Ayrılıkçı Feminizmin Öfkeli Gerillası: Valerie Solanas
Hayatını, bedenini, ruhunu, eserini erkekler çalmıştı Valerie Solanas’ın. Çocukken babasının tacizine uğradı, Katolik okuluna gitmek istemediği için dedesi tarafından kırbaçlandı, evden kovuldu. Liseden mezun olduktan sonra, Maryland Üniversitesi Psikoloji bölümünü bitirdi. Fahişelik ve dilencilik yaparak geçindi. 1966’da erkek düşmanı bir fahişe ve dilencinin yaşadıklarını konu alan “Up Your Ass” (Kıçınıza Girsin) adlı oyunu yazdı. O sıralar tanıştığı Andy Warhol’a incelemesi için verdi oyunun tek kopyasını. Warhol kopyayı kaybetti, esere ve emeğe karşılıksız el koydu. Alt sınıftan bir “sokak” kadını, “Büyük Sanat”ın kompetanı bir burjuva karşısında hakkını nasıl arayabilirdi? Ona üç el ateş etti! Vurduğuna değil, öldüremediğine pişman oldu:
“Ben cinayeti ahlâki bir hareket olarak görüyorum. Ve becerememiş olmamı gayrı ahlâki buluyorum.”
Jeanette Murphy, cinayetin genel olarak kadınların baskılanmasının bir metaforu, simgesi olarak görüldüğünü, ama aynı zamanda gerçekten de kadınların öfkesini, erkek egemenliğine ve maruz kaldıklarına başkaldırısını gösteren bir aygıt olarak da işlev kazanabileceğini öne sürer: “Erkek egemenliğinin sinsi ve derinlerde gizli güçleri başka nasıl gösterilir? Kadınların öfkesinin derecesi ve derinliği başka nasıl tanımlanır?”
Solanas patriyarkaya, erkeklere öfkeliydi, sistemi değiştirmek istedi, illegal yaşamı seçti, cinayete karıştı, kadınların tekrar insanlıklarına kavuşabilmeleri için, en dehşet verici stratejiyi ortaya sürdü; erkekler yok edilmeliydi. Yazdıkları, yaptıkları ve söyledikleri “incelenmesi gereken hastalıklı bir şey” haline getirdi Solanas’ı. Öfkesi deliliğe havale edildi, akıl hastanesine tıkıldı. Oysa öfkesi hiç de münferit değildi, çocukluğundan itibaren onu sömüren, baskı altında tutan hırpalayan, aşağılayan babanın yasasını, patriyarkayı, erkek şiddetini hedef almıştı. Nitekim SCUM Manifesto’yu Warhol’u vurmadan bir yıl önce yazmıştı, yani henüz “delirmemişti”.
Manifesto kadınlara ne öğretti?
Şiddet, baskı, patriyarkal denetim, kadın düşmanlığı bir cinnet halinde tüm yeryüzüne yayılırken, kadınlar namus adına, töre, din, gelenek adına, erkekliğin inşası, bekası ve şanı için öldürülürken Solanas’ın erkekleri kesip biçmekten söz etmesi, öfkeli bir ironiye, iktidarsız, imtiyazsız, sınıfsız bir kadınlar topluluğu düşü ise teatral yönelimli bir performansa yakın duruyor. Manifestoda savunulan tümüyle kadınlardan oluşan dişil, barışçıl, özgür bir toplum hayali, lezbiyen ayrılıkçılığının dönemin pek çok lezbiyen bilimkurgu, fantastik ve ütopik romanına da yansıyan ana temalarından biri zaten. Erkekleri öldürme önerisi, anlatılan durumu ve gerçekliği var etmiyor, sadece performatif politikalar üzerine düşünmenin bir biçimini, parodisini yaparak, sert ve argo bir dille abartarak, rolleri, yargıları ters yüz ederek sunuyor elbette. Ancak SCUM Manifesto’yu, yalnızca bir karşı kadın sanatı örneği olarak alımlamak ya da politik bir kazanıma yol açmadığını düşünmek çok da doğru değil. Nitekim manifestonun performatif yönü, daha önce karşılaşılmamış bir durum yaratmıştır: Kendilerine “SCUM” diyen bir grup hayali kadının düşüncelerini açıklaması üzerinden politik bir topluluğun oluşması… Laura Winkiel, “The ‘Sweet Assassin’ and the Performance Politics of SCUM Manifesto” başlıklı makalesinde sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyet normlarının yeniden şekillendirilmesine katkıda bulunan daha büyük bir toplumsal hareketin parçası olan manifestonun üç temel işlevi olduğunu söylüyor: Varolan toplumsal, politik ve estetik durumun eleştirisi üzerinden kazanılmış bir geçmişten ve toplumsal statükodan kopuşu telaffuz ediyor; fikir ayrılığını öne süren yaratıcı bir grubun ortaya çıkışını duyuruyor ve bir gelecek tasavvuru formüle ederek alternatif öneriyor. Sadece patriyarkaya ve erkeklere değil, neden olduklarına (savaş, fahişelik, tecavüz, doğanın talanı, sanayileşme, para sistemi, otorite, eğitim, bilim, tıp kurumları, cinsel monizm, reklam ve güzellik sektörleri, rekabet vb) da karşı; Freud’a, “Büyük Sanat”a, babasının kızlarına, cinsel devrim yaptığını iddia eden Beat kuşağına da öfkeli Solanas. Hükümeti yıkmaktan, para sistemini bertaraf etmekten, her alanda otomasyonu kurumlaştırmaktan ve eril cinsi yoketmekten yana.
Yayınlandığı yıllarda erkek düşmanı, nevrotik, deli, sapkın, teşhirci olduğu ileri sürüldü ama kadınlar manifestoyu okudular, beklemedikleri kadar çok şey öğrendiler. Germaine Greer’in “İğdiş Edilmiş Kadın”da belirttiğine göre, çok sayıda kız öğrenci kutuplaşma sorununu, erkek ve kadını ayıran uçurumun, onları insanlıktan uzaklaştırıp “iki karşıt grubun boşluğuna” terk ettiğini kavradı. Birleşik Devletler’de, kapitalizme ve erkek egemen toplum düzenine savaş açan radikal feminist hareketin ortaya çıkışı, SCUM Manifesto’yla birlikte oldu. Solanas’ı mahkemede temsil eden avukat Florynce Kennedy’ye göre, “feminist hareketin en önemli sözcülerinden birisi”, ayrılıkçı feministlerden Ti-Grace Atkinson’un deyimiyle “kadın haklarının öne çıkmış ilk savunucusu”ydu o. Yine de feministliği tartışmalıydı, radikal değil, lezbiyen ayrılıkçılardandı Solanas. New York’lu bir grup olan Radicalesbians, 1970’lerde lezbiyenliği, “kadınların patlama noktasına kadar yoğunlaşmış öfkesi” sözleriyle tanımlarken, feminist hareket içerisindeki ayrılıkçılık doruğa ulaşmıştı. Kadınların, baskıdan tamamen özgürleşebilmek için erkeklerden tamamen ayrı yaşamaları gerektiğini düşünen lezbiyen ayrılıkçılar, “ölü adamlar tecavüz edemez”, “onları kümeslerinde öldürün” sloganlarıyla erkeklerin evrim, cinayet veya kürtaj yoluyla zayi edilmesinin savunuculuğunu yaptılar. Ayrılıkçı feministler azınlıktaydılar, eşitlik yaratmayı öngörmek yerine erkeklere boyun eğdirme ve insan düşmanlığı yaratma ana görüşü çerçevesinde kadın merkezli bir toplum yaratma çabasında oldukları için eleştirildiler.
Solanas’ın yazdıkları hayli sert, öfkeli, özcü, hayalci bulunabilir, ayrılıkçılığı, kendisini nelerden ayırdığını (örneğin erkekler) tanımlama, erkekler kategorisini tarihsel ve toplumsal olarak tanıma riski taşıyabilir. Ama şurası bir gerçek ki hayatı ve manifestosuyla Solanas kadınlara öfkeli olmayı öğretmiştir. Çeviriyi mükemmel bir önsözle zenginleştiren Ayşe Düzkan’ın belirttiği gibi “Valerie, kadınların en az bildiği şeyi yapmış, öfkelenmiş, bunu öğrenmeye ne çok ihtiyacımız var; kendimizden utanmadan, öfkemizi karşılayacaklardan korkmadan, çıplak, derin ve ateşli bir öfkeyle sarsılmak, bize ve başkalarına haksızlık edenlere karşı, bizi ve başkalarını incitenlere karşı sadece sabırla değil öfkeyle de karşı durmak.”
Erkek Doğrama Cemiyeti Manifestosu, Valerie Solanas, Çev: Ayşe Düzkan, Sel Yayıncılık, 2024, 8 TL
Yüzük Kardeşliği: Tolkien, Politik Tarih ve Cinsiyetçilik
Baştan söylemek lazım. Bu bir eleştiri yazısı değil; sadece farklı bir “okuma” yapabilme çabasıdır. Fikir, Tolkien’in yarattığı dünyayı bir “kaçış” olarak - korkup kaçmaktan çok, güncel dünyadan sıkılıp kaçmaya vurgu yaparak- yorumlanmasını kabul etmiş olması; ancak yarattığı dünyanın iki dünya savaşı ile olan alegorisini reddetmesinden çıktı (1). Bu reddedişin kimi postmodern teorileri sınama şansı sunduğunu fark ettiğimde, Tolkien’i maceranın sürükleyiciliğine kapılmayarak tekrardan okuma gerekliliğini hissettim ve bu yazı da böylece ortaya çıkmış oldu.
Her ne kadar Tolkien, özellikle kitabın ikinci basımının önsözünde, alegori yaptığını kabullenmese de dünyanın politik tarihini bilen hemen herkes, kitabı okurken (veya filmi izlerken) kötülük veya karanlık olarak tarif edilenin kitlesel üretim ve endüstrileşme (mass production and industrilization) olduğunu fark ediyor(du). Bunun da ötesinde gelişen olaylar üçleme içerisinde takip edildiğinde, “birinci dünya savaşı” öncesinden “ikinci dünya savaşı”nın sonuna kadar birçok olayla benzerlik kurulabiliyordu. En açık örnek, kitabın sonunda kartalların (Amerika’nın) gelip müttefiklere yardım etmesiydi.
Tolkien’in karşı çıktığı yorumlamalardan biri ise, kitapta bulunan dinsel, mitolojik ve efsanevi ögelerin çokluğuydu. Zira kendisine göre fantazya kitaplarının başarısızlığının birincil sebebi hem kendi içlerinde bir tutarlılık sağlama çabaları hem de gerçek dünya ile bir ilişki kurma uğraşlarıdır (2). Hatta Hıristiyanlık dahi bu hataya düşmüştür. Hem kendi içinde tutarlı olmaya çalışır hem de gerçek dünyada yol gösterme çabasındadır.
Bu iki karşı çıkış bizi bir ikileme düşürür: ya biz yanlış okuyor ve görüyoruzdur ya da Tolkien her ne yaptıysa bunu bilinçsiz bir biçimde yapmıştır. İşte bu noktada yardımımıza Frederic Jameson ve onun ünlü “Political Unconsciousness” (3) adlı makalesi koşacak. Üzerine biraz da Foucault ve Derrida serpiştirecez. Tuz ve biber olarak da cinsiyetçilik ve feminist söylemler ekleyerek bu ikilemi anlaşılır kılmaya çalışacağız. En sonunda göreceğiz ki düşülen bu ikilem, aslında Frederic Jameson, Foucault ve Derrida’nın bazı söylediklerini gerekçelendiriyor, bir anlamda doğruluyor!!
Bu girizgahtan sonra kısaca üçlemenin ilk kitabındaki bazı noktalara değinelim. Benim ilgimi çeken ilk şey, her ne kadar pek sorun çıkarmasa da Tolkien dünyasında da “para” denilen meretin bulunması ve bazı karakterlerin de aynen bizim dünyamızdaki gibi para derdinde olması (4). Ancak baştan söylediğim gibi para, kahramanlarımızın uzun yolculuğunda pek de sorun çıkarmıyor. Tabii paranın olduğu yerde efendiler ve kölelerin de olması pek de şaşırtıcı değil. Hatırlanırsa Sam filmin sonlarına dek bir arkadaştan çok “sadık bir uşak” tanımında (5). Bir diğer nokta ise coğrafyanın kendisindeki; şöyle açıklarsam daha doğru olacak: Çizilen harita, Avrasya’nın bir minyatürü gibi ve oryantalist bakış açısı ile modern devrin politik olayları içi içe yerleştirilmiş. Kötülüğün kalbi (Mordor) elbette ki Doğu’da, ama Batı’da bu kötülükle yarışan ve medeni insanlardan çıkmış yeni bir kötülük doğuyor. (Bu da Saruman veya ağır sanayisiyle Almanya) Dünyamızın olguları da aynen kalmış. Kuzey, bildiğimiz kuzey gittikçe soğuyor, güney ise bildiğimiz güney, gittikçe ısınıyor (ve bildiğimiz kadarıyla güneyde çöller var). Kuzayde batı ile doğuyu ayıran Ural Altaylar, bunun biraz güneyinde Kafkas Dağları ve bu dağların batısında dağlar üzerindeki bir ova (Tibet Ovası). Zaman kavramı da bizimki ile aynı. Tüm türler aynı takvimi kullanıyor. Öykünün devamında onca farklı tür ve kültürle karşılaşıyoruz; ama hemen hepsinde ekonomi esas olarak zanaat üzerine kurulu ve ticaret farklı kültürleri kaynaştıran ve refahı arttıran ek bir şey olarak görülüyor. Hepsinde iki cinsiyet (gender) var; kadın ve erkek. Erkeklerin özellikleri türlere göre, tabii ki zanaatları üzerine kurulu bir biçimde, bir ölçüde farklılaşmış; ancak kadınlar sadece iki tiple sınırlanmış: güzelliğine doyulamayan kraliçe, prenses vs. ile ev işlerini yapan ve yaşlandıkça dırdırı artan “ev hanımı” (6). Gariptir, öykünün tümü cinsel ilişkiyi yok saymış ve seksin olmadığı bir dünya yaratmış. Öpücüğün dahi düşünülmediği, güzelliğiyle başları döndüren kadınlara dokunma fikrinin olamadığı bir dünya… Diğer yandan kahramanlar ne zamanki yeni bir yere gelseler birileri ile karşılaşıyor ya da birilerince karşılanıyor. Tüm bu karşılaşma ve karşılanmalar erkekler tarafından yapılıyor. Yani ev dışında hiçbir kadına rastlamıyoruz tüm hikaye boyunca.
Okumalarda biraz da zorlanarak fark edilen bir durum ise, bu kahramanlık öyküsünün aslında muhafazakar bir hikaye olduğu. Herkes eski güzel günlerin özlemini çekiyor ve “ulu amaç” eski hali yaşatmak ve devam ettirmek (7). Kahramanlar ya kral, ya bey ya da bulunduğu şehirdeki zengin bir insan (8). Anlayacağınız mücadele aristokrasiyi koruma adına yapılıyor. Halbuki bu öykü Sauron tarafından okunsa ve kahraman Saruman olsa, karşımıza Fransız İhtilali’ndeki, yenilik isteyen devrim ruhu ve devrimci portreleri çıkar; Gandalf ve takımı ise geriliği isteyen aristokratlar olur.
Farklı türler bir arada yaşamıyor. Osmanlı topraklarındaki gibi herkes kendi mahallesine sıkışmış, biri diğerine “öteki” diyor ve tanımıyor. Elbetteki sınır karakolları bu durumun dışında. Örf ve adetlere bağlı olan tüm bu gruplar – veya türler, (Sauroncular hariç) kadim bir geçmişe ve zengin bir kültür kapitaline sahip. Ve aslında hepsi “doğru”nun ne olduğunu biliyor (ideanın içsel olduğu iddiası) ve bu “doğru” yolunda savaşanlara yardım ediyor. Doğru konusunda muhalefete düşüldüğünde, azınlık fikirleri de önemseniyor(muş) gibi yapılıyor ve uzlaşma aranıyor. Tam da istenilen demokrasi şekli. Diğer yandan kötülerin ya kafaları karışmıştır ya da sadece kötüdürler.
Toplumsal birkaç şey daha var ki değinmeden geçemeyeceğim. Bu yepyeni dünyada “başlık parası” var (9). Soy sop da müthiş derecede önemli. Hükmetme, hak etme, görev vb. gibi konularda, soy sop çok ciddi bir “meşruiyet aracı”. Yüzük Frodo’ya Frodo olduğu için değil, Bilbo’nun varisi olduğu için geçiyor. Bu konudaki karşı çıkışlar ise ariflerce “kaderimsi” bir algılayışla açıklanıyor. Okurken bir an kendimi Mardin’in herhangi bir köyünde hissettim. Yani anlayacağınız Tolkien dünyasının, bildiğimiz dünyanın 1000-1500 yılları arasından bir farkı yok. Ve üstelik dünyanın (ve ülkemizin) hala büyük bir kısmı Tolkien dünyasında yaşıyor!!
Bunca alegoriye ve klişe sınırlara rağmen, hala nasıl oluyor da Tolkien, kitabının bu dünya üzerine kurulu olduğu gerçeğini yadsıyabiliyor? Cevap basit. Her ne kadar itiraf edemesek de algılarımız toplumdaki bazı fikir ufukları ile sınırlanmış durumda. Mesela, mekan ve zaman olmadan düşünemeyiz (anlatılarda mekanı kısmen de olsa silebilmiş / bulanıklaştırabilmiş tek kişi Kafka sanırım, bir de Alan Robbe-Grillet’nin zamanı silikleştirdiği söylenir ama ben okumadım) ve ne yazık ki hepimiz dışarıdaki “şeyleri” zaman ve mekana oturttuktan sonra belirli formlara sokarız. Her ne kadar Sezen Aksu “beni kategorileştirme” diye haklı bir serzenişte bulunsa da, hepimiz algılarımızı diğer algılarımızla benzeştirir, farklılaştırır ve böylece kafamıza işleriz ki bu algılarımızın hepsinin kendini değil “gösterenlerini” biriktirebiliriz. Basitçe söylersek, hiçbirimizin kafamızda tek bir su algısı yoktur, su denilince “su” kavramını işaret eden bir çok “gösteren” (signifier) (bir kaynak görüntüsü, h2o, şişe, akarsu, deniz vs. Görselleri ve duyularının tümü) ile suyu algılarız.
Frederic Jameson’a göre tüm anlatılar üç semantik ufuk ile çevrilidir. En geniş çerçevede politik tarih vardır. Sonraki aşama zaman sınırları daha az olan sosyal tarih ve süregelen çıkar çatışmasıdır. Üçüncü ufuk ise üretim araçları (modes of production) üzerinde ortaya çıkan bilinç formlarıdır (10). Burda çok kısa bir biçimde değinmiş olacağız belki ama bu üç semantik ufuk, Tolkien’in gerçek dünya ile olan alegorisini açıklamaya yetecek. Zira Jameson’a göre bilinçaltı diye bir şey var ise, Platon’un ideları gibi, bu bilinçaltındaki “şeyler” bizim bilinçli dünyamızın sınırları dışındadır. Yani onları söz ile dile getiremeyiz ve bu nedenle de düşünemeyiz. Bu nedenle Freudyen bir psikolog ile hastası arasında geçen “tedavi(cure)” işi yalandan başka bir şey değildir. Aynı şekilde marxist görüşün savunduğu “bilinçsiz halkı” (false consciousness) bilinçleştirmek gibi bir durum yoktur; zira yanlış “bilinç değil”, “politik bilinçsizlik” (şuursuzluk) mevcuttur. Bu politik şuursuzluğumuzdan ötürü herhangi bir anlatı işine giriştiğimizde, şuursuz bir biçimde semantik ufuklar ile kısıtlanır, iç içe geçer ve bireysel bir yazı (text) oluşturmak yerine, kolektif bir yazı ortaya çıkarmış oluruz. Ve aslında yazdığımız her şey önceki ve sonraki insanların ürettikleridir.
“Dünyanın sonunu düşünmek, kapitalizmin sonunu düşünmekten kolaydır.” sözü bu durumu tam anlamıyla açıklıyor. İnsan, fikri olarak iç içe geçtiği ufuklardan sıyrılamıyor. İnsan beyni (mind), Tolkien gibi yepyeni bir dünya yaratmaya kalkışsa dahi, “parasız bir dünya” düşleyemiyor; fakir ve zengin ayrımının olmadığı mekanı kurgulayamıyor; kadın ve erkek dışında cinsiyetleri kabullenemiyor; rollerinden sıyrılmış cinsiyetlerin yaşayacakları bir “yaşamını idame ettirebilme gerçeğini (ya da hayalini)” yaratamıyor. Kendini ne kadar zorlasa da tarihteki politik olayların sırasını büyük ölçüde değiştiremiyor. Mesela uzun bir zaman en eski medeniyetin Mısır olduğu sanıldı. Ancak doksanlardaki kazı çalışmaları Sümerlerin daha eski olduğunu söylese dahi, hala birçok insan Mısır’ı daha eski biliyor ya da algılıyor mu demek gerek?
Foucault’nun iktidar kavramı ise Yüzüklerin Efendisi anlatısına karikatürsel boyutta cuk diye oturuyor. Zira bilgi-iktidar ilişkisi, toplum tarafından reddedilme / aşağılanma cezalandırılmaları ve gözetlenmenin etkileri romanın (destan daha doğru sanırım) her sayfasında kendini gösteriyor. Bilbo yapmak istemediği şeyi (yüzükten ayrılmayı), Gandalf’ın arifliğinin karşısında yapıyor; Frodo gözetlenme, izlenme korkusundan eriyip bitiyor; yer yer kahramanlar “korkak” sıfatını yememek için ölüme yollanıyor vs. vs.
Sonuç olarak Tolkien dünyası, insanın anlatılarda fikri ufuklara ne denli bağlı olduğunun (daha doğrusu mahkum olduğunun) bir ispatı gibi. Aynı zamanda iktidar kavramının reddedilemeyecek bir biçimde beyne işlenmiş olduğunu gösteriyor. Cinsiyet (gender) teorilerinin azımsanmayacak şekilde var olduğunu ve hem “kadın” hem de “erkek” modellerinin sil baştan yaratılan bir dünyada dahi aynı kaldığını gösteriyor bize (11). Tüm bunların romanın ve filmlerin popülerliğiyle beraber düşünülmesi esasında biraz da korkutucu bir manzara çıkarıyor karşımıza. Zira bu kitapların bu denli popüler olmuş olması (ünlü olmasından bahsetmiyorum, kitlelere ulaşmış ve beğenilmiş olmasından bahsediyorum), Tolkien’in insanların kolektif bir biçimde üretmiş olduğu alt içeriklerden sıyrılmamış olduğunu gösterir ve aslında hepimizin “para”, “efendi-köle”, “cinsiyet”, “soy-sop” gibi unsurları kabullenmiş olduğumuzu gösterir.
Yazan: Emin Saydut
Notlar:
(1) Deniz Erksan, Yüzüklerin Efendisi, Yüzük Kardeşliği, “Çevrilmiş bir yapıta Önsöz”. Metis yayınları: İstanbul, 1996. 14
(2) Tolkien’nin bu yorumlarını (karşı çıkışlarını) Wikipedia’dan, kitapların önsözlerinden okudum ve ayrıca İngiliz ve Amerikan Edebiyatı hocasından duydum. Daha da derinlemesine gidilmek istenirse, Tolkien’in yazmış olduğu“On Fairy Stories” adlı kitap bulunup okunabilir.
(3) Ben bu makaleyi Terry Eagleton ve Drew Milne’in beraber derlediği “Marxist Literary Theory, Blackwell, 1996” adlı kitaptan buldum. Sayfa 351-374
(4) Bir örnek için Bkz. Tolkien, J.R.R, Yüzüklerin Efendisi birinci kısım Yüzük Kardeşliği. çev. İpek, Çiğdem Erkal. Metis yay: İstanbul, 1996. 37-38
(5) Bkz. Tolkien, J.R.R, Yüzüklerin Efendisi birinci kısım Yüzük Kardeşliği. çev. İpek, Çiğdem Erkal. Metis yay: İstanbul, 1996. 276-278. Sam, şölende bile rahat edemiyor; zira efendisini memnun etmek onun için çok önemli
(6) İlk kitapta dört kadın geçiyor. Birincisi kıskanç, “dırdırcı” Lobilia; ikincisi güzel ve ev işleri ile meşgul Nehrinkızı Altınyemiş; üçüncüsü güzelliği dillere destan Arwen; dördüncüsü ise Elf Kraliçesi Galadriel.
(7) Bence bu çok açık bir şey. Tek tek cümlelere referans vermeye gerek görmedim.
(8) Aragorn: kral, Gimli: paşa çocuğu, Gandalf: arifler divanından, Legolas: kendi kralının buyruğu, Frodo: zengin Bilbo Baggins’in evlatlığı vs. vs. ki kitapta geçen tüm karakterler ortamın en ağır abileri. Pippin ile Merry ikinci kitapta ormanda kayboluyor ve Ormanın Efendi Ağacı onları buluyor vs.
(9) Bkz. Bkz. Tolkien, J.R.R, Yüzüklerin Efendisi birinci kısım Yüzük Kardeşliği. çev. İpek, Çiğdem Erkal. Metis yay: İstanbul, 1996. 239
(10) Eagleton, Terry; Milne, Drew. Marxist Literary Theory. Blackwell Publishers: Oxford. 1996. 352
(11) Gerçi Ursula K. Le Guin bu konuda bazı açılımlar yaptı.