçbir şey yapmadan tekrar kapattığı öğreniliyor. Kız hala ölmüyor. Aklı geç çalışan biri polisi arıyor. Fakat zavallı Kitty Genovese, hastaneye yetişemeden ambulansta can veriyor!

kitty genovese sylvia marie likens

Amerika halkı bu korkunç olayla derinden sarsılıyor. Polis kayıtlarında her kafadan başka ses çıktığı, zanlının herkes tarafından farklı tanımlandığı, fakat tüm olayların sürdüğü yarım küsur saat boyunca bir Allah’ın kulunun polisi aramadığı rapor ediliyor. Sosyologlar, psikologlar bu bigâneliği açıklayacak kelime bulamıyorlar. Onlarca görgü tanığı, suçunu işlemesinde sapığa seyirci kalıyor, ne denebilir ki? İşte bu vaka, halkbilimci literatürde “Genovese Sendromu” olarak tanımlanıyor. Bir tür “Sorumluluk karmaşası”…

Bir Amerikan suçu daha; 26 Ekim 1965’te Indianapolis polis servisi, bir kızın öldürüldüğüne dair bir telefon alıyor. Telefondaki henüz erkekleşmemiş bluğ çağındaki oğlan sesi, ölü bedeni bulduğu 3850 East New York sokağını tarif ediyor. Polisler, ihbarcının tarif ettiği kulübeye vardıklarında, bodrumda, 16 yaşındaki Sylvia Marie Likens’in çürümeye başlamış cesedini buluyorlar. Çürüklerle ve küçük kesiklerle dolu vücutta daha sonra yapılan araştırmalarda 100′ün üzerinde sigara yanığı tespit ediliyor. Ciltte yaygın olarak tamamen soyulma bölgeleri haricinde göğsünde “3” yazısı göze çarparken en dikkat çekici yazı zavallı kızın göbek bölgesinde: “Ben fahişeyim ve bununla övünüyorum!”

Araştırmaların sonucunda 11–12 yaşları arasında kız ve oğlanlardan oluşan bir grup ve bunlara liderlik yapan 37 yaşında bir sorumlu bulunuyor. Kadının adı Gertrude Baniszewski olarak kayda geçiyor. Sylvia ve 15 yaşındaki kızkardeşi Jenny Fay Likens, Temmuzdan beri Bayan Baniszewski’nin yanında kalıyorlarmış. Jenny’nin, çocuk felci nedeniyle bacakları tutmuyormuş ve değneklerle yürüyormuş. Kızların anne babası karnavalda çalıştıkları süre boyunca çocuklarını, Bayan Wright olarak tanıdıkları Bayan Baniszewski’ye emanet etmişler.

the girl next door 1 an american crime 1

Bu konuyu edinmiş aynı tarihli iki film var: “ (Yön: Gregory M. Wilson, ABD 2024)” ve “An American Crime (Yön: Tommy O’Haver, ABD 2024, Oyn: Ellen Page, Catherine Keener, James Franco…)”. İlk filmin oyuncuları tanınmış değil. Olayların geçtiği tarihin ve karakterlerin gerçek olayla ilgisi yok; daha serbest bir uyarlama. İkinci film ise görüldüğü üzere star oyuncularıyla göz dolduruyor. Ve gerçek olaya daha sadık kalınmış. Fakat karakter çözümlemelerine girişilirken cani kadınla biraz fazla empati kurulmuş. Hani neredeyse haklı bulucaz kadını! Benim tercihim, her ne kadar gerçek olaydan uzaklaşsa da, ilk filmdir. Genç kıza yapılan işkenceler, etrafın ve komşuların buna seyirci kalması; hatta bilakis katkıda bulunması gerçekten asap bozucu bir şekilde anlatılmış. Film bittikten sonra kendinizden nefret ediyorsunuz.

the girl next door 2

Evlerinde kaldıkları, dul ve fakir kadın tarafından bodruma kapatılarak işkence gören, aç ve susuz bırakılan genç kızın dramını asıl katmerlendiren; bu bahsettiğim “çevrenin duyarsızlığı”. İşkence edilen kızın çığlıklarını duyan komşular en fazla “aa yeter artık, bu ne gürültü” diyorlar. Bir adamı bile, bir şeylerden şüphelendiği halde arkasını araştırmıyor. İşkencelerde annelerine yardım eden evin küçük çocuklarını bir tarafa bırakın, mahalledeki kız ve çocuklarının yaptıklarını açıklayacak bir söz bulamıyorum. Zaten kendileri bile mahkeme ifadelerinde “bunları neden yaptığımı bilmiyorum” diyorlar. Böyle bir “düşene bir tekme de sen at” toplu psikolojisi! Bodrum zemininde yatan yarı ölü, savunmasız bir kız neden tekmelenir, neden yumruklanır? Filmin adından da (Amerikan Suçu) aşikâr Amerika’nın şu izolasyon problemi kendilerini de rahatsız ediyor herhalde. Konforlarını bozmamak için üç maymunu oynayan, sürü psikolojisini uygularken kendilerini çabucak koyveren, daha sonra da birlik beraberlik masalları anlatan bir ulusun hangi zihniyetle bir arada bulunduğunu açıklamak çok kolay. İnsanlığını, ruhunu kaybettiği nokta bu olmalı. Güvensizlik ve bencillik hisleriyle kapandıkları yuvalarına gelen en küçük tehditte şuurlarını kaybediveriyorlar. Ya bizim toplumumuz? Kaçımız, komşusu karısını döverken polisi arıyor? Hangi görevli sokak ortasında kocası tarafından bıçaklanan kadın için müdahalede bulundu? Bir zamanlar gazetelerin üçüncü sayfasını dolduran, şehirli magandalarca, sabaha kadar, kızlı erkekli tecavüze uğrayan kiracıların çığlıklarına hangi komşu yanıt vermişti?

an american crime 2

Rorschach… Bir sorgulama masasında, yüzünde bereler var. Geçmişte yaptığı illegal bir olay hatırlatılıyor kendisine. Küçük bir kız kaçırılmış fidye için fakat yanlışlıkla zengin bir adamın değil fakir birinin küçük yavrusu… Rorschach, söz konusu bir çocuk olduğu için, kişisel olarak soruşturmayı üstleniyor ve çocuk hırsızının peşine düşüyor (çocukluğunda ne yaşamıştır?). Batakhanelerde birkaç adamı hırpalıyor, biraz kötü hırpalıyor. Ve sonuncusu, suçlunun adını veriyor. Şehir dışında bir döküntü evde, sobanın içinde yanık kumaş parçaları keşfediyor Rorschach. Çiçekli, küçük bir kızın üzerinde taşımaktan hoşlanacağı türden bir kumaş. Arka kapının dışında bir şeyler yiyen ve açlıkları bastırıldığı için yarı neşeyle güreşen köpeklerin sesini duyuyor. Pencereden baktığında, maskesindeki lekeler şiddetle kasılıyor. Köpeklerin paylaşamadıkları kemikler küçük bir insana ait! Hızla eline geçirdiği baltayı, bir köpeğin kafasına indiriyor ve hayvanın beynini ortaya çıkaracak denli ikiye yarıyor. Sorgulanırken kendisine gösterilen mürekkep lekelerinde işte bu köpeğin parçalanmış kafasını görüyor. Fakat neyi çağrıştırdığı sorulduğunda yalan atıyor.

rorschach mürekkep testi

Gösterimdeki hayatımız bir Amerikan filmi. Anlatılan bir Amerikan suçu. Lütfen mürekkep lekelerinde ne gördüğünüz konusunda kendi kendinizi kandırmayın. Orada parçalanmış bir köpek kafası var…

Yazan: Wherearethevelvets

Sonraki Sayfa »